osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ocak 2014 Çarşamba

Medine Müdafaası, Fahrettin Paşa

Başkomutanlık tarafından Kanal Harekatı için görevlendirilen, 4’üncü Ordu Komutanı Cemal Paşa, Kanal’ a taarruz etmeden önce Hicaz meselesini çözmek ister. Hicaz’ın kendine özgü bir yönetim biçimi vardır ve merkezi Mekke’dir. Bu şehirde bir vali,  bir komutan ve bunların üstünde, padişah tarafından atanan bir şerif vardır.
    Mekke valisi ve komutanı Cemal Paşa’ya, Mekke Şerifi Hüseyin’in iki yüzlü davrandığı, uzun süredir İngilizler ile görüşmeler  yaptığını, kendine güvenilmemesini gerektiğini rapor ederler. Cemal Paşa, Şerif Hüseyin’ den Cihad çağrısının gereklerini yapmasını ve Kanal seferi için yardım göndermesini ister. Şerif Hüseyin, İngilizlerin Çanakkale’den asker çekip Mısır’da kuvvet toplamalarına kadar Cemal Paşa’yı oyalar. Şerif Hüseyin isyan hazırlıklarına başlayınca Cemal Paşa ile Enver Paşa  görüşerek Medine’nin mümkün olduğu kadar elde tutulması kararını alırlar.  Cemal Paşa, bu görev için o sırada Suriye’de 12’nci Kolordu Komutanı olan  Fahrettin Paşa’yı seçer. Kendisine  Medine’de olan biteni anlamak ve gerekeni yapmasını emreder. Şerif Hüseyin ve oğullarını kuşkulandırmamak için de Medine’ye dini bir ziyaret amacı ile gidilmiş gibi  bir hava verilmesini ister.

    Bu  görevi alan Fahrettin Paşa çalışacağı ekibi ile birlikte 23 Mayıs 1916’da Şam’dan yola çıkar ve 31 Mayıs 1916 tarihinde Medine'ye varır. Fahrettin Paşa Medine'ye geldiğinde, Medine ve çevresindeki bir kaç yerleşim bölgesi dışında, kontrolün işbirlikçi asilerin eline geçtiğini, Arap yarımadasında yapacak fazla bir şeyin  kalmadığını görür.Yapılacak olan Medine ve çevresini işbirlikçi asilere teslim etmemektir. Fahrettin Paşa tedbirlerini bu yönde almaya başlar.
    İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlıyı arkadan vuran Arap isyancılarının başında Şerif Hüseyin ve oğulları bulunmaktadır. Şerif Hüseyin'in gözünü, para ve ikbal hırsı bürümüştür, bunları elde etmek için İngilizlerin ayaklarını öpecek durumdadır. Şerif Hüseyin ve adamları, Arapları Osmanlı aleyhine döndürmek için her türlü yalan ve iftiraya başvurur. Osmanlının Almanlarla birlikte savaşa girmesini Türkler kâfir oldu şeklinde etrafa yayarak taraftar toplarlar. Türklere karşı nefret tohumları ekilir, yapılan iftiraların sonucu da isyanlarda görülür.  İsyancı Araplar, Türk askerine insanlığa sığmayan muamelelerde bulunur.  Mekke'yi ele geçiren asilerin hedeflerinde Medine ve çevresi vardır. Bütün güçleri ile Medine üzerine yürürler. Sürekli kahpece arkadan saldırırlar, coğrafi şartları da bilmenin avantajı ile pusu kurup, bunda da zaman zaman başarılı olurlar.
    Medine'de hayat şartları git gide ağırlaşır. Medine de bulunan Osmanlı ordusunun durumu şöyledir; bir tarafta bütün cephelerde mağlup olan bir imparatorluk, diğer tarafta galip devletlerin baskısı, İngilizlerin işbirlikçi isyancılara verdiği destek, bütün bu olumsuzlukların yanında imkânsızlıklar içinde kıvranan Medine müdafileri…
    Beslenme eksikliğinden dolayı zayıf düşen bünyeler sürekli hastalıklarla boğuşur. Uyuz hastalığı asker içinde hiç eksik olmaz, İspanya nezlesi denen salgın hastalık, askeri kırıp geçirir. Açlık o boyutlara ulaşır ki, asker dağlardan vadilerden topladığı otlarla karınlarını doyurmaya çalışır.
    Fahrettin Paşa, Medine’ nin ileri gelenlerinden bir heyet kurar. Bu heyet ile Kutsal Emanetleri saydırarak  tespit tutanağını heyette bulunanlara imzalatır. Kutsal Emanetler bir bölük askere teslim edilip tren ile İstanbul’a gönderilir. Bir ay sonra İstanbul’a ulaşan Kutsal Emanetlerin listesi telgraf ile Medine’ye gelir. Fahrettin Paşa aynı heyete giden liste ile gelen listenin karşılaştırılmasını yaptırarak bütün emanetlerin İstanbul’ a ulaştığını halka duyurur.    Kutsal Emanetlerin İstanbul’a gönderilmesi Medine’nin tahliye edileceği dedikodusunun çıkmasına neden olur. Paşa “Hicaz Yaranı”  adında bir defter açtırır. Subay ve askerlerinden Hicaz harekatının sonuna kadar  Medine’yi terk etmeyeceğine dair söz verenlerin bu deftere kaydolma şerefini kazanacağını bildirir. İlk sıraya kendi adını yazdırır.  Mekke’de yayınlanan El Kıble gazetesi vasıtasıyla Türkler hakkında asılsız haberler ve makaleler yayınlanır ve asiler kışkırtılır. Bütün bunlara karşı tedbir getirmek, sadık Arapların fikir ve hislerini korumak maksadıyla Fahrettin Paşa tarafından Medine’de El Hicaz adlı bir gazete çıkarılmaya başlanır. Gazete özellikle Medine dışında bulunan kabilelere dağıtılmaya çalışılır. Ancak yeterli şekilde dağıtılamaması nedeniyle beklenen etki elde edilemez.
    Fahrettin Paşa, tedbirlerini şartlar ne olursa olsun Medine'yi terk etmemek üzerine alır. 25 Eylül 1917 tarihinde, Tebük civarındaki "Ramlet" istasyonuna asilerin yerleştirdiği bomba lokomotif geçerken patlatılır. Vagonlar devrilir, trende bulunan asker, sivil, kadın çocuk herkesi kurşun yağmuruna tutarlar. Burada büyük zayiat verilir. Bu olay sonucunda  Medine'nin Osmanlı ile irtibatı bir daha kurulmamak üzere kesilir. Bu olaydan sonra, demiryolunun değişik yerlerine yapılan bombalı saldırılar, demiryolunun da tamamen sonunu getirir. Bu çok vahim bir durumdur. Demiryolu, Medine müdafilerinin, yiyecek, giyecek ve erzaklarının tedarikini sağlamaktadır.  Bu tahribattan sonra İstanbul ve Anadolu'dan yardım gelmeyecektir. Şerif Faysal öncülüğündeki asi gurubu, "Maan" bölgesinin güneyinde, üçer beşer kişiden ibaret olan demiryolu bekçilerini şehit eder, "Maan" ile "Tebük" arasındaki istasyonları işgal ederek Medine'nin kuzey ile alakasını tamamen keser.  Böylece  Medine Müdafiilerini besleyen kan ve can damarı kopmuş olur.
    Arap işbirlikçilerinin gözleri ihtiraslarından başka hiçbir şey görmez. O kadar ileri gitmişlerdi ki, Medine'de Osmanlı bayrağı görmektense, İngiliz yönetimini bizim için evladır derler. İsyancı liderlerden olan Şerif Ali'nin karargâhında her zaman bir İngiliz subay bulunur. İngilizleri arkalarına alan Araplar; ellerinde ki İngiliz topları ile Anadolu yavrularının üzerine ateş püskürtür, tanklar mermi yağdırır, tayyareler başlarının üstünde uçar. Bu da yetmez  pusu kurup vatan evlatlarını kahpece katlederler.
    Çölde savaş, sadece düşmanla yapılmaz. Açlık, İspanyol nezlesi, çekirge, humma vs. gibi birçok düşmanla mücadele etmek zorunda kalınır. Erzak neredeyse tükenmek üzeredir. Bir tek  Fahrettin Paşa’nın önceden depolattığı hurmalar askere dağıtılmaktadır. Medine bölgesinde çok miktarda çekirge bulunmaktadır. Paşa çekirgeden yemek yaptırır ve önce kendisi yiyerek askerleri teşvik edici şu sözleri söyler: “Dün karargah sofrasında çekirge tavası vardı. Arkadaşlarımla beraber pek tatlı yedim ve bunu dil konservesinden daha iyi buldum. Hele zeytinyağı ve limon suyu ile salatası pek nefis oluyor.”
    İstanbul’dan  gelen tüm teslim ol çağrılarına Paşa’nın cevabı şu şekilde olur: “Hükümet Medine’nin anahtarlarını bir İngiliz yüzbaşısına teslim et diyor. İngilizler ve Şerifler zabitlerle efradımızı soyacaklar. Böyle şeyler görmektense silahlarımızla dövüşerek ölmek evladır. Bu asker Medine’nin enkazı içinde ve nihayet Ravza-i Mutahhara’nın altında kan ve ateşten örülmüş kızıl bir kefenle gömülmedikçe Medine kalesinin burçlarından  Türk’ün al bayrağı alınmayacaktır.”
         Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı ve müttefiklerinin yenilgisiyle sona erer ve Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanır. Mondros Mütarekesinin bir maddesi de Hicaz, Yemen, Suriye Irak, Trablus ve Bingazi’de kalan kuvvetlerin en yakın düşman birliklerine teslim olması hükmünü taşımaktadır. İstanbul hükümeti bu madde hükmüne göre Fahrettin Paşa'dan Medine şehrini tahliye etmesini ister.
          Mütareke üzerinden neredeyse üç ay  geçmiştir. Fahrettin Paşa şartların giderek ağırlaşmasına rağmen şehri teslim etmemekte kararlıdır. Albay ve yarbaylardan oluşan subaylar toplanarak teslim olma kararı alırlar. Gizlice yapılan bir plan neticesinde, silah arkadaşları Fahrettin Paşa’nın üzerine atlayarak ellerini bağlarlar. Böylece  Medine Kahramanının en acıklı hazin sonu gelmiş olur.
    Fahrettin Paşa İngilizler tarafından esir alınır önce Mısır’a sonra da Malta’ ya gönderilir. Malta’ da sayım için her gün sabah ve akşam  odasından  avluya çıkması ve üzerindeki üniformasını çıkarması istenir. Fahrettin Paşa sayım için avluya çıkmaz. Kendisinden üniformasını çıkarmasını isteyen İngiliz yüzbaşıya şu cevabı verir: “ Bak yüzbaşı bu üniforma giymeye hak kazandığım günden beri üzerimden çıkmamıştır. Bundan sonrada da çıkmayacaktır! Ancak ölüm beni üniformamdan ayırabilir.” İngilizler bir daha Fahrettin Paşa’ya üniformasını çıkart diyemezler.

25 Şubat 2013 Pazartesi

Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, İsmail Hakkı Uzunçarşılı

Osmanlı tarihine dair gerek dilimizde ve gerekse yabancı dillerde birçok eser yazılmıştır. Bunların bir kısmı Osmanlıların ilk devirlerine ait Türkçe tarihlerle vakanüvis tarihleridir; eğer biri bu Osmanlı tarihlerini okuyacak olursa, üç kıtaya yayılmış olan bu muazzam imparatorluğa ait pek yüzeysel ve bir kısmı da noksan ve yanlış malumat sahibi olur. Yabancı dillerde yazılmış olanların pek çoğunun yorumları alaycı ve tenkitlerle dolu olarak görülür. Yazar Osmanlı saray teşkilatını en ince ayrıntılarına kadar belgeleriyle ele almaktadır. Yazarın ele almış olduğu bu konular o kadar teferruatlıdır ki, bunları tek tek burada zikretmemiz mümkün değildir. Kitaptan kendi düşüncelerimize göre önemli saydıklarımızın kısa özeti aşağıda bulunmaktadır.
    Rumeli fütuhatının devam ettiği ilk zamanlarda Osmanlı Devleti’nin merkezi Bursa idi. Edirne’nin ele geçirilmesinden sonra da burası derhal merkez olmamış, 1417 yılına kadar beklenilmiş ve bu tarihte bugünkü Selimiye Cami civarına saray yapılmıştı. Padişahlar duruma göre bazen Edirne sarayında oturmakla beraber Bursa’yı terk etmemişlerdi. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra da epey müddet Edirne Sarayını tercih etmiş, 1457 senesinde çıkan yangın sonucu payitahtı ile beraber İstanbul’a, bugünkü Topkapı Sarayı’na taşınmıştır.
    Osmanlı Hanedanı Oğuz Boylarının Boz ok şubesinden Kayı’lara mensuptur.  Osman ve Orhan Beyler Anadolu’da büyük nüfuzları olan Ahi’lerin faaliyetlerinden istifade etmişlerdir. Orhan Bey’den itibaren yavaş yavaş kabile görüntüsünden sıyrılarak ortaya zamanın en modern askeri teşkilatını çıkararak devletleşme yolunda büyük bir adım atılmıştır. Orhan Bey’le beraber kurulan Osmanlı Hanedanı içinde devlet reisinin seçimi II. Murat zamanına kadar nüfuzlu şahsiyetlerle beylerin elindedir. Osmanlı’daki diğer beylerin hükümdarlar üzerindeki hüküm ve nüfuzu Fatih’in İstanbul’u fethine kadar devam etmiştir. Fatih kuvvetli bey ve devlet adamlarının nüfuzlarından saltanat usulünü tesis ederek kurtulmuştur.
    Yıldırım Beyazıt’ın vefatından sonra fetret devrinde şehzadeler arasında saltanat mücadelesi doğmuş, nihayetinde bu mücadeleden Çelebi Mehmet galip çıkarak dağılan devleti toparlayabilmiştir. Devletin parçalanma ve dağılma riskine karşı Fatih meşhur kanunnamesine gerektiğinde kardeş katlinin vacip olduğunu koydurtmuştur.
    İlk Osmanlı Hanedanı memleketlerini genişletmek ve yeni yeni kanunlarla devlet esasını kuvvetlendirmek için çalışmışlar, gerek kendileri ve gerekse devlet ricali bu yeni devleti ilmi, içtimai eserlerle süslemişlerdir. Kanuni Sultan Süleyman’ın 74 yaşında ordusunun başında bulunarak savaş meydanında vefatına kadar süren Osmanlı padişahlarının faaliyet devirleri, ondan sonra kapanmış sayılmakta ve yazara göre, eğer IV. Murat yaşayıp saltanatı devam etmiş olsaydı, devletin daha sonraki sıkışık devirleri görmeyeceği yani duraklama devrinin daha uzayacağı kuvvetle muhtemeldir.
    Osmanlı Padişahları Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren, bizzat divan müzakereleri ile alakalarını kesip, haftada dört gün olan divan toplantılarındaki reisliği, vezir-i azamlara bırakmışlardır. Fatih’e kadar padişahlar az çok aşiret geleneklerine sadık kalmışlardır. Fatih saltanat usulünü tesis ederek halkla daha az temas eder olmuştur. Fatih’in zamanına kadar devlet adamları ve sadrazamlar Türk’tür. Bu tarihlerden itibaren devşirmelikten yetişmiş olan ve Türk olmayanlar bu görevlere getirilmişlerdir. Fatih’in saltanatı tesisini müteakip padişahlar içerisinde bazen deli olanları bile tahta çıkmıştır.
    Padişah çocuklarına Çelebi Mehmet zamanına kadar ‘çelebi’ denilmiş, bu tarihten itibaren “şehzade” tabiri kullanılmıştır. Şehzadelerin doğumu büyük ve gayet teferruatlı törenlerle ilan edilir ve I.Abdülhamit zamanına kadar masraflı şenlikler yapılmıştır. Şehzadelerin eğitimine büyük önem verilir kendilerine bir baş hoca tayin edilir ve zamanın bilginlerinden müspet ilimlerde dâhil olmak üzere dini ilimler yabancı dil, at binmek, kılıç kullanmak gibi derslerde verilmiştir. Orhan Bey’den sonra, devlet ailenin müşterek malıdır diye malum olan kanunda tadilat yapılmış ve I.Murat’tan itibaren devlete iştirak hakkı aileden alınarak hükümdar ile onun oğullarına verilmiştir.İlk Osmanlı şehzadeleri önemli olan sancak ve illerde valilik etmiş ve kendilerine payitahttan divan-ı hümayundaki vazife sahipleri gibi divan heyeti, lalalar, kapı halkı, solak, peyk v.s verilmiştir. Saltanat hırsı, hariçten ve dâhilden tahrik, can kaygısı gibi sebeplerden dolayı on altıncı asır başlarına kadar olan zamanda, şehzadelerin fırsat buldukça saltanat iddiasıyla meydana çıktıkları ve başarılı olamayanların derhal öldürüldükleri ve bir kısmının da memleket dışına çıktıkları olmuştur.
    Kanuni’ye kadar padişah eşleri, yakın civarlarda bulunan beylerin kızlarıdır. Bu tarihten itibaren padişah eşleri sarayda yetişmiş olanlardan veya hediye edilen güzel kadınlardan seçilmiştir. Yalnızca ikinci Osman devam eden bu geleneğe muhalif olarak Şeyh-ul İslam’ın kızıyla nikâhlanmıştır. Harem, girilmesi yasak olan yer manasına gelmektedir. Muhtelif ırktan seçme güzel kadınları ihtiva eden sarayın harem dairesi;  cariyeler, satın alınanlar, sultan ve devlet erkânının hediyeleri olanlardan oluşmaktadır.  Bunlar itina ile ve saray terbiyesi denilen muayyen usul ve kaide altında yetiştirilmişlerdir. Hareme girişte uzman  bir kadın tarafından muayene edilir,vücutça kusursuz olmaları şartı aranmıştır. Cariyelere dini eğitim, okuma yazma, müzik, biçki, dikiş, nakış gibi eğitim konuları gösterilirdi ve kendi aralarında acemiler, cariye, şakirt, usta ve gedikliler olmak üzere beş adet dereceleri vardır. Padişahın gönlünü çelene ikbal denmiş ve İkbal’in gebe kalması durumunda padişah eşliğine geçirilmişlerdir. Padişahların tahta çıkış ve vefatlarında valide sultanlar için kabul törenleri düzenlenirdi. Bunlardan Nurbanu Sultan, Safiye Sultan, Kösem Sultan devlet işlerine fazlaca müdahale etmiş ve birçok kanunsuzluklara yol açmışlardır. On altıncı asır başlarına kadar padişahlar kızlarını Anadolu beyleri ve onların oğullarına vermişler, bu tarihten itibaren, Osmanlı vezir ve beylerine verilmesi adet edinilmiştir.
    Harem ağaları, Osmanlı sarayının ve bütün Enderun ve Harem-i Hümayun ağalarının en büyüğü olmuştur. Derecesi Sadrazam ve Şeyh-ul İslam’dan sonra gelmiştir. Esas vazifesi ise sarayın kadınlara ait olan harem-i hümayun kısmına nezaret etmek işi olmuştur. Harem ağalarının nüfuzları bilhassa on yedinci asırla on sekizinci asrın ortalarına kadar iyice artmış, o kadar ki bazıları devlet idaresini ellerinde bulunduracak derecede büyük bir nüfus ve salahiyet sahibi olabilmişlerdir.
    Padişahların cülusları merasimle yapılır ve hiç vakit geçirilmeden yeni padişaha hemen o gün biat olunmuştur. Bu biatler tamamen bir protokol içerisinde törenle icra edilmiştir. Tahta çıkan her yeni hükümdar cülusundan birkaç gün sonra büyük bir alayla Eyüp’e gider ve orada türbede kılıç kuşanma merasimi yapmıştır.
    Sultan tabiri Müslüman hükümdarlarının bilhassa Sünni kısmına ait bir unvandır. Başlangıçtan itibaren halk arasında yaygın olarak kullanılmayıp daha ziyade kitabe, para ve vesikalarda kullanılmış, halk arasında hünkâr ve padişah isimleri tercih edilmiştir.
    Osmanlı hükümdarlarından her birinin kendi isimleri ile babalarının isimlerini içeren biri zümrüt diğer üçü altından yüzük şeklinde tuğralı dört adet mühürleri olmuş, her hükümdar değiştikçe tuğra gibi mühürde değişmiştir.
    Üç buçuk asırdan fazla bir zaman Osmanlı padişahlarına mesken olan Topkapı Sarayı birçok olaylara sahne olmuştur. Divan-ı Hümayun müzakereleri, ulufe tevzii, sefirlerin kabulü, cülus, bayram tebrikleri gibi merasim hep burada yapıldığı gibi kapı arası hapis ve işkencesi, siyaset ve cellat çeşmesi, balıkhane mahalli de bu saha dâhilindedir. Fakat bunlar sarayın ‘Birun ‘ kısmına ait olup padişahların asıl meskeni olan saray  (harem-i hümayun) bambaşka bir teşkilata tabi olmuş ve buna da ‘Enderun’ teşkilatı denmiştir. Padişahlar, takriben on beşinci asır ortalarından itibaren, on sekizinci asır başlarına kadar, şahıslarına mahsus merkez ordusuyla devlet idaresi için elemanlar yetiştirmekten ziyade, Müslüman ve Türk terbiye ve kültürüyle yoğrulmuş, kendilerine sadık bir sınıf yetiştirerek bunların bir kısmını kendi sarayında ve bir kısmını ordusunda terbiye ettirdikten sonra, devletin idare ve düzenini bunların ellerine vermişlerdir. Bu devşirme çocukları, Topkapı sarayına alınmadan evvel büyük bir itina ile yetiştirilerek dini usulleri ve Türkçeyi öğrenir, sistemli tarzda mükemmel bir tahsile tabi tutulurlar ve sıraları gelince liyakat ve kabiliyetlerine göre saray haricindeki muhtelif devlet hizmetlerine tayin edilmişlerdir. Bundan dolayı Osmanlı sarayı aynı zamanda tahsil ve terbiye ile devlet işlerine gönderilecek olanları yetiştiren bir müessese anlamı kazanmıştır.
    Birun teşkilatının çok çeşitli işleri olduğundan her birinin memurları da ayrı ayrı sınıflardan seçiliştir. Burada hizmet eden ilmiye sınıfı ile dış ağaları sarayın harem ve Enderun kısmının haricindeki yerlerde oturup işlerini görüp ve akşamları evlerine gidebilme iznine sahiptirler. Bunlar Enderun ağaları gibi sıkı bir disipline ve sarayda yatıp kalkmaya mecbur değiller, arzu edenler sakal salıverebilmiştir. Bilumum birun teşkilatına ait tayinler sadrazam tarafından yapılmıştır.
    Osmanlı tarihinde padişah cülusu, doğum, harp ilanı, ordunun hareketi, sadrazamlara mühür verilmesi, denize gemi indirilmesi, sultan düğünü v.s hep müneccim başının tertip ettiği bir cetvel üzerine eşref saat seçimiyle, o saat ve o dakika icra olunmuştur. Müneccim başının vazifelerinin en büyüğü takvim tertip etmek olmuştur.

    Türk Tarihi’nin önemli safhalarından biri ve bol miktarda belgesi bulunan Osmanlı Türklerinin tarihte pek büyük rol oynadıkları halde yirmi birinci asırda bile kendi tarihlerini tahlili ve eleştirel bir şekilde yazılmamış olması affolunmaz bir hatadır. Şimdiye kadar hep Osmanlı Tarihini, henüz tüm belgeler deşifre edilemediğinden, yabancıların bakış açısıyla gördük. Haliyle yabancılar içimizi ve kültürümüzü tam kavrayamadıklarından noksan kaldıkları yerlerde kendi kültürlerinin tanımlamalarını bize dikte ettirdiler. Bunun yüzünden kendi insanımızı yanlış tanıdık, kendi tarihimizle barışık olamadık ve köklerimizden gittikçe uzaklaştık.
    Okullarda öğrendiğimiz Osmanlı Tarihi genellikle savaşlar, zaferler, mağlubiyetler ve kısmen de Osmanlı Devleti’nin merkez teşkilatı üzerinedir. Yazar, bu kitapta 600 yıl hüküm sürmüş bir imparatorluğun, saltanat tesisini, saraylarını, şehzadelerini, törenlerini ve saray teşkilatını en ince ayrıntılarına kadar belgeleriyle kendi içimizden biri olarak ortaya koyarak büyük bir boşluğu doldurmuştur.
    Özellikle Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Osmanlıların bir devlet olabildiğini ve bunun sonucu, günümüz şartlarına göre, mübalağalı bir saray protokol ve törenlerinin var olduğunu görmekteyiz, öyle ki padişahın her günü ve her işi tamamen kasvetli bir tören içerisinde geçmektedir. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ve bu ritüelleri gerçekleştirecek personel tefrik edilmiştir.
    Günümüzden o zamanlara baktığımızda bunların bize gereksiz, abartılı gelmesi gayet doğaldır. Ama o zamanın şartlarıyla değerlendirdiğimizde belki de asrının gerekleri olabileceği akla pek yatkın gelmektedir .

Balkan Harbi Sırasında Rumeli’den Türk Göçleri, Ahmet Halaçoğlu

  XIX ve XX. yüzyıl içerisinde devam eden Osmanlı Avrupa mücadelesinin asıl sebebi  “Şark Meselesi” ne dayanmaktadır.  Daha ziyade XIX. Yüzyılda siyasi bir terim olarak ifade edilmeye başlayan Şark Meselesi’ nin tarihi menşei oldukça eskidir. Zaman ve mekana bağlı olarak çeşitli görünümlerde ortaya çıkan  (günümüzde Ortadoğu, Lübnan, Irak,  İsrail, Filistin meseleleri) ve değişik şekilde tarif edilen Şark Meselesi’nin temelinde Avrupa-Türk münasebeti yatmaktadır. Şark meselesinin esası Türkleri Anadolu’dan çıkarmak olarak özetlenebilir. Avrupa bu emelini gerçekleştirmek için önüne çıkan bütün fırsatları değerlendirmiştir. İmparatorluğun son yıllarında buna uygun zemini bulan batı bu amacına ulaşmak için insanlık için utanç verici tutum ve davranışlar sergilemekten geri kalmamıştır. Kitap İmparatorluğun son yıllarında yaşanan göç hareketinin sebep ve sonuçlarını belgelerle inceleyerek ibret vesikası sayılabilecek bir tabloyu gözler önüne sermiştir. Bugün sahip olduklarımızın değerini anlamak ve batının bizim hakkımızdaki değişmeyen düşüncelerini yaşanmış örnekleri ile doğru olarak algılamamızı sağlaması bakımından önemli bir eser.
    
      Osmanlı Devleti 18’inci yüzyıldan itibaren askeri siyasi ve iktisadi gücünden çok şey kaybetmiştir. İmparatorluğun son yıllarında yapılan savaşlarda üst üste yenilgiler alınmıştır. Sonuçları bakımından alınan yenilgiler içerisinde en üzücü olanlarından birisi de Balkan Harpleridir.  Balkan Harbi Meşrutiyet’ten sonra gerek iç gerekse de dış politikada yapılan ağır hataların devamından kaynaklanmıştır. Birinci Balkan Harbi’nde Osmanlı Orduları Çatalca hattına kadar çekilerek birkaç hafta içerisinde ancak fecaat olarak nitelendirilebilecek bir durum meydana gelmiş, hemen bütün Rumeli Bulgarların eline geçmiştir. Türkler tarihin hiçbir döneminde bu derece ağır bir hezimete uğramamıştır
    Balkan Muharebeleri neticesinde, Balkanlar’ın siyasi haritası önemli ölçüde değişmiştir. Osmanlı Devleti Avrupa’daki topraklarının %83’ ünü, nüfusunun ise %69’ unu; bunlara ilaveten devlet gelirlerinin önemli bir kısmı ile önemli ölçüde bir ziraat potansiyelini kaybetmiştir. Çizilen yeni sınırlara göre Balkanlardaki Türk – İslam unsurunu çoğunluğu Osmanlı hakimiyetinden çıkıp diğer Balkan Devletlerinin idaresine geçmiştir. Bilhassa Yunanistan ve Bulgaristan’a bırakılan topraklarında kalan Türkler, yapılan anlaşma hükümlerine aykırı olarak, idaresi altına girdikleri devletlerin hükümetleri veya ahalisi tarafından baskılara uğramış ve gördükleri zulüm yüzünden, tarlalarını, ev – barklarını kısacası tüm maddi varlıklarını bırakarak Osmanlı Devleti’ne sığınmak zorunda kalmışlardır. Anadolu’ya gelen göçmenler, karşılaştıkları ve sebep oldukları problemlere nazaran, Anadolu’nun demografik, ekonomik ve içtimai yapısına da büyük etkilerde bulunmuştur. Kaybedilen topraklardan göçmenlerin gerek bulundukları yerlerde, gerekse nakil sırasında karşılaştıkları zorlukların yanında, Osmanlı Devleti’nin de içinde bulunduğu mali sıkıntı yüzünden, göçmenlere gerekli yardım yapılamamış ve bu dönemde göçmenler çok zor güler geçirmiştir. Göçler esnasında başta barınma, yiyecek ve giyecek problemlerin yanında sağlık ve eğitim gibi birçok alanda ciddi sıkıntılar yaşanmıştır.
    BALKAN HARBİ SIRASINDA RUMELİ’DEN TÜRK GÖÇLERİ (1912 – 1913)
    Osmanlı İmparatorluğunun son yüzyıllarda idari sistemi büyük ölçüde geleneksel temelleri muhafaza etmiş modernleşememiş; eğitim ve öğretim kurumları olan medreseler de eski ilmi hüviyetini hemen tamamen kaybettiklerinden buralardan mezun olanlar yetersiz kalmışlardır. Avrupa ilim ve teknolojide ilerlerken Osmanlı Devleti tarım sanayi ve ulaştırma da bir gelişme gösterememiş; öte yandan bozulmanın en çok hissedildiği Osmanlı Ordusu da teknolojik gelişmelere ayak uyduramadığından Avrupa’daki en geri ordu konumuna gelmiştir.
    18’inci yüzyıl sonlarında III. Selim’in başlattığı Nizamı Cedit genel bir ıslahat teşebbüsü olmuştur. Bu yenilikler dar anlamda Avrupa usulünde yetiştirilmek istenen talimli ordu, geniş anlamda ise Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmak, ulemanın nüfuzunu kırmak, Osmanlı devletini Avrupa’nın ilim teknoloji ve ziraatta yaptığı ilerlemelere yetişebilmek için girişilen yenilik hareketlerinin bütünüdür. Padişah III.Selim’in şahsında ifadesini bulan Nizam-ı Cedit hareketi 1807 de onun tahttan indirilmesiyle son bulmuştur. Daha sonra tahta geçen II.Mahmut zamanında (1808-1839) ıslahatın ikinci aşaması başlamış bu dönemde yeni kurumlar daha geniş uygulama alanı bulmuştur. Yapılan bu yenilikler tabii olarak, aynı oranda devlete mali bir yükte getirmiştir.
    19’uncu yüzyıla gelindiğinde, Avrupa’daki kuvvet dengesinin şartları ve unsurları büyük değişme geçirirken, Osmanlı Devleti’nin daha da zayıfladığı dikkati çekmektedir. 18’inci yüzyılda Osmanlı Devleti toprak bütünlüğünü tehdit eden ve devamlı bir baskı unsuru olan Avusturya ve Rusya’ya karşı yaptığı savaşları kaybederken, kendisine yönelen tehdit ve tehlikelere karşı yanına daima bir büyük Avrupa devletini almak suretiyle bir denge kurmayı ve varlığını böylece kurmayı hedeflemiştir.
    İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü Rusya’ya karşı koruma politikası 1878’e kadar sürmüştür. Bundan sonra hem İngiltere hem de Rusya Osmanlı Devleti’nin varlığının devamı için iki büyük tehlike haline gelmiştir. 1877-78 Osmanlı- Rus savaşı 1875 yılından itibaren Balkanlar’da başlayan karışıklıkların meydana getirdiği gelişmelerin sonucudur.
     Tarihimize 93 harbi olarak gecen Osmanlı-Rus savaşı 19’uncu yüzyılda Türkiye’nin bir ölçüde kaderini belirlemiş olması bakımından önemli bir savaştır. Bu savaş sırasında Osmanlı Devleti’nin elinden birer birer çıkan topraklarda Bulgar ve Rus tecavüz ve zulümleri yarım milyon kadar Türk’ün yurtlarını ve yuvalarını bırakarak doğru Rumeli İstanbul ve Rodop dağlarına gelmelerine ve buradaki nüfusun önemli ölçüde artmasına yol açmıştır. Tarihimize “doksan üç muhacereti” diye geçen 1877-78 göçleri, kadın-erkek çoluk-çocuk yüz binlerce kişilik kitleleri önüne katmıştır.
    1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi ile Şark Meselesi’nin ilk maddelerini gerçekleştiren Rusya ve Avrupa devletleri Türkleri tamamen Avrupa ve Anadolu’dan atmak için Balkan Harplerinin zeminini hazırlamışlardır. Böylece 93 harbinden sonra en büyük göç hareketi Balkan Harplerinden sonra yaşanmıştır.
    Osmanlı devleti’nin Rumeli ve Anadolu’daki toplam nüfusu 1911 Gotha yıllığına göre 23.806,000 yüzölçümü ise 3.027,700 kilometrekare idi. Buna karşılık savaşan dört balkan devletinin toplam nüfusu 10.167,719 yüzölçümü ise 158,456 kilometrekare kadardı. 
    Harbe sahne olan Doğu ve Batı Rumeli ‘deki duruma gelince: Osmanlı Devleti’nin Batı Rumeli’deki beş vilayetinin (İşkodra, Kosova, Manastır, Selanik ve Yanya) nüfusu 3.638.800, yüzölçümü de 125.000 kilometrekare kadardır. Trakya ise batı ve doğu kısımları dahil 2.291.200 kişi yaşamakta olup, 42.000 kilometre toprak bulunmaktadır. Bu durumda Avrupa Osmanlısı 5.930.000 ve 167.000 kilometrekare topraktan ibarettir. Bu nüfustan sayıları 2.730.000 olan düşman unsurlar çıkarılırsa, geriye her iki kısımda(Trakya ve batı Rumeli ) 3.200.000 Müslüman Türk kalmaktadır.
    Balkanlar hakkında hatıratını yazmış olan yabancı yazarlardan William M. Salone ise bu dönemde toplam 36 milyon olan Balkan nüfusunun 6 milyonunu Türklerin oluşturduğunu yazmaktadır ki yerli kaynaklarda verilen bilgilerle uygunluk göstermektedir. Yine Salone’ye göre Bulgarlar yaklaşık olarak 4, Romenler 7, Sırplar 3, Yunanlılar 2.5, Karadağlılar ise çeyrek milyon nüfusa sahiptiler.
BALKAN SAVAŞLARI (1912-1913)
    Balkan Savaşlarının sebebini Ayestefanos Antlaşması’na kadar götürmek mümkündür. Bu anlaşmayla Bulgaristan’ın sınırları içine Makedonya’nın da katılması ve Sırbistan’ın ilk günden itibaren katılması ve Sırbistan’ın bağımsızlığını alması, bağımsız Sırbistan’ın ilk günden itibaren topraklarını devamlı genişletmeye çalışması, Batı Berlin Antlaşmasının Bulgaristan’da yarattığı hayal kırıklığı ve nihayet Yunanistan’ın Osmanlı devleti aleyhine toprak kazanmak gayesi bu savaşların sebepleri olarak görülebilir.
      Balkan Harbi Meşrutiyetten sonra gerek iç gerekse de dış politikada yapılan ağır hataların devamından kaynaklanmıştır. Bulgaristan bu harbe daha II.Abdülhamid devrinde hazırlanmaya başlamıştır. Aslında 1909 senesinde II. Abdülhamid, bir Bulgar taarruzu olduğu takdirde hemen harbe girmek niyetinde idi. Çünkü bu şekilde hareket etmekle, Bulgarların diğer Balkan devletleri ile birleşmesine mani olacağını düşünüyordu. Zaten bu sıralarda Yunan Hükümeti de Bulgarlarla anlaşamadığından, Osmanlı Devleti bünyesinde uygun görülen yerlerde birkaç konsolosluk açmasına müsaade edilmesi halinde, Osmanlı-Bulgar savaşında Osmanlı Devleti’ne yardım etmeyi teklif etmişti.
    İttihat ve Terakki Hükümeti bu teklifi değerlendiremediği gibi, Makedonyada’ki anlaşmazlıkları gidermek maksadıyla, bir “Kiliseler Kanunu” çıkarmıştır. Böylece çıkarılan bu kilise kanunu ile Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan arasındaki anlaşmazlıklar çözümlenmiş, Balkan Devletlerinin Osmanlı aleyhine birleşmelerine yol açılmıştır.
    Aralarında yaptıkları çeşitli ittifaklardan sonra Balkan Devletleri 13 Ekim 1912’de yapılacak olan ıslahatın, büyük devletlerle birlikte kendi kontrollerinde yapılmasını istemişlerdir. Osmanlı Devleti bu notayı Balkan Devletleri ile olan münasebetlerini kesmekle cevaplandırmıştır. Bunun üzerine ilk olarak Karadağ 8 Ekim 1912’de Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmiştir. Ardından sırası ile Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan Osmanlı’ya savaş ilan etmişlerdir.
    Birinci Balkan Harbi’nde Osmanlı Orduları Çatalca hattına kadar çekilmiş ve birkaç hafta içerisinde ancak fecaat olarak nitelendirilebilecek bir sonuçla hemen bütün Rumeli Bulgarların eline geçmiştir. Türkler tarihin hiçbir döneminde bu derece ağır bir hezimete uğramamıştır. Birinci Balkan Harbi neticesinde yapılan barış antlaşmasında Osmanlı Devleti Arnavutluğun bağımsızlığını tanımış, Yunanistan Selanik’i, Bulgaristan Kavala, Dedeağaç ve Edirne’yi topraklarına kamıştır. Böylece bu anlaşma ile Osmanlı Devleti Midye- Enez çizgisi batısında kalan bütün topraklarını kaybetmiş ve Balkanlar’da sadece Bulgaristan ile sınır komşusu olmuştur.
    Birinci Balkan Harbi neticesinde  “ganaim” paylaşımı neticesinde çıkan anlaşmazlıklar neticesinde İkinci Balkan Harbi patlak vermiştir. İkinci Balkan Harbi Bulgaristan’ın yenilgisi ile neticelenmiş ve Osmanlı Devleti Balkan devletleri ile ayrı ayrı anlaşmalar imzalamıştır. Bu harbin neticesinde Osmanlı birinci Balkan Harbi’nde kaybettiği toprakların bir kısmını yeniden ele geçirmiş, Bulgarlar ile yapılan anlaşma neticesinde Türk-Bulgar sınırı Meriç nehri olarak kabul edilmiştir.   
    RUMELİ’DEN TÜRK GÖÇLERİ (1912 – 1913)
    XIX. yüzyılda Balkanlardan, Kırımdan, Kafkasya’dan, Türkistan’dan ve diğer Türk ülkelerinden Osmanlı Devletine olan göç hareketleri alınan her türlü tedbire rağmen, yıkılış döneminde büyük problemler çıkarmıştır. Balkan Savaşı’nın patlak vermesiyle göç durumu daha vahim bir hal almıştır. Bulgarlar, Yunanlılar, Sırplar ve Karadağlılar’ın Makedonya ve Rumeli’nin Müslüman Türk halkını yok etmek veya kovma isteği ile yaptıkları zulümler, Rumeli’de yaşayan Türk ahalinin göç ederek, İstanbul ve Anadolu’ya gelmesiyle neticelenmiştir. Göçleri doğuran sebepleri
Baskı ve zulümler
Dini baskılar
Ekonomik Sebepler, olmak üzere üç ana başlık altında incelemek mümkündür.
    Balkanlarda Türklere karşı kurulan komitacılık, balkan harbinden çok daha önce başlamış bu yüzden Türklerde huzur ve sükûn kalmamış, önce Edirne ve oradan da İstanbul’a doğru göçler hızlanmıştır. Bu arada çok büyük insan kütlesinin birden ülkeden ayrılması sonucu, Bulgaristan’ın ekonomik durumunu felce uğratmıştır. Bunun üzerine Bulgar hükümeti Osmanlı devletine göç etmek isteyen Türklerden muhaceretlerine engel olmak maksadıyla çok fazla vergi talep etmeye başlamış, bu sebepten birçokları göçten vazgeçmiştir.
    Balkanlarda Müslüman-Türklere yapılan zulümler, balkan savaşı sırasında daha şiddetli bir şekilde devam etmiş, Bulgarlar işgal ettikleri yerlerdeki Müslümanları vahşiyane bir şekilde yok etmeyi sürdürmüşlerdir. Bu zulümlere dayanamayan birçok kişide çeşitli güçlüklere katlanarak, göçe devam etmiştir.
    Selanik’teki tarafsız hükümet konsoloslarından alınan malumata göre, Balkan müttefikleri Siroz sancağındaki toplam 134.000 Müslüman nüfustan 20.000’ini acımasızca katletmişlerdir. Kavala’da da birçok göçmen ve yerli İslam ahalisi öldürülmüştür.   
    Bulgarlar, Türklere karşı uyguladıkları zulümlerde yerli Bulgarların yardım ve rehberliğinden büyük ölçüde faydalanmışlardır. Hatta kendilerine yardım etmeyenleri de feci surette öldürmüşlerdir. Nitekim Çorlu civarında Osmanlı tebaasından olan Bulgarlarla meskûn çeşitli köy ve çiftlik, ahalisin kendilerine yoldaşlık etmedikleri bahanesiyle, Bulgar askerlerince yakılmışlardır.
    Bulgar ve Yunanlıların Selanik’te Müslüman ve Musevilere yaptıkları mezalimin engizisyonları aratacak derecede olduğu bildirilmektedir. Hatta bu durumdan Selanik’te bulunan yabancı devlet konsolosları bile çok müteessir olmuşlar, kime şikâyet edeceklerini şaşırmışlardır. Arnavutluk tarafından ise Sırp, Bulgar ve Yunanlıların katlettikleri ahalinin sayısı 100.000’i geçmiş olup, sayıları 30.000’den az olmayan kadın ve çocuk cebren tenassur ettirilmişlerdir. Bulgar ve Yunanlıların ise, Makedonya’da yaşayan Müslümanlardan 150.000 kişiyi türlü işkencelerle yok ettikleri bildirilmektedir.
    Yukarıda bahsedildiği üzere katliama uğrayan masum Türk halk kitlelerinin kesin sayısı bilinmemektedir. Rumeli’den Türk göçleri hususunda çeşitli araştırmaları bulunan Bilal Şimşir’in tahminlerine göre bu sayı 200.000’den aşağı değildir.
    Halkı göçe zorlayan en önemli sebeplerden birini de dini baskılar oluşturmaktadır. Nitekim Osmanlı Devleti tarafından gayr-ı Müslim topluluklara tanınan din hürriyeti, yabancı devletler tarafından ülkelerindeki Müslümanlara tanınmamıştır. Aksine Müslümanlara uygulanan çeşitli baskılarla din değiştirmeye zorlanmışlar, böylece ülkelerini Müslümanlardan arındırmaya çalışmışlardır.
    Bulgarlarca yapılan dini baskılar, isim değiştirme şeklinde de olup, bu baskılar kendilerine verilen Hıristiyan isimlerini söylemeyerek, Müslüman ismini söyleyen Türklere para ve idam cezası uygulamak kadın ve erkeklerin giyeceklerine müdahale etmek konusunda yoğunlaşmıştır.
    Bulgar ordusu Türk topraklarının işgali sırasında, Keşan, İpsala, Babaeski, Selanik, Malkara ve Sofulu’da sadece 13 kişinin 395.060 kuruş değerindeki mal ve gayrimenkulünü, Sırp Ordusu ise Priştine Sancağı’nda toplam dörtbin kişinin 160.000 kuruşluk mal ve hayvanını gasp etmişlerdir.
    Gerek Yunanistan gerekse Bulgaristan, göçe mecbur kalan Türklerin topraklarına, büyük ölçüde Osmanlı devleti’nden gelen Rum ve Bulgarları yerleştirmeye başlamışlardır.
    Balkan Savaşı’nın başlamasıyla halkın çoğu ya doğrudan doğruya kendi imkanlarıyla karayolu ile Anadolu’ya geçmeyi tercih etmiş yahut da en yakın liman şehirlerine, istasyonlara gelerek oradan gemi ve trenlerle Anadolu’ya geçmişlerdir.
    Marmara sahillerinden ve bilhassa Tekirdağ’dan da karayolu ile İstanbul’a çok sayıda göçmen gelmiştir. Lüleburgaz, Çatalca, Tekirdağ, Ahtapolu ve Midye’den İstanbul’a gelen göçmen sayısı 100.000’e ulaşmıştır.
    Rumeli’de baskı ve zulme dayanamayarak göçe yönelen halk, deniz ulaşım vasıtalarından da yararlanmak istemiştir. Fakat Osmanlı Devleti’nin elindeki gemiler çok sayıda göçmeni taşımaya yeterli olmadığından, devlet başta Mısır olmak üzere, Romanya, Avusturya, Rusya, İtalya, Belçika ve İngiltere’den yardım veya kiralama yöntemiyle gemi istemiştir. Bunun yanında Yunanistan ile hangi devlete ait olduğu bilinmeyen gemilerle de göçmen taşınmıştır.
    Zamanın en önemli ulaşım araçlarından trenden, asker sevkıyatı ve demiryolu yetersizliğinden gerektiği ölçüde yararlanılamamıştır. Nitekim Edirne’de bekleşen binlerce göçmenden her gün yüzlercesi istasyona gelmekte fakat askerî nakliyat sebebiyle, tren bulamayıp geri dönmüştür.
    Demiryolu taşımacılığı esnasında Şark demiryolu şirketinden büyük ölçüde faydalanılmıştır. Adı geçen şirketçe Lüleburgaz, Çorlu ve Çerkezköy’den Kumkapıya 40 vagon civarında göçmen getirilmiştir. Selanik tarafından da Şark demiryollarınca çok sayıda göçmen nakliyatı yapılmıştır.
    Göçmenlerin gerek bulundukları yerlerde, gerekse nakil sırasında karşılaştıkları zorlukların yanında, Osmanlı Devleti’nin de içinde bulunduğu mali sıkıntı yüzünden, göçmenlere gerekli yardım yapılamamıştır. Bunun için istilaya uğrayan yerlerdeki halkın göçünü geçici olarak durdurmaya çalışılmıştır.
    Balkan Harbi sırasında göçenlerin kesin sayısı gerek arşiv vesikalarında, gerekse dönemin yayın organlarında kesin bir bilgi mevcut değildir. Ancak bir arşiv vesikasında, İstanbul vilayetinde mevcut olan 200.000’e yakın göçmenin hazineye ait arazi ve çiftliklerde iskânı hakkında bilgiler bulunmaktadır.  İkdam gazetesinde yer alan haberlerde ise, Balkan savaşlarının başlangıcından 10 Nisan 1913’e kadar, Rumeli’den göçenlerin sayısı yaklaşık olarak 200.000 kişi olduğu bildirilmiştir.
    Tevfik Bıyıklıoğlu’na göre ise, Balkan Savaşı’nda toplam 440.000 kadar Türk, Mekedonya ve Trakya’dan Anadolu’ya göç etmiştir.Şimşir ise,Balkan Savaşı sırasında, aynı dönemde Balkanların başka yörelerinden kopan göçmenleri de hesaba katarak, yaklaşık bir milyon kadar Rumeli Türkü’nün yurtlarından söküp atıldığını, bu kitlenin 200 bin kadarının da savaş sırasında can verdiğini, geri kalanın ise Anadolu’ya  sığındığını söylemektedir.
    Bulgarların Edirne’ye gelmeleriyle, sadece Müslüman Türk ahali değil aynı zamanda önceki savaşta meydana gelen katliamların hala izlerini taşıyan birçok Müslüman, Ermeni ve Rum aileleri, İstanbul’a kaçmıştır.
    Edirne’ye Osmanlı askerlerinin girişiyle müslüman bütün halk, bunu Allah’ın bir lütfu sayarak secdeye kapanmışlardır.
    Kırkkilise bozgununu müteakip, ordunun ricata başlamasıyla zulme uğrayan Müslüman halk, adeta İstanbul’a hücum etmiştir. Öyle ki, birkaç gün içerisinde İstanbul pek acıklı bir manzara göstermiş, bütün camiler, mescitler, köşkler, konaklar göçmenlerle dolmuştur.
    Göçmenlerden bir kısmı camilere, medreselere, boş bina, han ve köşklere yerleştirilirken, bir kısmı da İstanbul haricinde inşa edilen barakalara sevk edilmiştir. Bu sebeple bazı camiler ibadete kapatılmış olup bazılarının yeniden ibadete açılması için tahliyesi düşünülmüştür.
    Kış mevsiminde, göçmenlerin devlete ait binalarla, camiler ve kışlarda barınmalarının mümkün olamayacağı ve bunların sefalete düşecekleri göz önüne alınarak, iskânları için boş arsalar ile kale dışında ahşap pavyonlar inşa edilmesi göçmenlerin oralara yerleştirilmesi ve kışlık ihtiyaçlarının da ona göre dağıtılması şehremanetince düşünülmüştür.
    Bu kadar büyük düzeye ulaşan göç sonunda, tabii olarak birçok problemler ortaya çıkmıştır. Barınma, beslenme, giyinme, sağlık alanında çıkan problemlerin yanında çocukların eğitimi de zorlukla çözülmeye çalışılan önemli bir problem olmuştur.
    Devlet Rumeli’den gelen fakir talebelere maddi yardımda “Rumeli’de istilaya uğrayan yerlerden İstanbul mekteplerine devam eden fakir talebelere dağıtılmak üzere 6000 kuruşun masarif-i gayr-ı melhüz tertibinden ödenmesi Meclis-i vükela’da kararlaştırılmıştır.”Harp sırasında Rumeli’den gelen talebelerden bazılar da geçici olarak gece mekteplerine yerleştirilmişlerdir.
    Devlet, içinde bulunduğu durum ve maddi imkânsızlıklara rağmen, eğitim meselesini birinci derecede ele alarak göçmen çocuklarını eğitim kurumlarına yerleştirmiş ve tahsillerini sağlamıştır.
    Göçmen iskan edilen yerlerin sağlık şartlarına ve temizliğe son derece itina göstererek doktorlar(Daire-i Hey’et-i Sıhhıye) tarafından her gün sağlık teftişleri yapılmıştır. Göçmenlerin sağlık durumları ile Hilal-i Ahmer Cemiyeti de yakından ilgilenmiş, ilk olarak camilerde, barakalarda iskân edilen göçmenlerin hayat şartlarının değişmesinden, şiddetli kıtlık ve yorgunluktan hastalandıkları göz önüne alınarak, cemiyetçe bunların tedavileri için derhal iki seyyar tabip tayin edilmiştir.
    1877-78 Osmanlı-Rus harbi nasıl ki çiçek, tifo ve diğer hastalıkların artmasına sebep olduysa, Balkan Savaşlarında kolera İstanbul’da salgın hale gelmiştir. Bunun üzerine şehremaneti bir tebliğ yayınlamıştır. Buna göre: İstanbul’a peyderpey gelen göçmenler arasında kolera mikrobu görülmesiyle, gerekli sıhhi tedbirler alınarak, koleralılara mahsus hastane ve tecridhaneler hazırlanmıştır. Bu arada önceden alınan karar üzerine günlük kolera vukuatı gazetelerde düzenli olarak yayımlanmıştır. Buna göre 9 Aralık 1912 tarihi itibariyle 100’ü şehirli olmak üzere, toplam 106 kolera vukuatı meydana gelmiştir. Bu sayı 25 Aralık 1912 tarihine günlük 20’lere kadar düşmüştür. Bunda kolera için alınan tedbirlerin büyük rol oynamıştır.
    Göçmenlerin geçici yerleşme yerlerinden Anadolu’nun iç kesimlerine gönderilerek, oralarda iskân edilmeleri için devlet büyük çaba sarf etmiştir. Göçmenlerin sürekli iskân edilecekleri yerler, yapılan araştırma sonuçlarına göre belirlenmeye çalışılmıştır. Bu arada Rumeli’den gelen ve gelecek olan göçmenlerin iskânları için vuku bulan teşebbüsler sonuçlanıncaya kadar başka göçmene müsaade olunmaması uygun görülmüştür.
    Balkan harbini müteakip Rumeli’deki Rumların, Batı Anadolu’da çoğunluğu Rumlar lehine temin etmek için, aileleriyle İzmir ve Balıkesir havalisine geldikleri tespit edilmiştir. Rum nüfusun artmasını önlemek maksadıyla da Osmanlı hükümeti Rumeli’den gelen göçmenlerin bir kısmının da bu gibi yerlere iskânını kararlaştırmıştır. Göçmenlerin iskânında bilhassa Ege adaları karşısındaki bölgede bulunan Rumların arasına yerleştirilmesindeki asıl maksat, Trakya ve Anadolu’yu ilerisi için birçok fitne ve fesattan korumak düşüncesinden kaynaklanmıştır.
    Eskişehir’de göçmen iskânı için arazi satın alınıp muhacir köyleri inşa edilmiş, Ercin ve Çifteler çiftliği’ne iskân edilecek göçmenler için ise evler inşa edilmiştir.
    Balkan savaşları 93 harbinde olduğu gibi, Rumeli’deki Türk varlığını doğrudan etkileyen bir savaştır. Nitekim bu savaş neticesinde, bilhassa Bulgaristan ve Yunanistan’a bırakılan topraklarda yaşayan Türkler, idaresi altına girdikleri devletlerin hükümetleri veya ahalisi tarafından çeşitli baskılara uğramışlar ve gördükleri zulüm yüzünden tarlalarını, evlerini, kısacası bütün maddi varlıklarını bırakıp, Osmanlı ülkesine sığınmak zorunda kalmışlardır. Adeta kaçmak şeklinde cereyan eden bu göçler, en kötü şartlar altında, Osmanlı devleti’nin kontrol ve iradesi dışında yapıldığından büyük sıkıntılar doğmasına sebep olmuştur. Fakat sonuçta göçmenler hangi merkezlerde toplanmış olurlarsa olsunlar, hükümetçe bunların öncelikle geçici iskanlarına çalışılmış ancak daha sonra sürekli iskan için ciddi çalışmalara başlanılmıştır.
    Göçmenler gerek göçleri ve gerekse geçici iskânları sırasında çeşitli problemlerle karşılaşmışlardır. Bunun yanı sıra devlet bu tür problemleri giderici tedbirler almaya çalışmış, göçmenler için çeşitli muafiyetler sağlanmıştır. Fakat bunlardan askerlik ve vergi muafiyeti önceleri askerlikte 25, vergide 10 yıl olmasına rağmen, daha sonra göçmen sayısının artmasıyla, bu süre askerlikte 6, vergide 2 yıl olarak kısaltılmıştır.
    Rumeli’den yapılan göçler, Osmanlı devleti’nin bunları yerleştirmek ve zararlarını telafi etmek çabaları yüzünden uğradığı zararların yanı sıra, asıl Rumeli’nin bir daha Osmanlı sınırlarına katılması ümitlerine de bir çizgi çizmiştir

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Halil İnalcık

Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Halil İnalcık, 2000, İstanbul
Osmanlı Devleti’nin kurumsal yapısı.
     Halil İnalcık’ın, Osmanlı Devleti’nin kurumsal yapısına odaklanan bu kitabında; Osmanlı devlet anlayışı, kanun rejimi, kanunların uygulanış biçimi ve adalet yöntemleri üzerinde incelemelerini görmekteyiz. Osmanlı Devletinin 700’ üncü yıldönümünde, bu devletin birçok millet ve dini, altı yüz yıl nasıl bir arada tutmuş ve idare etmiş olduğunu açıklamaya çalışmaktadır. Prensip bakımından Osmanlı ülkesi ve halkı, iktidarı Tanrı’dan alan ve yalnız Tanrı önünde sorumlu patrimonyal, mutlak bir hükümdarın hükmü altındadır. Bununla beraber onun bu iktidarı, nasıl siyasi bir pragmatizm dairesinde kanun, adalet ve ahlak prensiplerine göre icra etme zorunda olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bu esaslar, gerçekte bürokrasiyi, hatta idareye karşı dava hakkı olan reayayı, hükümdar karşısında direnç gösterebilen bir güç durumuna getirmektedir.
Adalet anlayışı, haksızlıkları kaldırma çabasıyla ilan edilen adaletnameler, bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Bürokratlar, asker ve ulema ile birlikte hareket ederek bu prensipleri çiğneyen bir hükümdarın saltanatına son verebilir; Osmanlı tarihinde bunun örnekleri az değildir. Bürokrasi; kanunu, yani devlet idaresinde objektif kuralları temsil eden bir kurum olarak, din ve devletin selameti adına hükümdarın karşısına çıkma gücüne sahiptir. Buna karşı hükümdar da, bürokratı(veziriazamı) hiçbir kurala bağlı olmaksızın azletmek gücüne sahiptir; böylece bu iki güç arasında bir dengeden söz etmek mümkündür. Bu durum, yazıya dökülmemiş bir anayasal denge rejimini anımsatır. Osmanlı devletinin uzun yüzyıllar payidar kalmasını, tarihçiler böyle açıklamaktadırlar. Bu kapsamda, yazar, tarihsel süreç içinde incelediği konuları değişik zamanlarda yazdığı beş makalede ortaya koymuş; bu kitapta da makaleleri bir araya getirerek bir bütün halinde bize sunmuştur. Özette, makaleler kendi başlıkları altında ele alınmıştır.

(1)  Kutadgu Bilig’de Türk ve İran Siyaset Nazariye ve Gelenekleri 
 İslam kültürü dışında, öz Türk kültürünün yazılı zengin kaynaklarını Uygur devri eserleri oluşturur. Bilinmektedir ki, Karahanlılar, İslam kültür çevresine girmiş olmakla beraber Uygur kültürünü kuvvetle temsil ve devam ettirdiler. W.Barthold’a göre Kutadgu Bilig, “Padişahlara, memurlara vesair halka ahlak öğretmek için“ yazılan, Şark’ta, bu arada İran’da, çok yaygın eserler grubu arasına sokulabilir ve “baştan sonuna kadar İslam ruhuyla” yazılmıştır. R.R. Arat’a göre,      Kutadgu Bilig “insana her iki dünyada tam manası ile kutlu olmak için gerekli olan yolu göstermek maksadı ile kaleme alınmış bir eserdir”. Fakat hemen söylemeliyiz ki, Yusuf’un eserindeki görüşler, idare sanatı hakkında 11’inci yüzyılda İran-İslam dünyasında yayılmış ve kökleşmiş kavramlara indirgenebilir ki bunlar da çok daha eski Hint-İran kaynaklarına götürülebilir. Eski Hint-İran nasihatname ve siyasetnamelerinde devlet, hükümdarın kuvvet ve kudretinden, otoritesinden başka bir şey değildir. Siyaset ise, hükümdarın bu otoritesini koruma ve kuvvetlendirme ve bunun araçları olan askeri ve parayı halkın hoşnutsuzluğuna sebep olmadan sağlama yoludur.

 Adaleti temsil eden hükümdarın vazifeleri şunlardır :
1. Para ayarını temiz tutmalı,
2. Halkı adil kanunlarla idare etmeli ve kuvvetlinin zayıfı hükmü altına almasına meydan vermemeli,
3. Haydutları ortadan kaldırmalı,
4. Yolları açık ve emin tutmalı,
5. Herkese mertebesine göre muamele etmeli.         
 Sasaniler’de her ayın ilk haftasında raiyetten herhangi bir kimse divana gelerek doğrudan doğruya hükümdara şikayetini bildirmek hakkına sahipti. Nizamü’l-Mülk, Siyasetname’de bu adetin gerçek gayesini açıklar. Padişahlar haftada iki gün mutlaka doğrudan doğruya halkın şikayetlerini (mezalim) dinlerler ve hakkı yerine getirirler. Böylece, memleketin her yerinde zalimler şikayet korkusuyla kötülük yapmaktan çekinirler.
 Devlet kurucu belli başlı Türk hükümdarlarının bir kanunname çıkarmış olması bir rastlantı değildir. Eski Türk geleneklerini kuvvetle yansıtan eski Osmanlı rivayetlerine göre, Osman Gazi bağımsızlığını ilan ettikten sonra kanunlar koymuştur. Osmanlı imparatorluğunun gerçek kurucusu Fatih Sultan Mehmed biri reaya için, diğeri devlet teşkilatı için iki kanunname çıkarmıştır. Nihayet, imparatorluğu bir cihan imparatorluğu durumuna getiren Kanuni Süleyman bir kanunname yazmıştır. Bu kanunnameler, sırf sultanın iradesine dayanan kanunlar mecmuası yani yasadır ve Şeri’atle bir ilgisi yoktur; başka bir deyişle, ancak Türk devlet geleneğinin bir uzantısı sayılmalıdır. Kaşgarlı Mahmud’un Divanu Lugati’t-Türk’ü ile birlikte Kutadgu Bilig, İslam kültür dairesine girmiş olan Türk topluluklarında ve devletlerinde Orta Asya Türk kültürünün nasıl ve ne dereceye kadar devam ettiği meselesini araştırırken başvuracağımız en zengin hazinedir.

(2) Türk- İslam Devletlerinde Devlet kanunu Geleneği
   Dokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru büyük İslam uleması içtihad kapısının kapanmış olduğunu ilan etmişlerdi. İslamiyet, gerek kamu hayatını gerekse bireyler arasındaki ilişkileri düzenleyen, dini temellere dayanan bir tek kanun tanıyordu, o da Şeri’atti. Bir müslüman  hükümdarı, halife olsun sultan olsun, kanun koruyucu sıfatı takınamazdı; o, ancak İslam kanununun, yani Şeri’atın uygulanmasının gözetmeni idi. Gerçekte, tamamıyla özel koşullar altında gelişen Osmanlı devleti, Şeri’atı aşan bir hukuk düzeni geliştirmiştir. Bu yolu açan prensip ise “örf” yani hükümdarın sırf kendi iradesine dayanarak Şeri’atın kapsamına girmeyen alanlarda devlet kanunu koyma yetkisidir.
       Öte yandan bir çok İslam yazarları, adet anlamında örf kelimesini kullanmışlardır. Zira, örf-i sultani ile örf’ü adat arasında yakın bir ilişki vardır; Sultan doğrudan doğruya kendi otoritesine dayanarak örfi kanunlar koyabildiği gibi, örf’ü adatı kendi idaresine katarak kanun haline getirebilir. Başka bir deyişle, örfi kanunların çoğunun menşei, örf’ü adattan ibarettir. Sultanın kanun koyan bağımsız iradesi esastır. Türk hükümdarı, kendi iktidarına ortak veya onun üstünde bir otorite tanımayan mutlak karakterini daima saklamıştır. İslam dinine en fazla bağlı sayılan Türk hükümdarları bile, devlet otoritesini her şeyin üstünde tutmuşlardır.
              Devlet idaresinde ve askeri sınıf arasında geçerli olan örfi hukuk ile halkın gündelik işlerinde (sözleşmeler, aile hukuku) uygulanan Şeri’at arasındaki ayrılığı en açık bir şekilde gösteren müessese, kadıaskerlik (kadileşkerlik) ve yargıcılık kurumudur. Harezmde, İran’da, Irak’ta kadıların şer’i mahkemeleri yanında yargu(yargı) mahkemeleri yer almıştı. Anadolu Selçuklularında  kadıaskerlik kurumu vardı.
    Osmanlı örfi hukukunun gelişmesinde Fatih devri kesin bir dönüm noktasıdır. Osmanlı teşkilatının ve hukukunun, onun tarafından Bizans örnek alınarak meydana getirildiği varsayımı hayli abartılıdır. Ama, Köprülü’nün  de işaret ettiği gibi, vergiler ve başka alanlarda, bazı örfi kanun ve kurumlarda Bizans örneklerinin devam ettiğini son araştırmalar ortaya koymaktadır. Fatih’ten önce Müslüman hükümdarlardan Selçuklu Melihşah’ın, Delhi sultanlarının, İlhanlıların kanunnameler çıkardıkları  işaret edilmiştir. Fatih’in, biri devlet teşkilatına, öteki reaya ile ilgili idare, maliye ve ceza alanlarına ait çıkarmış olduğu iki kanunname, bab ve fasıllara ayrılmış, olabildiği kadar sistemleştirilmiş resmi kanun kodlarıdır. Bu kanunların ve teşkilatın büyük bir bölümünün, Fatih’in hatt-ı hümayununda da söylendiği gibi, ondan önceye ait olduğuna kuşku yoktur. ”Kanunumdur” veya “Emrim olmuştur” ifadelerini kullandığı noktalarda dahi, Fatih’in çok kez eski teamül ve kuralları onaylamaktan başka bir şey yapmadığı söylenebilir. Fakat “defter ve nişancılık verilmek Sahn müderrislerine dahi kanunumdur” dediği zaman bu kuralın, kendisi tarafından konduğu kuşku götürmez. Osmanlı devletinin sınıflar statüsüne ait temel anlayışı, askeri ve reaya statüsündeki temel ayrılık prensibini yansıtır. Askeri içeriğine, devlet hizmetinde olup berat ile maaş alan bütün sınıflar girer. Onlar kadı askerlerin  hükmü altındadır. Reaya, askeri sınıf dışında vergi veren bütün tebaa, tarımcı, esnaf ve tüccardır.

(3) Şeri’at ve Kanun, Din ve Devlet
   İslam’ı incelerken temel olarak iki farklı yaklaşım gerçekleştirilmiştir. Dinin sıkı yorumu, yalnız Kur’an ve Sünnet’te ortaya konan İslam’ın değişmez ve ebedi ilkelerine dayanan bir yorum önermektedir. Bu temel kaynaklardan getirilen delillerle, “ hakimiyetin Allah’a ait olduğu; aslında kainatın bir olan Allah’ın mülkü olduğu ve bu yüzden hukukun bir tek kaynağı bulunduğu” belirtilmiştir. Buna göre, Allah’ın emirleri, insan topluluklarını, devlet de dahil, bütün cihanı yönetir. Kanun yapan, koyduğu kanunun İslam Şeri’atı’na uygun olduğundan emin olmak için her zaman kendini, dini otoritenin fikrini almaya zorunlu hissetmiştir. Bu düşünce okulu, büyük imamların birincil kaynaklara dayanarak getirdiği yorumun dışında herhangi bir yeniliğe, bid’ata izin verilmeyeceğine inanmıştır. İslam tarihinde, en azından belli bir dönemden sonra, yalnız Sultan’ın mutlak yetkisiyle çıkarılan ve uygulanan kanunlar da mevcut olmuştur. Bağımsız bir hukuk, bağımsız bir siyasi yetkinin varlığını gerektirir. Burada İslam için temel soru, ayrı bağımsız bir kurum olarak böyle bir siyasi otoritenin İslam’da bir gereklilik olup olmadığıdır.
Ne var ki, bağımsız sırf dünyevi bir otoritenin oluşturulması, aynı zamanda bağımsız bir kanun yapıcı otoritenin de kurulması anlamına gelmektedir. Diğer taraftan, zamanla, Şeri’at’ın çözüm için bir kural koymadığı durumlar ortaya çıkmakta idi. Fetva kurumu, her zaman, özellikle kamu işlerinde yeterli değildi. Sultan tarafından verilen hükümler, bazen Şeri’at’la uyumlu görünmese bile, sivil otoritenin devamı ve Müslümanların hayrı için zorunlu kabul edilerek uygulama alanına konmuştur. Bu kurallar, tamamen bağımsız bir hukuk konusu olarak, Şeri’at ile yan yana mevcut devlet hukuku anlamına gelen ‘kanun’ veya ‘zevabit’ terimleriyle adlandırılmıştır. Başka bir değişle, burada da, İslam’ın ve halkın hayrı prensibi, bağımsız siyasi otoriteyi ve onun kural koyma gücünü geçerli kılan ilke olarak kabul edilmiştir. Aynı mantık, Sultan’ın otoritesinin bağımsız niteliğini ve bağımsız kanun yapma yetkisini savunmak için Osmanlılar zamanında da tekrarlanmış, bu durumu ifade için daima ‘Şer’ ve Kanun’ ve ‘Din-ü Devlet’ terimleri kullanılmıştır.
Devlet hukukunu oluşturmaya gelince, bu süreç üç kaynağa indirgenebilir. İlkin, çoğu kanun veya kanunnameler, kaynağı bakımından, nesiller boyunca halk tarafından izlenen ve uygulanan yerel örf ve adetleri esas almaktadır. Hükümdarın yaptığı, sadece, bunlara hukukilik kazandırmaktan ibarettir. Böylece, Sultanın örfü, yahut dünyevi otoritesi, yerel adetleri devlet hukukuna çeviren anahtar etmendir. İkinci kaynağa göre hükümdarın egemen gücü, eski İran ve Türk kaynaklarından gelen uygulama ve kavramları devlet hukukuna dönüştürmekte idi. Üçüncü olarak, günün ihtiyaçlarına cevap veren fermanlar, genel kurallar içerdiği zaman birer kanun niteliğini kazanıyordu.
Büyük sultanların hizmetindeki bürokratlar, ‘hükümdara öğüt (nasihatu’s – selatin) edebiyatı içerisinde, bu uygulamaları ve kavramları sunmuşlardır. Bu tür eserler, sadece hükümdarları aydınlatmakla kalmamış, aynı zamanda bürokratlara ve devlet adamlarına da kamu idaresinde yol göstermiştir. Osmanlılar’ da Şeri’at’tan bağımsız olarak ortaya çıkan geniş kanun yapma faaliyeti, bu nasihatnameler tarafından sağlanan fikirleri izlemiştir.

(4)  Şikayet hakkı:  Arz-i Hal ve Arz-i Mahzar’lar
Orta-Doğu devlet ve hükümet sisteminin temel prensibi, özel bir yorumu olan adalet kavramına dayanır. Bu adalet kavramı, halkın şikayetlerini doğrudan doğruya hükümdara sunabilmesi ve onun emriyle haksızlıkların giderilmesi demektir. Divan-ı Hümayuna yapılan başvurular, sultan daima orada hazır bulunduğu inancıyla, doğrudan doğruya Sultana yapılmış başvurular sayılır. Tanrıdan başka kimseye karşı sorumlu olmayan tek otorite olarak, haksızlığı giderebilecek en yüksek otoritedir. O, kendisinin otoritesini temsil edenlerin hepsinin üstündedir. Ve onların yetkiyi kötüye kullanmalarını ancak O bertaraf edebilir. Bir kelime ile, hükümdar adaletin son başvuru yeridir, bu nedenle de adaletin yerini bulması için toplumda herkes, birey olarak yahut toplu halde ona şikayetini götürebilmelidir. Başlıca şikayet konuları şu kategorilerde toplanabilir:
1.    Kadının verdiği hükmü tanımayan ve gereğini yerine getirmeyenlere karşı şikayet.
2.    Kişiler arasında hak davaları.
3.    Askeri sınıftan olanların, kanun dışı reayadan eşya ve para almalarının önlenmesi.
4.    Halkın kanuna aykırı alınan vergilerden şikayetleri.
Şikayet defterleri, başındaki cümleden de anlaşılacağı üzere, şikayetler üzerine yazılan padişah hükümlerini içerir. Reayanın sundukları “arz-i hal” dir.Yahut kadı doğrudan bir şikayet konusu için mektup veya arz gönderebilir. Şikayet konusuna gelince, şikayet için arz veya arz-i hal gönderilmesi, ilgilinin mutlaka bir zararını veya uğradığı bir haksızlığı gidermek için olmalıdır. Zarar gören taraf, bir şahıs, bir grup veya bir kurum (vakıf gibi) olabilir. Haksız ve zararlı durum, eşkiyanın veya memurların soygunculuğu, bir mahkeme kararını tanımama, borcunu ödememe, genellikle kanuna aykırı hareketlerden doğma olabilir. Bir yöre halkının yıkık bir köprünün tamiri için başvurmaları da aynı kategoride sayılır. Şikayet defterlerindeki hükümlerin yazılmasına temel olan vesika, ‘arz veya arz-ı hal’dir. Toplu halde yapılan şikayet arzlarına genellikle arz-i mahzar denir.

(5)  Adaletnameler
 Adaletname, devlet otoritesini temsil edenlerin, reaya’ya karşı bu otoriteyi kötüye kullanmalarını, kanun, hak ve adalete aykırı tutumlarını, olağanüstü tedbirlerle yasaklayan beyanname şeklinde bir Padişah hükmüdür.Adaletnamelerde, kökünü eski İran imparatorluklarına kadar götürebildiğimiz Orta-Doğu devlet ve hükümdar anlayışı en belirli ifadesini bulur. Burada, hükümdarın, bütün otoriteler, kanun ve nizamlar üstünde olan mutlak otoritesi, bir haksızlığı bertaraf etmek için en son tedbir olarak ortaya çıkar. İlk Osmanlı hükümdarlarının, Orhan’ın ve II.Murad’ın, sabahları saray kapısı önünde yüksek bir yere çıkarak doğrudan doğruya halkın şikayetlerini dinlediklerini ve hüküm verdiklerini biliyoruz ki, bu geleneğin bir devamından başka bir şey değildir. Divan-i Hümayun’un ilk ve en önemli ödevi, şikayet dinlemektir. 1702 de eşkıya Eyüboğlu’nu payitahtta koruyan devlet adamlarına karşı halk” burada adalet icra olunmazsa nereye varalım” diye bağırıştılar. Padişah Adalet Köşkü’nde bunu duydu ve ertesi günü olağanüstü bir divan toplanarak Eyüboğlu’nun idamına karar verildi. Osmanlı kanun koruyucusuna göre, bid’at, haksız yenilikler, “şer’e ve örfe ve emr-i padişahiye ve kanun-i kadime ve deftere “ aykırı olan şeylerdir.  
 Vilayetlerde kadılar, halkın toplu şikayetlerini arz-i mahzar denilen bir yazıyla Sultan’a arz etme yetkisine sahiptiler. Osmanlılardan önce padişahlar birtakım haksızlıkların ve özellikle haksız vergilerin kaldırıldığını ilan eden hükümler çıkarır ve bu hükümleri eyaletlerde otorite sahiplerine karşı herkesin görebileceği yerlere, büyük camilerin duvarlarına veya şehirlerin giriş kapısına taş kitabe halinde koyarlardı. Adaletnameler de yaygın bir hal alan birtakım haksızlıkları, Padişahın yasakladığını halka ve görevlilere bildiren bir genel beyannameden başka bir şey değildir.
     Öşür yerine harac-i mukaseme olarak mahsulün beşte biri alındığı zaman salarlık vergisi alınamazdı, fakat bazı timar sahiplerinin onu da almaya çalıştıkları saptanmıştır. Bazı vergilerin toplama zamanı da yolsuzluğa yol açar. Mesela bazı sipahiler, koyun resmi, dönüm resmi gibi birtakım resimleri tahsil zamanı gelmeden almaya kalkışırlar.
Fatih Sultan Mehmed İstanbul fethinden az sonra yayınladığı reaya kanunnamesini ‘atası ve dedesi kanunu ‘ olarak bildirir. Gerçekten de bu kanunname, o tarihe kadar Kanun-i Osmani’nin aldığı şekli açık bir şekilde gösteren en eski kaynaktır. Kanunnamelerde beylerin yaptığı bazı salmalara, bilhassa arpa ve buğday salmalarına ancak bazı seyrek durumlarda müsaade olunmuş, bununla birlikte salmaların miktarı dikkatle sınırlandırılmış, reayanın gelişigüzel soyulması önlenmek istenmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Kanuni Süleyman devrine kadar genellikle öşür onda bir alınabilirdi. Hububatta salarlık ile birlikte bu nispet sekizde bire yükselirdi. Anadolu’da ve Rumeli’de müslüman ve hristiyan reayaya aynı nispet uygulanırdı. Adaletnamelerin halka duyurulması şarttır. Bunun için vesikanın bitiş protokolunda, genellikle halkı toplayıp adaletnameyi önlerinde okutması ve içindekileri iyice anlatması kadıya emredilir. 

Modern Türkiye’nin Doğuşu, Bernard Lewis

Modern Türkiye’nin Doğuşu, Bernard Lewis, 2000, Ankara
Osmanlı İmparatorluğu’nun bozulan devlet ve idari yapısı üzerine, Tanzimatla başlayarak yapılan modernleşme çalışmalarının sonrasında kurulan Modern Türkiye Cumhuriyetinin yaşadığı süreci anlatmaktadır.
Eserde çöken bir imparatorluğun  yıkıntısından modern bir devletin nasıl oluştuğu anlatılmaktadır. Kitap bir giriş ve iki kısımdan oluşmaktadır.
Giriş kısmında Türk uygarlığının kaynakları ve tabiatı incelenmektedir. Birinci kısım değişmenin başlıca evreleri olan ana olay ve süreçleri; Osmanlı İmparatorluğunun  yıkılışı, Batının etkisi, Osmanlı Reformları, 19 ncu yüzyılda atılan devrim tohumları, İstibdat ve Aydınlanma, İttihat ve Terakki partisi, Atatürk tarafından Modern Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ve Atatürk sonrası Cumhuriyeti kapsar. Kitabın ikinci kısmında değişimin dört ana veçheleri olan ümmet ve millet, devlet ve hükümet, din ve kültür, elit ve sınıf daha ayrıntılı olarak incelenmiştir. Ayrıca  son bölümde Türk Devriminin başarısı üzerinde genel sonuçlar ortaya konmuştur. Yazarın bu incelemesi Atatürk’ün partisinin, bizzat kendisinin örgütlediği hür bir seçimle iktidardan uzaklaştığı 1950 yılına kadar olan dönemi kapsar.
 Türkler tarafından fethedilen Anadolu toprakları için Türkiye adı ilk kez 1190 tarihli Barbarossa  Haçlı Seferinin Vakayinamesinde görünür. On üçüncü yüzyılda bu isim batılı yazarlar tarafından sıkça kullanılmıştır. Fakat, Osmanlı imparatorluk toplumunda etnik bir terim olan Türk deyimi az kullanılmıştır. Bunun için, “Türkler, Türkçe konuşan ve Türkiye’de yaşayan bir millettir” fikrinin Türkiye’ye girişi, Türk halkı tarafından kabulü geçmişin köklü sosyal, kültürel ve siyasal fikirlerinin yerini aldığı için gerçek anlamda büyük bir devrim olmuştur.   
Modern anlamda Türk Milleti fikri 19’uncu yüzyıl ortalarında ortaya çıkmıştır. Türk özdeşlik duygusunun büyümesi, islami uygulama ve gelenekten ayrılıp Avrupa’ya yönelen hareketle bağlantılı olmuştur. Bu, sınırlı bir amacı gerçekleştirmek düşüncesiyle kısa vadeli reform tedbirleriyle başlamış, sonra bütün bir ulusu bir uygarlıktan bir diğerine aktarmak üzere geniş çaplı bilinçli bir girişim haline gelmiştir. Bu hareket, Türkleri üzerinde oturdukları ülkeyle kendilerini özdeşleştirme fikriyle birlikte, dönemin tehlikeli pan-turanist maceraların önüne geçerek Türk milletini daha büyük tehlikelerden korumayı da amaçlamıştır. Böylece Modern Türkiye’nin şekillenmesine üç farklı etki; İslami, Türk ve mahalli etkiler katkıda bulunmuştur.
Osmanlı kudret ve azametinin çöküşündeki evreler, uluslar arası açık anlaşmalarla belirlenmiştir. On yedinci yüzyıl bir eşitlik tavizi ile başlamıştır; yenilginin açıkça kabulüyle sona ermiştir. 1682’de Köprülülerin reformlarıyla sıhhat ve gücüne geçici olarak tekrar kavuşan Osmanlı İmparatorluğu, Avrupalılara karşı büyük bir taarruza geçmiştir. Fakat Viyana duvarları önünde 1683’te ikinci başarısızlık kesin ve son olmuştur. Bundan sonra alınan büyük yenilgiler ve yapılan anlaşmalar merkezi hükümetin zaten azalmakta olan otoritesini hepten zayıflatmıştır. On sekizinci yüzyılın her büyük askeri yenilgisinden sonra devlet adamları bundan türlü çıkış yolları aramışlardır.
Osmanlının çöküşünde etkili olan faktörler üç grupta; devlet idaresi, iktisadi ve toplumsal hayat ile manevi, kültürel ve entelektüel alanlardaki değişmeler olarak incelenebilir. Devlet işleyişindeki çöküntünün sebeplerini inceleyen Koçi Bey, saray, bürokrasi, adliye ve silahlı kuvvetlerdeki bozulmalara dikkat çeker. Devletin işleyişindeki çöküntü sadece yüksek hükümranlık araçlarını değil, bütün İmparatorluk yüzeyinde bürokratik ve dini kurumların bütününü etkiler. En dikkat çekici çöküntü Osmanlı silahlı kuvvetlerindedir. Uzunca bir süre Osmanlı İmparatorluğu’ nun kudretli ve başarılarla dolu askeri çehresi, hüner ve yaratıcılıkta gittikçe artan iç gerilemeyi maskeler. Zamanla yeni teknikleri benimsemede atiklik ve çabukluğun azalması, kalemiye ve ilmiye sınıfındakine paralel olarak, silahlı kuvvetlerin mesleki ve moral standartlardaki genel bozulmanın belki de en tehlikeli cephesi olmuştur. Sonuç olarak,  hüner ve yaratıcılıktaki bu iç gerileme, Osmanlı orduları ve donanmasının küçük görülen Hristiyan hasımları karşısında bir dizi yenilgilerle sarsılmasına neden olur.
Avrupalıların yeni ticaret yollarını keşfetmeleri Osmanlı ticaretine tam bir darbe olur. Dünya ticaret yollarının Osmanlı kontrolünden çıkması, yeni keşfedilen bölgelerden değerli madenlerin Osmanlı topraklarına girişi, yerli sanayiyi yıkmış, para sistemini alt üst etmiş, Türk ham maddelerini Avrupalılar için çok ucuz hale getirerek mali ve iktisadi hayata büyük bir darbe indirmiştir. Tımar sisteminin yerine getirilen vergilendirmenin insafsız, basiretsiz ve aşırı olması ise tarımdaki çöküşü hazırlamıştır. Bu durum kırsal kesimde yaşayan kesimi büyük bir sıkıntıya soktuğundan toplumsal hayattaki dengeyi de bozmuştur. Ekonomideki büzülme, hantallaşan bir üst yapı, devletin gereksiz harcamaları, teknolojideki gelişmelerin takip edilememesi de çöküşü hızlandırır.
1789 Fransız İhtilali İmparatorluk toprakları üzerinde etkisini gösterir ve çeşitli milletlerden oluşan ülke topraklarında bağımsızlık hareketleri başlar. Bu hareketler sonucu özellikle Balkanlarda büyük toprak kayıpları olur. Osmanlının o güne kadar uyguladığı politikalar dağılmayı önlemeye yeterli olamaz ve bütün bunlar çeşitli akımların ortaya çıkmasına zemin hazırlar. İslamcılık, Turancılık, Ümmetçilik gibi akımlar zaman zaman etki göstermesine rağmen çeşitli nedenlerle başarısızlığa uğrar ve bu gelişmeler ve acı tecrübeler sonunda milliyetçilik önem kazanır.
Türkler üzerindeki Batının etkisi on sekizinci yüzyıla kadar fazla hissedilmez. Bu döneme kadar  Türkler Batı fikir ve uygarlığını reddetmekle beraber savaş sanatlarında bir çok yeniliği hemen kabul etmişlerdir. Ateşli hafif silahlar hemen aynı zamanda kabul edilmiş ve çok geçmeden de topçular, tüfekçiler, kumbaracılar ve lağımcılar Osmanlı ordusundaki yerlerini almıştır. Bu durum gemi yapımı, deniz savaş teknikleri ve haritacılık için de geçerlidir. Bir Batılılaşma politikasına ilk bilinçli teşebbüs, Karlofca (1699) ve Pasarofca (1718) anlaşmalarının da etkisiyle on sekizinci yüzyıl başlarında olmuştur. Bu politikayla Büyük Petro idaresindeki Rusya örnek alınarak, enerjik bir Batılılaşma ve modernleşme programıyla İmparatorluğu bütün zafiyetlerinden kurtararak tekrar eski günlerine döndürmek hedeflenmiştir. Bu dönemde sosyal ve kültürel hayatta bazı değişmeler olmakla birlikte esas değişim topçuluk, denizcilik ve matbaacılık alanlarında olmuştur. İmparatorluğun bu dönemde Avrupa’dan yardım için yöneldiği ülke Fransa’dır. Dönemin en önemli reformcusu ise III. Selim’dir.
Bazıları tarafından Osmanlı imparatorluğunun Büyük Petrosu diye tanımlanan . Mahmut 1826’da Yeniçeri Ocağını ortadan kaldırdıktan sonra ölümüne (1839) kadar olan dönemde büyük bir reform programına girişti. Bu reformlarda on dokuzuncu ve bir dereceye kadar yirminci yüzyıldaki  Türk reformcularının izleyeceği  ana hatları kurdu. . Mahmut bu dönemde Anadolu ve Rumeli’yi büyük ölçüde kontrolü altına alarak merkezi hükümetin yetkisini artırdı, askerlik, mülkiyet tescili ve vergi sistemini iyileştirmek için ilk defa 1831’de nüfus sayımı yaptırdı, tımar sistemini kaldırdı, vakıf ve dini tesisleri devletin kontrolü altına aldı, haberleşme ve ulaştırma sisteminin gelişmesini sağladı, yeni meclis ve nazırlıklar kurarak merkezi hükümetinde yapı ve kuruluşunu büyük oranda değiştirdi, sivilleri de içerisine alan bir kıyafet reformu gerçekleştirdi. 
Mahmut’tan sonra yerine gelen oğlu Abdülmecit Tanzimat dönemini başlattı. Bu dönemde hukuk, askerlik, maliye, adliye ve eğitim alanlarında reformlar yapıldı. 19’uncu yüzyılda gerçekleştirilen bu reformlar Türk toplumunun hemen her grubunun çıkarlarına karşı bir çeşit tehdit gibi algılandığından, Tanzimatçılar muazzam güçlüklerle karşılaştılar. Bütün zorluklara ve başarısızlıklarına rağmen, Tanzimatçılar daha sonra yapılacak olan daha köklü modernleşme için zorunlu temeli kurdular. Muhtemelen en büyük başarıları da eğitim alanında olmuştur. Çünkü 19’uncu yüzyıl boyunca kurulan okullarda, yeni bir ruh ve zamanın gerçekleri hakkında yeni ve açık bir anlayışla yetişen, yeni bir elit yetişir.
1871’e gelindiğinde reform hareketleri, basit bir geçmişe dönüş politikasını imkânsız kılacak kadar yol almış bulunmaktadır. Eski düzenin yıkılması, onun yeniden ihyasına imkân bırakmazcasına köklü olmuştur; iyi veya kötü, Türkiye’nin önündeki tek yol, modernleşme ve Batılılaşma yolu kalmıştır. Hızlı veya yavaş, doğru veya dolambaçlı gidilebilir, fakat geriye dönülemez hale gelmiştir.
Bu dönemde reform hareketleri yeni bir evreye girmiştir. Okullarda yetişmiş olan elit bir kesim; Genç Osmanlılar, devletin otokratik iktidarını sınırlamak maksadıyla  edebi bir hareket başlattı. Bu dönemde reform caba ve gayretlere destek padişahlardan değil daha çok bu elit kesimden gelmiştir. 1876’da Kanun-i Esasinin ilanı bunun en güzel örneği olmuştur.
Sultan Abdülhamit’in 1877-78 Rus savaşı sebebiyle  Meclisi dağıtması Genç Osmanlıların sonu oldu. Bundan sonra . Meşrutiyet ilan edilinceye kadar geçen dönem (1878-1908) Abdülhamit’in istibdat yönetimiyle geçti. Abdülhamit hürriyetçi ve meşrutiyetçi fikirlere şiddetle düşman olmakla beraber, hem Osmanlı imparatorluğunu hem de ülke içinde kendi konumunu güçlendirecek araçlar olan reformları akıllıca seçip uyguladığından Batılılaşma ve reformlara tamamen karşı da değildi. Abdülhamit döneminin ilk on yılları aktif bir değişim ve reform dönemi olarak daha önceki hükümdarlar döneminde başlatılmış veya planlanmış olan pek çok şey tamamlanmıştır. Tanzimat hareketinin hukuk, idare, eğitim alanlarında başlattığı iyileştirmeler bu dönemde zirveye çıkmıştır.
Buna rağmen ülkenin yönetimi hala belli bir elit kesimim için bir imtiyazdı. Bu nedenle, devrimci değişikliğin öncüleri Sultanın dikkatle gözetlediği sivil ve askeri okullarda yetişti. 1902 ve 1906 yıllarında Genç Türk hareketi yayılmaya devam etti. 1906‘dan sonra bu hareket kıta hizmetindeki subaylar arasında da devrimci hücrelerinin kuruluşu ile gelişmeye başladı. Hareket bundan sonra ivme kazanarak 1908’de Genç Türklerin iktidarıyla neticelendi.
Genç Türkler; İttihatçılar, 1908’den, 1918’de İmparatorluğun nihai yenilgisine kadar iktidarda kaldılar. Bu dönemde diğer hükümetler gibi ekonomik, siyasi ve idari sorunlara daha az önem verdiler. Bununla birlikte büyük bir ekonomik sorunu-toprak sorununu- çözmeye çalıştılar ve cumhuriyet devrinde gelişecek olan iktisadi milliyetçilik politikasında ilk adımları attılar. Toplumsal hayattaki batılılaşmaya hız kazandırdılar. Eğitime önem vererek bu alanda başarı sağladılar. Bu alanda başlatılan reformları devam ettirdiler; yeni bir lâik ilk ve orta dereceli okullar sistemi, öğretmen okulları ve özel kurumlar kurdular. Ayrıca kızlar için de eğitim fırsatlarını geliştirmişlerdir. Yeni bir vilayet ve belediye idaresi hazırlayarak yürürlüğe koydular. Kadın haklarının korunması için Aile Hukuku kararnamesini çıkardılar. Polis teşkilatını ve Belediyecilik sistemini ülke geneline yaymaya çalıştılar. Belki de en önemlisi entelektüel ve kültürel hayatı gelişmesini ortam sağladılar. Fakat bu tedbirler imparatorluğu çöküşten kurtarmak için yetersizdi ve 1918’e gelindiğinde Genç Türkler için zaman kalmadığı artık açıktı.
Mondros Mütarekesinin imzalanmasıyla Osmanlı İmparatorluğu yenilgiyi kabul etmişti. İstanbul’da yeni Padişah işleri kişisel kontrolü altına almaya çalışırken, İttihat ve Terakki Partisinin liderleri dışarıya kaçmışlardı. Mustafa Kemal başkentin umutsuz durumunu anlayarak, bazı canlanma belirtilerinin görülmeye başlamış olduğu Anadolu’ya geçmeye karar  vermiş ve Aralık 1918’de ‘Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’ adıyla ilk direnme grupları teşekkül  etmiştir. Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığı andan itibaren, milli bir ordunun kadrolarını örgütleyerek ve bir Kurtuluş Savaşının temelini hazırlayarak çetin bir çalışma içine girmiştir. Haziranda Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay ve Refet Bele ile Amasya’ da gizli bir toplantı yapmış ve Erzurum’da 15’inci Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa ile bağ kurmuştur. 23 Temmuz 191’da Erzurum’da, ikinci ve daha önemli kongre, ülkenin her tarafından gelen vekillerin katıldığı Sivas’ta 4 Eylül’de toplanmıştır. 1920 yılında Mustafa Kemal’in önderliğinde TBMM açılmıştır.
Lozan Anlaşması aylarca süren diplomatik çekişmelerden sonra 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Bu anlaşma ile bugünkü Türkiye cumhuriyetinin içine aldığı topraklarda Türk egemenliği yeniden kuruldu, Milli Misak’ta ifade edilen istekler uluslar arası alanda tanındı. Böylece askeri savaş kazanılmış ve milliyetçilerin siyasal programı başarıya ulaşmış oluyordu. Bundan sonra ne yapılacaktı? İşte bu sorunun cevabında Mustafa Kemal gerçek büyüklüğünü gösterdi. O, bütün istilacılar ülkeyi terk ettikten sonra, hiçbir ihtirasa kapılmadan, kahramanlar arasında istisna olarak görülen bir gerçekçilikle, zaten geri olan ve uzun yıllar süren savaşlarla iyice yıpranmış olan ülkeyi yeniden yapılandırmak ödevini görebilmiş ve  cesaretle bu işe koyulmuştur.
1 Kasım 1922 tarihinde Saltanatın kaldırılması ile çeşitli kesimlerin saltanat beklentilerine son verilir. Fiilen sona ermiş olan Osmanlı Hanedanı bu kararla hukuken de sona ermiş olur. Modern Türkiye yolunda yapılacak devrimlere en büyük engeli teşkil eden Halifelik 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir kanunla ortadan kaldırılır. 1926 yılında Medeni Kanunun kabulü ile kadın hakları alanında büyük ilerleme kaydedilir. 1928 yılında yeni Türk harflerinin kabulü ile, okuma ve yazması kolay kendi öz benliğimize uygun Latin harfleri kabul edilir.
Cumhuriyetin ilanından itibaren Atatürk‘ün önderliğinde kurulan Cumhuriyet Halk Partisi’nin karşısında demokrasinin esası olan siyasi partilerin kurulması için Büyük Önder yaşamı süresince iki kez teşebbüs de bulunmuş, ancak kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet ve Atatürkçü düşüncenin karşısında bulunan gerici ve irticai kişilerin toplandığı kurumlar halinde faaliyet gösterdiğinden zorunlu olarak kapatılmışlardır. Cumhuriyetin ilanından sonra ekonomik alanda büyük gelişmeler olmuş, devlet desteği ile ülkede sanayinin alt yapısı oluşturulmuş, karayolları, demiryolları yapımına hız verilmiş, bankalar kurulmuş, ekonomik hayatın organları süratle oluşturulmuştur.
Atatürk’ün ölümünde sonra İsmet İnönü cumhurbaşkanı olur. Atatürk’ün 1938 yılında hayata veda etmeden önce söylediği gibi Türkiye Cumhuriyeti 1939 yılında başlayan İkinci Dünya Savaşının dışında kalır. Bu hususta en büyük rolü İnönü oynar. Böylece yeni toparlanmaya başlayan Genç Türkiye Cumhuriyeti yeni bir çöküntüye uğramaktan kurtulur.
Savaştan sonra Türkiye’de tek parti idaresini sona erdiren ve o zaman göründüğü gibi, ülkeyi liberal parlamenter demokrasi yoluna oturtan hızlı ve ani bir değişiklik gelir. 1950’de Demokrat Parti seçimleri büyük farkla kazanarak CHP iktidarına son verir.
İslamlığı kabul eden hiçbir ulus kendi özdeşliğini İslâm ümmeti içinde eritmekte, Türklerden daha ileri gitmemiştir. Türkler İslam dinini kabul ettikten sonra önceki geçmişlerinden birkaç hatıra korudular ve Türk ile Türk olmayan arasına hiçbir engel koymadılar. İmparatorluk ve İslamlık geleneklerinin çift ağırlığı altında, Hrıstiyanlık ve sapkınlıklara karşı ikili mücadelede doğuş halindeki Türk milli özdeşli duygusu ezilmiş ve silinmiştir. On dokuzuncu yüzyıl ortalarına kadar ki Osmanlı yazılarında ve ondan sonrakilerin çoğunda ‘Türkiye’ sözcüğü kullanılmamıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun önlenemez bir çöküşe girmesiyle İmparatorluğun efendileri olan Türkler de kendi ulusal özdeşlik duygularını yeniden kazanmaya başlamışlardır.  Osmanlılığın iflası, Panislâmizm’in ancak sınırlı bir başarı göstermesi ve Batılı görüşlü genç aydınlara gittikçe daha az çekici hale gelmesi Türkçülük hareketini hızlandırdı. 1908’de başlayan kültürel milliyetçilik de yeni yetişen nesilleri Türk ulusuna dayanan özdeşlik ve bağlılık fikrine alıştırmıştır. Türkiye’nin kurulmasıyla “Türkiye Türklerin ülkesidir” fikri kabul edilerek Batıda egemen olan ulus-devlet kavramı uygulanmıştır. Böylece İmparatorluk ve İslamlık geleneği olan ümmetçilin yerini Modern Türkiye’de millet kavramı almıştır.     
İkinci veçhe devlet ve hükümettir. On dokuzuncu yüzyıl boyunca Türk reformcuları Türkiye’ye bir Avrupalı devlet şekil ve yapısı vermeye çalışmışlardır. Avrupalı kanunlar ve Yargı örgütü, Avrupa tarzında bakanlıklar ve idari usuller bir takım değişikliklerle kabul edilmiştir. Bu süreç sonunda; Türkiye evrensel bir İslami İmparatorluktan, anayasası olan, halk egemenliğine dayalı, kuvvetler ayrılığı prensibini temel alan laik ve milli bir devlet haline gelmiştir.
Diğer bir değişim alanı ise dinî ve kültürel hayattır. Bu alanda da kısa zamanda bir dizi köklü değişikliklerle şeriat kaldırılmış, din devlet işlerinden ayrılmıştır. Bu amaçla, medreseler kapatılmış, tarikatlar ve temsil ettikleri hayat tarzı yasaklanmış, Avrupa medeni ve ceza kanunları kabul edilmiş, dini vakıflar millileştirilmiş, ulema tasfiye edilmiş, kılık ve kıyafet, takvim ve alfabe gibi toplumsal ve kültürel semboller ve uygulamalar değiştirilmiştir. Böylece İslam dini, çağdaş, Batılı bir ulus-devletteki rolüne indirgenmiş ve dine daha modern ve milliyetçi bir şekil verilmiştir.
Eskiyi unutup, yeni Latin harfli Türkçe de ifade edilen yeni fikirlere açık bir nesil yetiştirmek için Latin alfabesi Kasım 1928’de kabul edilmiştir. 1932’de de Türk dilinin gerçek güzelliğini ve zenginliğini ortaya çıkarmak ve onu dünya dilleri arasında layık olduğu yüksek mevkie çıkarmak amacıyla Türk Dil Kurumu kuruldu.
Yeni Türkiye’nin hazırlanmasında ve kuruluşunda elit kesimden özellikle subaylar, memurlar, hukukçular ve gazeteciler çok önemli bir rol oynadılar. Laik hukukun kabulü yeni hukuku uygulayacak yargıç ve avukatlara talebi artırdı. Okuryazarlığın artışı, haber ve bilgi için gazeteye talebi artırarak gazeteciliğe yeni bir itibar ve nüfuz sağladı. Cumhuriyet döneminde de iktisadi gelişme, eğitimin yaygınlaşması, kitle haberleşme araçlarının gelişmesiyle yeni toplumsal sınıfların ortaya çıkması hızlanmış ve bunların da kamu işlerine katılmasıyla elit kesim daha bir genişlemiş ve çeşitlenmiştir.
 Türk devrimi; bir zamanlar küçük görülen düşmanlara karşı bir dizi yenilgiler, Türkleri varlıklarını korumak için,  Avrupa silahlarını benimsemek, danışmanları çağırarak modern ordunun ve devletin temelinde yatan fikirleri ve kurumları kabul etmek zorunda kaldığı zaman başlamış, İslami bir imparatorluktan milli bir devlete, bir orta çağ teokrasisinden anayasalı bir cumhuriyete, bürokratik bir feodalizmden modern bir kapitalist ekonomiye birbirini izleyen reformcu ve radikal dalgalar tarafından uzun bir süreçten sonra tamamlanmıştır.

26 Nisan 2012 Perşembe

Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, Halil İnalcık

 Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, Halil İnalcık, Türk Tarih Kurumu,1987, Ankara 
1443-1453 Fatih Dönemi olayları ve 15.asırda Rumeli’de hristiyan sipahiler ve menşeileri
    Fatih Devrinin tam bir tarihini yazmanın mümkün olmadığını söyleyen İnalcık, bu kitabında İstanbul’un fethiyle neticelenen 1443-1453 arasındakı gergin devreyi, imparatorluk buhranının tahlilini yeni kaynak malzemesi “Gazavat Sultan Murat” adlı eseri değerlendirerek yapmıştır.
    1444 BUHRANI:
    1439’da Floransa’da Şark ve Garp kiliseleri arasında “Unıon”un imzalanması ile Osmanlılar aleyhine bir haçlı seferi çıkarılmıştır. Bu toplantı; buhranın başlangıcı kabul edilmektedir. 1443 yılında Macaristan ve Lehistan Kralı Ladislas ve Sırp despotu Georg Brankovıc’in Balkanları istila etmesi Türkler’in yakın zamanda Balkanlardan atılacağı düşüncesini getirecektir. Balkan İstilası ve II.Murad’ın tahttan çekilmesi Osmanlı Devlet’ini bir buhrana sürükleyecektir. 1444 yılı hem Osmanlı hem de Avrupa genel tarihi için bir dönüm noktası olmuştur. 1443 yılında Macaristan ve Lehistan Kralı Türkler’den gelen sulh teklifini kabul etmiş ancak Haçlı donanmasının boğazlara doğru bir harekete geçtiğini öğrenince ve Türkler’in Balkanlardan çıkarılmasının çok kolay bir hale geldiği inancına varınca da antlaşmayı bozmuştur. Bu antlaşma ile ilgili tetkikler, görüşler, vesikalar uzun uzadıya açıklanmaya çalışılmış 1444 yılında olup bitenleri yakından izleyen Cyriacus’un mektupları sırasıyla Türkçe tercümeleri ile verilmiştir. (Cyriacus; Klasik çağ eserlerine meraklı oldukça tanınmış bir hümanist seyyahtır. Papa tarafından 1444 yılında durum hakkında bilgi toplamak üzerine gönderilmişti.)
    Cyriacus’un mektupları ortaya çıktıktan sonra Macar Kralının Edirne’ye bir elçi heyeti gönderdiği kati bir şekilde anlaşılmış ve müzakerenin teferruatı öğrenilmiştir. Buna ek olarak 1443-1444 yılları üzerine bir Osmanlı vekayinamesi olan “Gazavat-ı Sultan Murad” adlı eser Edirne sulh müzakerelerinin hangi şartlar altında açılmış bulunduğunu ve müzakerelerin seyrini çok iyi anlamamıza yardım etmektedir.. Özellikle Segedin müzakereleri hakkında yeni bilgiler vermektedir.  Gazavat’ın verdiği bilgilerle Batı kaynaklarının kati bir şekilde çözemediği esaslı bir takım meselelere ışık tutulmaktadır. Barış müzakerelerinde ilk teklif Osmanlılar’dan gelmiştir. Hunyadi ve Sırp Despotu, Macar Kralını barış müzakerelerine girmeye ikna etmişlerdir. Gazavat’ın diğer kaynaklarla karşılaştırılmasından çıkan sonuç şudur ki; Sulh görüşmelerinin yapılması hristiyan ordusunun toplanmasına zaman kazandırmak; Osmanlılar’a son darbeyi indirmekti. Bu barış müzakerelerine baktığımızda II.Murad, Halecki’nin iddiasının aksine iki yüzlü siyaset le değil gerçekten batıda barışı sağlam temellere dayandığına inanarak doğuya yönelmeyi burada da Karamanoğlu ile bir antlaşma yaptıktan sonra oğlu II. Mehmet lehine tahttan çekilmeyi istiyordu.
Kitabın bu bölümünde Edirne müzakerelerine ve Edirne barışı üzerine Batı ve Osmanlı rivayetlerine yer verilmiştir. Gazavat meydana çıkmadan önce Edirne müzakerelerine ait bilgiler bulunmamakta idi. Gazavat’la birlikte Edirne antlaşmasının neden bozulduğu sorusuna cevap bulunmaktadır.
    Fatih Sultan Mehmed’in ilk Culüsu:
    Sultan Murad 1443 yazına doğru Mehmed Çelebi’yi eski Türk Devlet ananesine göre idare ve hükümet işlerine alışmak üzere Manisa’ya gönderir. Bu bölümde II. Murad’ın tahttan çekilme nedenleri ayrıntılı olarak verilmiştir. Macar Kralı ve Sırp Despotu idaresinde bir ordunun Osmanlı topraklarını istilası, istilayı durduracak olan askerin dağılması, uc beyliklerinde ayrılıkların yaşanması, II.Murad’ın hassas karakterli bir insan oluşu özelliklede oğlu Alaeddin’in ölüm haberi II. Murad’ın tahttan çekilmek istemesinde etkili olmuştur. Kaynaklara bakıldığında Mehmed Çelebi’nin culüsu, Sultan Mehmed’e gönderilen namede saltanat ünvanlarının kullanılması, II. Mehmed’in kendi adına bakır mangır bastırması, 1444 yılında II. Mehmed’in babası tarafından tahta geçirildiğini göstermektedir. II. Murad kendi sağlığında oğlunun tahta sağlamca yerleşmesine birinci dereceden önem vermiştir. Daha sonra kendiside Bursa’da inzivaya çekilmiştir.
    İstanbul’un Fethinden Önce Fatih Sultan Mehmet:
    II. Murad’ın tahtı oğluna bırakıp çekilmesi bir hata olarak görülmüştür. Çünkü Haçlılar Türkler’i Rumeli’den çıkarmak için bunu bir fırsat olarak görmüşlerdir. Diğer taraftan saltanat için Düzmece Orhan’ın ortaya çıkması, Haçlı Ordusu’nun Tuna’yı aşması, Edirne’de çıkan Hurufi ayaklanması, Bedestan’ı ve şehrin büyük bir kısmını küle çeviren yangınla halk iyice hoşnutsuz olmuştur. Sultan Murad tekrar tahta geçmesi için Edirne’ye çağrılmıştır. II. Murad haçlı tehlikesi karşısında boğazı geçerek ilk defa Osmanlı ordusunun Rumeli’de yer almasını sağlamış ve Varna Savaşı’nın kazanılmasında büyük rol oynamıştır. II. Mehmed, Varna muharebesi sırasında ve sonra daima padişah olarak tasvir edilmiştir. Varna Zaferinden sonra II.Murad, Manisa’ya çekilmiştir. Bir culus veya saltanattan feragat bahis mevzuu değildir.
    Sultan Murad’ın veziri Çandarlı Halil Paşa Sultan’ın Manisa’ya çekilip tahtın Sultan Mehmed’e bırakılmasına taraftar değildi. Genç padişah’ın tahtta kalmasını isteyenler ile Halil Paşa arasında gruplaşmalar vardır. İkinci vezir Şahabettin Paşa, Üçüncü vezir Saruca Paşa, İbrahim Paşa ve Zaganos Paşa genç padişahın yakın arkadaşlarıydı ve fetihçi bir politika izliyorlardı. İstanbul’un fethine genç padişahı teşvik etmekteydiler. Böylece O’nun saltanatının da ispatlanacağı görüşündeydiler. Diğer taraftan Çandarlı ise barışçı bir politikanın izlenmesinden yanaydı. Bu sırada çıkan yeniçeri isyanı tam Çandarlı’nın istediği türden bir olaydı. Sultan’ın tekrar tahta çıkması için uygun bir zemindi ve istediği gibi de oldu.
    II. Murad’ın beş yıllık ikinci saltanat devresi Balkanlarda Osmanlı hakimiyetini tehdit eden Macarlarla uğraşmakla geçti. II. Mehmed ise ancak babasının ölümünden sonra tahta geçebildi. II. Mehmed tahta geçer geçmez Karamanoğlu üzerine sefer düzenledi. Bizans Osmanlı’nın işlerini karıştırmak maksadıyla yanında bulundurduğu Yıldırım Bayazıd ‘ın oğullarından Orhan’ı saltanat mücadelesi için Anadolu’ya gönderdi. Bu durum karşısında İstanbul’un alınması artık gerekliydi. Çünkü Bizans’ın faaliyetleri durmayacaktı. Mehmed hazırlıklara başladı. İlk olarak hisar yapımına başlandı. Aslında hisarın gerekliliği II. Murad zamanında anlaşılmıştı. Bizansın erken savaş hazırlıklarının önüne geçebilmek için bu hisarın iki taraf arasında geçişin kolaylığı amacıyla yapıldığı söylenir. Bizans olası bir saldırıda bütün ümidini Batı’dan gelecek yardıma bağlıyordu. Sultan da İstanbul’un fethi için en büyük tehlikenin batıdan gelebileceğini iyi bildiğinden Venedik ve Macarlarla antlaşmalarını yeniledi. Bu hazırlıklara rağmen Çandarlı İstanbul’un fethine muhalif kalmıştı. Çünkü O İstanbul fethedilse bile Haçlı seferleri’yle Osmanlı’nın mahvolacağına inanmaktaydı.
    Sultan Mehmed bütün vezirlerinin katıldığı divanını toplayarak İstanbul’un fethinin gerekliliğini anlatmış ve bundan sonra Bizans surlarına top atışları başlamıştı. 20 Nisan deniz savaşında başarısız olunmasına karşılık Bizans sevinmiş, Osmanlı da  ümitsizlik oluşmuştu. Sultan Mehmet, Akşemseddin’in tarruzu şiddetlendirmesi tavsiyesine uymuş, Osmanlı donanmasının bir kısmı Galata sırtlarından Haliç’e indirmişti. Diğer taraftan Venedik 7 Mayısta donanmasını Ege sularına göndermiş, Papa da beş kadırgasını yollamıştı. Artık bu iş bitirilmeliydi, işin sonuna gelinmişti. 27 Mayıs’da yürüyüş ve yağma kararı orduda ilan edilerek 29 Mayıs’da nihai taarruz başlatıldı ve sabaha karşı şehir fetholundu.
    İstanbul’un fethi aynı zamanda Fatih’in saltanatının da fethi olmuştu. İlk iş İstanbul’un fethine muhalif olan Çandarlı’nın tutuklanması oluyor, Çandarlı’nın idamı ile Şehabettin ve Zaganos Paşaların nüfuzları artıyordu. Böylece Fatih bundan sonra merkeziyetçi imparatorluğunu kurmak için çalışabilirdi.
    Fatih, İstanbul’un fethi gibi büyük bir başarı ile sonuçlanan 1443-1453 yılları arasında buhran içinde yaşamış ve ona kesin bir çözüm getirmişti.
    Stefan Duşan’dan Osmanlı İmparatorluğu’na:
    Bu bölümde on beşinci asırda Rumeli’de hıristiyan sipahiler ve menşei ile Fatih Sultan Mehmed devrine ait tahrir defterlerinden yararlanılarak o devirde devletin fetholunan memleketlerde yerleşme politikası anlatılmıştır.
    Yazar, artık hiçbir tarihçinin, Osmanlı hakimiyetinin yerli idareci ve askeri sınıfları, asilleri ya kılıçtan geçirmek, yahut zorla İslamiyete sokmak suretiyle ortadan kaldırdığını ve onların yerine imtiyazlı feodal bir hakim sınıf olarak müslüman Türkler’in gelip yerleştiğini iddia etmediğini, Osmanlı İmperatorluğunun on beşinci asırda, kuruluştan farklı bir karakter taşıdığını ısrarla söylemektedir. Burada Balkan tarihçilerinin görüşlerine yer verilmektedir. Bu kapsamda; C. Jireçek, N.İorga, L. Hadrovics, P. Wittek gibi isimlerin görüşleri yer almaktadır. Osmanlı İmparatorluğunun Rumelideki teşkilatının kuvvetle Rum ve Slav tesiri altında kalmış olduğu belirtilmektedir.
    II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed devrine ait tımar ve tahrir defterlerine göre, Balkanlar’da Osmanlı yayılışının tamamiyle muhafazakar bir karakter taşıdığı belirtilmektedir. Ani bir fetih ve yerleşme bahis mevzuu olmadığını, eski Rum, Sırp ve Arnavut asil sınıfları ve askeri zümrelerinin yerlerinde bırakılarak mühim bir kısmının hıristiyan timar-erleri olarak Osmanlı timar kadrosuna sokulduğunu; on beşinci asırda Osmanlı devletinin hiçbir şekilde bir islamlaştırma politikası gütmediğini rakam ve delilleriyle göstermeye çalıştıklarını belirtmektedirler.
    Kitabın son kısmında “Gazavat-i Sultan Murad Han”, varak, Fatih Sultan Mehmed’in borç senedi, II. Murad’ın vasiyetnamesi(Ali Emiri tasnifindeki nüsha), II. Murad’ın vasiyetnamesi (Maliye nüshası), II. Murad’ın vasiyetnamesi (Evkaf nüshası); üç nüshanın mukayesesi,  II. Murad’ın azadnamesi, Akşemseddin’den Fatih Sultan Mehmed’e mektub, Çandarlı Halil Paşa’ya ait bir mülkün sınır temessükü, Derbend bekliyen hıristiyan reayaya verilmiş bir muafiyet hükmü, Serez civarında Glamovik oğluna mülk köyünden timar ayrıldığına dair hüküm belgeleri yer almaktadır.

Felatun Bey ile Rakım Efendi, Ahmet Mithat

Felatun Bey ile Rakım Efendi, Ahmet Mithat Efendi, 2004, İstanbul
Lale Devri İstanbul’unun ve XIX’uncu yüzyıl kültür ve anlayışının, birbirine zıt görüşlü iki tip aydının yaşayışları etrafında anlatılması.
    Roman fakir bir ailenin zeki, namuslu, yetim ve çalışkan çocuğu Rakım Efendi ile Avrupa kültürü ile yetişmiş, aslında görgüsüz, hayattan zevk almaktan başka bir şey düşünmeyen Felatun Bey’in hayatlarının karşılaştırılmasını yapmaktadır. Bir çok noktada hayat çizgileri kesişen bu ikiliden, sonuç itibariyle kazanan hep Rakım Efendi’dir.
    Felatun Bey ve kardeşi Mihriban Hanım küçük yaşta annelerini kaybetmiştir. Babasının batı hayranlığından dolayı Felatun Bey Avrupai bir tarzda yetiştirilmiştir. Rakım Efendi ise Tophane’de annesi ve dadısı ile büyümüş fakir bir çocuktur ve geleneksel bir anlayışla yetiştirilmiştir. Felatun Bey gibi Rakım Efendi de Hariciye Kaleminde çalışmaktadır. Rakım Efendi ayrıca özel yazı yazmakta, İngiliz bir ailenin kızlarına da Türkçe dersleri vermektedir.
    Rakım Efendi biriktirdiği para ile bir cariye satın alır. Adını “Canan” koyar ve ona da Türkçe dersi vermeye başlar. Kız çok akıllıdır. Bunu anlayan Rakım Efendi Türkçe’nin yanında piyano ve Fransızca dersleri de görmesi için  her türlü fedakarlıkta bulunur. Fransızca’yı kendisi öğretirken, komşusunun cariyelerinin piyano hocası, Jozefino, parasız olarak Canan’a ders vermeyi kabul eder. Rakım Efendi Canan’a bir piyano satın alır.
    Rakım Efendi terbiyesi, efendiliği ile ders verdiği kızların ailesinin tam güvenini kazanmıştır. Aynı eve gelen Felatun Bey, Rakım Efendi’yi aşağılamak istese de her seferinde kendisi küçük düşer. Rakım Efendi Jozefino’nun da güvenini ve sevgisini kazanmıştır. Olgun bir kadın olan Jozefino Rakım Efendi’nin aklına hep Canan’ı sokmaya çalışmaktadır. Çünkü kendisi Rakım Efendi’yi bir kardeş gibi sevmektedir. Bu arada İngiliz kızlar da yavaş yavaş Rakım Efendi’ye karşı bir yakınlık duymaya başlamışlardır. Bu yakınlık, önce hayranlığa sonra da aşka dönüşür. Rakım Efendi ise alabildiğine saf ve temiz yürekli bir insandır; çevresindeki aşklardan haberi bile yoktur.
    Felatun Bey çapkınlığı yüzünden İngiliz aileden uzaklaşmak zorunda kalır ve  yabancı bir kadınla dost hayatı yaşamaya başlar. Rakım Efendi, onu ikaz etmek istese de Felatun Bey, Rakım Efendi’nin hayattan zevk almasını bilmediğini belirterek uyarılarına kulak vermez.
    Bir gün İngiliz aile  Rakım Efendi’nin evini ziyarete gelir. Kızlar dahil hepsi Canan’a hayran kalırlar. Ancak İngiliz kızlardan Can, biraz da Rakım Efendi’nin Canan’a olan ilgisini hissederek kıskanır ve aşkından  yatağa düşer. Tüm bunlardan habersiz olan Rakım Efendi, Canan’ı nikahı altına almıştır bile.
    İngiliz aile sonunda kızlarının rahatsızlığının sebebini anlar. Rakım Efendi’den yalandan bile olsa Can’la evlenmek istediğini söylemesini isterler. Rakım Efendi kabul eder. Ancak,  bu sefer de Can karşı çıkar, çünkü, Rakım Efendi acıdığı için böyle bir şeye evet demiştir. Felatun Bey ise kumar aleminde her şeyini kaybetmiş ve yabancı sevgilisi tarafından terkedilmiştir. Ama aklı başına gelmiş, Cezayir eyaletinde kaymakamlık görevi atanmıştır. İngiliz ailenin hasta olan kızı Can kendi kendine şifa bulmuş, hızla iyileşmeye başlamıştır. Bu duruma en çok sevinen ise kendisini hastalığın sebebi gören Rakım Efendi olmuştur.
    Bu arada Rakım Efendi’nin cariyesi Canan ile evliliği ilk meyvesini verir. Canan’dan bir çocuğu dünyaya gelecektir.

15 Nisan 2012 Pazar

Kürdistan Tarihinde Dersim, Nuri Dersimi

Kürdistan Tarihinde Dersim, Nuri Dersimi, 2004, İstanbul
Cumhuriyet aleyhtarı, taraflı ve maksatlı bir bakış açısıyla kaleme alınmış kitapta Dersim'in tarihi, coğrafi özellikleri ve bölgede meydana gelen ayaklanmalar anlatılmaktadır.
Kitap 16 bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölümde tarihi ve coğrafi olarak dersim anlatılmaktadır.
I.    BÖLÜM: Tarihi ve Coğrafi Olarak Dersim
Bazı Kürtler ‘der’ kapı, ‘sim’ gümüş anlamında olduğu için, Dersim kelimesini ‘Gümüşkapı’ biçiminde anlamlandırmaktadır. Yazara göre, bu yörede bulunan halk Dersim’i Kürdistan olarak algılamaktadır. Kürt adıyla anılan millet, eski Med milletinin kendisidir. Mediya, asırlar boyunca fatih uluslar tarafından elden ele geçmiş, fakat Med Ulusu (Kürtler) vatanının dağlarında ve yaylalarında varlıklarını korumuşlardır.
Yazara göre, tarihsel süreci içerisinde Dersim halkı Bizans, Selçuklu, Moğollar, İlhanlılar ve Akkoyunlular ile yıllarca mücadele vermiş hepsinde de başarılı olmuştur.
Yazar, Türkiye sınırları içinde bulunan Kürdistan bölgesini üçe ayırmaktadır. Birincisi; Kuzey Kürdistan olup, Ağrı Dağı, Nemrut silsilesi, Van ve Urmıye arasında yer alan topraklarla Bazid (Beyazıt) dolaylarını kapsamaktadır. İkincisi; Batı Kürdistan olup, Muş Paşalığı ve Erzurum Paşalığı’yla Dersim, bu bölgenin kapsamı içinde yer almaktadır. Üçüncüsü Güney Kürdistan olup, Diyarbekir Paşalığı ve Musul Paşalığını içine almaktadır.
Dersim dağlarının ortalama yüksekliği 2500 ile 3000 metre arasındadır. Munzur ve Mercan dağları her zaman karlarla örtülüdür. Dersimin başlıca dağları; Tujik dağı, Xıdır dağları, Koemaran, Mahmunut dağı, Zel ve Dızgün dağları, Gurgur dağı, Koi sipi, Ermustafa dağı, Bılgeş dağları ve Sarısaltık dağıdır.
Bölgenin akarsuları; Fırat nehri, Murat nehri, Munzur suyu, Mercan ırmağı, Haxaçur ırmağıdır.
Dersimin en önemli vadileri Quti deresi ve Aliboğazı’dır. Yazara göre, Quti deresine Türk Hükümet güçleri girmeye imkan bulamadıkları için, hava bombardımanlarıyla aşiretleri korkutup teslim olmaya mecbur etmek istemişlerse de başarılı olamamışlardır.
Dersim yöresi tamamen ormanlıktır. Zarkavit, Değirmendere, Halvorivank, Bılgeş, Kakper ve Mıxsor’la Sofke ormanları en ünlüleridir. Ormanlar çoğunlukla meşe ağaçlarından ibaret olup geçiş imkanı vermez.
Dersimde evcil hayvanların %60’ı keçi, %40’ı koyundur. Koyunlar süt, yüncülük ve kasaplığa elverişli cinstendirler. Dersimin atları, ünlü Kürt atı cinsindendir, küçük, çevik ve dayanıklıdırlar.
Dersimliler taşra vilayetlerine, odun, kömür, deri, yağ, bal, kıl, yün, peynir, tomast, yabani sarımsak, palut, tütün, ceviz, badem, keçi, oğlak, koyun, kuzu ihracatı yaparlar. Ayrıca tilki, kurt, ayı derileri de ihraç edilen mallar arasındadır. Bu ihracatların karşılığında giyim eşyası, buğday, silah ve cephane ihtiyaçlarını karşılamaktadırlar.
Dersim yöresinin toprak altı zenginliği çok önemlidir. Buralarda petrol alanları vardır. Bazı yörelerde petrol kokusu duyulur. Yerüstü zenginliği olarak demir, bakır, gümüş, kömür, kükürt, kurşun madenlerine rastlanmaktadır. Bu madenlerden hiçbirisi şimdiye kadar işletilmemiştir.
II. BÖLÜM: Dersim’in Bölgeleri
Dersim Batı Dersim ve Doğu Dersim olarak iki bölgeye ayrılır. Batı Dersim Xozat vilayet merkeziyle Çimişkezek, Pertek, Ovacık ve Kamax ilçelerini içerir. Türk Hükümeti, 1899 da Xozat’ı vilayet merkezi yapmış, Meşrutiyet döneminde bucağa dönüştürmüş ve Elaziz vilayetine bağlamıştır. Xozat’a bağlı 20 aşiret vardır ve 17 aşiret zaza dili, 3 aşiret ise kurmanc dili konuşur. Çimişkezek bölgesinde bulunan 8 aşiretten 6’sı zaza, 2’si kurmanc konuşmaktadırlar. Ovacık, Xozat’ın takriben 50 kilometre kuzeyinde 1912 yılında ilçe olarak kurulmuştur. Ovacıkta, Kal Oymağı, kew Oymağı ve Koç Oymağı mevcut olup bu oymaklarda toplam 17 aşiret bulunmaktadır. Pertek bölgesinde bulunan 8 aşiretin tamamı kurmanc dili konuşmaktadır.
Doğu Dersim bölgesi Mazgert, Gexi, Çarsancak (Peri), Nazmiye ve Pülümür ilçelerinden oluşmaktadır. Pülümür bölgesinde 13 aşiret bulunmakta ve sadece 1 aşiret Kurmanc dili konuşmakta ve diğer aşiretler Zazaca konuşmaktadırlar. Mazgert yöresindeki Mamıkan köyüne gelen Türk Kumandanı Abdullah Paşa, Dersimi hükümet merkezi yapmış ve Dersim yöresine de, tarihte ilk defa olarak, 1938’de Tunç Eli adını vermiştir. Mazgert’te 30 aşiret mevcut olup, 16 aşiret Kurmanc ve 14 aşiret Zaza dili konuşmaktadır. Yazara göre Nazmıye bölgesine 1938 yılına kadar Türk Hükümeti hiçbir zaman hükmedememiş ve burada yaşayanlar Kürt adetlerini, milli bağımsızlık ve hürriyetlerini tam manasıyla korumuşlardır. Nazmiye’de 14 aşiret vardır, 11 aşiret Zaza ve 3 aşiret Kurmanc konuşmaktadır. Gexi bölgesinde 20 aşiret vardır. 14 aşiret Zazaca konuşmaktadır.
Bölgeye yayılan Dersim aşiretleri olarak Malatya bölgesinde Atma ve Akçadağ aşiretleri yaygındır ve Kurmanc lehçesi ile konuşurlar. Sivas bölgesinin en önemli aşireti Qoçgiri aşiretidir. Sivas vilayetine bağlı Zara ilçesinin Ümraniye, Karacıvan, Bulucan ve Beypınar nahiyeleri yöresinde 300 köye yerleşmişlerdir. Dersim’den ayrılarak bir kaç yüzyıl önce bu yöreye geldiklerini ve öz anneleriyle Şexhesenan aşiretine mensup olduklarını iddia ederler. Dilleri Kurmancidir. Bu aşiret hiçbir zaman Osmanlı egemenliğine girmemiştir. Daima silahlıdırlar ve çoğunlukla savaş tüfekleri ve cephaneleri vardır. Kurmeşan aşireti, Gınıyan, Şadıyan, Çarekan, Canbegan, Kuruçay ve Kamax aşiretleri diğer aşiretlerdir.
Dersim’den itibaren Kamax, Kuruçay, Refahiye, Suşehri, Zara, Divriği, Kangal, Koçhisar ilçeleri genellikle Kürt aşiretlerinden ibaret olup, bu aşiretlerin yerleştikleri yöre Kızılırmak’a kadar uzanmaktadır. Bu aşiretler arasında bulunan ve Türkçe konuşan Alevi köyleri de inanç ve töre bakımından kendilerini Kürt bilmektedirler. Kanaatime göre bunlar vaktiyle ana dilleri olan Kürtçeyi kullanmaktan mahrum edilmiş öz Kürtlerdir. Buna göre Kızılırmaktan Sivas-Malatya  şosesinin kavşak noktası Tecer dağlarına, oradan Deliktaş, Mamaş, Kangal, Hekimxan, Malatya merkezine yanaşan mıntıkanın doğu ve kuzey yöresi, daha önce belirtilen Kürt aşiretleriyle yerleşim yerleri ve bunların adetleri Dersimlilerinki gibidir.
Türkiye Hükümeti 1927 yılında yaptığı genel bir istatistikte Dersim’in nüfusunu 270 bin küsür olarak göstermiştir. Bu rakam yalnız Xozat vilayeti ve Pertek, Çarsancak, Mazgert, Nazmiye, Ovacık ve Çimişgezek ilçelerinin nüfusuyla sınırlandırılmıştır. Yazara göre bu rakama Erzincan, Refahiye, Kamax, Kuruçay, Pülümür ve Gexi’de bulunan Kürt nüfusu da ekleyince (66.635) toplam nüfusun 336.665 olduğu bildirilmektedir.
III. BÖLÜM: Dersim’in İdari Yapısı
Xozat, Dersim’in vilayet merkezidir. Türk Hükümeti adına bu vilayette bir vali, ilçelerde ise birer kaymakam, bir savcı ve birer sulh hakimi görev yapmaktadır. Küçük memurlar ve katipler kısmen yerli halktandır. Polis etkili birkaç jandarmadan ibarettir.
Vali ve kaymakamlar tercihen Kürtçe bilenlerden ve Kürt ruhiyatına vakıf kimselerden seçilmiştir. Xozat kasabası, birçok defa vilayet merkezi olmuş ve birçok defa vali görevlendirilmiştir. Bu valiler genellikle askerdir.
Merkezlerde, birer telgraf örgütü vardır ve yazara göre bu örgüt halkın ekonomik ilişkilerinde değil de, hükümet hesabına ve halk aleyhine çalışmaktadır. Bu nedenle telgraf telleri aşiretler tarafından sık sık kesilmekteydi.
IV. BÖLÜM: Adetler ve Töreler
Dersim bölgesinde okul sayısı azdır ve öğretmenler Türk’tür. Yazara göre bazı ilçe merkezlerinde ilkokul bile yoktur ve mevcut okulların gayesi de, Türkçe konuşturmak, Türkçe öğretmek ve Kürtlere karşı asimile politikası uygulayıp Türk zihniyet ve kültürünü yaymaktır. Hükümetin gayesi Dersimlilerin cahil bırakılması olduğu için Kürt okulları açılmasına izin vermemektedir.
Dersimliler, Kürtçe’nin en eski lehçesi olan Zazaki’yi konuşurlar. Bazı aşiretler ise, Kurmanci’yi konuşur ve Zazaki lehçesini de bilirler. Dersim Kürtleri tümüyle alevidirler. Yazara göre, siyasi birtakım dayanarak içtihat, din ve tarikat kavgaları yüzünden, aynı ırkın evlatları aynı kökten gelen ve ortak çıkarlara sahip Alevi Kürtler’le suni Kürtler arasında yaratılan bir anlaşmazlık asırlarca devam etmiş, kardeşler arasında bir düşmanlık havası hüküm sürmüştür. Türk Hükümeti bunu kullanarak ihtilafı Kürtler arasında kardeş kavgası yaratacak dereceye kadar varmıştır. Bu Kürtler arasında dağılmaya yol açabilirdi, ancak Alevi Kürtler dillerine sahip çıkmışlar ve bu bağla birleştirici olmuşlardır.
Dersimliler Alevi, Bektaşi ve Şia şekilleri altında Zerdüşt inanç ve prensiplerini korumuşlar, hatta Kıştim Ziyareti töreni ile kötülük Tanrısı Ahriman’a ait adetleri bugüne kadar yaşatmışlardır.
Dersimliler Kolık dedikleri yünden yapılma konik bir başlık takarlar ve bunun etrafına siyah veya kırmızı ipekten poşi denilen sargıyı sararlar. Yünden ve kıldan yapılma, yarım veya tam kollu şapık denilen bir çeşit ceket ve şal denilen bir tür pantolon giyinirler. Barasor şalı en ünlü olanıdır. Dersim Kürtlerinde bıyık kesmek adet değildir.
Dersimliler arasında iki ve üç kadınla evli olanlar vardır ancak halkın önemli çoğunluğu tek eşlidir. Kadınlara karşı son derece saygı duyarlar ve en önemli meselelerde kadınlara danışırlar. Evlilik ömür boyunca bağlılığı gerektirir ve boşanma yoktur. Dersimliler yalnız Ermeniler’den kız alırlar ve başka ırklardan kız almayı ve aile kurmayı asla onaylamazlar. Düğünlerde davul zurna çalınır, kurbanlar kesilir ve ziyafetler verilir. Yemekleri çok basittir ve bolca sade yağ kullanılır.
Herhangi bir mülteciye sığınma ve yer vermek; konak sahibi için borçtan çok bir hak sayılır. Buna Dersim Zaza lehçesinde bext (baht) demektedir. Bu hakkı yerine getirmeyen bebext (güvenilmez) bilinir. Bu nedenle bext meselesi en önemli şeref meselesidir. 1915 yılında tehcir edilen Ermeniler’den 36 bin kadarı Dersimliler tarafından koruma altına alınıp Ruslara teslim edilmişlerdir.
V. BÖLÜM: Osmanlı Döneminde Dersim’de Yapılan Askeri Harekatlar ve Ayaklanmalar
 Dersim, Osmanlı İmparatorluğu’nun her döneminde bütünüyle bağımsız yaşamış ve Kürdistan Eyalet Beyliği’nin en yüksek şeklini korumayı başarmıştır. Milli bağımsızlık elde etmek amacıyla, yönetime karşı ayaklanmalar bu yörede kronik bir şekil almıştır.
Akkoyunlular’ın egemenliği döneminde, bu devletin Erzincan valisi, Dersim’in bağımsızlığına el uzatmak istediği için Dersimlilerce öldürülmüştür. Dersimliler’in Akkoyunlular’a yaptığı bu darbe 14. yy sonlarına kadar Dersim’e tam bir bağımsızlık sağlamıştır.
1514 te, Sultan Selim orduları Şah İsmail’i yenerek Safaviler’i uzaklaştırmayı başarmışlarsa da, Dersimliler Osmanlı ordularına karşı yöredeki geçitleri kapatmış ve girmelerine mani olmuşlardır.
Osmanlı Hükümeti, Dersim aşiretleri tarafından bir saldırıya uğramamak için daima ciddi tedbirler almış, vali ve kumandan adı altında Dersim’e birtakım casuslar göndermiş ve bu vasıtayla da aşiretleri birbirine çarpıştırarak aralarında birliğin oluşmasına engel olmak istemiştir. Dersimliler’e gelince, bunlar da her fırsat düştükçe Osmanlı egemenliğindeki bölgelere baskınlar yapmaktan geri kalmamışlarsa da, genel bir Kürt hareketi yaratmayı ve bunun için Kürdistan’ın diğer bölgeleriyle ilişki kurmayı düşünmemişler, ancak yöresel bağımsızlıklarını korumayı düşünerek hareket etmişlerdir. Dersim Osmanlı Hükümeti’ne karşı daima kurnaz bir siyaset izlemiş ve Osmanlı kuvvetlerinin kendini yenemeyeceğini ve zaptedemeyeceği gafletinde bulunmuştur. Son 1937 - 1938 askeri hareketi genişliğinde ve kuvvetli bir donanım ve aralıksız saldırılar karşısında kalacağını düşünmemiştir.
VI. BÖLÜM: Dersim’deki Osmanlı Örgütlenmeleri
Osmanlı Rus savaşında, Erzincan ve Erzurum yörelerini kurtarmak ve Kara Kazım Paşa ordusuna öncülük etmeleri için Dersimliler’den önemli kuvvet seferber edilmişti. Bir kısım Dersimli Rus orduları çekilmiş olduğundan ve Ermeni kuvvetleri yalnız kaldığı için mağlup olacaklarını hesaplayarak ve Osmanlı Hükümeti’ne karşı daha önce yaptıkları ayaklanmaları unutturmak için ona hoş görünmek gerektiği düşüncesiyle, bolca verilen maaşlarında etkisiyle milis olmuşlardı.
Osmanlılar, Ermeni-Kürt anlaşmamazlığını kendi lehlerine kullanmayı başarmış ve iki kardeş kuvvetin çarpışmasından yararlanmışlardı. Yazar kitabın bu bölümünde, bu olayları yazarken duyduğu derin acıyla, Kürt ve Ermeni aydınlarını düşünmeye davet ederek hayıflanmaktadır.
VII. BÖLÜM: Qoçgiri Kürt Bağımsızlık Savaşı
Yazar bu bölümden itibaren bizzat planlayıcısı ve iştirakçisi olduğu ayaklanmaları roman havasında, başından geçenleri anlatmaktadır. Yazar bu dönemde Sivas’a veteriner olarak atanmıştır.
Dersimliler o dönemde, Sevr antlaşması gereğince Doğu Anadolu bölgesinde kurulmak istenen Ermeni devletinin Kürtlerin çoğunlukla yaşadığı bölgeler olduğu savıyla, Wilson prensipleri çerçevesinde Bağımsız Kürdistan fikri ağır basmaktaydı.
Bu konuda Türk Hükümeti’nin kendilerini oyaladığını ve hiçbir zaman bağımsızlıklarına izin vermeyeceğini düşünmüşlerdir. Çünkü Meclis’in kendilerine ayaklanmamaları yönünde vermiş olduğu sözleri tutmayacağına inanıyorlardı.
Bu bölüm yazarın başından geçen olayların anlatılması şeklindedir. Bu yüzden kitaptan okunmasının faydalı olacağı değerlendirilmektedir.
VIII: BÖLÜM: Şeyh Sait İsyanında Dersim
1925 Kürdistan’da çıkan Şeyh Said ayaklanmasının dinamizmini, Türkler’in Kürtler’e karşı kötü uygulamalarında, Kürt aydınlarının milli Kürt hukukunun korunma çabalarında ve Kürdün din ve törelerine karşı gösterilen saygısızlıkta aramak gerekir.
Kürdistan’ın her tarafında, bütün Kürtler ve özellikle Kürt kadınları, özgür ve bağımsız bir Kürdistan yaratmak amacıyla savaşa hazırlanıyorlardı. Albay Halit Bey bilgili, zeki, tedbirli ve vatansever bir Kürt aydını olarak tanınmış olduğundan, yaptığı propaganda ve uyarılar başarılı sonuçlar veriyordu. Bu örgüte şeyhler de girmişti. Başta Şeyh Said olmak üzere, Melekanlı Şeyh Abdullah, Çabakçur’un Çan şeyhleri, Palulu Şeyh Şerif ve daha birçok şeyh vardı.
Şeyh Said, Xınıs Solxan köyünde oturmayı uyun bulmadığından, tarikat ve şeyhliğinin en çok yayılmış bulunduğu Genç Darahene’nin Zaza aşiretleri arasına gitmek istedi ve Hınıs’tan çıkıp, Suşar bölgesine, Çabakçura ve Darahini vilayet merkezine geldi. Bu mıntıka tarikat ve şeyhliğinin en çok yayıldığı Zaza aşiretlerinin bölgesiydi. Öteden beri Türk Hükümeti’nin zulmüne karşı direnen Zazalar, fazla bir teşvike lüzum görmeksizin Şeyh Said’in emrine katıldılar.
Türk hükümeti, kürt katliamını gerçekleştirmek için ordularını, Fransızlar’ın izniyle Suriye toprakları içinden ekspreslerle sevkederek, Kürdistan direnişçilerine saldırmış bu sayede Diyarbekir’i kurtarmış ve bu şehirde kurulan İstiklal Mahkemesi faaliyete geçmiştir. Şeyh Said ve 17 aşiret lideri Diyarbekir’de 4 Eylül 1925’te idam edilmişlerdir.
Yazar kitapta 1927 yılında meydana gelen Qoçan aşireti savaşından da bahsetmektedir. Dersim bölgesinde aşiretler arasında Kürtlerle Türk ordusu arasında şiddetli çarpışmalar meydana geliyor ve yazara göre Türkler ağır zaiyatlar veriyordu. Savaşa katılan Türk uçaklarından birinin düşürüldüğü iddia edilmekteydi. Kürtler bölgelerinde intikal eden birliklere saldırıyor ve gece baskınlarında askerleri esir alıyordu.
Sonbahar gelmiş, soğuklar başlamış ve geceleri dışarıda barınmak imkansız hale gelmişti ve bu nedenle Türk birlikleri Elaziz’e çekilmek zorunda kalmıştı.
Dersim’i imha için hazırlanan ilk Türk planının sonuçsuz kalması üzerine, Türkiye Kürdistanı’nın tamamını içine alan Kürtlüğü yok etmek maksadıyla yeni bir plan yapılmıştı. Bu plan, Bölge Umumi Müfettişleri adı altında çok ustaca hazırlanmış yeni bir idari girişimdi.
Üç Umumi Müfettişlik oluşturuluyordu.
1-Birinci Umumi Müfettişlik (merkezi Diyarbekir)
2-İkinci Umumi Müfettişlik (merkezi Erzurum)
3-Üçüncü Umumi Müfettişlik (merkezi Trakya)
Daha sonra merkezi Elaziz olmak üzere birde Dördüncü Umumi Müfettişlik kuruldu.
IX. BÖLÜM: Umumi Müfettişliklerin İçyüzü ve Dersim’deki Çalışmaları
Yazar bu bölümde Türkiye Cumhuriyeti’ne duyduğu kini sayfalarca yazmış bir kısmını ve çarpıcı olanlarını aktarıyorum.
Türkiye Cumhuriyeti, doğduğu günden itibaren, kendini doğuran siyasi ihtiyaçların yarattığı zorunlulukların kuşatması altında sıkışıp kalmış ve hiçbir zaman iç evrimini tamamlamamış ve gerçek bir sosyal devrim yaşamamıştır. Dış dünyaya karşı modern bir devlet görünümü vererek, herkesi buna inandırmak istemesine rağmen, geleneksel göçebe toplum ve feodal devlet karakterini korumuştur.
Yazar göç faciası hakkında bir örnek vermek ve Türk Hükümeti’nin zulmünün derecesini anlatmak istiyorum diyerek şunları yazmıştır. Van vilayeti köylerinden göçe zorlanan 1400 hanelik bir kafile, Erzurum muhitinden yaya olarak Bayburt, oradan da Trabzon’dan deniz yoluyla Trakya’ya sevk edilirken, bu kafilede 1000 kişi yollarda mahvolmuş ve geri kalanlar perişan olmuş ve korkunç bir durumda Trakya’ya yetişebilmişti.
Aralarında düşmanlıklar yaratıp, Doğulu milletleri birbiriyle boğuşturarak, imparatorluğun varlığını altı asır sürdüren insanlık dışı siyaset, o imparatorluğun parçalanmasından sonra da Türkler’in elinde kalan talihsiz topraklarda modern Türkiye Cumhuriyeti’nde de bir yönetim şekli olarak devam etmiştir. Türk’ün pençesinde kalan halk, bu defa da Batılı-Doğulu olarak sınıflara ayrılmış ve Doğulu, Kürt anlamına geldiğinden bir nevi hareket ünvanı olarak kullanılmaya başlamıştır. Bu kötü siyaset, beklenen sonucu sağlayamamıştır; çünkü üvey evlat gözüyle bakıldığını gören Kürt aydını ve gençliği Kürtlüğüne daha fazla bağlılık göstermeye başlamıştır.
X. BÖLÜM: Ağrı Savaşları
Türk Hükümeti 1925 yılında Şeyh Said’in yönettiği Kürt Ayaklanması’nı büyük ordu kuvvetleriyle bastırdıktan ve birçok Kürt aşiret liderini ve aydınını idam ettikten sonra, diğer Kürt aydın ve milliyetçilerini de Batı vilayetlerine sürgün etmeye başlaması üzerine Ağrı dağına sığınan Celali, Hasanan, Cibran ve Heyderan aşiretleriyle, bu aşiretlerin başında bulunan önderler, Celali Berxo’nun liderliğinde 1926 yılında önemli bir ayaklanma merkezi kurmuşlardır.
Ağrı Kürt ayaklanma merkezini hileyle dağıtmaya imkan bulamayan Türk Hükümeti, ayaklananları arkadan çevirip vurabilmek için, İran Hükümetiyle bir sınır düzenlemesine gerek gördü ve Van vilayetinden birtakım araziyi İran’a bırakmak karşılığında, Ağrı dağlarının Doğu ve Kuzey bölgelerini bütünüyle Türk egemenliği altına almayı başardı.
XI. BÖLÜM: Dersim’i İmha İçin son Türk Girişimi (1936)
Dünya’nın genel durumu, ikinci bir Dünya Savaşı’nın çıkacağına işaret ediyordu. Türk Hükümeti’nin iç problemlerinden en önemlisinin “Kürdistan meselesi” olduğu şüphesizdi. Kürdistan’da sürekli olarak yapılan yıldırma hareketleri, bu mıntıkayı geçici olarak yatıştırmışsa da, asırlardan beri Türk Hükümetine asla boyun eğmemiş olan Dersim bölgesi, nüfus yoğunluğunu korudukça, yeni bir dünya savaşının çıkması halinde, büyük bir tehlike oluşturacağı da hesaba katılmıştı.
Dersim bölgesi genel bir dünya kargaşasında bağımsızlık isteyebilir veya yabancı kışkırtmalarına alet olabilirdi. Bu nedenle Türk Hükümeti çıkardığı bir kanunla Dersim Bölgesi Valiliği adıyla bir idari oluşum yaratılmıştı. Yazara göre bu oluşumun başına geçecek kişi tam bir diktatör yetkileri ile donatılmıştı. General Abdullah Alpdoğan Dersim’e Vali ve kumandan tayin edilmişti.
Dersim’e uygulanan bu kanunun, devlet eliyle ve devlet vasıtalarıyla resmi bir katliamcılık kanunu olduğunu düşünmektedir yazar.
1937 yılı ilkbaharında her tarafta Türkler’in faaliyeti başlamıştı. Dersimliler toplatılarak kıtalara sevk olunuyorlardı. Kışlaların yaptırılmasına yeniden başlamış ve savaş uçakları, silahsız bölgeleri bombalıyordu.
Türk Hükümeti, batı vilayetlerinde kısmi seferberlik ilan ederek, 26-27-28 doğumluları silah altına almış ve General İsmet İnönü, Dersim’deki kıtaları teftişe gelmişti. Savaş tüm şiddetiyle devam etmektedir. Yazar bu esnada Türk hükümeti ile anlaşarak Kürtler’e ihanet eden kişi ve aşiretler olduğundan bahsetmektedir. Savaş uzun sürmüş ve kış mevsiminin gelmesiyle ateşkes emri veren Türk ordusu Dersimliler’in isteklerini kabul etmiştir. Dersim’in savaşmayan aşiretleri ayaklanmanın planlayıcısı Seyit Rıza’yı Erzincan merkezine getirerek maiyeti ile birlikte tutuklatmışlardır. Tutuklanan bu 11 Kürt 10 Kasım 1937 tarihinde verilen idam kararı gereği 18 Kasım’da infaz edilmişlerdir.
XII. BÖLÜM: Direnişten Portreler
Yazar bu bölümde Dersim’in bağımsızlık mücadelesinde öne çıkan kahramanları Kürt Aydını Alişer, Kürt kadınlığının kahramanlıkları ve yakın arkadaşı Seyid Rıza’dan bahsetmiştir. Ayrıca hainlik örneği olarak da Rehber’den bahsetmektedir.
XIII. BÖLÜM: Kürt’ün Feryadı
Yazar, 11 Eylül 1937’de İngiltere, ABD, Fransa ve diğer bütün devletlerin Dışişleri Bakanlıklarına yazmış olduğu mektuptan bahsetmektedir. Bu mektubu ayrıca Milletler Cemiyeti Genel Sekreterliği’ne de göndermiştir. Mektubunda tarihi süreç içerisinde Dersim ve Kürtlerden bahsetmiş, ayrıca Türk Hükümeti’nin zalimce ve gaddarca Kürt milletini yok etmeye ve asimile etmeye çalıştığını iddia etmiştir.
XIV. BÖLÜM: Kürdistan’da Yaşanan Facialardan Kimler Zarar Gördü?
Türkiye’nin en kötü zamanlarında, Kürt Milleti tam iyi bir niyetle Türklerin imdadına koşmuş ve yardımda bulunmuşlardır. 1877 Savaşı, Balkan Savaşı, Birinci Cihan Savaşı, ve Kurtuluş Savaşı’nda Kürtlerin Türkler’e karşı göstermiş oldukları kardeşçe ve dostlukla yapılan yardımları inkarı mümkün değildir.
Kardeş katliamı, Türk hazinesine milyonlara mal oldu. Türkiye iktisadende zarar gördü. Türkiye Hükümeti, Kürdistan’dan her yıl milyonlarca koyun, keçi, sığır ve o oranda da tiftik, yün, deri, yağ, kıl ve diğer ürünleri; Yunanistan, Mısır, Filistin, Suriye ve diğer memleketlere ihraç ediyordu. Bugün ise, bu ihracat %80 oranında eksilmiştir. Bu, meselenin maddi boyutlarıdır. Manevi olarak da Kürt gençliğinin ruhunda derin yaralar açmıştır.
XV. BÖLÜM: Türk Halkının Önderlerinden Dileklerim
Yazar Türk Halkı önderlerinden şu dileklerde bulunmuştur: “Kürdistan, Türk’e rağmen bağımsızlığını elde etmeye çalışacak ve bunu başaracaktır. Kürdistan’da, Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, Sırbistan, Romanya ve Arabistan milletlerinin geçtiği tarihi yoldan geçerek, hedefine eriştiği gün, yanı başında dost bir Türkiye değil, düşman bir millete komşu olacaktır. Biz bu sonu değil, kardeşçe ve belki konfedere bir şekilde kurulmuş bir Yakın Doğu milletler birliğini arzu ediyoruz.”
“Bu arzumuz bizzat Türk’ün çıkarına uygundur. Çünkü dostça bir çözüm gerçekleştirmeyen Türkiye, yalnız bırakılmış ve yabancı sömürge olmaya mahkum edilmiş bir Türkiye olacaktır.”
“Medeni dünyanın ve özellikle Türk Milleti’nin bilmesi gerekir: Kürtleri Kürdistan bağımsızlığı davasından hiçbir kuvvet vazgeçiremeyecektir. Bu alevlenmiş milli gayenin söndürülmesi imkansızdır.”
IX. BÖLÜM: Gençliğe Hitap
Bu bölümde yazar özellikle Kürt gençlerine hitapta bulunarak, ezeli düşmanı olan Türkler’e karşı düşmanlığın hiç unutulmaması gerektiği ve intikam hırsı ile dolup benliklerini yitirmemeleri gerektiğinden bahsetmiştir.