roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ocak 2014 Pazar

Don Kişot, Miguel De Cervantes Saavedra

Don Kişot, Miguel De Cervantes Saavedra.
İnsanların, olayları oldukları gibi değil kendi istedikleri gibi kabul etmesi
 
İspanyanın Mancha ilinin bir köyünde fazla zengin olmayan, elli yaşlarında, yapısı sağlam, vücudu ince, yüzü zayıf Kişot adında soylu bir bey yaşar. Bu soylu bey sabahları erken kalkar, avdan çok hoşlanır ve boş kaldığı zamanlarda şövalye romanları okumaya bayılır. Bu işi öyle tutku ile yapar ki, öteki işlerinin çoğunu unutur. Gün geçtikçe; soylu bey kendini okumaya iyice kaptırır ve o kadar ileri gider ki, verimli topraklarının bir kısmını satıp şövalye romanları alarak, gece gündüz hiç durmadan okumaya başlar. Zihni kavgalarla, meydan okumalarla, aşklarla ve tutkularla dolar. Sonunda devletin iyiliği ve kendi kişisel ünü için zırhını giyer; bütün haksızlıkları gidermek ve ölümsüz bir ün kazanmak maksadıyla; dünyayı dolaşıp gezginci şövalye olmaktan başka bir şey yapamayacağına inanır.

    Şövalyelik için ilk işi dedesinden kalma zırhı temizlemek olur; diğer eksikleri ise kartonla tamamlar. Sonra ahıra gidip atını gözden geçirir; ona bir ad bulabilmek için tam dört gün düşündükten sonra “Rosscinante” adını verir. Atına isim bulduktan sonra sıra kendisine gelmiştir. Kendisine isim bulabilmek için ise sekiz gün düşünür; sonunda “Don Kişot” adını bulur. Kişiliğini tamamladıktan sonra sıra aşık olacak bir kadın aramaya gelir. Kendisine, habersiz olarak aşık olduğu genç ve güzel bir köylü kızı olan “Aldonzo Laranzo”yu seçer ve ona “Dulcinea de Tosobo” adını verir.
    Don Kişot, kafasındaki tatlı fikirleri gerçekleştirmek için gecenin ikisinde yatağından kalkar, zırhını giyinir, silahını kuşanır ve daha sonra ahıra gidip atını eğerler. Şatosundan süratle uzaklaşır ve yol kenarındaki bir hana girer. Don Kişot orada hancının önüne diz çöker ve “Sayın Dere Beyi Vali” diyerek kendisini şövalye ilan edip zırhını ona giydirmesi için yalvarır. Hancı şövalye olabilmesi için onu hanın arkasına götürür ve burada sabaha kadar nöbet tutmasını söyler. Sabah olduğunda hancı elindeki hesap defterini açarak “orenus orenus” der; ve kılıcı asilzadenin beline kuşatır. Hancı, “lütfen ayağa kalkınız şövalye” der ve tören biter.
    Don Kişot handan uzaklaşırken şövalye olması nedeniyle, sevinçten uçmaktadır. Bundan sonra, kendisine bir seyis lazım olduğunu düşünür ve “Panza” adındaki küçük bir çiftlikte oturan bir delikanlı aklına gelir. Bu maksatla ormanda ilerlerken, Don Kişot karşıdan atlarının üzerinde bezirganların geldiğini görür ve onlara sövüp saymaya başlar. Bunun üzerine bezirganlardan iyice bir dayak yer ve ayağa kalkamaz hale gelir. Don Kişot’un komşusu Aldonzo onu yolda bulur ve evine götürür. Yeğenleri onun bu halini merak edince; onlara “devlerle savaştığını ve onları kaçırdığını” anlatır. Ertesi sabah Don Kişot’un derin uyuduğu sırada arkadaşları olan papaz ile berber şatoya gelirler. Hizmetçiden kitap odasının anahtarını alarak kitapları yakarlar. Kitap odasının duvarını da ördürerek kapatırlar. Donkişot’un uyandıktan sonra ilk işi kitap odasına yönelmek olur; fakat odasının kapısını yerinde görmeyince çok şaşırır. Hizmetçisi ve yeğenini çağırıp kitap odasının nerede olduğunu sorar. Yeğeni tüm kitapları şeytanın götürdüğünü ve giderken de kapıyı bu hale getirdiğini söyler; bu söylenenleri hizmetçisi de destekler.
    Don Kişot iyileştikten sonra sık sık Sonca Panza’nın evine gider ve ona şövalyelik mesleğinin şan ve şerefinden bahsederek kandırmaya çalışır. Nihayet; ona savaş sırasında kazandığı topraklardan bir kısmını vereceğini söyler ve onu ikna eder. İyice iyileştikten sonra da Sonca Panza’nın yanına gider ve ayrılacakları günü ve saati belirlerler. İki dost kararlaştırdıkları gün ve saatte yola çıkarlar; dağlar tepeler aşarlar ve ilerde bir yel değirmeni görürler. Don Kişot “işte devler, nasıl da hain ve acımasızca kılıçlarını çekmiş bakıyorlar” der; Sonca “aman efendimiz karşımızda gördüğünüz devler değil sadece yel değirmeni” dese de; Don Kişot “sus ben devler dediysem devlerdir” der ve yel değirmenlerine saldırır. Yel değirmeni, Don Kişot’u çevirir ve yere çarpar; ikinci hamlede de aynısı olur. Sonca koşarak efendisinin yanına gelir; sonra değirmenciye değirmenleri durdurtur. Efendisini yara bere içerisinde ayağa kaldırır, birkaç gün sonra Don Kişot iyileşir ve tekrar yola koyulurlar. Yorulup mola verdiklerinde; oradan geçen serseri grubu zavallı Sanco’nun zayıf eşeği ile Don Kişot’un asil atı ile uğraşmaya başlarlar. Don Kişot yine tehditler ve meydan okumalarla haydutların üzerine yürür; bu sefer de haydutlardan dayak yerler. Bu halde bir hana giderler. Hanın sahibi, hancının karısı, üç ayak boyunda minicik Avustralyalı bir hizmetçi ve hancının kızı Don Kişot’u bir muşamba içine sararlar ve yaralarını tedavi ederler.
    Bir müddet handa kalırlar. Hancının masraflarını nasıl karşılayacakları sorusun üzerine; Don Kişot “bir şövalye asla kaldığı bir handa para ödemez” der ve handan çıkar. Hancı bunun üzerine Sonca’yı sıkıştırarak ondan para ister. Kargaşayı duyan hanın yakınındaki çalışanlar hancının yanına gelir ve yere bir battaniye sererek Sanco’yu içine koyar daha sonra da havaya atarlar. Sanco’nun feryatlarını duyan Don Kişot uzaklaştığı şatoya geri döner ve dostu Sanco Panza’yı onların elinden alarak çıkar giderler.
    Ertesi gün kahramanlarımız yeni bir maceraya atılırlar. Sanco Panza ve Don Kişot yürürken karşıdan atlılar ve boyunları zincirli kişilerin geldiklerini görürler. Don Kişot mahkumlara yönelerek suçlarını sorar; birincisinin suçu aşık olmaktır, ikincisinin suçu şarkı söylemektir, üçüncüsünün suçu para kesesi çalmaktır, dördüncüsünün suçu borcunu ödememektir, beşincisinin suçu ise diğerlerinin suçunun toplamından daha fazladır. Don Kişot tüm mahkumların serbest bırakılmasını ister; muhafızlardan biri bunun kralın emri olduğunu ve yapamayacaklarını söyler. Don Kişot muhafızın üzerine atlar ve savaş başlar. Tüm mahkumlar zincirlerini kırarak muhafızlara saldırırlar. Don Kişot kavganın ardından, mahkumlardan, onlar için yaptıklarını gidip Dulcine’ye anlatmalarını ister. Bu konuda fazla ısrar etmesi üzerine, mahkumlar dayanamayıp Don Kişot ve Sonca’yı taşlar ve oradan kaçarlar.
    Sonca Panza burada fazla durmak istemez; muhafızların Santa Hermondad polisi ile beraber geri geleceklerine şüphe yoktur. Bu nedenle; efendisine, bir an evvel buradan gitmelerini rica eder. Uzunca dil dökmeden sonra Don Kişot’u buradan gitmeye razı eder ve yola çıkarlar. Yolda giderken; Don Kişot’un aklına, sevgilisi için bir dağda bir çok delik açan “Amadis De Gavlez” gelir ve Dulcine’ye olan aşkını bu şekilde kanıtlayacağına inanır. Bunun üzerine; Sierra Morena ormanına çekilir ve çile çıkarmaya başlar. Dulcine De Tosobo’ya bir mektup yazarak, Sonca’nın bu mektubu ona götürmesini ve onun için yaptıklarını bir bir anlatmasını ister.
    Sonca efendisinin atı ile kısa sürede şehre gider; şehirde berber ve papaz ile karşılaşır. Berber ve papaz ona Don Kişot’un nerede olduğunu sorarlar; Sonca “bunu söylemem hayatıma mal olur” der. Papazın kızması ve ısrarı üzerine; “efendi Sierra Morena dağında çile çekiyor” der. Panza ile berber Don Kişot’un yazdığı mektubu tekrar tekrar okurlar ve uzun uzun düşündükten sonra bir çözüm yolu bulurlar. Bir kız bularak Don Kişot’u bu davranışlarından vazgeçirmeye karar verirler. Papaz akrabası olan bir kızı bulur; berber de kılık değiştirir ve yola çıkarlar. Ormana geldiklerinde Sonca önden giderek Don Kişot’a geldiklerini haber verir. Daha sonra kız (Prenses Micamica), Don Kişot’un yanına gelerek ondan yüzünü güldürüp üzüntüsünü gidermek için yardım ister; bunun için bir devi öldürmesi gerektiğini söyler. Ertesi gün papaz, berber, prenses, Sonca ve Don Kişot yola çıkarlar. Akşama doğru bir hana gelirler.
    Don Kişot’u eve götürmek isteyen papaz ve berber oturup bir plan yaparlar. Plan gereği bir at arabası kiralayıp üzerine de kafes yaparlar. Hayalet kılığına girerek Don Kişot’un odasına girerler ve onu yatağa bağlarlar. Don Kişot uyanınca ona şan ve şöhretinin artması için yardım ettiklerini söylerler. Daha sonra Don Kişot’u kafese koyar ve köyüne getirirler. Papaz ve berber, tekrar gitmemesi için önlem alarak şatoyu göz hapsinde tutarlar.
    Bir sabah yine Sanco efendisinin ziyaretine gittiğinde onu odanın içinde gezinirken bulur. Don Kişot iyice dinlenmiş ve kendine gelmiştir. Sanco ona ne zaman yola çıkacaklarına sorar. “Dostlarım papaz ve berber şatoyu göz hapsinde tutuyorlar bu biraz zor olacak” der. Sanco: “Ben sizin eşyalarınızı parça parça dışarıya çıkarır ve bayırın altındaki koruluğa koyarım” der. Bu planı Don Kişot da beğenmiştir. Birkaç güne kadar Don Kişot tüm eşyalarını dışarıya çıkarttırır. Don Kişot yeğenine atını gezdirmesi için Sanco’ya vermesini ister. Sanco atı da alarak koruluğa götürür. O gece Don Kişot herkes uyuduktan sonra şatodan ayrılır. Sanco ile birlikte Tosobo köyünün yolunu tutarlar.
    Don Kişot’un tekrar şatodan ayrıldığını öğrenen papaz ile berber onu tekrar getirebilmek için yeni bir plan yaparlar. Berber şövalye kılığına papaz ise seyis kılığına girerek onun bulunduğu ormana giderler. Karşılaştıklarında; Don Kişot şövalye kılığındaki berberin Dulcine için söylediği sözlere tahammül edemez ve savaşmaya başlarlar. Bir mızrak darbesiyle yere düşürdüğü şövalyenin kaskını açıp yüzüne baktığında dehşete düşer; bu kişi dostu berberdir. Ancak; Don Kişot, bunun büyücü Fleston’un bir oyunu olduğunu düşünür ve onu öldürmez. Ona “ölene kadar Dulcine De Tosobo’nun esiri olduğunu ve her gittiği yerde onun kahramanlıklarından bahsederse canını bağışlayacağını” söyler. Ardından Don Kişot ile seyisi Sanco hiç vakit kaybetmeden yeni maceralara atılmak için Saragoza’nın yolunu tutarlar.
    İlerlerken karşılarına bir araba çıkar. Don Kişot arabanın önüne çıkarak “dur” emrini verir. Don Kişot arabanın sahibine sorular yöneltir; adam arabanın içinde iki kafes olduğunu ve kafesin içinde de iki aslan olduğunu söyler. Don Kişot ona emir vererek kafesin kapılarını açtırır. Aslan karşısında elinde kılıcı ve keskin bakışlarıyla durmaktadır. Aslan sağa sola baktıktan sonra kafesin dibine döner. Don Kişot aslanın ondan korktuğu için savaşmadığını düşünür ve sevinir. Don Kişot, bundan sonra unvanını “Aslanlar Şövalyesi” olarak değiştirir.
    Don Kişot ve Sanco tekrar yola çıkarlar. İki gün sonra karşıdan dört kişinin geldiğini görürler. Bunların ikisi bayağı köylü ikisi ise öğrencidir. Don Kişot onlara yaklaşır ve nereye gittiklerini sorar. Öğrenciler bir düğüne gittiklerini söylerler. Düğün, yörenin en zengin çiftçisine aittir. Kızın adı Quteria, adamın ki ise Camacho’dur. Biraz ayak üstü sohbet ettikten sonra köyün yolunu tutarlar. Hava kararmıştır; fakat düğün yeri meşalerle gündüz gibi aydınlatılmıştır. Don Kişot ve Sanco biraz ileri gidip geceyi büyük bir tarlada geçirirler. Sabah olduğunda düğün yerine gelirler. Herkes şaşkın bir halde onlara bakmakta ve gelenlerin kim olduğunu birbirlerine sormaktadır. Quiteria ve Gamacho gelirken öğrencilerin Don Kişot’a bahsettiği Quiteria’ya deliler gibi aşık olan Basilio, konvoyun önüne geçer ve düğün alanını büyük bir sessizlik kaplar. Basilio bir hancer cıkararak göğsüne saplar ve yere yığılır. Bir ara Basilio gözlerini aralar ve konuşur. Don Kişot onun daha fazla ızdırap çekmeyip ölmesi için Olisio’yla manevi olarak evlendirilmesini önerir. Papaz da bu öneriyi kabul ederek onları evlendirir ve birden bire Basilio ayağa kalkar. Herkes şaşırmıştır. Bu oyulmuş bir tavuk göğsünden başka bir şey değildir. Bu bir savaş hilesidir; Gamacho’nun adamlarının üzerlerine yürümesi ile Don Kişot onlara tehditler savurur. Gamacho ve adamları korkup geri çekilirler. Basililo ise Don Kişot ve Sanco’yu evine davet eder. Don Kişot ve seyisi, Basilio’nun evinde birkaç gün misafir kaldıktan sonra bir sabah izin alarak yola koyulurlar.
    Kahramanlarımız yollarına devam ederler. Bundan sonra da başlarından bir çok macera geçer. Daha sonra Don Kişot yemyeşil bir ovada ava çıkmış güzel bir kadına rastlar. Bu kadının Düşeş olduğunu sonradan öğrenirler. Düşeş ile eşi Dük, maceracılarımızı şatolarına kabul ederler. Dük bir ada sahibidir ve adası için bir vali aramaktadır. Don Kişot da silahşörüne bir ada valiliği vaat ettiğinden Sanco’yu o adaya vali ilan ederler. Fakat Sanco valilik işini en fazla bir hafta sürdürebilir; tabii bu sırada Düşeş ile Dük kahramanlarımıza bir çok oyunlar oynarlar.
    Günlerden bir gün Don Kişot ile silahşörü tekrar maceralarına atılmak için yola çıkarlar. Yine her zaman olduğu gibi gidecekleri yolun yönünü Rossinante’ye bırakırlar. İki gün boyunca hiçbir macera yaşamazlar fakat üçüncü gün bir kasabaya gelirler. Kasaba San Jan karnavalini kutlamaktadır. Herkes garip kıyafetler giydiğinden kimse Don Kişot ile Sanco’ yu yadırgamaz. Hemen kahramanlarımızı aralarına alırlar ve dans ederler. Tam o sırada atına binmiş bir şövalye eğlenceyi bölerek Don Kişot’a yine kendi sevgilisinin Dulcine’den güzel olduğunu itiraf etmek için onu savaşa zorlar. Fakat Don Kişot’un bilmediği şey, bu şövalyenin yine Karrasko (berber) olduğudur. Karrasko, eğer yenecek olursa, kahramanımız evine çekilip bir süreliğine silah almayacak ve şövalyelikten vazgeçecektir. Don Kişot kabul eder ve savaşı kaybeder. Don Kişot, şövalyelik kanunlarına tamamıyla uyar ve hemen köyüne döner.
    Ondan sonra Don Kişot’un sağlığı kötüye gider. Yaptığı deliliklerden pişmanlık duyar. Gün geçtikçe daha fenalaşır. Sonunda hayata gözlerini yumar.

Bir Fikir Adamının Romanı Ziya Gökalp, Emin Erişirgil

1914’te Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na girdiği dönemde Almanya ekonomi bakımından olduğu gibi fikir bakımından da devlet üzerinde etkili olmaktaydı. Bu dönemde eğitimin ıslahı için Almanya’dan getirilecek profesörlerle üniversitelere takviye yapılmasına karar verilmişti. Ancak bu karara tıp ve hukuk camiasından şiddetli itiraz geldiği için daha ziyade bu takviyenin fen ve edebiyat alanlarında yapılmasına karar verilmişti. Aslında bu kararın nedeni fen ve edebiyat fakültelerinde alanının uzmanı, sözünü dinletebilen hocaların olmaması idi.
İşte bu dönemden bir yıl kadar sonra İstanbul yatılı liselerinden birinin müdürü olan 24 yaşında bir genç Edebiyat Fakültesi Felsefe Doçentliğine atanmıştı. Her Perşembe günü adet olduğu üzere O da diğer Öğretim Üyeleri gibi çay sohbeti için profesörler meclis odasına gitti. Kitabın yazarı M.Emin Erişirgil olan bu genç doçentin yanına kısa bir süre sonra İstanbul Üniversitesindeki ilk sosyoloji profesörü olan Ziya Gökalp geldi ve uzunca bir süre kendisiyle sohbet etti. Yazarın Ziya Gökalp ile ilk tanışması bu şekilde olmuştur.
Bir gazetede memurun oğlu olan Mehmet Ziya (daha sonra Gökalp) Diyarbakır'da doğmuştur. Derslerinde çok ön plana çıkmayan Ziya Gökalp aslında okuma ve öğrenme konusunda ileri seviyede bir kabiliyete sahipti. O zamanlarda babasının “Batı ve Doğu bilim adamlarının eserlerini okumak ve karşılaştırmak” sözleri Ziya Gökalp’i çok etkilemiş, o dönemden sonra bu nasihati kendine tam anlamıyla benimsemiştir.
Gençliğinde idadi’nin son sınıfındayken geçirdiği fikir bunalımı sonucu intihara teşebbüs etmiş, ancak kurşun alnının kemiğine saplanmış ve şans eseri hayatta kalmıştır. Bu olaydan bir yıl sonra İstanbul'a giderek Baytar Mektebine kaydını yaptırmıştır. Daha önce Jön Türklerin fikirlerinden etkilenen Gökalp, 1985 yılında İstanbul'da gizli bir örgüt olan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin üyesi olmuştur. 1900'de tutuklanarak 10 ay hapis yattıktan sonra şartlı tahliye edilerek Diyarbakır’a gönderilmiştir. Burada amcasının kızıyla evlenmiştir.
1908’de meşrutiyetin ilanında Diyarbakır’da İttihat ve Terakki adına Allah’ın kelamının ve Peygamberinin meşrutiyeti emrettiğini anlatmaya başlamış, 31 Mart vaka’sında Hareket Ordusu İstanbul’a girdikten bir süre sonra artık İstanbul’a gitmeye karar vermiştir. İstanbul’a geldikten sonra da İttihat ve Terakki’nin İstanbul Merkezi’nde çalışmalarına devam etmiştir. Daha sonra tekrar Diyarbakır’a dönmüştür. Buradayken İttihat ve Terakki’nin Selanik’teki toplantısına katılmış ve aşağıdaki hususları not almıştır;

1.    Gençlere ferdi ve milli ahlak telkin etmek,
2.    Bilhassa fikri kıymet taşıyan gençlere istidatlarına göre iş bulmak,
3.    Gençleri devlet adamı, öğretmen, İttihat ve Terakki'nin ilkelerini yayan misyoner olarak yetiştirmek,
4.    Fikir mabedi olan kulüplere özellikle İttihat ve Terakki kulübüne devama teşvik etmek,
5.    Gençleri Avrupa'dan gelen türlü zararlı fikirlerden korumak,
6.    Zeki gençleri, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin parasıyla Avrupa'ya gönderip öğrenim yaptırmak ve sonra onları İttihat ve Terakki kulüplerinin başına geçirmek,
7.    Alim olacak kabiliyette olanlar için memleket konularını tetkik vasıtalarını sağlamak ve bunları Maarif Nezaretine tanıttırmak ve öğretmen, profesör vb. olarak vazife görmelerini kolaylaştırmak.

Bu fikirlerini hayata geçirmek üzere İttihat ve Terakki’nin Umum Merkezi Azası olarak Balkan Savaşı patlak verene dek Selanik’te kalmıştır. Sonrasında İstanbul’a gelmiştir. Bir süre kenar mahallelerde oturduktan sonra Büyükada’ya taşınmıştır.

Divan edebiyatı ve aruz vezni zevkinden kendini kurtaramadığı için bir gün Yahya Kemal’e:
Harabîsin, Harabati değilsin,
Gözün mazidedir, âti değilsin.
demiş, Yahya Kemal ise kendisine şu meşhur cevabı vermiştir:
Ne harabî, ne harabatiyim,
Kökü mazide olan âtiyim.
İstanbul Üniversitesinde doçent olarak görev yaptığı bu dönemde “Yeni Hayat” adlı mecmuayı akademisyen arkadaşlarıyla beraber maddi katkıda bulunarak çıkartmışlardır.
İttihat ve Terakki’nin kamuoyu desteği azalıyordu. Ancak bu dönemde Ziya Gökalp İttihat ve Terakki’nin çağdaşlaşma fikirlerine öncülük etmiş, çeşitli ortamlarda bunun savunuculuğunu yapmıştır. O dönemde Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın ortaya çıkmasının ardından aradaki fikir ayrılığını ortaya koyarak ve 14 Aralık 1911’de kaleme aldığı genelgeyle İttihat ve Terakki’nin ideolojisini ortaya koyma yolunda ilk adımı da atmıştır. Aslında İttihat ve Terakki’nin belli bir lideri yok ama liderleri vardı. Ziya Gökalp ise İttihat ve Terakki içindeki akımlardan birinin başında görünüyordu. O’nu sevmeyenler ise daha ziyade Avrupa hayranlarıydı.
Ziya Gökalp 1917’de İttihat ve Terakki’nin kongresinde bir rapor sunmuş, Şeyhülislam ve Evkaf Nazırını kabineden atmak gerektiği konusunda Talat Paşa ile mutabakata varmışlardır. Bu kongre esnasında kendisine muhalif olanlar bile fikirlerinde orjinallik olduğunu ifade etmişlerdir.
Birinci Dünya Savaşının 1918’de Mondros Mütarekesi ile sona ermesinin ardından fikirlerinden dolayı tutuklanarak Bekirağa bölüğüne, oradan da Malta’ya sürgün edilmiştir.
1921'de sürgünden döndükten sonra ailesiyle tekrar bir araya gelmiş ve bu sefer Mustafa Kemal taraftarı olarak Diyarbakır'a gitmiştir. Burada milli liderlere yol göstermek amacıyla sosyolojik makale serileri yazdığı “Küçük Mecmua”nın sorumlu müdürü olmuştur.
Kurtuluş Savaşı zaferle bittikten sonra Maarif Vekili kendisine Telif ve Tercüme Encümeni Başkanlığı teklif edilmiş, bu teklif üzerine Ankara’ya gelmiştir.
1923’te Diyarbakır’dan milletvekili seçilmiş ve Anayasa’nın hazırlanması çalışmalarına katılmıştır. Anayasanın laikliğe ait maddesi Ziya Gökalp’in kaleminden çıkmıştır.
Türk Medeni Tarihi’ni yazmaya başladıktan kısa bir süre sonra 24 Ekim 1924’te hayata gözlerini kapamıştır.

9 Ocak 2014 Perşembe

Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar

Beş Şehir, Ahmet Hamdi TANPINAR, Dergah Yayınları, İstanbul, 2005
Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul şehirlerinin  yazarın gözü ile anlatılması.

Babalar ve Oğullar, Ivan Turgenyev

Yazar romanında, Rusya’da yaşayan, Avrupa’da üniversite okuyan bir gencin ve  beraberindeki arkadaşının başından geçen olayları anlatmaktadır.  Romanın kahramanları;
           Yevgeniyev Vasilyiç BAZAROV, Tam bir nihilisttir. Her şeyi yok sayar, her kuralı ve töreleri inkar eder. Kadınlara, kadın güzelliğine çok düşkündür; ama, ideal anlamda aşık yada onun romantiklik diye adlandırdığı aşk duygusunun maskaralık, bağışlanmaz bir aptallık sayan bir kişiliğe sahiptir. Çünkü ne sanata, ne de romantikliğe ilgi duymaz. Sadece bilme ilgi duyar.
            Anna Seryevra ODİNSTOVA, Güzel bir bayandır. Olgun bir yapıya sahiptir. Bu olgunluğu, Bazarov’un ona tutulmasına sebep veren en önemli faktörlerden biridir. Bazarov’dan hoşlanmakla birlikte bu ilişkinin ilerlemeyeceğini bilmektedir. Yaşlı prenses ve kız kardeşi Katya ile yaşamaktadır.
            Katya Seryevra ODİNSTOVA, ablasının gölgesi altında ezilmiş; fakat, onun kültüründen ve olgunluğundan kendine pay çıkarmış birisidir.
            Arkadiy PETROVİÇ, Bazarov’un arkadaşı ve Nikolay Petroviç’in tıp bölümünü yeni bitiren oğludur. Bazarov’la her konuda konuşan ve Bazarov’un Pavel Petroviç ile girdiği tartışmalarda bir sübap görevi yapan bir kahramandır.
            Pavel PETROVİÇ, Orduda yüzbaşılığa kadar görev yapmış, ancak bir bayana aşık olması ve onun peşinden Avrupa’ya gitmesi nedeniyle istifa etmiş bir subay emeklisidir. Daha sonra bu kadından ayrılmıştır. Sınıf ayrılıkları ve törelere inanan kendini soylu sayan, bir zamanlar ileride Rusya’da yönetimine geçebilecek biri olarak bakılırken bir anda kendini kardeşinin yanında; çiftlikte ömrünü geçirirken bulmuş biridir.
            Nikolay PETROVİÇ; Emekli bir general ve bir Rus soylusudur. Kendisi okul yıllarında tanıştığı bir bayanla evlenmiş ve ondan Arkadiy adlı oğlu dünyaya gelmiştir. Ancak, kısa bir süre sonra eşini kaybetmiş ve Maryino isimli köye yerleşmiştir. Çiftlik yönetmekle uğraşan , her şeyi oğlu için yapan bir kahramandır. Feniçka ile evlenmekten çekinen fakat abisinin ve oğlunun desteğini aldıktan sonra o da törelerin zamanla değiştiğine inanarak onunla evlenen böylelikle kitapta yazarın betimlemek istediği kahramandır.
            Feniçka, Nikolay Petroviç’inev işlerini görmesi için çağırdığı bir hizmetçinin kızı olup çekingen, utangaç bir yapıya sahiptir.
           Olaylar 20 Mayıs 1859 tarihinde Nikolay Petroviç’in, üniversiteyi Avrupa’da bitirerek eve dönen oğlu Arkadiy ve davetini kırmayarak kabul eden arkadaşı Bazarovla karşılamasıyla başlar.
        Babası Nikolay Petroviç’in, burada soylu olmayan Feniçka isminde bir bayandan bir oğlu daha olmuş ancak, onunla henüz evlenmemiştir. Bu durumdan oğlu Arkadiy’in haberi yoktur. Tek kardeşi olan Pavel, eşinden ayrılmış ve kardeşinin evine yerleşmiştir.
        Arkadiy okuldan arkadaşı, Bazarov, bir takım düşünceleri olan, herkesten farklı bir kişilikte, hiçbir otoriteyi kabul etmeyen, hiçbir şeye inanmayan nihilist bir düşünceye sahiptir. Arkadiy arkadaşına bağlıdır ve onun dediklerine inanarak kendini ona benzetmeye çalışır.     Bir süre köyde kalırlar. Bu esnada evde yaşayanlarla daha yakından tanışırlar. Arkadiy üvey annesinin ve üvey kardeşinin olduğunu öğrenir. Bu durumu tepkiyle karşılamaz. Arkadiy’in babası ve amcası, Bazarov’un nihilist, hazır cevap ve kendine göre bir felsefesinin olduğunu anladıkça onu pek fazla sevmezler. Özellikle Pavel onunla çok hararetli tartışmalara girişir ve ondan nefret eder. Bazarov tıp okumaktadır ve canlıları incelemektedir. Köyde hergün yürüyüşe çıkmakta ve bulduğu canlıları eve götürerek mikroskopla onları incelemektedir.
        Bir gün Bazarov, tanıdıkları bürokratın şehre gelerek belediye başkanını teftiş edeceğini ve kendilerini şehre davet ettiğini öğrenir ve Arkadiy’e kendilerinin oraya gitmelerini teklif eder, sonra da kendisinin ailesinin yanına gitmesi gerektiğini belirtir. İki arkadaş yola çıkarlar ve şehre giderler, orada arkadaşları ile görüşürler. Arkadaşları bir bayan tanıdığını, onun yanına gidip bir şeyler yemeyi ve içmeyi teklif eder ve Kukşina isimli bayanın evine giderler. Kukşina Anna Odintsova isimli bir bayan arkadaşından bahseder ve tanıştırır. Arkadiy ve Bazarov  Kukşina’nın arkadaşı Anna’ya hayran kalırlar. Anna da Bazarov’un nihilist ve hiçbir şeyi kabul etmeyen olgun bir kişi olduğunu görünce onunla daha yakından tanışmak ister ve köydeki evine davet eder. İkisi de daveti kabul ederler ve ertesi gün onun evine giderler. Oradaki düzeni ve Anna’nın evin hanımı olarak otoritesini beğenirler. Bu arada Anna’nın kız kardeşi Katya ile tanışırlar. Katya da ablası gibi güzel ve alımlı bir bayandır. İki genç Katya’yı beğenirler ancak Anna’ya aşık olurlar.. Bazarov ile Anna birbirlerine yakınlaşırlar, Arkadiy ise istemeden de olsa Katya ile vakit geçirir. Bazarov, Anna’ya aşkını ilan eder ancak istediği olumlu cevabı alamaz. Bu arada Bazarov’un ailesi eve gelmesi için ona haber gönderir, o da eve döner. Arkadiy de Bazarov’un evine beraber gitmeye karar verir. Bazarov’un babası da emekli bir doktordur ve Arkadiy’in general olan dedesinin birliğinde görev yapmıştır. İki arkadaş köyde bir süre kalır ve canları sıkılmaya başlayınca Arkadiy’in köyüne dönerler.
        Arkadiy’in köylerine döndüklerinde Bazarov tekrar canlılarla ilgili çalışmalarına devam eder. Ancak Arkadiy Anna’yı unutamamaktadır ve onun yanına gitmeye karar verir.  Bu arada Bazarov köyde çalışmalarına devam ederken Feniçka’dan hoşlanmaya başlar ve onunla her fırsatta konuşur ve ilgilenir. Bir gün bahçede onula karşılaşır ve onu öper. Bu durumu Pavel görmüştür. Ancak bu bayandan kendisi de hoşlandığı için bu durumu gururuna yediremez ve Bazarov’a düello teklif eder. Ancak nedenini açıklamaz. Bazarov durumu anlar ve düelloyu kabul eder. Düelloyu gizli yaparlar ve Bazarov Pavel’i bacağından yaralar. Yine kendisi tedavisini yapar ancak burada daha fazla kalamayacağını anlar ve O da Anna’nın evine doğru yola koyulur. Burada Arkadiy’e köyde olanları detaylarına girmeden anlatır. Arkadiy olanlara üzülür ancak burada kalmaya devam ederler. Yine Bazarov’la Anna, Arkadiy’le de Katya beraber  gezerler. Bir zaman sonra Arkadiy Katya’yı Anna’dan ister. Anna duruma  üzülür, çünkü  Arkadiy’in kendisini sevdiğini düşünmektedir, ancak durumu kabul eder. Bazarov da ikisinin evlenmesini onaylar. Aslında Bazarov evlilik ve romantizme inanmamaktadır, Arkadiy’i daha çocuk  olarak görmektedir. Ancak burada kendisi de yavaş yavaş duygusallaşmakta ve Anna’ya olan ilgisini göstermektedir. Ancak Anna’nın kendisine acımasını gururuna yediremez, oradan ayrılmak ister ve evine doğru yola çıkar.
        Bazarov evine döner ve babasıyla beraber köyde hastalanan insanlarla ilgilenmektedirler. Bir gün tifodan ölen bir köylünün otopsisine katılır. Otopsi esnasında neşterle kendi parmağını keser ve tifo mikrobunu kapar. Babası durumu öğrendiğinde artık çok geç kalınmıştır ve hemen doktor çağırır. Bazarov babasından Anna’ya selam göndermesini ister. Babası durumu Anna’ya bildirir, kadın bir Alman doktorla derhal Bazarov’un yanına gelir. Ancak Alman doktor gencin kurtulamayacağını, artık çok geç olduğunu ve birkaç gün ömrü kaldığını bildirir. Bazarov Anna’nın kucağında vefat eder.
        Bazarov’un vefatından sora Arkadiy’le Katya, Nikolay Petroviçle de Feniçka evlenirler. Baba oğul Kirsanovlar Mariyino’da yerleşirler, Arkadiy çalışkan ve başarılı bir çiftçi olur. Nikolay Petroviç toprak reformu komisyonuna üye olur. Katya’nın bir oğlu olur ve adını Koyla koyarlar. Pavel sağlığı ve işleri için Moskova’ya gider. Anna, ileride devlet adamı olacak güzel konuşan bir hukukçu ile evlenir.

Ankara, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun "Ankara" adlı romanı, Cumhuriyetin ilk yıllarının farklı karakterlerin dünyasından anlatılıyor. İlk baskısı 1934’de yayınlanan roman üç bölümden oluşuyor; birinci bölümde Milli Mücadele ruhunu özlemle ve övgüyle anlatan yazar, ikinci bölümde Cumhuriyetin ilk yıllarının ardından bu Milli Mücadele ruhunun yitirilmesini eleştiriyor, kendi deyimiyle bir karikatür yapıyor. Son bölümde ise yazar, Cumhuriyetin yirminci yılında gerçekleşmesini hayal ettiği Türkiye düşünü anlatıyor.
Roman kahramanları Selma Hanım ve Neşet Sabit'tir. Nazif Bey ve Hakkı Bey'ler de romanın diğer kişileridir. Selma Hanım, İstanbul'dan Ankara'ya gelen idealist bir inkılâpçıdır. Önce Nazif Bey'le evlenir. Bankacı Nazif Bey'de istediğini bulamaz. Bu, Nazif Bey'in şahsında, aynı zamanda bürokrasinin de kokuşmuşluğunu simgeler. Hakkı Bey binbaşıdır. Sivil bir bürokratta aradığını bulamayan Selma Hanım, asker Hakkı Bey'le evlenir; fakat o daha büyük bir hayal kırıklığına uğratır Selma Hanım'ı. Daha sonra idealist bir gazeteci olan Neşet Sabit'le hayatını birleştirir.
Millî Mücadele yıllarında hiçbir çıkar gözetmeksizin yurtları için çalışan bazı subayların ve politikacıların, zaferden sonra “sermaye çevreleriyle ilişkileri” ya da “arsa spekülasyonu”, “taahhüt işi” gibi girişimlerle zenginleşmeleri, “inkılap”a boş vermelerini, romanın kadın kahramanı Selma’nın yaşamı izlenerek Millî Mücadele inancının ateşli dönemleri ve sonrası anlatılmaktadır.
Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri'nin "Ankara" adlı romanı, üç ayrı dönemi ve bu dönemlerin Ankara hayatını yansıtması yönüyle ilginç ve okunmaya değer bir eserdir. Romanın baş kahramanı Selma Hanımın hayatı, evlilikleri ve insanî ilişkileri ile birlikte Ankara'nın üç dönemi canlı tasvir ve olaylarla verilir.
Bu dönemler:
1. Millî Mücadele'den önceki Ankara (Savaş zenginlerinin, yolsuzlukların ve arayışların belirdiği Ankara).
2. Millî Mücadele'deki Ankara (Millî silkinişin ve yeniden toparlanan, zaferi kazanan Ankara).
3. Millî Mücadele'den sonraki Ankara (Savaş sıkıntılarının geride kaldığı, modernleşen ve bir o kadar da özünden kopup sosyeteleşen Ankara).
Selma Hanım, İstanbul'daki bir bankada muamelât şefi olarak görev yapan kocası Ahmet Nazif Bey ile birlikte Ankara'ya gitme hazırlıkları yapar. Önce deniz yolu ile İnebolu'ya; oradan da kara yolu ile (İnebolu - Kastamonu - Çankırı güzergâhı = İstiklâl Yolu) Ankara'ya gelirler. Onların Ankara'ya gelmek istemelerindeki en büyük amaç; bir kurtuluş ümidi aramalarıdır. Çünkü, İstanbul yabancı devlet askerleri tarafından işgal altındadır ve Türklere her türlü işkence ve zulüm yapılmaktadır. Onlara göre; Ankara'da başlatılan Millî Mücadele, dolayısıyla Ankara adı, bir kurtuluş umududur. 
Yıl 1921... İşgal altındaki İstanbul’da Ankara’nın adı bir kaçış ve kurtuluş parolası olarak fısıldanıyor, her fısıldanışta gözlerde bir umut ışığı parlatıyordu. Kadın ya da erkek Ankara’ya gidenlerin diğer insanların gözünde önemi bir anda artıyor adeta kutsallaşıyorlardı. Bütün şehirlerde Ankara’dan gelecek haberler heyecanla ve merakla bekleniyor, Ankara’da olup biten her şey gazetelerin baş sayfalarını süslüyordu.
Selma Hanım ve Nazif Bey, Ankara'ya gelişlerinde Tacettin Mahallesi'ndeki küçük bir eve yerleşirler. Yerleştikleri evin sahibi Ömer Efendi ve ailesi Ankara'nın seçkin kimselerindendir. Bu seçkinlik, soydan ziyade para ve mala dayanmaktadır. Ömer Efendi ve ailesi Birinci Dünya Savaşı'ndan yararlanmayı bilen savaş zenginlerindendir. Birinci Dünya Savaşı döneminde bu tür zenginlerin birdenbire ortaya çıkması olağan olduğu için halk, Ömer Efendiyi ve ailesinin bu türedi zenginliğini yadırgamaz.
"Zira Büyük Kavga'da cephe gerisini tutanlardan birçoklarının, yalnız Ankara'da değil, memleketin her bucağında böyle hiç yoktan servet ve samana konuverişleri en tabiî hadiselerden biri hâlini almıştır."
Nazif Bey, bir gün eski arkadaşlarından Murat Bey’le karşılaşır. Murat Bey, Büyük Millet Meclisi'nde mebustur ve Etlik'teki bağ evinde oturur. Murat Bey; Nazif Bey ve karısı Selma Hanımı Etlik'teki bu bağ evine davet eder. Ankara'nın monoton havasından sıkılan Selma Hanım, kocasını razı eder ve Murat Bey'in Etlik'teki bağ evine gidilir. Murat Beyin evinde bir başka misafir daha vardır. Binbaşı Hakkı Bey... Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin gururlu, milliyetçi ve vatanperver düşünceleri karşısında büyülenir. Sonraki günlerde ve haftalarda Bnb. Hakkı Bey ve Selma Hanım at gezintilerine çıkarlar. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın Bnb. Hakkı Bey’le yaptığı bu at gezintilerine sesini çıkarmaz, doğal karşılar. 1921 Ankara’sında bir kadının eşiyle birlikte bile olsa bu kadar çok gezmesi, Çankaya, Keçiören gibi semtlerde dolaşması, ata binmesi hiç alışılmamış şeylerdir.  Fakat, ev sahibi Ömer Efendi; Selma Hanım, kocası Nazif Bey ve Bnb. Hakkı Bey’in tutum ve davranışlarını hoş karşılamaz; onları "yabanlar" olarak nitelendirir. Nazif Bey, Ömer Efendi’nin kendileri için kullandığı "yabanlar" kelimesini, "yabancılar" olarak yorumlar. Ömer Efendi, bu kişilerin hareketlerini onaylamamasına rağmen sesini çıkarmaz. Çünkü, neticede Nazif Bey, bankada çalışmakta ve biri mebus, diğeri binbaşı olan iki önemli dostu bulunmaktadır. Ne de olsa bu makamlarda bulunan kimselere ihtiyacının olacağını düşünür ve beğenmese de onlarla iyi geçinmenin menfaati icabı olduğuna kanaat getirir.
Bir başka gün Selma Hanım; kocası Nazif Bey, kocasının arkadaşı Murat Bey ve ailesinin, Bnb. Hakkı Bey’in de birlikte bulunduğu bir sohbet toplantısında Neşet Sabit adında İstanbul'dan yeni gelmiş bir yazarla tanışır. Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden etkilendiği gibi, Neşet Sabit Beyden ve konuşmasından çok etkilenir. Neşet Sabit'in Selma Hanım üzerinde bıraktığı bu etki, sonraki zamanlarda da kendini gösterir.
Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin yaptırdığı atış denemelerinde başarılı olur. Bu başarısından cesaret alan Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden kendisinin cephe ya da cepheye yakın yerlerde görevlendirilmesini talep eder. Bu talep karşısında Bnb. Hakkı Bey, aracı olur ve onun Eskişehir'deki bir askerî hastanede görev almasını sağlar. Selma Hanımın hastanede göreve başlamasından bir hafta sonra Yunanlılar taarruza geçer. Bu durumda Ankara'ya geri döner. Ankara halkı, ümitsiz biçimde şehri boşaltma faaliyetlerine girişir. Selma Hanım ise, Yunanlıların Ankara'ya gelemeyeceği konusunda kesin inançlıdır. Çünkü, hastanede görev yaptığı kısa süre içinde yaralı askerlerin bir an önce cephedeki arkadaşlarının yanına dönme isteklerini unutamamıştır. Bu inancını, tanıdığı herkese söylemeye ve halka moral vermeye gayret eder. Kocası Nazif Beyin tüm ısrarlarına rağmen Ankara'yı terk etmez ve Cebeci hastanesindeki görevinin başından ayrılmaz. Ona göre, Ankara; vatanın kalbinin attığı kutsal bir şehirdir. Millî uyanış ve zafer; ancak Ankara'daki mücadeleye bağlıdır. Bu nedenle, Ankara terk edilmemelidir. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın kendisini dinlememesi karşısında ondan ayrılır.
Nihayet, Selma Hanımın beklentileri meyvesini verir. Yaklaşık bir ay sonra, Sakarya kıyılarından zafer haberi geldiğinde Ankara’da gösterişsiz bir sevinç yaşanır.  Bu zaferin arkasından ise, Büyük Meydan Muharebesi ile Türk milleti Yunanlılara ağır darbeler vurur ve nihayet Yunanlıların elindeki güzel İzmir, geri alınır. Türk milleti kesin zaferi elde eder. Bnb. Hakkı Bey de "Miralay" rütbesi ile Ankara'ya döner. Selma Hanım, önceden de çok takdir ettiği Miralay Hakkı Bey ile evlenir. Bu arada Nazif Bey, Selma Hanımdan boşandıktan sonra kötü bir hayata sahip olur; tanınmaz ve silik özellikler çizer.
"Selma Hanım, Nazif'in kendisini bıraktıktan sonra, ne kadar bedbaht olduğunu da biliyordu... Yumuşak, pembe, sessiz ve uslu Nazif; kuru, sinirli, sert ve haşin bir insan olmuştu. Kendini tamamıyla içkiye verdiğini söylüyorlardı."
 Romanın ikinci bölümünde Cumhuriyetin ilk yıllarının Ankara’sını görüyoruz. Aradan üç yıl geçtikten sonra Yenişehir’de yeni bir evde karşımıza çıkan Selma Hanım iki yıldan beri Emekli Miralay Hakkı Bey’in haremidir. Selma Hanım’ın bütün hoşnutsuzluğuna rağmen Miralay Hakkı Bey, emekli olur ve bir şirkette meclis idare reisliği görevini alır.
 Hiçbir çıkar gözetmeksizin vatan için mücadele eden, pek çok kişi için milli mücadele ruhunun simgesi olan bu emekli subay artık taahhüt işleriyle uğraşmaktadır.
  Sonraki zamanlarda ise, Nazif Bey gibi o da Selma Hanım’ın gözünden düşer. O artık, cepheden yeni döndüğü zamanlardaki Selma Hanım’ın gözündeki "ilah" değildir. Giyinişini, yaşayışını ve Selma Hanıma olan tavırlarını çok değiştirir. Ayrıca, lüks yaşamaya merak sarar. Miralay Hakkı Bey’deki bu tür değişiklikler, Ankara'da yaşayan diğer insanların da pek çoğunda görülür.
"Nazif, ne kadar eski Nazif değilse, Miralay Hakkı Bey de o kadar eski Hakkı Bey değildir. Selma Hanım’ın, bu Hakkı Bey’e, ikide bir 'Nerede o tunç rengin? Nerede o çelik gövden? Nerede o sert ağzın? O koyu kumral bıyıkların?' diye soracağı geliyor."
Batılılaşmayı yanlış algılayan insanlar, alafranga hayat tarzını kendine ölçü almaya başlar. Ankara'da yaşayanların önemli bir bölümü; Gazi Hazretleri'nin inkılâplarını yanlış yorumlar; çağdaş yaşamanın balolarda, gece eğlencelerinde ve çaylarda boy göstererek eğlenmek olduğunu düşünür. Özellikle, dönemin bürokrat ve aydınlarının bir bölümü birbirleriyle gösteriş yarışına girerler. Hakkı Bey de, Avrupa'yı gören ve Avrupalılarla sıkı ticarî ilişkilerde bulunan biri olarak bu gösteriş yarışının içinde yerini alır.

"Hakkı Bey:
- A hanım, diyordu. Bir defa , ben Avrupa'da bulunmuş bir adamım. (Harb-i Umumî'de bir kere Almanya'ya gitmişti.) Sonra da Avrupa adap ve muaşeretine dair ne kadar kitap görürsem alıp okuyorum. Artık, benim yaptığımın doğruluğundan şüphe edilir mi?"
Hatta, sade bir aile hayatı olan Murat Bey bile, bu olumsuz ortam içinde gülünç duruma düşmekten kendini kurtaramaz ve bilinçsiz faaliyetleri ve tavırlarıyla Selma Hanımı şaşırtır. Murat Bey, mebusluğu bırakır ve safahat âlemi içinde özünü kaybeder. Murat Beyin arabasından, çay ve yemek davetlerinden azamî derecede yararlanan insanlar, gerçekte onun samimî dostları değildir.
Ankara Palas’ın açıldığı yıl yılbaşı baloları ayrı bir heyecan yaratır. Ankara Palas’ın büyük salonlarında çeşitli eğlenceler planlanmaktadır. Hazırlıklar aylar öncesinden başlar, İstanbul terzilerine siparişler verilir, Beyoğlu’nun büyük mağazalarında kalmayan mallar Avrupa’ya sipariş edilir. Balo günü geldiğinde Ankara Palas’ın önünde heyecanlı bir hareketlilik yaşanıyordu. Şık otomobilleriyle baloya gelenler otelin kapısında birikmiş olan meraklı halk kümelerini zorlukla açarak içeri girebiliyorlardı. Bütün bu olanları bir film şeridi gibi izleyen yerli ve köylülerin oluşturduğu kalabalık için ise, balo denilen şey Ankara Palas’ın önünde başlıyor ve bitiyordu. Onlar içerideki dünyada olup bitenleri merak etmekle ve kendi aralarında tahminler yürütmekle yetiniyorlardı. İçerideki dünyada ise, davetliler dans  ediyorlar, birbirlerinin üst baş ve davranışlarını inceliyorlar ve memleket meseleleri üzerine derin sohbetlere dalıyorlardı.
Selma Hanım, yılbaşı eğlencelerinin düzenlendiği yeni açılan Ankara Palas Oteli'nde önceden tanıştığı ve etkisinden kurtulamadığı Neşet Sabit Bey’le tekrar karşılaşır. Neşet Sabit Bey; Ankara'da bir evde tek başına yaşamasına rağmen, İstanbul'daki bir gazetenin yazarlığını ve muhabirliğini yapar. Ayrıca, tercüme işleriyle uğraşır. Neşet Sabit Bey de, Selma Hanım gibi Ankara sosyetesinin bilinçsiz hayat tarzından rahatsızdır. İki eski dost, duygu ve düşüncelerini birbirlerine aktarırlar. O günden sonra birlikte gittikleri tüm balo ve davetlerde Selma Hanım ile Neşet Sabit Beyin sohbet konusu Ankara halkı üzerindeki değişme ve Batılılaşma kavramının yanlış anlaşılmasıdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara, yalnız insanlarıyla ve hayat tarzı ile değil, mimari ve evlerin iç dekorasyonu ile de Avrupaî tarza uygun olarak değişiklik gösterir. Gerek Selma Hanım, gerekse Neşet Sabit Bey; Batılılaşmanın bir eğlence tarzı olmadığı; bilimsel gelişme, değişme ve işletme gücü olduğunda hemfikirdirler. Bu düşünceler; Selma Hanımı Hakkı Beyden iyice uzaklaştırır. Ayrıca, Hakkı Beyin yabancı bir kadınla olan flörtü ve Selma Hanım’ın kendi hayatını kurmak istemesi, onları boşanmaya kadar götürür. Selma Hanım ikinci kocası Miralay Hakkı Beyden ayrılır.
Neşet Sabit Beyin yardımıyla Selma Hanım öğretmen olur. Cumhuriyet'in kuruluşunun onuncu yıl kutlama törenlerinde Gazi Hazretleri'nin konuşmasını Selma Hanım, yeni kocası Neşet Sabit Beyle birlikte büyük bir coşkunlukla dinler. Artık, Atatürk'ün oluşturduğu inkılâplar, halk tarafından özümsenir; Ankara'nın çehresi ve bütün Türkiye'nin hayat tarzı da olumlu bir değişme sürecine girer. Ankara'nın bu değişen çehresine ayak uyduramayan, kendi menfaatlerini, ülkenin menfaatlerinden önde gören, yanlış Batılılaşan sosyete grup, Ankara'yı terk eder ve Avrupa'ya yerleşirler. Murat Bey ve ailesi de bunlardan biridir. Selma Hanım, Murat Bey ve ailesine acır ve onların Avrupa'da barınamayacağını düşünür.
Selma Hanım ve üçüncü kocası Neşet Sabit Bey, Kaledibi'nin Cebeci'ye bakan yamacında bir apartman dairesinde yaşar. Selma Hanım, öğretmenliğine devam ederken Neşet Sabit Bey de roman yazarlığı ile meşgul olur. Ayrıca, Neşet Sabit Beyin yazdığı "Kaltabanlar" adlı komedi eseri, Devlet Tiyatrosu'nun açılış töreninde sahnelenecektir. Neşet Sabit Bey, bu büyük güne hazırlanmanın telaşı ile faaliyetlerine hız verir. Nihayet, oyunun sahneye konacağı gün gelir. Tiyatro oyununu izlemeye gelenler arasında Atatürk de bulunmaktadır. Oyun, çok başarılı bir şekilde sahnede sergilenir. Atatürk, Neşet Sabit Bey’i yanına çağırtır ve onu tebrik eder. Oyunun sahnede sergilenmesinden sonra oyunda görev alan ekip ile birlikte sabaha kadar eğlenen Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, yorgun bir şekilde evlerine dönerler.
Selma Hanım, Neşet Sabit Bey’i çok sevmesine rağmen, onun başka kadınlarla olan ilişkisinden şüphelenir. Özellikle, oyunda rol alan Yıldız Hanım adlı genç bir kızla olan yakınlığını kıskanır. Ancak, Yıldız Hanımın sporcu bir gençle evlenmesi ile bu şüphelerinden kurtulur.
Romanın üçüncü ve son bölümünde ise, 1937 yılından başlayarak yazarın hayalini kurduğu Ankara portresi sergilenmektedir.
 Son sistem limuzinlerle bir arada geçen kağnı kafileleri, yığın yığın kok kömürü taşıyan Berliez kamyonları yanında, sırtlarında birer tutam odunla dolaşan eşeklerin manzarası kadar, hep birlikte çıkardıkları sesler de tam kaos yaratıyordu.
 Ankara’da kalabalık sokakların sayısı çoğalmıştı. Gerçi Jansen planına göre açılan ana cadde, henüz, Avrupa metropollerindeki “boulevard” veya “avenue”ler gibi işlek ve canlı görünmekten uzaktı ama, ana caddeye doğru inen sokaklarda eski tenhalıktan eser kalmamıştı. Kale içindeki esnaf, tüccar ve zanaat sahipleri buradaki modern dükkan ve mağazalara yerleşirler.
 "Ankara, bütün manasıyla bir Orfe masalını yaşamaya başlamıştı ve bu masalın kahramanının, saçlarındaki güneş, gözlerindeki gök parıltısıyla daima taze, daima coşkun bir ezeli gençlik kaynağı gibi yeşil Çankaya tepesinde çağladığı ve onun varlığından bir seyyalenin daima aşağıya doğru aktığı hissolunuyordu."
Bilimsel çalışmalarla oluşturulan gelişim haritasına göre Orta Anadolu ziraatı tamamen bırakmış hayvancılık merkezi olmuştu. Büyük devlet çiftliklerinin geniş otlakları cinsi ıslah edilmiş ve üretilmiş eski Ankara keçileriyle, iklime uydurulmuş Merinos koyunlarıyla doluydu. İç Anadolu’nun kumaş ve şayak fabrikalarına yün buralardan temin ediliyordu. Ayrıca, yine İç Anadolu’nun yağ, peynir ve et sanayisi zanaatı için bu çiftlikler de inek ve sığır da yetiştiriliyordu.
 Selma Hanım, hayal kurmaktadır. 1943 yılında yapılacak Cumhuriyetin 20’nci yıl dönümü kutlamaları arasında kendini hissetmeye başlar. Hayalleri içinde, bir gün evine döndüğünde kendine gelen bir mektuptan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun yirminci yıldönümü için yapılacak kutlamaların düzenleme komitesine seçildiğini öğrenir. Bu mektupla, yaşlandığının farkına varır. Cumhuriyet kurulalı yirmi yıl olmuştur.
Cumhuriyetin yirminci yıl kutlamaları da, onuncu yıl kutlamalarında olduğu gibi büyük bir coşku yapılır. Binlerce insan, bir sel gibi Çankaya'ya akar, halk tek vücut olur. Kutlamalara katılan Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, ilerleyen yaşlarının verdiği zayıflıkla yorgun düşer ve evlerine dönerler. Uzaktan işitilen şenlik seslerinin eşliğinde ve içtikleri ıhlamur sayesinde yorgunluklarını atmaya çalışırlar. (Cumhuriyetin 20. yıl kutlamalarını anlatan bölüm içindeki ifadeler, Selma Hanımın hayalleriyle ilgilidir.)

Allah’ın Süngüleri-Reis Paşa, Attila İlhan

Attila İLHAN’ın  1920 ve 1921 yıllarının İstanbul’unu, Anadolu’sunu anlattığı Allah’ın Süngüleri adlı romanı belirli bir tarih altyapısına sahip olunarak okunduğu takdir de anlam kazanmaktadır. Ülkenin karşı karşıya kaldığı yurt içi ve yurt dışından kaynaklanan sıkıntılar, buhranlar romanın alt yapısını oluşturmuştur. Tarih kitaplarından aşina olunan İsmet İNÖNÜ, Mareşal Fevzi ÇAKMAK, Halide Edip ADIVAR, Yunus NADİ, Çerkes ETHEM gibi şahsiyetler ve onlarla alakalı o yıllara ait hadiseler özenle seçilmiştir.
Romanın geneline bakıldığında yazarın anlaşılmama kaygısı yaşamadan eski Türkçe kelimeleri seçmiş olması dikkate değer bulunmaktadır. Aslında o dönemi anlatmak için yapılması gerekende budur. Olayların eski kelimeler kullanılarak anlatılması, mistik bir hava kazandırmıştır.
Öncelikle kitabın adının niçin Allah’ın Süngüleri olduğunu ifade etmekte yarar vardır. Mustafa Kemal, ülkenin işgalini en son haçlı seferi olarak nitelendirmektedir. Anadolu’yu da İslam’ın son kalesi olarak değerlendirmektedir. Yazar bir anlamda Haçlılara karşı Allah’ın Süngülerinin mücadelesi olarak düşünmüştür.
Roman, İstanbul’un işgali ile başlayan dönemi anlatılıyor. İstanbul’un işgali oldukça dramatize edilmiştir. Toplar şehre çevrili kruvazörler, hedef gözetmeksizin acımasızca ateş eden taretler, dehşete düşmüş halkın, kadın çocuk, genç ihtiyar kaçışmaları akıcı bir şekilde anlatılmıştır. Konuya ilişkin kitaptan  bir bölüm:
“Kalın ve karanlık bir pus, dersaadeti kaplamıştı.Şehrin soğuk ışıkları, yer yer, bu dağınık su tozu dalgınlığında belirip kayboluyor:16 Mart 1336 (1920) sabaha karşı, Boğaziçi’nde Dolmabahçe’den Beykoz’a Müttefik Donanmasının o bunaltıcı dretnot kruvazör, muhrip ve destroyer kalabalığı. İngiliz Amiral Gemisi bunların arasında arduvaz grisi bir heyulâ güvertesindeki yerinden gemilere ışıkla işaret veren Bahriyeli muhabere neferi. Öteki İngiliz gemilerinden yanıp sönen cevap işaretleri zor fark ediliyor. Havada duman kokusu , siren sesi motor uğultuları.
Muhtelif zırhlılardan ayrılmış donanma çatanaları Bahriye silahendazları ve Hindu Gurkha’larla yüklü olarak Dolmabahçe, Sirkeci, Galata, Rıhtımlarına yol alıyorlar. Savaş gemileri de askerleri taşıyan çatanalarda yoğun sis ve serin sabah alacasında korkulu bir rüyanın müphem hayalleri âdeta görünmüyor; varla yok arası, sadece hissediliyor.
Desaadet. Beykoz. ”Ahval-i hâzıra dolayısıyla“, Şirket-i Hayriye vapurlarının işlemeyişi; iskele çevresinde müteheyyiç ve mütecessis bir kalabalığın birikmesine neden olmuş; kalıplı kalıpsız, fesler; birisi âbani iki sarık: eflatun ipek çarşafı içinde gözlüğü altın çerçeveli, “saraylı” Hanım; kulaktan kulağa, aynı fısıltı: “- ... İngiliz, şehri işgale tevessül etmiş: bir hayli şehit ve mecruh .....”
Namluları kıyıya çevrilmiş İngiliz kruvazörü birden ateşe başladı bütün taretleri ile salvo ateşi! Önce ne olduğu, niçin olduğu anlaşılmacaktır; ahali dehşete düşmüş, sağa sola kaçışır; kadın ve çocuk çığlıkları, dualar! Hedef yüksekçe bir tepedeki, büyükçe bir bina: Beykoz Eytam (yetimler) Yurdu. Sabah sislerinden, henüz tam arınamamış; camlarında buğu, pancurlarında çiğ pırıltıları, evlerin az uzağında, yalnız ve münzevi mermiler sağına soluna düştükçe; ufukta yankılanan infilâkları çıtırtılı ateşin ve duman sarmalının, dehşetini çoğaltmaktadır.”
İşgal kuvvetleri ile teşriki mesai içinde çalışan Damat Ferit hükümeti ve padişah yanlısı basının içinde bulunduğu ihanet çemberi yalın bir dille romanda yer almıştır. Bu çemberi tamamlayan bir diğer önemli halka ise, azınlıkların diz boyu hainlikleridir. Kitapta İstanbul  öyle tasvir edilmiş ki; Türk olarak o dönemde orada yaşasaydınız azınlık psikolojisine girmekten kendinizi alamazdınız. Dükkanlarda İngiliz ve Yunan bayrakları, sosyetenin akıl almaz vurdum duymazlığı ve bu insanlarla Anadolu’daki halk arasındaki kopukluğa dikkat çekilmiştir.
Dönemin yürekli vatanperver aydınları ise, her nevi tehlikeyi göze tabiri yerindeyse kelle koltukta olarak  Mustafa Kemal’in etrafında toplanmışlar. Halide Edip’in Adnan Beyin (ADIVAR) ve Yunus Nadi’nin Ankara’ya doğru meşakkatli yolculuğu dudak ısırtacak şekilde ifade edilmiştir. Kitaptan bir Bölüm:
“ Öndekilerin durduğunu görünce Miralay Kâzım Bey , atını sürüp gruptan ayrılarak Halide Edip’e ve Arslan Kaptan’a yaklaştı; ayazın yaladığı yüzü âdeta, donmuş zor konuşuyor;
“-- .... Kaymakam Hüsrev Bey’le, Dr. Adnan Bey, “yorulduk” diyorlar; ” bir adım daha atamazlarmış!...” ötekilerde bunlara uyarsa ?... “ Sustu endişeyle ekledi: “--... Halbuki bu gece muhakkak Adapazarı’na varmalıyız!...”
Arslan Kaptan da böyle düşünmüştü; Hâlide Hanım’ın yüzüne sorguyla bakarak :” ... doğrusu budur!...” dedi.
Miralay Kâzım Bey biraz merak biraz endişe Hâlide Edip Hanım’a dönüyor: ”--... Hanımefendi siz nedersiniz?....”
Halide Edip Hanım atına yol vermişti bile, tipinin anaforları içinde kaybolurken, azimli ve kararlı, kesip attı: :”--... yola devam etmeliyiz!....”
Kitapta Atatürk’ün bazı tespitleri dikkat çekicidir. Mesela, İttihatçılık ile ilgili şöyle diyor “.... nankör olmayalım! İttihatçılık bir ocaktır; yetişmemizde dahli var, bu... bu gayr-i kâbil-i inkar bir hakikat!... Ne var ki, onlar Garplılaşmak temâyülündeydi, biz medeniyetçi olacağız....Onlar komitacıydı biz inkılâpçıyız.... Onlar Osmanlılaşma taraftarıydı biz milliyetçiyiz” İşte Atatürk’ün batılılaşma anlayışı…
 Kerameti meclisten mi bekleyeceğiz diyenlere Mustafa Kemal “ ... evet  ben kerameti Meclisden bekleyenlerdenim, bir devre yetiştik ki, meşruiyet esastır, bu da ancak milli kararlara istinat etmekle mümkün olabilir” diyerek demokratik kişiliğini ortaya koymaktadır.
Kendisi ve Kuvay-ı Milliye aleyhine fetvalar çıkararak “din” kartını oynayan Ferit Paşa’ya karşı Mustafa Kemal, aynı kozu “İslamın son kalesi de elden çıkmak üzeredir” diyerek daha etkili bir şekilde kullanmıştır. Yunanlılar tarafından içinde “Halife-i ruy-i zemin Padişah Efendi’nin devlete isyan edenlerin idama mahkum edildiğinin yazıldığı beyannamelerin uçaklar dolusu olarak göklerden boşaltılması da, başka bir “Bilgi Destek Harekatı” uygulaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, uçaklardan boşaltılanlar; birde yerdeki hainlerin azınlıklar ile kolkola dağıttıkları beyannameler unutmamak gerekir. Fevzi Paşa’nın ifadesi ile “asıl amaç Kuvay-i milliye karşısına fetva kuvveti olan kuvay-i inzibatiyeyi çıkararak, bir tek İngiliz askerinin burnu bile kanamadan kendi insanımızı birbirine kırdırmak”. 11 Nisan 1336 (1920) da yazılmış olan “Fetva-yı Şerife :
“.... İslam şehirlerinde, bazı kötü adamlar birleşip anlaşarak ve kendilerine bir baş seçerek halkı kandırıp buyruksuzca asker toplamaya başvurup; zâhiren askerin ihtiyacı için, hakikatte ise ceplerini doldurma hevesiyle, haraç ve vergiler koyup türlü tazyik ve eziyetle, halkın mal ve eşyalarını ellerinden aldıkları; böylece Tanrı kullarına kötülük ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bâzı şehir ve kasabalara saldırıp, onları yerle bir ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bazı şehir ve kasabalara saldırıp, onları onları yerle bir ettikleri ve devletine bağlı nice yurttaşları öldürdükleri, usûlünce tayin olunmuş, bâzı asker ve sivil memurları vazifelerinden affedip, yerlerine kendi adamlarını getirdikleri, hükümet buyrklarının yerine getirilmesine engel oldukları, pâyitahtı ülkeden ayırıp halifenin gücünü azaltmak istedikleri, böylece hainlikte bulundukları;devletin nizamını ve şehirlerin asayişini bozmak için yalanlarla halkı kandırdıkları, açığa çıkıp gerçekleşen elebaşılarla, bunların adamları, devlete başkaldırmış kimseler olup haklarında çıkarılan pâdişah buyruğundan sonra da kötülüklerinde ısrar eder ve onları devam ettirirlerse, onların kötülüklerinden memleketi temizlemek ve tebaayı kurtarmak için öldürülmeleri gerekirmi?
Şehülislam: Gerekir.
Bu sebeple memlekette savaşa ve dövüşe gücü yeten müslümanların Halife Mehmet Vahdettin’in çevresinde toplanıp yapılacak davetlere verilecek emre uyarak sözü edilenlerle savaşmaları gerekir mi ?
Şeyhüliislam: Gerekir.
Halife tarafından asilerle savaştırılmak istenen askerler savaştan kaçarlarsa; dünyada şiddetli cezayı ve öldüklerinden sonra eziyete müstehak olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.
Halifenin askeri olupta ayaklananları öldürenler gâzi ve asilerce öldürülenler şehit olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.
Asilerle savaşılması için verilen padişah buyruğuna uymayan müslümanlar suç işlemiş bulunur ve cezaya müstehak olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.”
Yazarın o dönemin İstanbul tespitleride  ilginç: “ Costantinople” neresinden bakılırsa bakılsın Kâhire ile “ kâbil-i kıyas “ bir yer sayılamaz. Burası bir “metropol” minarelerine rağmen sanki batılı bir şehir; hele Müttefiklerin yönetimine intikalinden” sonra büsbütün böyle! “ Parisiana’nın”  Paris’deki bir gece kulubünden farkı nedir? Ya da Gülistan Satvet’in “Mondaine” bir Fransız “mademoiselle” inden farkı ?
Atatürk, Moskova’nın desteğini alabilmek maksadıyla temas kurma ihtiyacı hissetmekte fakat bu temas için resmi bir sıfatı bulunmamaktadır. TBMM’nin kendisini reis seçmesiyle bu da hallolmuş olur. İngiliz emperyalizmine karşı mazlum İslam devletlerinin desteğini ve Bolşeviklerin desteğini kullanmak ister. Fakat Bolşeviklerin yeni başlayan mücadelenin başarısından emin olmayan moskova aranın desteği verme de biraz çekingen ve tutuk davranır. Kitapta, Bolşeviklerin parasal yardım ve askeri malzeme desteğine karşılık Azerbaycan hükümetinin Bolşevik devletler grubuna sokulmasının taahhüt edilmesi  konusu araştırılması gereken bir konu olarak öne çıkmaktadır. Yazarın, Atatürk’ün Selanik yıllarında iken hatıra defterine  “ mutlaka socialiste olmalı...... maddeyi anlamalı “ şeklinde yazdığını iddia etmesi de ayrı bir inceleme konusudur.

 Yazar Çerkez Ethem’in özellikle Düzce-Hendek-Adapazarı, Yenihan-Yozgat-Boğazlıyan, Konya’da Delibaş Mehmet isyanını bastırmadaki başarılarını anlatıyor. Bu dönemde Çerkes Ethem alenen Ankara’yı faaliyetsizlikle ve kifayetsizlikle  suçluyor. Kitaptan bir bölüm:
“Söylediklerinin üzerine basarak İsmet Bey (İNÖNÜ) diyorduki:
“-- ... ne kadar acı, ne kadar jahredici olsa da aramızda hakikatleri itiraf etmemiz, bence en doğrusu olacaktır: Maatteessüf, Yozgat ve havalisindeki asileri tedîbe kâfi bir kuvvetimiz kalmamıştır; hadise vahim ve endişeyi mucip görünüyor; şu var ki Kuvay-i Seyyare gibi, maneviyatı son derece yüksek bir kuvvet için....”
Ethem Bey dik ve kendinden Emin sözünü kesti; yüksek sesle fakat, kimsenin yüzüne bakmadan konuşuyordu:
“ --... bu bir itiraf, kabul! Fakat geç kalmış bir itiraf! Heyeti temsiliye bir senedir, ne iş yaptı ? Niçin merkezinizi takviye etmediniz. Tebliğ-i resmi neşretmekle konferanslar tertiibiiyle, bu işleri halletmek mümkünmüdür?..”
“ Sustu, şikayetçi bir sesle ilave etti: “--... nihayet biz düşmanı bırakıp geride sizin işlerinizle uğraşmaktayız...”
Tevfik Bey, dudaklarında yanlış bir gülümseme, “ başını tasvip makamında” sallayarak Fevzi Paşanın gözlerinde cevap arıyor, paşanın cevabı alçak sesle aynı kelimelerin tekrarından ibaret: “--.... evet efendim! “ Yaptığı  sert çıkıştan Ethem Bey, galiba rahatsız olmuştu: Sigara yakmaya davranırken, daha düşük bir sesle dedi ki:
“--... affınıza mağruren, söyledim, serzenişten maksadım gafletlerinizin devamına mani olmaktır, daha Düzce’de bulunduğum sırada sarahatle ifade etmiştim ki....”
 Ethem Yozgat isyanından sonra “Mustafa Kemal’i meclisin önünde asmalı” diyor. Ethem’in ağabeyi Reşit Bey, kardeşine göre biraz daha hırslı olarak göze çarpıyor.Reşit Beyin niyeti başarıları karşılığında kendisine Erkân-ı Harbiye Umum Reisliğinin verilmesi, bunu hakettiğini beyan ediyor. Ethem Garp Cephesinde İsmet Paşa’nın emri altında çalışmak istemiyor aralarında ciddi görüş ayrılıkları var, Ethemin başına buyruk hareket etmek istemesi önceki alışkanlıklarının doğal bir sonucu.  Ethem ile Mustafa Kemal arasındaki husumet sonraları git gide derinleşiyor ve bir ara Ethem suikaste dahi yelteniyor.  Kitaptan bir bölüm.
“ Reis Paşa’nın odasındaki “musâfaha” gittikçe daha sert bir “münâkaşa” ya    
dönüşmüştü Tevfik Rüştü Beyin ir gözleri, gözlük camlarının ardında sonuna kadar açık ikisininde ellerinin, silahlarına, ne kadar yakın durduğunu gördükçe içi titriyor, uzaklardan o mahcup gük gürültüleri; camlarda, iri çekirdekli yağmur ve tıpırtısı!...
    Ethem Bey iri ve kaba kol hareketleri ile düpedüz bağırarak diyordu ki:
    “-- ... İsmet Bey ile mizacımız uyuşmuyor; geçinemeyeceğimiz kat’iyyen anlaşılmıştır; onu, başımızdan alınız yerine daha münasip, daha mülayim bir kumandan tayin edilsin... her halükârda bize suhûlet gösterecek bir zat olmalı; bu takdirde eminin ki her şey düzelecektir...”
Bu romanda Halide Edip Hanım ile Yunus Nadi Bey önemli bir rol oynuyorlar. Halide Edip’in bir dönem Amerikan mandası taraftarlığı, daha sonra ise Mustafa Kemal ve milli mücadele taraftarlığı ortaya konmuş. Halide Edip Mücadelenin medya tarafı ile daha çok ilgili görünüyor. Yunus Nadi ise mecliste Tevfik Rüştü ile birlikte Mustafa Kemalin isteği ile Komünist Fırkasını kurarlar. Bolşevizm ile ilgili olarak Mustafa Kemal şunları söyler "Bolşevik olmak başkadır. Bolşevikler ile  teşrik - i mesai etmek başkadır. Biz ikinci yolu seçtik". Kitaptaki çarpıcı konulardan biri de düzenli ordunun kurulmasında Troçki’nin Kızılordusundan esinlenildiği savıdır.
O dönemde mecliste Bursa’nın işgali vekiller arasında ciddi galeyana sebep olmuş ve Mustafa Kemal aleyhtarları seslerinin iyiden iyiye yükseltme zemini yakalamışlardır. O bu noktada gerçekçi kişiliğini ortaya koyarak şunları söyler “....efendiler! Vaziyeti muhakeme ederken ve tedbir düşünürken ...acı da olsa ... hakikati görmekten bir an fariğ olmamak lazımdır... Kendimizi ve birbirimizi aldatmak için lüzum ve mecburiyet yoktur...Hey’eti Vekile bu tarihteki şeraite göre, seferberlik  yapabilmeyi acaba düşünebilirmiydi?..... Memleketin baştanbaşa halifenin fetvası hükmünde olduğu bir sırada..... milleti askere davet etmek, caiz ve mümkün görülebilirmiydi”.
 Kitapta Bursa’nın Yunan tarafından işgalinin faturası can ve mallarını selamette görmek isteyen “Burjuva” ya kesilmiş. Yunanlıyı Bursa eşrafının adeta davet ettiği yazılmıştır.
Dikkat çekici bir diğer konuda Çerkeslerin Anadolu’da muhtar bir devlet kurmasına yönelik iddiadır. Kitapta, İzmir’de bu amaca dair bir cemiyet kurduklarından bahsetmektedir.
Romanda Atatürk’ün yer yer Rumeli ağzı ile konuşmaları göze çarpmaktadır. Ayrıca, Atatürk’ün yurt dışı görevlerde tanıdığı yabancı bayanlarla ilişkileride yer almaktadır. Aşklarının arasında Fikriye Hanıma olan tutkusu hususiyet kazanmıştır.
Kitabın son bölümünde birinci İnönü muharabesi ve Çerkes Ethem’in ihaneti yer almaktadır. Mustafa Kemal İnönü zaferi için “kendisi küçük ganimeti büyük “ diye ifade etmektedir.

8 Ocak 2014 Çarşamba

Panaroma, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Romanın birinci bölümü Kurtuluş savaşı bitimi ile Atatürk’ün ölümüne kadar olan dönemi kapsamaktadır. İkinci bölümü ise Atatürk’ün ölümünden II nci Dünya Savaşı sonrasına kadar olan dönemdeki olayları, karakterleri ve düşünceleri kapsamaktadır.  Her iki dönemde, aydın kesim ile İnkılaba ayak uyduramayan bağnaz kesim arasındaki fikir çatışmaları, sade ve karamsar olmayan bir dille anlatılmaktadır.

Romanın birinci bölümünde yer alan karakterlerden ön plana çıkanların tasvirleri, Cumhuriyet sonrası Türkiye’nin fikirsel oluşumunun birer örneği olarak verilmiştir. Söz konusu karakterlerden en önemlileri, sırasıyla Kurtuluş Savaşının bitimini müteakip kurulan hükümetin Millet Vekillerinden biri olan Neşet SABİT’dir. Neşet SABİT nüfuzunu (uyanık diye geçinen ve kara para aklayan bir zat) kullanarak mal mülk sahibi olmuş politikacı  bir karakterdir.

Kişilik açısından farklılık yaratan bir başka zat ise Halil RAMİZ’dir. Kişilik olarak tamamen Neşet SABİT’in ters mizacındadır. Halil RAMİZ aydın bir kişiliğe sahiptir. Atatürk İnkılaplarını savunan, fakat bu inkılapların sağlam bir zemin üzerine oturmadığını inanan bir başka Milletvekili olarak anlatılmaktadır. Halil RAMİZ, Kemalizm inkılabının meydana koyduğu eserin azamet ve mehabetini taktirden vazgeçmeyen fakat bu eseri tepesi yerde, temelleri havada ve her an devrilmek tehlikesinde olduğunu düşünen bir kişiliği anlatmaktadır. Halil Ramiz “işte Yahuda bu; küçük ihtiraslar uğruna Mesih’i bir pula satacak olan bu” düşüncesiyle devrim için asıl tehlikenin kaynağını Neşet Sabit  karakterine yükleyerek kendi menfaati için her türlü şeyi yapabilecek sözde devrimcileri işaret etmektedir.

Panorama, özellikle bu iki şahsiyetin  bir belediye başkanlığı seçiminde, karşılıklı fikir çatışması ortamı yaratarak olayları nasıl saptırdıkları, bu olumsuz gelişmeler sonucunda, seçim sonuçlarının üzerinde şaibeler oluştuğu ve bu nedenle Ankara’nın olaya el koyması ve seçimleri yeniden yaptırması sürecindeki düşünce yapılarının nasıl birbirleriyle çatışma içerisinde olduğu anlatılmaya çalışılmıştır. Yazar bu olaylar çerçevesinde, kişilerin iki benlik taşıdığını vurgulamaya çalışır, kişilerin karakterlerindeki zaafların, yalnız kaldıklarında bir İnkılapçı, Mecliste ise uysal ve oynak birer politikacı yapısına döndüklerini karakter analizleri içerisinde anlatmaya çalışır.

Romanın ilerleyen bölümlerinde yazarımız halktan değişik karakterleri içeren kesitler sunmaya çalışmaktadır. Bu kahramanlardan en belirgini Tahinci Zade Hacı Efendidir. Bu karakter şapka inkılabından sonra tam on iki yıl evinden dışarı çıkmayan bir yobaz olarak irticayı  temsil etmektedir.

Yazar, zor şartlar altında kalan halkın hırsızlık gibi istenmeyen davranış  özellikleri gösterdiğini ifade etmek için sokak çocukları karakterlerini okuyucuya sunmuştur. Sokak çocukları, kimsesizliği, unutulmuşluğu ve yarınlarımızın sahipsizliğini gözler önüne sermektedir. Karakola düşen sokak çocuklarının karşılaştıkları davranışlar, Komiser Hamdi Bey karakteri ve düşünce yapısı ile, dönemin özellikleri içerisinde anlatılmaktadır. Komiser Hamdi Beyin sıra dışı aile yaşantısı yalın bir dille kaleme alınmıştır. Yazar Komiser HAmdi Bey gibi toplumda itibar sahibi bir karakterin özel yaşantısındaki çarpıklıkların onda çift kişilik oluşturduğunu, onun yaşantısındaki olumsuz olaylar ve olumsuz davranış özelliklerine karşı, çevresinde farklı tanınan birsi olarak yaşadığı kişilik çatışmaları anlatılmaktadır. Başında üç evlilik geçen Komiser Hamdi Bey üç karısını da evliliğinin daha ilk aylarında kaybetmiştir. Dördüncü karısı da yine yatağında ölü bulununca  Komiser Hamdi Bey bu dört kadının da gıdıklayarak katılmasına sebebiyet verdiği gerekçesiyle hapse mahkum edilmiştir.

Yine dönemin ileri gelen karakterlerinden biri olan Bankacı Servet Bey, nüfusunu kullanarak iyi bir mevkiye ve servete sahip olmuştur. Panoramada bu şahsiyetin aile yapısı üzerinde durulmaktadır. Sadece parayı düşünen baba karakteri Servet Bey çok vurdumduymaz bir insan olarak ne eşinin ne  oğlunun ne de kızının hayat tarzına önem vermeyen biri olarak anlatılmaktadır. Yemesi ,içmesi ve yaşantısıyla Amerikan artistlerinin kopyası Bankacı Servet Beyin kızı Sevim vatanı ve milletini  düşünmeden sadece günü birlik yaşayan bir karakteri canlandırarak Türk İnkılabıyla gerçekleştirilmek istenen değişimi sadece görüntüde  yakalamaya çalışan düşünmeden yaşayan vurdumduymaz özenti gençliği temsil etmektedir. Tıpkı Sevim gibi abisi Nedim de sorumsuz ve uçarı yaşam tarzıyla dikkati çekmektedir.Romanda özellikle Servet Beyin ailesinin geçirdiği olumsuz olaylar neticesinde (kızının tecavüze uğraması gibi), ailesinin Avrupa’ya gidişleri ve oradaki yaşantıları, aile dostlarının kanalıyla yurt dışına kaçırdığı paraların yönetimini nasıl gerçekleştirildiği ibret verici bir anlatımla dile getirilmektedir. Sorumsuz bir babanın yetiştirdiği iki genç ve yaşantıları ile yazar gençliğin karşılaşabileceği sorunları yalın ve etkileyici bir dille anlatmıştır.
      
Sevim ve Nedim karakterlerinin zıddı diğer önemli bir karakter ise, aydın kesimi temsil edenlerin başında gelen Fuat’dır. Fuat, önemli şahsiyetlerden biri olan Osman Nuri Beyin oğludur. Osman Nuri Bey, İnkılap sonrası işlerinin kötü gitmesi nedeniyle tüm servetini kaybetmiş ve sonrasında gelen olumsuz olaylar sonucu intihar etmiş gururlu, dürüst ve ailesini  önemseyip çocuklarına tüm zorluklara rağmen iyi bir tahsil imkanı vermeye çalışan bir baba karakteriyle karşımıza çıkmaktadır. Babasının intiharından sonra ailenin yükü istemeyerek Fuat’ın omuzlarına binmiştir. Her şeye rağmen yaşamın zorlukları ile mücadele etmesini öğrenen Fuat, üniversiteyi bitirerek gazeteci olmuştur. 

Aydın kemsi temsil eden diğer iki karakterden bir tanesi Diyarbakır Lisesi’nde edebiyat ve felsefe hocası olan Ahmet Nazmi olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer aydın karakter ise  İzmir Dış Ticaret Müdürü Cahit Halit’tir. Roman boyunca yazar bu iki aydın arasında geçen mektuplaşmalarla aydın kemsin inkılap için düşündüklerini anlatarak Kemalizm için bir tahlil yapmaya çalışmıştır.
   
Yazar Diyarbakır’daki Ahmet Nazmi’ni ağzından şu satırları yazmaktadır: “Yıllar yılıdır, geceli gündüzlü haykırıp durduğumuz  “inkılap” kelimesini daha “i” harfi bile buraya aksetmemiştir. Kabahat kimde? Bu halkta mı? Hayır, bin kere hayır; kabahat bir inkılabın plansız, teşkilatsız ve tekniksiz yapılabileceği hayaline kapılanlardadır. İki üç maddelik bir kanun,  valiye, polise, jandarmaya birer emir…Her şeyi olmuş bitmiş farz ediyoruz; bu kanunların, bu emirlerin –kafaların içi şöyle dursun- hatta dışını bile değiştiremediğini görmek istemiyoruz. Umumi müfettiş bey, -halkı Avrupai yaşayışa alıştırmak için- misafirlerini akşam yemeğine smokinle kabul ediyor; bizim lisenin müdürü ise, bütün gün mektebin içinde ökçesiz  terliklerle dolaşıyor; biri, yeni sosyal nizam kurmak, öbürü, öbürü, kafaları işlemek gibi iki çetin vazifeyi üzerine almış bulunan bu adamların her ikisi de bence, başka başka bakımlardan inkılap  metodumuzdaki aynı axiome hatasının kurbanıdır. Ne o, ne de bu bir şey yapmaya muvafık olacak; her ikisi de, ağır bir çarkı, boşlukta döndürüp duracak”.
    
Yine yazar inkılabın temelleri diye kurulan Halkevlerinin düştükleri feci hali  Ahmet
Nazmi’nin  ağzından şu satırlarla aktarmıştır: “Sana, bu satırları, içinde in cin top oynayan, Halkevi’nin çırılçıplak bir odasında yazıyorum. Bu çizgili kağıtla, içi hareli  zarfı biraz evvel aşağıdaki bakkaldan satın aldım. Kusura bakma. Bu kültür ocağında kitap falan şöyle dursun, hatta kağıt kalem bulmak  mümkün değil. Bahsettiğim geniş odanın ortasında bir büyük masa duruyor; bunun üstünde, İstanbul’dan, Ankara’dan gelmiş bir takım eski gazetelerle mecmualar hiç el değmeksizin kendi kendine yıpranıp solmaktadır. Tanrım, hepimize sabır ve selamet ihsan eyle!”
   
Ahmet Nazmi her ne kadar yadın kesimi temsil etse de içine düştüğü ümitsizlik girdabı onu bir hayli üzmektedir. Yazar Türk inkılabının korunup geliştirilmesinde aydın kesimin önemini  Cahit Halid’in mektup satırlarından okuyucuya çarpıcı bir dille aktarmaktadır: “Nice çetin zorluklarla, tıpkı bir harp meydanında gibi, savaşacaksın. Dişinle, tırnağınla didişeceksin. Bazen ölesiye yaralanacaksın. Fakat  bir an umutsuzluğa düşmeden, bir kere, “Uff!” demeden kavgana devam edeceksin. Yoksa, Türkiye’nin yüz elli yıldan beri dördüncü ve sonuncu olarak giriştiği bu kurtuluş ve kalkınış hamlesi de kendisiyle beraber tarihin uçurumuna yuvarlanıp gider. Dava senin ya da benim, Ali’nin, Veli’nin mutluluğu, rahatı, refahı değil; dava bir makus olaylar selinin durduruluşu , bir büyük eserin yaradılışı davasıdır. Sen ve ben bu dev işinin binlerce adsız ırgatları arasında yer alıp çalışmaya rıza gösterdiğimiz gün, bu memleketin selamet saati çalmış olacak.”  Burada aydın diye geçinip toplumda söz sahibi olarak büyük servet sahibi olan Servet Bey gibi karakterlere de bir gönderme yapan yazar yeni kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesini seven, düşünen ve kendi menfaatlerini ikinci plana atarak sadece ülkesi için çalışabilecek aydınlara olan ihtiyacı gözler önüne sermiştir.
   
Panoramanın ikinci bölümünde ise yazar, birinci bölümde anlatılan insan karakterlerine geri dönüş yapar ve onların 1940’lı yıllardaki yaşamlarından kesitler sunmaya çalışılır. Bu bölümün başlangıcında özellikle Atatürk’ün hastalığı ve ölümü dramatik bir söylemle anlatılır. Romandaki karakterlerin Atatürk’ün ölümü ile ilgili bakış açıları, özellikle bu olaya sevinen ve üzülen taraflar olarak, ölümden sonra insanların beklentilerinin neler olabileceği anlatılmaktadır. Atatürk’ün ölümünden sonra, Atatürk İnkılaplarının geleceği, başarısı ve ülke üzerindeki etkilerinin neler olabileceği, halk arasında oluşan olumlu ve olumsuz beklentiler, fikir ayrılıkları üzerinde durulur.
   
Yazar ulu önder Atatürk’ün cenaze törenini sade ve çok dokunaklı bir dille gözler önüne sermiştir. “Bu tören her türlü tahayyül ve tasavvurun üstünde bir şeydi. Bizim basın karalamacıları ve acemi mikrofon çığırtkanları şöyle dursun – belki Flaubert çapında bir kalem ustası bile sanırım- o hali , o manzarayı bütün heybetiyle tasvire erip yetişemezdi.”  Bu satırlarla yazar, toplumdaki her kesimden –Tahinci Zade Hacı Emin Efendi gibiler hariç- insanların Ata’nın son yolculuğundaki hissiyatını aktarmaya çalışmıştır.

Atatürk’ ün ölüm hadisesinin hemen ardından yazar irticanın sembolü Tahinci Zade Hacı Emin Efendi  karakterinden yine bahseder. Toplum içindeki yerini ve nüfusunu muhafaza eden karakterimiz malına mal katmaya devam etmektedir. Kendi çapında Atatürk’ün bu vatan için hiçbir şey yapmadığını söyler. Yazar bir başka tehlikeye okuyucunun  dikkatini şöyle  çekmektedir. Tahinci Zade Hacı Emi Efendi’nin  oğlu Tahir Bey Cumhuriyet Halk Partisi İl Başkanlığına tekrar seçilmiştir. Zira Tahinci Zade Hacı Emin -ki yazar ondan sık sık mübarek zat tamlamasıyla bahseder – oğluna büyük bir ısrarla parti il başkanlığına seçilmesi konusunda baskı yapmaktaydı.

İlerleyen bölümlerde Atatürk sonrası Dünya genelindeki değişimler ve II nci Dünya Savaşı nedeniyle yeni ittifak arayışları sonucu oluşan aydınların üzüntüleri anlatılmaktadır. Savaşa girilebileceği ihtimali üzerine ülkenin geriye doğru gideceği düşüncelerinin aydın kesim üzerinde  nasıl şekillendiği, bu kesimin endişelerinin boyutları, ülkede yaşayan diğer insanların, savaşla ilgili nasıl gruplaştıkları fikirsel açıdan ortaya konmaktadır. Özellikle savaşta Almanya’nın yanında olmak isteyenlerin, savaş nedeniyle mal stoklayanların, hayat pahalanacak diye panik olanların durumları ile belirli bir grubun savaş karşıtı olarak, savaşa yönelik  düşünce akımlarının dışında kalmamız gerektiğini savunduğu önemle üzerinde durularak anlatılır. Bütün bu   düşünceler insan manzaraları ile ortaya konulmaya çalışılmıştır.

Yazarın savaş psikolojisindeki halkın tasviri şöyledir:” Kimi savaşa girelim, kimi girmeyelim diyordu. Sokaktaki adam, pırasanın kilosu 70 kuruşa çıktığı için, homur homur homurdanıyordu; dükkandaki adam , kesatlıktan acı acı sızlanıyordu. Çiftçi, tütünün, pamuğun ya da buğdayın elinde kalmasına kızıyordu; tüccar, alıp satacak mal bulamadığına hırslanıyordu. Öbür yandan ise kesatlık, yoksulluk ve kıtlık ülkesinde bakımsız toprakları kaplayan yabani otlar gibi boyuna milyonerler türemekteydi. Lakin, hikmetinden sual olunmaz , bunlar arasında bir yüzü gülene rast gelinmiyordu. Hepsi bir acayip şaşkınlık, bir gizli endişe, bir korku içinde yaşıyordu  ve bu şaşkınlık, bu endişe, bu korku milyonları çoğaldığı oranda artıyor gibiydi. Zira, hiçbiri bu paralarla ne yapacağını , bu paraları nereye koyacağını bilemiyordu. Bankalar emin değildi; çünkü bunlar hep devleti,n elindeydi ve banknot desteleri altın sikke kümeleri gibi yere gömülemezdi. Sonra, bakalım bu banknotlar bugünkü kıymetlerini ne zamana kadar muhafaza edebilecekti? Şimdiden ,Türk lirasının satın alma kudreti, tepesi aşağıya düşmeye başlamıştı. Buna göre milyonerlerin çoğu ehveni şerdir diye paralarını arsaya, emlake yatırmaktan başka çare bulamıyordu ve yangından mal kaçıran kimselerin telaşıyla eski, yeni, sağlam, çürük, ucuz, pahalı demeyip, birbirlerini ite kaka, köşklerin, konakların , yalıların, apartmanların üstüne üşüşüyorlardı.” Bu satırlarla yazar halkın içinde bulunduğu havayı okuyucuya net olarak sunmuştur.
   
Kendi devrinin olaylarını çok güzel gözlemleyip aktaran yazar aynı savaş psikolojisindeki Avrupa devletlerinden tıpkı Türkiye gibi ikinci dünya savaşına girmemiş İsviçre’de yürütülen “Harp Ekonomisi” politikasını Servet Beyin ailesini emanet edip yurt dışına gönderdiği ve Servet Beyin kızı Sevim’e aşık olan yardımcısı  Ragıp Bey  ağzından okuyucuya aktarıp ülkemizle İsviçre’yi kıyaslayıp Türkiye’de oynanan oyunlara dikkat çekmiştir. Yazar, adeta “biri, yer, biri , bakar, kıyamet ondan kopar” mesajını zenginin parasına para katıp fakirin daha da fakirleştiğini ibret verici satırlarla sunmuştur. “İsviçre’de “ harp ekonomisi” bürosu, bir iaşe diktatörlüğü demekti. Bu idare, memleketin bütün hububat ambarlarını, deri ve yün depolarını kendi kontrolü altında tuttuğu gibi, şunun bunun evindeki kilerlere ve kümeslere de karışırdı. Olmaya ki, bu kümes sahiplerinden biri, tavuklarının yumurtalarından istifadeye; olmaya ki bir köylü ona haber vermeden ineğini sağmaya ya da domuzu öldürmeğe kalkışısın; iaşe kontrolcüsünün pençesini derhal yakasında bulurdu. Buna rağmen, altı yıl, hiç kimse, ağzını açıp herhangi bir itirazda bulunmadı. “Benim malıma, benim işime gücüme ne hakla karışıyorsun?” demedi ve hileye, dalavereye, karapazar yollarına sapmaktan da çekindi.bu suretle, gerçi oburlar  iştahlarına göre yiyip içemediler ama, aç ve çıplak kalan da olmadı. Zengini , fukarası aynı nispette yaşamak için gereken gıdayı , kaloriyi aldı.”
   
Yazarın politik alanda kaleme aldığı ve Halk Partisinin millet vekili olan Neşet Sabit karakteri ile kendi çıkarı için çalışan sözde politikacıların düşünce yapısını ortaya koymuştur. Nitekim Neşet Sabit bir zamanlar Cumhuriyet Halk Partisinin sözde en ateşli  vekillerinden biri iken iyi bir bakanlık uğruna 1946 seçimlerine Demokrat partiden aday olarak katılmıştır.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, cumhuriyet rejiminin bu dönemde ne kadar büyük bir tehlikeye maruz kaldığını anlatırken yine irtica sembolü Hacı Emin Tahıncıoğlu’nun  – soyadı kanunu ile Tahıncızade Hacı Emin Efendi’nin yeni ismi-  dilinden şu satırları okuyucuya aktarmaktadır: “Hacı Emin Efendi, yolu düşüp de (Millet Bahçesi)’nin önünden geçerken gözü Atatürk’ün büstüne ilişir ilişmez mekruh bir şey görmüşçesine başını çeviren ve her defasında, can ve gönülden bir “Lanetullahı Aleyh” demeyi unutmayan bir adamdı”. Yazar bu bölümde etrafı saran sayıları gittikçe artan ve kendi değimiyle İstanbul sokaklarını yabani otlar gibi saran kara sakallı kimselerden bahsetmektedir ve bir Atatürk büstünün yıkılması olayını tüyler ürpertici bir şekilde okuyucuya aktarmaktadır.
   
Yazarın aydın kesimi temsil eden karakteri Fuat romanın  bu bölümünde karşımıza ruh haliyle çıkmaktadır. Fuat karakteri çocukluğunda medreselerin kapatılmasından Şapka Kanununa kadar birçok inkılap yadırgayan ve hurafeleriyle geleneklerine bağlı nice kimseler görüp tanımıştır. Hatta, bunlar arasında pek yakın akrabaları, bunlar arasında kendi annesi ve ninesi bile vardır. Bu insanlar Fuat gözünde çoğu beş vakit namazını kılan ,Ramazan orucunu tutan ve sayılı günlerde ölülerine Yasin okumayı ihmal etmeyen kimselerdir. Yazar Fuat’ın gözünden bu insanların  etrafta dolaşan yabani şekillere giren sözde dindar kara sakallılarla şöyle mukayese etmektedir:” Bu insanların ne hür fikirli bir insan olduğunu bildikleri babasını, ne de ailesinin yeni hayat şartlarına göre yetişen gençlerine karşı herhangi bir ters muamelede bulundukları görünmezdi. Olsa olsa, böylelerine acıyarak bakmakla kalırlardı ve hepsinin yüzü annesinin yüzü gibi tertemizdi, hepsi Atatürk öldüğü gün tıpkı annesi gibi yas tutup ağlamışlardı.”

Romanın son kısmı acı ama ibret verici bir olayla son bulmaktadır. Felsefe öğretmeni Ahmet NAZMİ profesör olmuş ve Fuat ile arası biraz açılmıştır. Hele Şehzade başında eski bir ailenin dayalı döşeli konağına iç güveysi olarak girdikten sonra Fuat’ı iyice küçümser olmuştur. Fuat son akşam geç saatlerde Profesör Ahmet Nazmi’nin mektupla daveti üzerine evlerine bir ziyarette bulunmuştur. O gece Fuat, Ahmet Nazmi ve eşine ruh haletini aktarırken çevresindeki yobazların sayılarının gün geçtikçe arttığını, bir çığ gibi üzerlerine geldiklerini, pek yakında bütün heykelleri, anıtları sütun ya da kitapları talan ettikten sonra evlerin içine müdahele edeceklerini anlatmıştır. Hatta Fuat bu yobazların kendileri gibi olmayanlara katli vaciptir damgasını vurup onları öldüreceklerini bile söylemiştir.

Fuat’ın o gece söylediği sözler arasında göze en çarpan ifadeler yazar tarafından şöyle aktarılmaktaydı okuyucuya:” … ve etekleri altında ya bir kazma ya da bir satır gizleyip taşırlar. Bu vahşi aletlerle şimdilik sinsi sinsi Atatürk’ün heykellerine saldırıyorlar; yarın açıktan açığa O’nun yolunda yolunda yürüyenlerin kellelerini uçurmaya kalkışacaklardır. Bunu da hissediyoruz; Ahmet Nazmi Bey de bunu benimle birlikte, benim kadar hissetmekte, bundan benim kadar korkmaktadır.Fakat ne de olsa serde bir entelektüellik gururu var. Korkumuzu belli etmek istemiyoruz ve bunu örtmeye çalışıyoruz. Bizden ötede ise, ne tehlikeye karşı tedbir alma iradesi, ne tehlikeyi olduğu gibi görme istidadı…  bizden ötede yalnız politika var.”  Bu satırlarla aydınların çaresizliği hazin bir şekilde tasvir edilmiştir.
 
Nitekim o gece ateşli konuşmalar ardından Fuat rahatlamak için kendini gecenin karanlığına bırakmış ve sokağa fırlamıştır. Arkasından yetişen Ahmet Nazmi ile sessizlikte ilerlerken işittikleri bir uğultuya doğru yönelmişlerdir. Dönemin tekkelerinden birinde ayin yapan kişilere içinde bulunduğu ruh hali ile müdahale eden Fuat  ve Ahmet Nazmi çıkan arbede sonucu öldürülmüşlerdir. Böylece Fuat gibi aydınların korktuğu hazin son başlarına gelmiştir. Bu olayın aktarıldığı satırlarda Atatürk Cumhuriyetinde bağnazlığın, nasıl öldürücü bir silah olabileceği ibretle anlatılmaktadır.

Memleket Hikayeleri, Refik Halit Karay

Memleket Hikayeleri, Refik Halit Karay

Memleket Hikayeleri; Anadolu’ya ait ilk hikayelerden örnekleriyle, Türk Edebiyatında önemli bir yere sahip olmuştur. Hikayelerde Anadolu ve oralarda yaşayan insanlar gerçek yönleriyle ve Türkçe’nin mükemmel kullanımıyla anlatılmıştır. Refik Halid KARAY’ın, 1920’de yayınlanan eseri ilk sosyal hikayelerimizden oluşmuş, bir dönemi en canlı şekliyle anlatmış,  kaynak kitaplar arasında yerini almıştır. Kitapta 1908-1920 yıllarına ait 18 hikaye yer almaktadır.
Yatık Emine
Hikaye, Ankara’ya iki gün ötede ana yollardan uzak, küçük bir kasabada geçmektedir. Kasabada, her küçük Anadolu kasabasında yaşanan olayların durağanlığı vardır. Kasabada tek aykırı olay; Yatık Emine’nin olay çıkardığı için sürgün olarak bu kasabaya gelişidir. Kasabalı bu karardan dolayı valiliğe şikayette bulunur, ancak karara uymaları emredilir. Yatık Emine ev bulana dek kadınlar hapishanesinde kalır.
Sokakta kalan kadına kalem odacılarından bir ihtiyar evinde kalması için izin verir. Ankara’dan sürgün gelen Yatık Emine’nin namı kısa zamanda bütün kasabaya yayılır, aslı olmayan pek çok hikaye dillerde dolaşır. Kasabanın kadın ve erkekleri merak içinde odacının evinin etrafında dolaşmaya başlar. Birgün,  karısı evde olmadığı vakitte, eve gelen kapıcı yüzünden; mahallelinin ısrarıyla odacının karısı Yatık Emine’yi sokağa atar. Kaymakam çare olarak hasteneye yerleştirilmesine  karar verir. Hastaneye jandarmanın kötü muamelesiyle gelen genç kadın, her şeye boyun büktüğü için ‘Yatık Emine’ adıyla anılmaktadır.
Kasabanın ileri gelenlerinin Yatık Emine’ye ilgisi artar. Hastaneden kasaba dışında bir eve yerleştirilir. Kimse Emine’ye yiyecek vermez. Hastanede çalışan Gürcü Server Emine’ye yardım eder ve dost hayatı yaşamaya başlar. Kasabanın ileri gelenleri olayı duyunca Server’i sürerler. Yatık Emine yalnız kalır. Evindeki bütün eşyaları çalınır. Kasabada hiçbir esnaf, hiç kimse yiyecek vermez.
Kış gelmiştir. Server’in daha önce aynı koğuşta yattığı çavuşla arkadaşı, Yatık Emine’nin evine gitmeye karar verirler. Karanlıkta yola çıkarlar. Emine’nin nasıl olsa ses çıkaramayacağını düşünerek evine varırlar. Ancak Yatık Emine günler öncesinden soğuk ve açlıktan ölmüştür. Amaçlarına ulaşamadıkları için küfür ede ede geri dönerler.
Şeftali Bahçeleri
Kasabanın dışında eşsiz güzellikte şeftali bahçeleri özellikle kasaba memurları için eğlence mekanı olmuştur. Bütün kademedeki memurlar fazla işleri olmadığından bu güzel mekanın tadını çıkarırlar. Yazı işleri müdürü olarak kasabaya gelen Agah Bey gördükleri karşısında ilk günden hayal kırıklığına uğramıştır.
Avrupa’da kalmış, disiplinli çalışmayla işleri yoluna koyacağı inancıyla, çalışmaya başlayan Agah Bey’in; tüm memurlarla arası açılmıştır. Götürdüğü bütün teklifler ödenek azlığı, imkansızlık ve yokluk gibi nedenlerle kabul görmez. Yapılan eğlence tekliflerinin hepsini geri çevirir. Birgün yapılan gezi teklifini kabul eder. Şeftali bahçelerinin büyüleyici havasına kapılır. Ertesi günde havuzda yıkanmanın keyfini tadar.
Agah Bey kendisine diğer memurlar gibi bir katır alır. Katırın rakı ve mezeleri taşıması için güzel bir heybe alır. İlerleyen zamanda kadınlarla eğlenceye devam eder. Agah Bey bir yıl sonra hoş bahçe kokusunu ciğerlerine çeker, minderlere uzanıp ‘gel keyfim gel’ diye söylenir…
Koca Öküz
Mustafa köyün ileri gelenlerindendir. Kasabadaki memurlara hediyeler verir; karşılığında sözü geçer. Hacı lakabıyla anılan Mustafa’ya seven sevmeyen herkes saygı gösterir.
Birgün Hacı Mustafa bir öküz alır. Öküz ahırda kımıldamadan yiyip içip yatar. Ne yaparlarsa yapsınlar ayağa kaldıramazlar. Sonunda çaresiz kasabada kasabın birine satmaya karar verir. Kasap aldığı fiyatın iki mecidiye eksiğine öküzü alır. Ancak Hacı kasaba öküzü ahırdan almasını şart koşar.
Kasap ahıra gelir ve hayvanı önüne katıp götürür. Hacı bu işe çok kızar. Çalışmaya gitmek için kımıldamayan öküzün; ölüme gitmek için ayağa kalkmasına inanamaz. Sinirinden etrafındakilere kızar. Kasabada ise tellal öğleden sonra öküz kesileceğini haber verir…
Vehbi Efendi’nin Kuşkusu
Vehbi Efendi ufak bir kazada Düyunu Umumiye idaresinde kantar katibidir. Evinde işe, işten eve gelen, erken yatıp erken kalkan, kimseyle ilgisi olmayan bir adamdır. Komşu kızı Hanife’nin Vehbi Efendi’ye ilgisi vardır. Hanife ilgisini açıkca belli eder.
Mayıs ayında bir gece vakti, Hanife annesinin komşuda olduğunu ve korktuğunu söyleyerek Vehbi Efendi’nin yanına gelir. Vehbi Efendi tereddütünü yenerek Hanife’yi reddeder.
Mahalle imamı, Vehbi Efendi’yi önemli bir konu görüşmek üzere çağırır. Hanife’nin hamile olduğunu ve onunla evlenmesi gerektiğini yoksa kadıya bildireceğini söyler. Vehbi Efendi kimseye derdini anlatamaz. Nedense herkes Hanife ile evlenmesi gerektiğini söyler. Sonunda Vehbi Efendi ile Hanife evlenir. Tabakların Kamil, Vehbi Efendi kahvenin önünden geçerken arkadaşlarına ‘Yutturduk öküze’ der.
Sarı Bal
Kasabanın dışında elekçilerin oturduğu bakımsız bir mahalle vardır. Geceleri sarhoşlar ve eğlence arayanlar bu mahalleye uğrar. Külahçıoğlu Hilmi Ağa eğlence için bir evin kapısını çalar. Burası meşhur Sarı Bal’ın evidir. Sarı Bal, oyun oynayıp gelenleri eğlendirmekte maharetlidir.
Sarı Bal, kasaba için felakettir. Parası olmayan bu kasaba da olan parayı harcamak isteyenler Sarı Bal’ın kapısını çalar. Hatta mevki sahibi kimselerde evine uğrar. Hilmi Ağa ve arkadaşları eğlenirken komiser baskın yapar. Yorganların altına dek bakarlar. Önce çocukları görürler. Daha sonra Sarı Bal’ı açmak istemediği yorganı açması için zorlarlar. Yorganın altından kasabanın kaymakamı çıkınca herkes şaşırır. Ertesi gün kaymakam, kasaba içki, zina, her şeyin olduğu bahanesiyle istifa dilekçesini İstanbul’a yollar. Ancak gerçek neden daha önce ulaşmıştır.
Şaka
Servet Efendi, Şakir Efendi ve Nedim Bey üç arkadaştırlar. İşleri bitince önce uzun bir yürüyüş yaparlar, daha sonra Rum mahallesinden geçerek meyhaneye giderler. Gezinti yaparlarken Servet Efendi arkadaşlarına hoşlandığı kadını gösterir. Nedim Bey o kadını tanıdığını söyler. Şakir Efendi de ona destek verir. Nedim Bey kadının gece yarısı denize girdiğini anlatır.
Üç arkadaş geç vakte kadar meyhanede içerler. Dışarı çıkınca Servet Bey evin çok sıcak olduğunu, sahilde yürüyeceğini söyler. Deniz kıyısına vardıklarında bir kadın sesi duyduklarını sanırlar. Servet Bey elbiselerini çıkarır. Kadına şaka yapacağını söyleyerek denize girer. Servet Bey geri dönmeyince karakola haber verirler. Servet Bey’in ağa dolanmış cesedi çıkar.
Küs Ömer
Zehra genç kızlığa yeni adım atmıştır. Hemen her konuda maharetli, güçlü kuvvetli Ömer’le evlenmek üzeredir. Ömer’in en büyük özelliği kaybettiği her durumda çekip gitmesidir.
Ömer ile Zehra evlenir. Zehra kazlarını da getirir. Kazlardan birisi, güreşlerden hep galip ayrılmış, nam salmıştır. Birgün Ömer’e kazların güreşmesi için baskı yaparlar. Ömer’in saydığı insanlar da araya girince Ömer dövüşü kabul eder. Kıyasıya süren kaz kavgası sonucu Ömer’in kazı yenilir. Ömer kazı oracıkta öldürür. Eve gider atına atlayıp uzaklaşır. O günden sonra Zehra Ömer’i göremez.
Boz Eşek
Köyün çocukları koşarak köy çıkışında yaşlı bir adamın yattığını haber verirler. Hüsmen Ağa yaşlı adamın yanına gelir. Yaşlı adamı ve eşeğini köye getirirler.
Yaşlı adam ölür. Ölmek üzereyken Boz Eşeğini ve 8 altınını Mekke’ye vakfettiğini vasiyet eder. Bunun üzerine yapılması gerekeni kasabadaki kadıya sormaya karar verirler. Hüsmen Ağa, kutsal yerlere vakfedilen eşeğe çok iyi bakar.
Hüsmen Ağa, Boz Eşeği alarak kasabaya gider. Ancak kadı yoktur. Ertesi hafta gelmesini söylerler. Ertesi hafta gider gene Kabak Kadı’yı bulamaz. Aradan iki buçuk ay geçer. Köylüler eşeğe saygı duyarlar. İş yaptırmazlar. Arpa ile beslerler. Boz Eşek iyice irileşir. Hüsmen Ağa gene Boz Eşek’le kasabaya gider. Köylüler, dönüşünü merakla beklerler. Hüsmen Ağa’nın tek başına döndüğünü görünce, kutsal bir vazifeyi yapmanın rahatlığını yaşarlar. Pratik bir kadı olan, Kabak Kadı lakaplı kasabanın kadısının işi hallettiğini düşünürler. Boz Eşek Mekke’ye gidecek ve zemzem taşıyacaktır.
Bir  yıl sonra Hüsmen Ağa kasabaya inince gözlerine inanamaz. Kalabalık içinden birisi, eşeğin sırtından etrafına selam vererek geçmektedir. Bu Kabak Kadı’dır. Üzerine bindiği de Boz Eşek’tir.
Yatır
Köylü endişeyle, yaklaşan kışı beklemektedir. Çünkü yakacak odunları önceki yıllara göre çok azdır. İlistir Nuri aylak aylak gezmekten sıkılmış, hamam işletmeye karar vermiştir. Ancak odun azlığından dolayı, bir çare bulamazsa hamamı kapatmak zorunda kalacaktır. İlistir Nuri, köyün karşı tepesindeki çamları kesmenin tek kurtuluş olduğunu söyler. Köylü ise Maslak Dede’nin yatırı olduğu için ağaçlara dokunulmayacağına inanmıştır.
İlistir Nuri, köyde sözü geçen yarı ermiş Abdi Hoca’ya bir arkadaşının rüyasını anlatır. Maslak Dede, ağaçlardan dolayı daraldığını, önünün açılmasını istediğini ve bu işi Abdi Hoca’ya havale ettiğini anlatır. Abdi Hoca daha önce bu işareti aldığını söyler. Etraftaki tek ağaçlık yerin çamlarını keserler. Hatta o kadar ileri giderler ki çam ağacı bırakmazlar. Ağaçlar kesilince şifalı kaynak suları da kurur…
Komşu Namusu
Şakir Efendi, Osman Bey ve Baki Efendi aynı yerde görev yapan üç memurdur. Şakir Efendi, Osman Bey’e komşusu Baki Efendi’nin karısı tarafından aldatıldığını söyler. Sonunda konuyu Baki Efendi’ye açmaya karar verirler. İş çıkışı meyhanede konuyu açarlar. Baki Efendi, Şakir Efendi’nin evinden kendi evini gözlemeye başlar.
Baki Efendi’nin evinin önüne gelen şahıs etrafına bakar ve içeri girer. Şakir Efendi Baki Efendi’ye ne yapacağını sorar. Baki Efendi’de boşayacağını söyleyerek kızgınlıkla evden çıkar. Şakir Efendi, silah sesi duyacağını sanır. Ancak Baki Efendi’nin kapıdan az önce giren adamı yolcu ettiğini görür. Ertesi gün merakla ne olduğunu sorar.Baki kızarır, rahatını feda etmemek için her şeye katlanmış durumuyla’ Boş yere tasalanmışız, gelen doktor Hüsnü Bey; eşim sancılanmış ta…’ der…
Yılda Bir
Teselyalı Bekir, köylerden uzakta su değirmeni işletmektedir. İnsanlardan uzaktadır. Karısını Teselya’da bırakmıştır. İçinde kadın özlemi vardır. Değirmene gelen yaşlı kadınlardan başka kimseyi görmemektedir.
Değirmenin yakınında konaklayan çingenelerin yanına gider. Çeribaşı buğdayları öğütmesi için Elif’i de Bekir’le birlikte değirmene yollar. Bekir’e karşı Elif’te kayıtsız kalmaz. Bekir kadın özlemini gidermiştir. Elif’e ne zaman geleceğini sorar. Elif’ te seneye cevabını verir. Bekir hasretle ertesi yılı bekler. Elif nihayet gelir. Ancak bir sonraki yıl Elif’i göremez. Çeribaşına Elif’in nerede olduğunu sorar. Çeribaşı ‘ O kötüledi, kasabada kaldı’ cevabını verir. Daha sonra iyice yaşlanmış kadına buğdayları öğütmesi için Bekir’le değirmene gitmesini söyler.
Sus Payı
Hasip Efendi, Hidayet Bey’in ipek fabrikasında işçibaşı olarak çalışmaktadır. İşçilerin çalışma şartları çok ağır olduğundan; her yıl birkaç genç kız hastalanarak ölür. Hasip efendi özellikle Fotika isimli genç kız işe başlayınca çalışma koşullarının ağırlığını düşünmeye başlar. Günde on dört saat çalışıp, çok az ücret alan genç kızlar çabucak hasta olurlar ve sonunda ölürler.
Hasip Efendi, Fotika’yı ölen karısına benzetir. Ona karşı ilgisi sevgiye dönüşür. Ancak birgün Fotika hastalanır ve ölür. Hasip Efendi, Hidayet Bey’e fabrikanın genç kızları öldürdüğünü ve işten ayrıldığını söyler. Hidayet Bey ise Hasip Efendi’ye zam yapar. Artık sekiz lira kazanan Hasip Bey vicdanını rahatlatacak bahaneler bularak işine devam eder…
Kuvvete Karşı
Amerikan elçiliği hizmet vapurunda görevli, dokuz denizci her Pazar ceplerini dolduran İngiliz Liralarını Tarlabaşı’yla Tokatlıyan arsında eğlenerek harcarlardı. Eğlence çok ileri giderler, ancak zayıf devletin polisi hiçbirşey yapamazdı. Amerika güçlü bir devletti ve Türk milleti bütün bu kabalıkları sineye çekmek zorundaydı.
Suphi, kız arkadaşı İzmaro’yla birlikte Tarlabaşı’na eğlenmeye gider. Böyle bir akşamda sarhoş denizciler, İzmaro’ya sarkıntılık yapınca çaresiz kalır, denizcilerden birinin müdahalesi sayesinde oradan İzmaro ile birlikte kaçar. Ancak kendisine olan saygısını yitirir. Eve gidince İzmaro’nun da gözünde değeri kalmadığını düşünerek geri döner. Yolda yakaladığı denizcilere saldırır. Sonunda bütün kemiklerinin kırıldığını hisseder ve çamura düşer. Rum kızı İzmaro ise uzun bir süre bekledikten sonra üşüdüğünü fark ederek yatağa girer…
Cer Hocası
Asım Mülkiye Okulu’nu bitirmiş, bir akrabası sayesinde memuriyete başlar. Fakat meşrutiyet ilan olununca memuriyetten atılır. Asımın rahat geçen hayatı altüst olur. Parası bitince daha önce yardım ettiği tanıdık arkadaşlarının yanına gider. Arkadaşları ile birlikte İstanbul dışında köyleri dolaşmaya, cer hocalığı yapmaya başlar. Vaazlar verir, namazını hiç kaçırmaz.
Köyün birinde Asım’ı çok severler. Eski imam köyde olmasına rağmen Asım’ın asıl imam olarak resmen atanmasını sağlarlar. Asım köy halkının bu davranışına çok kızar. Fakat aç kalma korkusu da yaşamaktadır. Eski yaşlı imamın durumunu görünce, biriktirdiği paralarla tüm sorunlarına rağmen İstanbul’a doğru yola çıkar.
Garip Bir Hediye
Feridun, elinde kalan malları satar, parası gene tükenince bir Yahudi’nin hediye ettiği traş fırçasını da satmaya karar verir. Bir deniz yolculuğu sırasında yahudinin hayatını kurtarmış, Yahudide ona çok değerli olduğunu söyleyerek traş fırçası hediye etmiştir. Kuyumcular, para etmeyeceğini söyleyince, akşam fırçayı yere fırlatır. Fırçanın sapı kırılınca iki değerli taş çıkar.
Feridun, fırça sapında taşların ne aradığını bilemez. Daha sonra gümrükten mal kaçırmak için bu tür yolların denendiğini öğrenir.
 Bir Saldırı
Hayrullah Efendi, bir kış akşamı Boğaziçi’nin Anadolu yakasında bir iskeleye çıkar. Küçük bir köyün iskelesi olduğundan sadece dört kişi iner. Elinde feneri yokuşu çıkmaya başlar.
Hayrullah Efendi, birden yanağına dayanan silahı hissettiği an arkadan bir ses cüzdanını ister. Hayrullah Efendi hemen cüzdanını verir. Hırsız 700 liradan sadece beş lira alır ve gider. Hayrullah Efendi hırsızı köyün bakkalına kadar takip eder. Daha sonra bakkala kim olduğunu sorar. Dört yıl savaştıktan sonra parasız kalmış, terhis edilmiş bir  yedek subaydır.
Hayrullah Efendi ertesi gün, adamın evine bir kayık dolusu yiyecek gönderir. Kendisi ticaret yapıp para kazanırken; savaşan bu adama hakkını verdiğini düşünmektedir.
Ayşe’nin Yazgısı
Ayşe ile annesi çok fakir ve perişan bir halde yıkık, korkunç, harabeye dönmüş ve terkedilmiş bir köşkte bekçi gibi yalnız başlarına yaşamaktadırlar. Hergün antikacıların evine hizmetçilik yapmaya giden annesinin evde bulunmadığı yağmurlu bir günde, annesinin hizmetçilik yaptığı zengin ailenin 19 yaşındaki oğlu avdan dönerken Ayşe ile annesinin yaşamlarını sürdürdükleri harabeye sığınır. Ancak evde iş yapan Ayşe'yi yarı çıplak, pejmürde bir kılıkta gören genç avcı ona tecavüz etmek ister. Ayşe kendini savunurken, ayağı yanlışlıkla kayan avcı yere düşer, başını taşa çarpar ve ölür. Ayşe avcının köpeğini de öldürmek zorunda kalır ve her ikisinin cesedini sürükleyerek ahıra götürür ve gömer. Bir ay içinde avcı ile köpeğinin kaybolması çevrede unutulur. Bir ay sonra, bu kez de genç bir köylü annesinin evde bulunmamasını fırsat bilerek eve girer ve Ayşe'yi taciz eder. Ancak Ayşe bu köylüyü de avcıyı düşürüp öldürdüğü gibi öldürmemek, tekrar acı ve üzüntü çekmemek için korunmasız kendini bırakır.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Toprak Ana, Cengiz Aytmatov

Roman, Tolunay ile Savankul’un tanışmasına kadar giden olayların anlatılması ile başlamaktadır. Romanın asıl karakteri olan Tolunay, saf, temiz ve ailesine düşkün bir kadındır. Savankul ise kendi çapında uğraşan, mütevazi, cömert, çalışkan, çocuklarını iyi yetişmesini arzulayan fedakar bir babadır.
Tolunay, hasat zamanı Savankul’la ilk karşılaştığında henüz on yedisindeydi. Savankul omuzlarına attığı yırtık bir elbise ile dolaşırdı. Ekinleri öyle rahat, öyle dipten biçerdi ki sadece orağının çınlaması, bir de düşen başakların hışırtısı duyulurdu. Savankul’un da hızlı biçici olduğu söylenirdi ama Tolunay’ın yanında yaya kalırdı. Çalışmaya başlayan ilk onlar olurdu. Gün doğarken tarlaya beraber giderlerdi. Böylece yaz sabahları doğan güneşle birlikte doğdu aşkları.

Bir gece ay ışığında ekin biçmeye kalmışlardı ve o gecenin sabahı, tarlanın ucunda Savankul’un ceketinin üstünde uyandılar. O geceden sonra hiç ayrılmadılar. Arka arkaya olan üç tane oğulları en büyük sevinçleri oldu. Kasım, Muslubeg ve Caynak. Aralarından sadece Kasım evlendi. Kasım’ın eşi Aliman pırıl pırıl bir dağ kızıydı. Tolunay da çok sevmişdi Alima’nı.
Tolunay ve Aliman’ın tarlada yan yana çalıştıkları bir gün halkın toplandığını gördüler. Koşarak oraya gittiler ve vardıklarında Kasım Tolunay’a sarılarak, savaşın çıktığını söyledi. O andan itibaren savaşta yaşanılan yeni bir hayat başladı. Köyün erkekleri birer birer cepheye çağrılmaya başladı. Tolunay biliyordu ki bir gün onun yiğitlerine de sıra gelecekti. Evlerde yolu beklenen en önemli kişi postacı olmuştu.
Kasım ayını geçirdikten sonra, öğretmen olmak için okumaya giden Muslubeg’den mektup geldi. Muslubeg, arkadaşlarıyla birlikte kendisinin de askere çağrıldığını yazıyordu. Kış ortasına oğullarından mektup alabilen Tolunay’ın içi rahattı. Ama bir gün Kasım’dan bir mektup geldi. Bu mektupta cepheye gidecekleri yazıyordu. Üstelik Savankul da durmadan Askerlik Şubesine çağrılıyordu. Tolunay onu hiç çağırmayacaklarını sanıyordu ama bir gün onu da çağırdılar. Oğullarının ikisinden sonra kocası da askere gidiyordu. Üstelik hepsi de cephede çarpışacaktı.
Tolunay, Savankul’u askere giderken dağyoluna kadar geçirdi. Sonra da durmadan arkasına bakarak, hıçkırarak eve döndü. Ama vakit geçirmeden işlerinin başına geçti. Köyde sadece yaşlılar, sakatlar, çocuklar ve kadınlar kalmıştı. Elde ettikleri her şeyi cepheye yolluyorlardı. Ellerinde kalan tekerleksiz kağnılarla, kırık sabanlarla iş görüyorlardı.
İki aydır Kasım’dan haber alamıyorlardı. Tolunay’la Aliman gözlerini birbirinden kaçırıyorlar, düşündüklerini açığa vurmaktan çekiniyorlardı. Tolunay bir sabah atların nallanması için yola koyuldu. Elinde bir telgrafla Usanbay yanına yaklaştı. Telgrafta Muslubeg’in istasyondan geçeceğini bildiriyordu. İstasyona gitmek üzere hemen yola koyuldular. Tolunay, Aliman’la nefes nefese istasyona gidip Muslubeg’in trenini beklemeye başladı. Öğlen, bir düdük sesi ile heyecandan titremeye başladılar. Ama tren geldi ve gitti. Ellerindeki bir kuşu kaçırmış gibi oldukları yerde kalakaldılar. Bu Muslubeg’in treni değildi. Gece yarısı yer yine titremeye başladı. Bu sefer gelen koca trende kimsecikler yoktu. Parçalanmış, kapıları sökülmüştü. Meğerse bombalanmış ve tamire gidin bir trenmiş. Umutla beklemeye devam ettiler. Raylar yine titremeye başladı işaret flamaları taşıyan bir adam yanlarına yaklaştı ve yaklaşmamalarını, trenin durmayacağını söyledi. O sırada bir ses duydular. Muslubeg vagondan sarkmış el sallıyordu. Vagonun arkasından uzun süre koştular. Son vagon da kaybolduktan sonra Aliman Tolunay’a bir asker kasketi uzatarak “Al ana,  bunu Muslubeg sana attı.” dedi. Tolunay o günü şöyle anlatır: “Evin bir duvarında hala asılıdır o kasket. Bazen oğlumun kokusunu duymak için yüzümü içine gömerim. Dilerim başka hiçbir ana başını raylara, vagon kapılarına vurmasın benim gibi.”
Savaşın pençesine düşmüş tek insan Tolunay da değildi tabii, Gazete geldiğinde, ölüm ilanları okunduğunda, köyde en azından iki-üç evden ağıt sesleri yükselirdi.
En küçük oğulları Caynak birgün, evdeki onarılacak ne varsa onarmış, tüm işleri bitirmişti. Halinde bir gariplik vardı. Gönüllü olarak askere yazılmıştı. Haber vermede cepheye gittiği için ve kendisini bağışlamaları bildiren bir mektup bırakmıştı. O zaman daha on sekiz yaşındaydı. Caynak’a böyle ayrılmak daha kolay gelmişti.
Bir gün tarlada çalışırlarken köyden bir ihtiyar yanlarına geldi, Tolunay’a “Seni çağırıyorlar” dedi. Tolunay’ın içini korkunç bir huzursuzluk kapladı. Etraflarını kalabalık sardı. Elini tutarak “cesur ol Tolunay cesur ol” dediler. “Sevgili atmacalarımızı yitirdik. Savankul da Kasım da ölmüşler”. Tolunay’ın başı dönmeye başlamıştı. Aliman’ın da “Ana biz artık duluz ana. Günlerimiz karardı” diye çığlıkları yankılanıyordu. Tolunay, hem kocasını hem oğlunu kaybetmişti. Aliman da daha gençliklerinin baharında kocasını kaybetmişti.
Savaşın üçüncü ve dördüncü yılları, yeni üzüntülerin yanı sıra sevinçler de getirdi. Düşman geri çekiliyordu, ama dertler bitmek bilmiyordu. Kış ortasında açlık başladı. Bazı aileler yabani kökleri, otları suyla kaynatıyor, renk versin diye de içine birkaç damla süt katıp onu içerek karnını doyurmaya çalışıyorlardı. Şiş karınlı, soluk benizli çocukların bir parça yiyecek için kapı kapı dilendikleri görülüyordu.
Birgün Tolunay, Savankul’un diktiği ihtiyar elma ağacının açtığı çiçekleri seyrederken postacının yaklaştığını gördü. Muslubeg’den gelen mektubu titreyen parmaklarıyla açtı, okumaya başladı: “Sevgili anacığım zaman geçecek, bir gün beni anlayacaksın. Doğru olanı yapıyorum, sende hak vereceksin bana. Savaş hepimiz için, bütün insanlar için bir yıkımdır. Bu canavarı parçalamak, yok etmek için kanımızı, canımızı vermemiz gerekiyor. Askeri bir kahraman olmayı aklımdan bile geçirmedim. Öğretmen olmayı nasıl da isterdim. Tebeşir yerine tüfek verdiler elime, asker oldum. Bir saat sonra ülkem için göreve gideceğim. Canlı döneceğimi sanmıyorum. Bu son mektubum, bunlar son sözlerim. Oğlun, Teğmen Muslubeg Savankulov.” Bahçeye bir sürü insan toplanmıştı. Tolunay, ortanca oğlu Muslunbeg’i kaybettiğini de böylece öğrenmişti. Ondan geriye ise sadece kasketi kalmıştı.
Zaferin kazanıldığı bahar Tolunay için unutulmazdı. O, bundan büyük mutluluk, bundan büyük acı duymamıştı. Askerler geliyordu, halk onları karşılamak için yollara dökülmüştü. Bir asker göründü. Kalabalığın ön sıralarındaki yalınayak bir kız, ansızın çığlığı bastı: “Ağabeyim bu ağabeyim” diye. Köye birçok asker döneceğini beklerlerken sadece bir asker dönmüştü. Tüm halk koşarak onu karşıladı.
Hayat devam ediyordu. İşler iyiye gitmeye başlamıştı artık, yaşamak biraz daha kolaylaşmıştı. Savaşın anıları, acı izleri insanların içlerinden yavaş yavaş siliniyordu. Ama hayat Tolunay ve Aliman için o kadar kolay değildi. Erkeklerini kaybetmişlerdi. Tolunay, Aliman’a istediği zaman gidebileceğini, hayatının baharındayken tekrar evlenebileceğini çıtlakmak istediğinde, Aliman sert çıktı ve beraber yaşamaya devam ettiler. Bir ara Aliman dereye su getirmeye gitmeye başlamıştı. Oysa bahçedeki kuyuda yeterli su vardı. Meğerse Aliman, sürüsünü otlatmak için gelen bir çobana kaptırmıştı gönlünü. Tolunay ona kızamadı. Aliman, bir gün yine dereye su getirmeye gitti. Ama bu sefer çok geç kalmıştı. Herkes uykuya dalmıştı, kapı aralandı. Aliman‘ın elbisesinin düğmeleri kopmuş bir halde geldi. Ayakta zor duruyordu, sarhoştu. Gebe olduğunu öğrenmeleri ise çok zaman almadı. Komşu köye gidip çobanı buldular. Ama çoban, vefasız ve evli çıktı. Çocuğu ve Aliman’ı kabul etmedi. Tolunay bebeği torunu olarak kabul etmişti. Aliman ise utancından iyice içine kapanmış, kimselerin yüzüne bakamaz olmuştu. Tolunay bir gece uyandığında Aliman’ı yatağında bulamadı. Birden Aliman’ın çığlıklarını duydu. Utancından ahırda kendi kendine doğum yapmaya çalışıyordu. Doğumu için ona yardım etmeye çalıştı, ama bebek bir türlü doğmuyordu. Doktor için hemen yola koyuldular. Yolda Tolunay’ın yardımı ile çocuk doğdu. Ama Aliman öldü. Tolunay ıslak bebeği yeleğine sardı. Bu olayla savaş son kez hatırlattı kendini Tolunay’a. Bebeğe köyden Curubeg dedenin gelini süt verdi ve bebek yaşadı.
Romanın sonu Tolunay’ın bir ana olarak özdeşleştirildiği toprakla dertleşmesi ile bitmektedir. Tolunay, toprağa “Savankul’un Kasım’ın, Muslubeg’in, Caynak’ın, Aliman’ın anıları önünde eğiliyorum bugün. Yaşadıkça hatırlayacağım onları. Vakti gelince Canbolat’a da anlatacağım her şeyi” diyordu.