biyografi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
biyografi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ocak 2014 Pazar

Bir Fikir Adamının Romanı Ziya Gökalp, Emin Erişirgil

1914’te Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na girdiği dönemde Almanya ekonomi bakımından olduğu gibi fikir bakımından da devlet üzerinde etkili olmaktaydı. Bu dönemde eğitimin ıslahı için Almanya’dan getirilecek profesörlerle üniversitelere takviye yapılmasına karar verilmişti. Ancak bu karara tıp ve hukuk camiasından şiddetli itiraz geldiği için daha ziyade bu takviyenin fen ve edebiyat alanlarında yapılmasına karar verilmişti. Aslında bu kararın nedeni fen ve edebiyat fakültelerinde alanının uzmanı, sözünü dinletebilen hocaların olmaması idi.
İşte bu dönemden bir yıl kadar sonra İstanbul yatılı liselerinden birinin müdürü olan 24 yaşında bir genç Edebiyat Fakültesi Felsefe Doçentliğine atanmıştı. Her Perşembe günü adet olduğu üzere O da diğer Öğretim Üyeleri gibi çay sohbeti için profesörler meclis odasına gitti. Kitabın yazarı M.Emin Erişirgil olan bu genç doçentin yanına kısa bir süre sonra İstanbul Üniversitesindeki ilk sosyoloji profesörü olan Ziya Gökalp geldi ve uzunca bir süre kendisiyle sohbet etti. Yazarın Ziya Gökalp ile ilk tanışması bu şekilde olmuştur.
Bir gazetede memurun oğlu olan Mehmet Ziya (daha sonra Gökalp) Diyarbakır'da doğmuştur. Derslerinde çok ön plana çıkmayan Ziya Gökalp aslında okuma ve öğrenme konusunda ileri seviyede bir kabiliyete sahipti. O zamanlarda babasının “Batı ve Doğu bilim adamlarının eserlerini okumak ve karşılaştırmak” sözleri Ziya Gökalp’i çok etkilemiş, o dönemden sonra bu nasihati kendine tam anlamıyla benimsemiştir.
Gençliğinde idadi’nin son sınıfındayken geçirdiği fikir bunalımı sonucu intihara teşebbüs etmiş, ancak kurşun alnının kemiğine saplanmış ve şans eseri hayatta kalmıştır. Bu olaydan bir yıl sonra İstanbul'a giderek Baytar Mektebine kaydını yaptırmıştır. Daha önce Jön Türklerin fikirlerinden etkilenen Gökalp, 1985 yılında İstanbul'da gizli bir örgüt olan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin üyesi olmuştur. 1900'de tutuklanarak 10 ay hapis yattıktan sonra şartlı tahliye edilerek Diyarbakır’a gönderilmiştir. Burada amcasının kızıyla evlenmiştir.
1908’de meşrutiyetin ilanında Diyarbakır’da İttihat ve Terakki adına Allah’ın kelamının ve Peygamberinin meşrutiyeti emrettiğini anlatmaya başlamış, 31 Mart vaka’sında Hareket Ordusu İstanbul’a girdikten bir süre sonra artık İstanbul’a gitmeye karar vermiştir. İstanbul’a geldikten sonra da İttihat ve Terakki’nin İstanbul Merkezi’nde çalışmalarına devam etmiştir. Daha sonra tekrar Diyarbakır’a dönmüştür. Buradayken İttihat ve Terakki’nin Selanik’teki toplantısına katılmış ve aşağıdaki hususları not almıştır;

1.    Gençlere ferdi ve milli ahlak telkin etmek,
2.    Bilhassa fikri kıymet taşıyan gençlere istidatlarına göre iş bulmak,
3.    Gençleri devlet adamı, öğretmen, İttihat ve Terakki'nin ilkelerini yayan misyoner olarak yetiştirmek,
4.    Fikir mabedi olan kulüplere özellikle İttihat ve Terakki kulübüne devama teşvik etmek,
5.    Gençleri Avrupa'dan gelen türlü zararlı fikirlerden korumak,
6.    Zeki gençleri, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin parasıyla Avrupa'ya gönderip öğrenim yaptırmak ve sonra onları İttihat ve Terakki kulüplerinin başına geçirmek,
7.    Alim olacak kabiliyette olanlar için memleket konularını tetkik vasıtalarını sağlamak ve bunları Maarif Nezaretine tanıttırmak ve öğretmen, profesör vb. olarak vazife görmelerini kolaylaştırmak.

Bu fikirlerini hayata geçirmek üzere İttihat ve Terakki’nin Umum Merkezi Azası olarak Balkan Savaşı patlak verene dek Selanik’te kalmıştır. Sonrasında İstanbul’a gelmiştir. Bir süre kenar mahallelerde oturduktan sonra Büyükada’ya taşınmıştır.

Divan edebiyatı ve aruz vezni zevkinden kendini kurtaramadığı için bir gün Yahya Kemal’e:
Harabîsin, Harabati değilsin,
Gözün mazidedir, âti değilsin.
demiş, Yahya Kemal ise kendisine şu meşhur cevabı vermiştir:
Ne harabî, ne harabatiyim,
Kökü mazide olan âtiyim.
İstanbul Üniversitesinde doçent olarak görev yaptığı bu dönemde “Yeni Hayat” adlı mecmuayı akademisyen arkadaşlarıyla beraber maddi katkıda bulunarak çıkartmışlardır.
İttihat ve Terakki’nin kamuoyu desteği azalıyordu. Ancak bu dönemde Ziya Gökalp İttihat ve Terakki’nin çağdaşlaşma fikirlerine öncülük etmiş, çeşitli ortamlarda bunun savunuculuğunu yapmıştır. O dönemde Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın ortaya çıkmasının ardından aradaki fikir ayrılığını ortaya koyarak ve 14 Aralık 1911’de kaleme aldığı genelgeyle İttihat ve Terakki’nin ideolojisini ortaya koyma yolunda ilk adımı da atmıştır. Aslında İttihat ve Terakki’nin belli bir lideri yok ama liderleri vardı. Ziya Gökalp ise İttihat ve Terakki içindeki akımlardan birinin başında görünüyordu. O’nu sevmeyenler ise daha ziyade Avrupa hayranlarıydı.
Ziya Gökalp 1917’de İttihat ve Terakki’nin kongresinde bir rapor sunmuş, Şeyhülislam ve Evkaf Nazırını kabineden atmak gerektiği konusunda Talat Paşa ile mutabakata varmışlardır. Bu kongre esnasında kendisine muhalif olanlar bile fikirlerinde orjinallik olduğunu ifade etmişlerdir.
Birinci Dünya Savaşının 1918’de Mondros Mütarekesi ile sona ermesinin ardından fikirlerinden dolayı tutuklanarak Bekirağa bölüğüne, oradan da Malta’ya sürgün edilmiştir.
1921'de sürgünden döndükten sonra ailesiyle tekrar bir araya gelmiş ve bu sefer Mustafa Kemal taraftarı olarak Diyarbakır'a gitmiştir. Burada milli liderlere yol göstermek amacıyla sosyolojik makale serileri yazdığı “Küçük Mecmua”nın sorumlu müdürü olmuştur.
Kurtuluş Savaşı zaferle bittikten sonra Maarif Vekili kendisine Telif ve Tercüme Encümeni Başkanlığı teklif edilmiş, bu teklif üzerine Ankara’ya gelmiştir.
1923’te Diyarbakır’dan milletvekili seçilmiş ve Anayasa’nın hazırlanması çalışmalarına katılmıştır. Anayasanın laikliğe ait maddesi Ziya Gökalp’in kaleminden çıkmıştır.
Türk Medeni Tarihi’ni yazmaya başladıktan kısa bir süre sonra 24 Ekim 1924’te hayata gözlerini kapamıştır.

17 Mart 2013 Pazar

Barbaros Hayrettin Paşa'nın Hatıraları, Barbaros Hayrettin

16'ncı asır Osmanlı tarihinin önemli kaynaklarından biri olan bu kitap Barbaros Hayrettin Paşa ve kardeşi Oruç Reis’in Midilli adasından çıkıp Cezayir’i nasıl fethettiklerini, denizde ve karada ne çeşit savaşlar yaptıklarını anlatmaktadır.
    Barbaros Hayrettin Paşa, 1473 tarihinde Midilli Adasında doğmuştur. Babası Midilli’ye yerleşmiş olan Türk sipahilerinden Eceova’lı Yakup Bey’dir. Yakup Beyin İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adında dört oğlu dünyaya gelmiştir. İshak ile Oruç büyükleri, Hızır ile İlyas da küçükleridir.
    Yakup Bey’in oğulları denizlere açılıp ticaret yapmaya başlarlar. Üç kardeş ticaret maksadıyla denize açılırlar. İshak ise baba yurdunu beklemektedir. Oruç ile İlyas, Şam Trablusu’na gitmek üzere Midilli’den ayrılırlar fakat Rodos Adasının önünden geçerken Rodos gemilerine rastlarlar.  Korsanlarla çetin bir mücadele başlar. İlyas şehit düşer. Oruç da esir edilerek Rodos zindanına hapsedilir. Oruç kısa bir zaman da korsanların elinden kurtulur.
    Hızır Reis ve ağabeyi Oruç Reis, Akdeniz kıyılarına akınlar düzenlerler ve ganimetler elde ederler. Cebre Adası’nı üs olarak kullanan Hızır Reis ve ağabeyi Oruç Reis’in ünü bütün Akdeniz’e yayılır. İki kardeş Tunus Sultanı Muhammed ile anlaşarak Tunus’taki Halku’l-Vad  limanını kullanmaya başlarlar. Hızır ve Oruç, ele geçirdiği ganimetin beşte birini Tunus sultanına verip, kalan malları Tunus pazarında satarlar.
    İki kardeş İspanyol’lara büyük zararlar verdirirler ve birçok Müslüman esiri kurtarırlar.
    Hızır ve Oruç Reis, ele geçirdikleri yüklü bir gemiyi armağan olarak Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim'e gönderirler. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim de onlara verdiği desteğin bir ifadesi olarak armağanlar yollar. Oruç ve Hızır Reis, ağabeyleri İshak'ın da kendilerine katılmasından sonra korsanlıkla yetinmeyip Kuzey Afrika'da toprak edinmeye başlarlar. İspanyollara karşı savaşırlar ve Tenes, Tlemsen ve Oran kentlerini ele geçirerek Cezayir'i denetimlerine alırlar. İspanyollar ertesi yıl Cezayir’i geri almak için Araplarla birleşerek saldırıya geçerler. Bu savaşta İshak ve Oruç öldürülür. Yavuz Sultan Selim, Hızır Reis’i Cezayir beylerbeyliğine atayarak koruması altına alır.
    Barbaros Hayrettin Paşa, İspanyollara karşı hazırlıklarını tamamlayarak onları yenilgiye uğratır, Cezayir’deki hareketlenmeleri bastırır ve sorunları giderir.
    İspanya Kralı, en büyük amiralini ve üstün filosunu baskın için gönderir ancak yapılan muharebede İspanyol filosu imha edilir. Bu duruma hiddetlenen İspanya Kralı, Cenevizli amiral Andrea Doria’yı 30 kadırga ile Barbaros Hayrettin Paşa’yı esir almak için yola çıkarır. Yapılan muharebede düşmanın artçı filosu ele geçirilir.
    21’inci İspanya seferine emir komuta eden  Barbaros Hayrettin Paşa, her seferde binlerce Müslüman erkek, kadın ve çocuğunu Kuzey Afrika’ya getirmiştir.
    Kanuni Sultan Süleyman, İspanya Kralı üzerine bir sefer planlamaktadır ve Barbaros Hayrettin Paşa’yı İstanbul’a çağırır. Barbaros Hayrettin Paşa, yolda karşılaştığı ve ele geçirdiği 18 parçalık İspanyol filosu ile İstanbul’a varır. Kanuni Sultan Süleyman, Barbaros Hayrettin Paşa’yı Kaptan-ı derya yapar.
    Kaptan-ı derya olarak çıktığı ilk seferde Sicilya’dan sonra Sardunya’ya, oradan da Cezayir’e ve Tunus’a gider.Tunus’ta İspanya Kralı’nın 30.000 askeri ve 500 gemisine karşı girişilen muharebe sonucunda Cezayir’e çekilir ve oradan da İstanbul’a döner.
    Ertesi yıl daha güçlü bir donanma ile yeniden Akdenize açılır. İtalya kıyılarını vurur ve Ege Denizi’ndeki Venedik adalarını Osmanlı topraklarına katar.Osmanlının Akdeniz’deki denetimi artması üzerine, Papalık, Venedik, Ceneviz, Malta, İspanya ve Portekiz gemilerinden oluşan bir Haçlı donanması kurulur ve başına Andrea Doria getirilir. Preveze kalesinin yer aldığı Arta Körfezi’nde bulunan Barbaros Hayrettin Paşa, düşmanın 600 gemisi ve 60.000 askeri olan donanmasına karşı 122 gemi ve 20.000 asker ile  28 Eylül 1538 Cumartesi günü Preveze’de büyük bir zafer kazanır.
    Düşmanın birçok bakımdan üstünlüğüne karşılık en mühim üstünlüklerimiz, tüm kadırgalara hakimiyet, aynı dil, birlik ve beraberlik, daha uzun menzilli toplar, leventlerin hafif giyimli ve silahlarının hafif olmasıdır.
    Yapılan çetin muharebelerde düşman haçlı donanmasının yarısı imha edilmiş ve diğer yarısına da zayiat verdirilmiştir. Ertesi yıl Venedik üzerine sefer yapılmış ve Venedik boyun eğmek zorunda kalmıştır.
    İspanya Kralı Karlos, 516 teknesi ve 36.230 askerinden oluşan donanma ile 20 Ekim 1541’de Cezayir’e çıkmıştır. Barbaros Hayrettin Paşa’nın oğlu Hasan Bey’in ise 600 Türk leventi ve 2.000 Arap gönüllü atlısı vardı. Hasan Bey’in yaptığı gece harekatı baskını ile 20.000 düşman askeri ya fırtınada boğulur, ya leventlerin kılıcı altında can verir veya esir düşer. Hasan Bey’e bu zaferden sonra “Gazi” ünvanı verilir. Yapılan muharebede Hasan Bey’in rütbesi sancakbeyi yani tümamiraldir. Bir sancakbeyinin, Avrupa’nın asırlardan beri görmediği en büyük hükümdarı perişan etmesi bütün tarihte çok tesadüf edilen vak’alardan değildir. Kanuni Sultan Süleyman, Hasan Bey’e Beylerbeyilik ve paşalık payesi verir.
    Diğer taraftan İspanya Kralı’nın aylarca kiliseden çıkmadığı ve hatta kederinden öldüğü söylenir.
    Barbaros Hayrettin Paşa, hatıralarına böylece son verir. Barbaros Hayrettin Paşa bundan sonra 1543-44 Fransa seferine çıkmıştır ki, hatıralarında bu konu yoktur. 4 Temmuz 1546’da 74 yaşlarında İstanbul’da ölmüştür.

25 Şubat 2013 Pazartesi

Osmanlı Hareminde Üç Haseki Sultan, Yılmaz Öztuna

16’ıncı ve 17’inci Yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğunun kaderini etkileyen üç devşirme Sultan (Safiye,Kösem,Tarhan Sultanlar)’ın hayat hikayesi
Birinci Bölüm: Safiye Sultan
     Safiye Sultan, Venedikli soylu bir ailenin kızıdır. Bir korsan tarafından kaçırılarak Osmanlı Sarayına götürüldü. Yaşı büyük olmasına rağmen güzelliğinden dolayı saraya kabul edildi. Kıvrak zekası, hırsı, cesareti ve güzelliği ile Şehzade Murad’a  eş olmayı başarabildi. Kısa bir süre sonra da Şehzade Mehmet’e hamile kalarak saraydaki itibarını yükselti.
    Kanuni Sultan Süleyman’ın Zigetvar Seferinde vefatı üzerine İkinci Selim Padişah, Murad Han da Veliaht, Safiye Sultan da veliaht eşi olmuştu. Safiye Sultan Cihan’ın yarısına sahip bir İmparatorluğa hükmedecek Veliaht Murat’ın zevcesi olmanın ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Artık Osmanlı tarihi okuyor, özellikle kendisine örnek olacak Hurrem Sultan’ın hayatını inceliyordu.
15 Aralık 1574 yılında İkinci Sultan Selim’in ani bir şekilde vefat etmesi ile birlikte Şehzade Murat beklenmedik bir şekilde tahtın sahibi oldu. Safiye de böylece Safiye Sultan unvanını almış oldu. Safiye Sultan’ın İstanbul’a Saraya gelmesi ile kayınvalide-gelin çekişmesi başladı. Sultan Üçüncü Murad’ın annesi Nur-Banu Sultan, Safiye Sultan’ı hiç sevmemişti. Zira oğlunun bu Venedikli Kadına bu derece bağlı olmasından rahatsız oluyordu. Oğlunun Safiye Sultan’a olan ilgisini azaltmak için oğluna sürekli farklı cariyeler sunuyordu. Nur-Banu kızlarının da Safiye Sultan’a karşı cephe almalarını başarabilmişti.  Ancak Sultan Murat’ın eşine olan aşırı bağlılığından dolayı çok etkili olamıyordu. Safiye Sultan saraydaki diğer kadınlar ile mücadele ederken rüşvetin birçok kapıyı açabildiğini öğrendi ve bundan sonrada bunu çok etkili bir şekilde kullanmaya başladı.
Sokulu Mehmet Paşa’nın bir Boşnak Dervişi tarafından öldürülmesinden sonra, Dul kalan Sokullu’nun eşi İsmihan Sultan’ın nüfuzunu kaybetmesi ile Safiye Sultan bir rakibinden kurtulmuş oldu. Sokulunun ölümünden sonra Osmanlı devlet düzeninde bozulmalar daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaya başladı. Artık padişahlar ordularla birlikte sefere çıkmaz olmuşlar ve sarayın rehavetine kendilerini kaptırmaya başlamışlardı.  Rüşvet devletin her kademesinde sıradan bir durum halini almıştı.
Sultan Üçüncü Murat’ın 15 Ocak 1559 tarihinde, 48 yaşında vefat etmesi ile, Safiye Sultan 45 yaşında dul kalmıştı. Venedik’ten Saray’a gelmesi üzerinden 30 yıl geçmişti. Artık valide sultan ve imparatoriçe yani, yeryüzünün birinci kadını idi. Bundan sonra tek amacı kocası gibi, yeni padişah Sultan Üçüncü Mehmet’i de yönetmekti. Bu amacında da başarılı olmuştu. Bununla birlikte aldığı rüşvetlerle de şahsi servetini oldukça artırmıştı. Bu servetinin tamamını kendi için ayırmıyor bir kısmını nüfuzunu artırmak için dağıtıyordu.
İktidar hırsının etkisinden kurtulamayan Safiye Sultan çevirdiği entrikalar ile Sultan Mehmet’i evladı Şehzade Mahmud’un katili yapmıştı. Evladının katlinden dolayı vicdan azabına dayanamayan Sultan Mehmet 21 Aralık 1603 günü, henüz 38 yaşında iken öldü. Oğlunun bu şekilde ani ölümü sonucunda Safiye Sultan’ın saraydaki durumu çok nazik bir duruma geldi.
Babasının ani ölümü üzerine Şehzade Birinci Ahmet henüz 14 yaşında padişah olmuştu. Genç Padişah kardeşinin katledilmesinin etkisinden henüz kurtulamamıştı. Bu olaydan dolayı da Babaannesi Safiye Sultan’ı sorumlu tutuyordu. Babaannesinin çevirdiği birçok entrikaya bizzat şahit olmuştu. Kadınların devlet işlerine karışmasından nefret eden Sultan Birinci Ahmet tahta oturmasından 19 gün sonra babaannesinin Topkapı Sarayı’ndan çıkartılarak Beyazıd’daki eski saraya taşınmasını emretti.
Safiye Sultan bütün hayatının en büyük darbesini yedi. 30 yıllık görkemli saray yaşantısından, sonra Topkapı Sarayı’nı terk ederek Eski Saray’ın karanlık bir dairesine yerleşti. Ancak sarayın şatafatlı hayatına alışan Safiye Sultan yeni mütevazı hayatına sadece iki yıl dayanabildi. 10 Kasım 1605 günü vefat eden Venedikli Safiye Sultan çok sevdiği ve sevildiği Üçüncü Murat’ın yanına defnedildi.

İkinci Bölüm: Kösem Sultan
     Üçüncü Mehmet’in ani ölümünden sonra, sancak beyi olarak Manisa’ya gitmeye hazırlanan Şehzade Ahmet birden bire Padişah olmuş ve Padişah olması ile birlikte evlenmesi gerekmişti. Kendisine onun gibi 14 yaşında olan Mâhpeyker isimli kız uygun görüldü. Mâhpeyker Bosnalı bir bey tarafından saraya sunulmuştu. Milliyeti çok bilinmemekteydi. Güzelliği, keskin zekâsı ve öğrenme kabiliyetinden Padişahlar için ayrılan cariyeler sınıfına alınmıştı.
Safiye Sultan’ın Hürrem Sultan’ı örnek aldığı gibi Mâhpeyker de kendisine Safiye Sultan’ı örnek almıştı. O da bir şehzade doğurarak Padişah’ın gözdesi olmak hırsı ile yanıp tutuşuyordu. Mâhpeyker hemen hamile kalmayı başarabilmişti; ancak bir rakibi vardı. Nitekim Mâhfiruze Haseki ondan önce Şehzade Osman’ı doğurmuştu. Ancak Mâhpeyker’in ilk iki çocuğu kız olmasına rağmen ümidini kaybetmemişti. . Çünkü Padişah’ın kendisini çok sevdiğini biliyordu. Mâhpeyker İki kız çocuğunun ardından Şehzade Murad ve Şehzade İbrahim’i doğurmaya muvaffak oldu. Sultan Birinci Ahmed, çok sevdiği eşini “Kösem” diyerek çağırıyordu. Öyle ki daha sonra adı Kösem Sultan olarak kaldı.
Sultan Birinci Ahmet henüz 28 yaşında 21 Kasım 1617 yılında vefat etti. Hayatı boyunca hiçbir sefere katılmamasına rağmen, halka ve askere karşı yakın ve samimi davranışlarından dolayı herkes tarafından sevilmişti.
Sultan Birinci Ahmet’in erken gelen ölümü Kösem Sultanı derinden sarstı. Nitekim oğlunun Padişah olmasının önünde iki şehzade engeli vardı. Bunları bertaraf etmesi gerekiyordu. Bunun içinde Mâhfiruze Sultan’ın oğlu Şehzade Osman’ın tahta çıkmasını engellemek için Sultan Ahmet’in kardeşi Şehzade Mustafa’nın tahta çıkmasını destekledi. Çünkü akıl hastası olan Mustafa’nın bir gün mutlaka tahttan indirileceğine inanıyordu. Bu süre zarfında da oğlunun tahta çıkmasına engel olabilecek iki şehzadeyi bertaraf etmeyi planlıyordu.
Kösem Sultan, rüşvet dağıttığı devlet adamlarının da desteği ile Şehzade Mustafa’yı tahta çıkarmayı başarabildiyse de kısa bir süre sonra akıl hastalığı anlaşıldığından tahttan indirildi. Bunun üzerine tahtın haklı sahibi Sultan Osman tahta çıktı. Genç Osman lakabıyla tahta çıkan Padişah devletin bekasını sağlamak için kardeşi Şehzade Mehmet’i idam ettirdi. Böylece Kösem Sultan’ın oğlunun taht yolundaki engellerinden birini ortadan kaldırarak, bu yolda tek engel olarak kaldı.
Kösem Sultan Genç Osman’ın padişah olarak devam etmesinden rahatsızdı. Nitekim İkinci Osman tahtta kaldıkça, konumunu güçlendirebilirdi. Ancak Genç Osman da çok rahat durmuyordu. Çıktığı Polonya Seferi’nde ordunun eksiklerini fark etti. Bu sefer esnasında gördüğü eksikliklerle ilgili çok sert tedbirler aldı. En üst düzey komutanları bile çok ağır şekilde azarlamaktan geri kalmadı. Orduda ve devlet idaresinde çok ciddi ıslahatların yapılması gerektiğini fark etti ve bunu etrafındakilerden gizlemedi. Padişahın bu niyetini anlayan kapıkulu askerleri başlattıkları bir ihtilal ile İkinci Osman’ı katlettiler. Başlangıçta tahta Şehzade Murad’ın geçmesi planlanırken ihtilalciler dört yıl aradan sonra tekrar Sultan Mustafa’yı tahta geçirdiler.  Sultan Mustafa bu sefer tahtı daha uzun süre (Bir yıl dört ay)  koruyabildi. Aklı dengesi yerinde olmayan Sultan Mustafa’nın daha fazla devam edememesi üzerine Kösem Sultan’ın oğlu Sultan Murat, padişah oldu.
Dördüncü Murat, daha çocuk yaşta tahta çıktı. Bunu fırsat bilen Kösem Sultan devlet işlerini bizzat yönetmeye başlamıştı. Devlet adamlarını, hatta sadrazamları dahi kendisi atıyordu. Ülkede başsızlıktan dolayı huzursuzluk baş göstermişti. Genç Osman’ın katledilmesinden halk rahatsızdı ve ülkenin birçok yerinde isyanlar görülmeye başlamıştı. Değişik yerlerde yeniçeriler zaman zaman öldürülüyordu. Sultan Murat yaşı ilerledikçe devlet işlerini bizzat yönetmeye başlamıştı. Ayrıca kardeşi İkinci Osman’ın katledilmesini de halen içine sindirememişti. Zaman içinde, değişik ihtilâlcileri farklı sebeplerle birer birer ortadan kaldırdı. Dördüncü Murat, aldığı sert ve etkili tedbirlerle tekrar devlet düzenini sağlamayı başarabildi. Ordu ve devlet yönetimi ile ilgili birçok ıslahatlarda bulundu.
Sultan Murat’ın otoriter kişiliği ve sert mizacı annesi Kösem Sultan’ın eskisi gibi devlet işlerine karışmasına müsaade etmiyordu. Sultan Murat devlet otoritesini ve bekasını koruma konusunda öylesine kararlıydı ki bunu sağlamak için gerekli tedbirleri almaktan çekinmiyordu. Öyle ki kendisi yerine tahta çıkarılmasından korktuğu üç kardeşini (Şehzade Beyazid, Şehzade Süleyman ve Şehzade Kasım )  öldürtmekte tereddüt etmedi. Şehzade İbrahim’i öldürmeyi düşündü ancak, oğlu Kasım’ın öldürülmesine engel olamayan Kösem Sultan bu sefer İbrahim’in hayatını kurtarmayı başardı.
Bağdat Seferi dönüşünde yakalandığı hastalıktan kurtulamayan Bağdat Fatihi Sultan Murat henüz 28 yaşında iken vefat etti. Yerine tahtın tek varisi Şehzade İbrahim Padişah oldu. Sultan İbrahim o güne kadar hep kardeşi tarafından öldürülmek üzere hep cellâtların kapısını çalmasını beklemişti. Hatta kardeşinin ölüm haberine inanmamış, bunun kendisini öldürmek üzere planlanmış bir tuzak olduğunu sanmıştı. Bundan dolayı psikolojisi bozulmuştu, ancak akıl hastası değildi.
Kösem Sultan Dördüncü Murat’ın ölümüne kısmen sevinmişti. Çünkü onun döneminde eskiden olduğu gibi devlet işlerine karışamıyordu. Sultan İbrahim’in ağabeyine nazaran daha hoşgörülü, tecrübesiz ve psikolojisinin kısmen bozuk olması Kösem Sultan’a tekrar eski günlerdeki gibi devlet işlerine karışma fırsatı verecekti.

Üçüncü Bölüm: Tarhan Sultan
Sultan İbrahim tahta çıktığında kendisinden sonra padişah olacak bir varisi yoktu. Eğer ona bir şey olsaydı Osmanlı Hanedanın sonu gelebilirdi. Bunun farkında olan Kösem Sultan, oğluna sürekli yeni cariyeler sunuyordu. Ancak o yaşına kadar sürekli celladı bekleyen Sultan İbrahim’in psikolojisi bozulmuş ve kendisinde sürekli bir baş ağrısı hasıl olmuştu. Bu durum onun kadınlar konusunda başarısız olmasına sebep oluyordu. Yapılan değişik tedaviler sonucunda bu rahatsızlığından kurtuldu.
Hatice Tahran isimli cariye, Sultan İbrahim’in teveccühünü kazanmayı başarabilmişti.13 yaşını henüz geçmiş bu kız Ukrayna’dan saraya getirilmişti. Çok zeki bir kız olan Tarhan sarayda mükemmel bir tahsil ve eğitim aldı. Çok iyi kalpli ve terbiyeli olan Tarhan Sultan henüz 14 yaşında veliaht annesi olmuştu. 1642 Ocak ayında Şehzade Mehmet dünyaya gelmişti.
Devlet idaresinde bozulmalar yine baş göstermişti. Sürekli vezir-i azam değişiklikleri yaşanıyordu. Bazı makamlar rüşvetle alınır, satılır olmuştu. Vezir-i Azam Kara Mustafa Paşa’nın idamından sonra da değerli bir devlet adamı bulunamamıştı.
Devlet işlerini öğrenen ve rahatsızlıklarından kısmen kurtulan Sultan İbrahim, Sultan Murat kadar olmasa da kısmen istibdat yönetimini uygulamaya başlamıştı. Bu durumdan şüphesiz rahatsız olanların başında Kösem Sultan geliyordu. Çünkü Sultan İbrahim onun devlet işlerine karışmasına izin vermiyordu. 
Sultan İbrahim, Kösem Sultan’ın devlet düzenine ve sarayın işleyişine karışmasından rahatsız oluyor ve buna izin vermiyordu. Hatta annesine sarayı terk etmesinin iyi olacağı iddiasında bile bulundu. Bunun üzerine Kösem Sultan Sûr dışında Topkapı Semti haricindeki yazlığına çekilmek zorunda kaldı. Ancak burada da rahat durmadı ve oğlunu tahttan indirmek için komplolar planlamaya başladı. Bunda da başarılı oldu. Rüşvet ile kendi safına çektiği Ocak ağaları ile oğlunu tahttan indirmeyi başarabildi. Oğlu Sultan İbrahim yaptığı uygulamalar ile kendi sonunu hazırlamıştı. Saltanatı esnasında birçok devlet adamının katline karar vermiş, bir kısmını da değişik yerlere sürgüne göndermişti. Nitekim Kösem Sultan’ın etrafında toplanan ihtilalcı Ocak Ağaları önce Sultan İbrahim’i tahttan indirmiş, daha sonrada idam etmişti. Halk ve devletin ileri gelenleri bir padişahın bu şekilde katledilmesinden rahatsız olmuş birçok yerde isyanlar ve gösteriler yapılmıştı.
Sultan Dördüncü Mehmet henüz yedi yaşında tahta çıkmıştı. Onun çocuk olması Kösem Sultan’a eskiden olduğu gibi padişah naibesi olarak devleti yönetme fırsatını sunuyordu. Kösem Sultan eski günlerde olduğu gibi devletin en üst düzey devlet adamlarını yönetiyordu. Bu arada rüşvet ile elde ettiği serveti de yine kendi çıkarları doğrultusunda destekçilerine dağıtmaktan da çekinmiyordu.
Bu arada Girit Muhasarası devam ediyordu. Bütün çabalarına rağmen Girit alınamıyordu. Girit o yıllarda Venedik’in hâkimiyeti altında idi. Adaya destek sadece Venedik’ten değil tüm Avrupa’dan yağıyordu. Ancak kendi iç mücadelelerinden kurtulamayan İmparatorluk Girit’i unutmuştu.
Kösem Sultan’ın babaanne olarak naibeliği uygun değildi. Çünkü bu ancak Padişah’ın annesinin hakkıydı. Bunun farkında olan Tarhan Sultan harekete geçmeye başlamıştı. Onda Kösem Sultan’daki gibi iktidar hırsı yoktu sadece Kösem Sultan’ın haksız uygulamalarından rahatsız olmaya başlamıştı. Artık gelin ve kaynana zaman zaman karşı karşıya gelmeye başlamıştı. Tahran Sultan terbiyesi, hoş görüsü ve iyi huyluluğu ile bazı devlet adamlarını yanına çekmeye başlamıştı. Kösem Sultan, gelininde kurtulmaya karar vermişti. Ancak Sultan Mehmet büyüyordu ve o hayatta iken padişah annesi Tarhan Sultan’ın başına bir şey gelmesi Kösem Sultan’ın sonunu da getirebilirdi. Bunun üzerine Kösem Sultan torunu zehirleyerek öldürmeyi planladı. Aşçı başını makam ve rüşvet vaadiyle ikna etti. Ancak Tahran Sultan bu komployu öğrenmişti. Bunun üzerine derhal devletin ileri gelenlerini toplayarak durumdan haberdar etti. Bu teşebbüsten sorumlu olduğu anlaşılan Kösem Sultan’ın idamına karar verildi. Kösem Sultan 61 yaşında, 48 yıllık saray hayatının ardında odasında öldürüldü.
Kösem Sultan üvey oğlu Sultan İkinci Osman’a bir sürü oyunlar oynamış, büyük oğlu Sultan Dördüncü Murat’ın ölümü ile rahatlamış, küçük oğlu Sultan İbrahim’in önce tahttan indirilmesine sonra öldürülmesine sebep olmuş ve son olarak da torununun hayatına kastetmişti.
Kösem Sultan’ın ölümü halk arasında sevinçle karşılanmıştı. Onun yandaşlığını yapan ocak ağaları ve devlet adamları da birer bir idam edilmiş veya İstanbul’dan sürülmüştü. Padişah naibesi olan Sultan Tahran Dördüncü Murat dönemindeki asayiş ve düzenin sağlanması için çalışmaya başladı. Ancak Kösem Sultan’ın sebep olduğu düzensizlik ve anarşi ortamını tekrar düzeltmek o kadar da kolay değildi. Devleti yönetmek için yetişmiş devlet adamı bulunamıyordu. Sürekli vezir-i azamlar, vezir ve diğer üst düzey devlet adamları değişiyordu.
Tarhan Sultan devleti yönetebilecek kabiliyete sahip bir vezir-i azam arayışında idi. Atadığı kişiler uzun süre devam edemiyor, birkaç ay sonra yeni bir vezir-i azam atanıyordu. Bu da devlet düzeninin ve istikrarın sağlanmasını engelliyordu. Uzun arayışlardan sonra Köprülü Mehmet Paşayı bu makama getirdi. Osmanlı tarihinde yeni bir devir açılıyor, anarşi bitiyor, düzen sağlanıyordu, zira artık devlet fikrini savunacak Köprülüler vardı.
Köprülüler döneminde tekrar devlet düzeni sağlanmıştı. İçerdeki bu olumlu düzelmelerle birlikte Osmanlı İmparatorluğu dışarıda da itibarını artırmıştı. Girit Adası fethedilmiş, Akdeniz’deki Venedik varlığına kesin son verilmişti. İçerdeki ve dışarıdaki isyanlar sona ermişti.
Oğlunun buluğ çağına girmesinden sonra Hatice Tarhan Sultan artık devlet işlerine karışmamaya, idareyi oğluna ve Köprülülere bırakmaya başlamıştı. Sadece çok önemli işlerde oğluna tavsiyelerde bulunuyordu. Hayatının son çeyrek asrını Edirne Saray-ı Hümâyûnu’nda geçiriyor, çok nadiren de İstanbul’ a gidiyordu.
Tarhan Sultan, 1683 yılı Temmuz ayında vefat etti. Annesinin vefatını Viyana Seferinde öğrenen oğlu Dördüncü Mehmet “Devletin en büyük temel direği gitti” diyerek haklı teessürünü açıkladı. Tarhan Sultan’ın ölüm haberini aldıklarında, yaptığı hizmetleri unutmayan ordudaki bütün subay ve erler çok üzüldü. Cenaze törenine bütün İstanbullular katıldı ve Eminönü’ndeki Yeni Valide Camiinin yanındaki türbesine gömüldü. Tarhan Sultan gelinini de kendisi gibi yetiştirmişti. Ondan sonra gelen Hasekiler de aynı terbiye ve ahlakla yetişmeye devam etti. Tarhan Sultan bu suretle Hürrem-Safiye-Kösem sistemini ve Kadınlar Saltanatı’nı tamamen yıkarak Osmanlı İmparatorluğu’na en büyük hizmetlerden birini yapmış oldu.

Suyu Arayan Adam, Şevket Süreyya Aydemir

Yazar bu romanında kendi hayatını kaleme almış,kendi iç dünyasını romanına yansıtmış,hayatı boyunca hep doğru fikir ve düşünceleri bulmaya çalışmış ama Türklük ,Turan ve  ulaşmak istediği ve sonuçta tüm Türklerin birleşmesi ülküsü olan ‘Kızıl elma’ya varmayı idealine ulaşmayı planlamış ama ulaşamamıştır. Hep bir arayış içinde ömrü geçmiş çevrenin etkisi ve  tanıştığı bir insanın etkisiyle fikir ve idealini değiştirerek komünizm fikrini benimsemesi ve artık bu cephe de yer alarak Türkiye’ye dönmesi,yansımalarını çevresine iletmesi ana temayı oluşturmaktadır. Bir insanın ruh dünyasındaki değişimlerini kitabında çok güzel bir şekilde izah etmiş,emeklilik döneminde hep kendini sorgulamış ve sonunda doğa ile bütünleşerek kendi benliğine dönmüştür Bize bir ders vermiştir.O da şudur: İnsan her zaman fikir ve düşüncelere açık her zaman değişime hazır ve arayış içindedir.Değişmez dediğimiz değer ve düşüncelerimiz de  zamanla elde ettiğimiz  tecrübe ve deneyimlerimiz  neticesinde değişebilir.
       
Yazar ilk bölümde çocukluk döneminde yaşadığı olayları anlatmaktadır.Edirne’de geçen çocukluk dönemlerinden  bahsetmekte ,ilk  okuma yazmayı annesinden öğrendiğini, ilk tahsilini mahalle mektebinde gördüğünü, daha sonra gittiği Askeri Rüştiye Mektebinde öğretmenlerinin etkisinde kalarak Türklük ve Turan fikrini benimsediğini ifade etmektedir.
Balkan Harbinin getirdiği çöküntüler ve Türklere yapılan eziyetler sonucunda Trakya’dan  göçün  başladığını, daha sonra İstanbul’a geldiğini, burada Anadolu hakkındaki  fikirlerinin    daha da  belirginleştiğinden,kendisi de eğitimini bitirip gönüllü olarak  Kafkas  cephesine gittiğinden bahsetmektedir.   
Cephede görev yapan genç subayların Rusya’da ihtilal neticesinde harbin biteceği ve Rusya’nın dağılacağı Azerbaycan ve Türkistan ile müstakil devlet olacağı Kafkasya’dan başlayarak büyük Turan’ın kurulacağı  fikrini paylaştıklarından söz etmektedir.               
Yazar cephede donma tehlikesi geçirdiğinden,harbin ilerleyen safhasında cephede yaralandığından ve tedavi için bir süre hastanede yattığından ve tedavi gördüğü dönemde hayaller kurduğundan bahsetmektedir.Bu dönemde okuduğu bir romanın etkisinde kaldığını ve okuduğu romanın  ismi “Aydemir”  olduğundan söz etmektedir. Romanın kahramanı olan ’Aydemir’in ne silahının ne de cephanesinin olmadığını ama inanç ve ülküsü olduğunu,herkesle dost olduğunu ve tek amacının herkese yardım  etmek olduğunu belirtmektedir.Yazarımız da kendisini de romanın kahramanı olan Aydemir’e benzetmektedir.
Yazar iyileşip cepheye gitmiş,  birliklere  birkaç  ay  sonra  savaşın kaybedildiği ve mütareke yapıldığı  teslim alınan  yerlerin geri verileceği hükümetçe bildirilmiştir.Bu gelişme üzerine birliğiyle birlikte Türkiye’ye gelmiş,birliğinden ilişiğini kesdikden sonra  gönüllü olarak Kafkasya’ya geri dönmüştür.Azerbaycan batısında Nuha kentinde öğretmenlik görevine  başlamış,kaldığı yerde bulunan insanlara Türklük,Turan ve bunların nihayetinde ulaşılmak istenen Kızıl Elma fikrini aşılamaya çalışmıştır.Bu fikirleri aşıladığı insanlarla Ruslarla çatışmaya girmiştir.Bu dönemde  Rusya’da yeni bir akımın etkisi hissedilmeye başlanıştır.Yeni akımın adı Komünizm’dir.
 Ruslar ilerleyerek yazarın kaldığı  yere ulaşmış,bir süre Rusların lideriyle beraber aynı yerde kalmıştır. Kendisi Bakü’de toplanacak olan ‘Şark Milletleri Kurultay’ına delege seçilmiştir.
 Yazar kaldığı yer olan Nuha’da bir kıza aşık olmuştur.Tanışıp görüşmeye baslamışlar,ilerleyen günlerde  sevgilisi ona aşık olduğunu ama yazarın  Türklük davasını rahatça yürütebilmesi için ilişkilerinin bitmesi gerektiğini söylemiş ve yazarımız bu olay neticesinde kaldığı yer olan Nuha’dan ayrılmış ve kuzeye hareket etmiştir. Bu aşk acısından sonra  Batum’da bir Türk kızıyla evlenmişti
.Batum’da Türk mektebinde öğretmenliğe başlamış,burada bir Kazak’la tanışmıştır.Tanıştığı kişi ihtilalci,komünist fikirlere sahip bir insandır.Bu dönem yazarın artık fikir ve düşünceleri açısından bocalamaya başladığı bir dönemi oluşturmaktadır.Böyle bir ruh haliyle komünist partisine girmiştir.Mitinglerde konuşmalar yapmış,toplantılara katılmış,yeni dostlar  edinmiştir.
Yazar yeni bir okulda görev almış,okulun kampına katılmış,burada da yeni dostluklar edinmiştir..Üniversitenin düzenlediği toplantıda Enver Paşa ile tanıştığından İttihat ve Terakki Partisinin eski lider kadrosunun bir kısmının da Rusya’da yaşadığından,ayrıca komünist insanların yaşamlarından ve Rusya’nın tarihinden ve  gelecekte büyük tehdit olacağını düşündüğü  Çin ve Çin asrından  söz etmektedir.Almanya ve İtalya’da faşizm başlaması dünya dengelerinin değişimi ve dünyanın kaderinde bir dönüm noktası oluşturduğu fikrinden bahsetmektedir.
Yazar, kitabının bu bölümünde Türkiye’ye dönüşünden, İstanbul’a gelişinden ve 4 yıl boyunca yaşadığı olayları bir film şeridi gibi hatırlamasından ve ne kendisinin  ne de İstanbul’un kendi bildiği eski İstanbul olmadığından ve İstanbul Beşiktaş’ta öğretmenlik görevine başlamasından bahsetmektedir.
          Kahramanımız İstanbul’da bulunduğu dönemde “Aydınlık” adlı dergide çalışmaya başlamış ve yazılarının dergide çıkmaya başladığından,ilerleyen günlerde derginin  kapatıldığından ve bu konudan dolayı da İstiklal Mahkemesinde yargılanarak 10 yıl hapis cezası aldığından söz etmektedir.
         Aydınlık dergisinde çalışan personelin bir kısmı  yurt dışına kaçmış,Türkiye’de kalanlardan 11 kişi ceza almıştır.Cezaevinde iken 11 kişi toplantısına  devam etmiştir.İlerleyen günlerde 11 kişi değişik hapishanelere gönderilmiş,yazarın kendisi ve bir arkadaşı da Afyonkarahisar cezaevine gönderilmiştir.Zamanını kitap okuyarak değerlenmiş ve yattığı esnada siyasi suçlara af gelmiş,1.5 yıl hapiste yattıktan sonra cezaevinden çıkmıştır.
        Kahramanımız cezaevinden çıktıktan  sonra Ankara’ya gittiğinden, yolculuk esnasında Ankara’ya yerleşmeyi ve toprakla uğraşmayı hayal ettiğinden söz etmekte  burada bulunduğu dönemde  Milli Eğitim Bakanlığı ve Ekonomi Bakanlığı bünyesinde görev aldığından ve iktisat alanında kendi hazırlamış olduğu ekonomi raporundan ve bu raporun ulu önderimiz Atatürk’e arz edildiğinden bahsetmektedir.Görev yaptığı dönemde insanlara yardımcı olmak onu fazlasıyla mutlu ettiğinden söz etmektedir.Ankara’da ilk konferansını Türk  Ocağı merkez salonunda  vermiş ve bu konferans da mihver fikir Türk İnkılabı’dır.
            Ankara Söğüt özünde bir dağ evi kiralamış,boş zamanlarında dağ evine gelerek burada kafasını  ve ruhunu  dinlendirerek,huzur bulduğundan bahsetmektedir..Bu  bölgede bulunan ve Atatürk’e ait olan çiftlik evine Atatürk ve arkadaşları da  bazı günler gelmeğini,Atatürk’ün bazı günler de tek başına gelerek burada kaldığını ve ulu önderimizin tek,yalnız,anlaşılmamış,arkadaşsız  bambaşka bir insan olduğunu,bütün hayatının baştanbaşa bir çile ve yokluklar içinde geçirdiğini ,sonunda zaferin kazanıldığını ve onun da bizim gibi duygu yüklü bir  insan olduğunu belirtmektedir.
            Yazar çeşitli hizmetlerde bulunduktan sonra vekiller kararıyla emekli olduğunu, emekli olmak ona acı verse de yalnızlık onu kendi iç hesaplaşmasına ve kendini bulmasına vesile olduğundan söz etmektedir. Emeklilik döneminde boş zamanlarında  kendisine ait bağ evine giderek  kendisiyle baş başa kaldığından ve kendini sorguladığını  kaldığı yalnız günlerin ve yalnızlığının kendisini bulmasını sağladığını ve nihayetinde hayatında sahip olduğu  en büyük servetinin irade hürriyeti olduğunu anladığını ve kendi yaşadığı hayatını sevdiğini ve dünyaya yeniden gelip yeniden doğup yaşaması halinde yeni kendi yaşadığı hayatı ve yine kendisi olmak istediğinden bahsetmektedir.
        Kahramanımız  çiftlikte geçen günlerinde toprakla bütünleşmesinin ve toprakla uğraşmanın ,çiftlikte bulunan hayvanlarla, ağaçlarla,civarda bulunan köylülerle, tabiatla baş başa olmanın kendisini mutlu ettiğinden ve sonunda asıl benliğine döndüğünden bahsetmektedir.Kendi tabiriyle ‘SUYU ARAYAN ADAM’ın  suyu  nihayetinde bulduğundan hayatının  bu duygu ve düşüncelerle devam ettiğini belirtmektedir.

   

4 Mayıs 2012 Cuma

Charles Darwin’in Biyografisi, Francis Darwin

Charles Darwin’in Biyografisi, Francis Darwin, Ebookmall, 2001-ABD  
Charles Darwin’in hayat hikayesi.
    Darwin, 12 Şubat 1809'da İngiltere'nin Shrewsbury kasabasında, Robert ve Susannah Darwin'in beşinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Robert Darwin ünlü doktordu.ı. Darwin Temmuz 1817'de, henüz sekiz yaşındayken, annesini kaybetti. Eylül 1818'de ise Shrewsbury Okulu'nda yatılı öğrenci olarak eğitime başladı. Okul döneminde Garnett ismindeki bir arkadaşını hiç unutamamıştır. Arkadaşı bir gün kasabada ona pasta ısmarlar ve hiçbir ödeme yapmadan oradan ayrılırlar. Darwin neden böyle bir şey yaptığını sorduğunda, ona cevap olarak ‘Dedem çok zengin bir insandı. Kim ki kendisine ait olan şu şapkayı onun gibi giyer ve onun yürüdüğü gibi yürürse hiçbir dükkan ondan tek kuruş talep etmeyecektir. Çünkü o toplu olarak ödeme yapmıştır’ der. Darwin’e denemek isteyip istemediğini sorar ve şapkayı ona verir. Darwin onun dedesi gibi yürüyerek aynı pastaneye girer bir kek aldıktan sonra ücreti ödemeden oradan ayrılmak istediğinde dükkan sahibi onu kovalamaya başlar. Darwin’de arkadaşının nasıl güvenilmez birisi olduğunu daha iyi anlamış olur.
Küçük kız kardeşine borçlu olduğu bir insanlık anlayışı vardır. Bir kuş yuvasında iki yumurta (toplama merakından dolayı) varsa mutlaka birini orada bırakmıştır. Çocukluğuna ait unutamadığı anlardan bir tanesi de ölen bir süvarinin mezarında yapılan tören ve saygı atışıdır.
Okul yıllarında Dünyanın Harikaları adlı elinden hiç düşürmemiştir. Bir gün uzaktaki ülkelere gideceğini hissediyordu. Onun bu arzusu yıllar sonra Beagle ile yaptığı dünya turunda gün yüzüne çıkmış oldu.
İlk çalışmalarına bilimsel olmayan boyutta da olsa böcek toplamak ve onlara isimlendirmekle uğraştı. Bazen onları isimlendirmekte zorlanmış olsa da sadece koleksiyon maksadıyla böceklerin öldürülmesine gönlü razı olmadı. Bundan sonra kuşları gözlemlemeye başladı. 
Erkek kardeşi kimya bilimiyle uğraşıyordu. Onun yapmış olduğu deneylerde yardımcı olarak kabul edilmesi ve gece geç vakitlere kadar orada çalışıyor olması kendisine Gaz lakabının takılmasına sebebiyet verdi.
1825'te mezun olan Darwin, bir süre babasının yanında stajyer doktor olarak çalıştıktan sonra İskoçya'daki Edinburgh Üniversitesi'nin tıp fakültesine yazıldı. Fakat cerrahlığa bir türlü ısınamadı ve tıp derslerini boşlamaya başladı. Öğretmeni Robert Edmund Grant'ten Jean-Baptiste Lamarck'ın evrim teorisini öğrendi ve Grant ile beraber deniz canlılarını inceleyip ortak atalardan evrilme teorisini destekleyen homoloji (farklı canlı türlerinde aynı temel yapıya sahip organların bulunması) örnekleri buldu. Bir başka öğretmeni olan Robert Jameson'dan ise jeoloji ve bitkilerin sınıflandırılması üzerine dersler aldı, Edinburgh Kraliyet Müzesi'nin bitki koleksiyonunu düzenlemede Jameson'a yardımcı oldu.
Darwin'in tıp eğitimini iyice boşladığını farkeden babası, 1827'de onu Edinburgh'dan alarak Cambridge Üniversitesi'ne bağlı Christ's College'a yazdırdı. Darwin'in teoloji okuyup bir din adamı olmasını umuyordu. Darwin, teolojide tıbba kıyasla daha başarılı olsa da, asıl ilgi alanı hâlâ doğa tarihiydi. Kuzeni William Darwin Fox ile beraber böcek toplamaktan hoşlanıyordu. Böceklere olan ilgisi sayesinde botanik profesörü John Stevens Henslow ile tanışan Darwin, bu profesörle yakın arkadaş oldu ve hem Henslow'un doğa tarihi dersine yazıldı, hem de ondan özel dersler almaya başladı. Darwin 1831 yazını, jeoloji profesörü Adam Sedgwick ile beraber Galler'in jeolojik katmanlar haritasını çıkararak geçirdi.
1831 sonbaharında Henslow, Darwin'i Beagle gemisinin kaptanı Robert FitzRoy ile tanıştırdı. Beagle, Aralık 1831'de FitzRoy'un komutasında iki senelik bir Güney Amerika yolculuğuna çıkacaktı ve kaptan yolda kendisine arkadaşlık edecek iyi eğitimli bir doğabilimci istiyordu. Henslow'un tavsiyesi üzerine FitzRoy, Darwin'i gemisine almayı kabul etti. Darwin'in babası önce bu uzun yolculuğa izin vermediyse de, kayınbiraderinin araya girmesiyle fikrini değiştirdi.
Beagle'ın yolculuğu iki yerine beş yıl sürdü. Darwin, yolculuk boyunca çok çeşitli jeolojik oluşumlar, fosiller ve canlılar keşfetti ve bunlardan örnekler topladı. Fırsat buldukça Cambridge'e keşiflerini anlatan ayrıntılı mektuplar yazıyor, topladığı ilginç örnekleri postalıyordu. Bu sayede, kendisi uzakta olmasına rağmen, İngiliz doğabilimcileri arasında ünü epey yayıldı. Yolculuk boyunca tuttuğu günlüğüne, doğabilimsel keşiflerinin yanısıra, karşılaştığı değişik insan topluluklarıyla ilgili kültürel ve antropolojik gözlemlerini de yazıyordu. Bu günlüğü 1839'da Beagle Yolculuğu adıyla yayımlayacaktı.
Yolculuk Darwin için kolay olmadı. Deniz tutmasından fena şekilde etkilendi, Ekim 1833'te Arjantin'de ateşli bir hastalık geçirdi, Temmuz 1834'te ise And Dağları'ndan Şili'ye dönerken tekrar hasta oldu ve bir ay yataktan çıkamadı.
Yolculuğun başında Kaptan FitzRoy, Darwin'e Charles Lyell'ın Jeolojinin Prensipleri adlı kitabını vermişti. Lyell bu kitabında jeolojik oluşumların, bugün de devam eden çok yavaş süreçlerin etkisiyle, çok uzun çağlar sonucunda oluştuğunu savunuyordu. Darwin, Batı Afrika açıklarındaki Santiago adasında, yüksek volkanik kaya yamaçlarında mercan ve deniz kabuğu kalıntıları bulunca, bu yamaçların bir zamanlar deniz altında bulunduğunu, ve Lyell'ın söylediği gibi çağlar boyunca yavaş yavaş yükseldiğini anladı. Darwin yolculuk boyunca pek çok önemli jeolojik keşif yapacaktı. Patagonya'da gördüğü, deniz kabukluları ve çakıldan oluşan geniş düzlüklerin yükselmiş sahiller olduğunu tahmin etti. Şili'de bir deprem sonrasında deniz seviyesi üstünde kalmış midye yatakları gözlemleyince, kıyının deprem sonucu yükseldiğini anladı. Benzer şekilde, And Dağları'nın yamaçlarında, kumlu sahillerde yetişen ağaçlara ve deniz kabuklularına ait fosiller buldu ve bu yamaçların zaman içinde yükseldiği sonucuna vardı.
Darwin Güney Amerika'da, soyu tükenmiş devasa memelilere ait fosiller buldu. Bu fosillerin bulunduğu katmanlarda modern deniz kabuklularına ait kalıntılar da vardı, yani bu memelilerin soyu yakın zamanlarda, herhangi bir iklim değişikliği ya da felâket olmadan tükenmişti. Jeolojinin Prensipleri 1832'de çıkan ikinci cildi, Güney Amerika'daki Darwin'e postalandı. Charles Lyell, bu ciltte evrim fikrine karşı çıkıyor, biyolojik türlerin dağılımını "yaradılış merkezleri" fikriyle açıklıyordu. Darwin, bir taraftan bunu okurken, bir taraftan da daha sonra kendi evrim teorisini destekleyecek olan çok önemli gözlemler yapıyordu. Galápagos Adaları'ndan pek çok "alaycıkuş" örneği topladı ve bu kuşların, yaşadıkları adalara göre ufak fizyolojik farklar gösterdiklerini farketti. Yerel İspanyollar'ın, bir kaplumbağanın görünüşüne bakarak hangi adadan geldiğini anlayabildiklerini öğrendi.
Beagle'ın 1826-1830 arasındaki ilk yolculuğu sırasında, Güney Amerika'nın en güney ucundaki Tierra del Fiego'dan alınmış ve İngiltere'de medenîleştirilmiş olan üç Yagan yerlisi, misyonerlik yapmaları için kabilelerine geri verildi. Darwin bu kabileleri sefil ve rezil vahşiler olarak tanımlıyordu. Bir sene geçtiğinde, yerliler misyonerlik görevini bırakmış, eski hayatlarına geri dönmüşlerdi. Darwin, kısmen bu tecrübe sonucunda, insanların hayvanlardan sanıldığı kadar uzak olmadığını düşünmeye başladı. Darwin, insan toplulukları arasındaki yaşayış farklılıklarını, ırksal gelişmişlikle değil, kültürel gelişmişlikle açıklıyordu. Güney Amerika'da şahit olduğu kölelik kurumundan hoşlanmıyor, Avrupalı kolonilerin Avustralya ve Yeni Zelanda'daki yerli halklara verdiği zarardan üzüntü duyuyordu.
Yolculuğun sonlarına doğru Darwin'in tuttuğu ayrıntılı notları okuyan Kaptan FitzRoy, yolculukla ilgili resmi raporun doğabilimle ilgili son kısmını Darwin'in yazmasını rica etti.
Darwin'in seyahatteyken İngiltere'ye yolladığı mektuplar, fosil örnekleri ve doldurulmuş canlılar, eski öğretmeni Henslow aracılığıyla İngiliz doğabilimcilerine aktarılıyor, Darwin'in ünü bu sayede gittikçe yayılıyordu. Beagle 2 Ekim 1836'da İngiltere'ye döndüğünde Darwin saygın bir doğabilimci olarak tanınmıştı. Darwin, İngiltere'ye ayak bastığında, önce Shrewsbury'ye gidip akrabalarını ziyaret etti, sonra Cambridge'e gelerek Beagle yolculuğunda topladığı örneklerin tanımlanıp sınıflandırılması üzerinde çalışmaya başladı. Henslow, bitki örneklerini tasnif edip isimlendirmede Darwin'e yardımcı oluyordu, fakat hayvan örnekleri için Darwin'in uzman zoologlara ihtiyacı vardı. Babasının parasal desteğiyle Londra'ya gidip zoologlarla görüşmeye başlayan Darwin, Charles Lyell aracılığıyla Richard Owen adında bir biyologla tanıştı. Owen, Darwin'in getirdiği fosilleri inceleyerek o güne kadar bilinmeyen pek çok soyu tükenmiş hayvan türü tanımladı.
Darwin, Aralık 1836'da Güney Amerika kıtasının yükseldiğine dair bir bilimsel makale yazdı, ve Ocak 1837'de Lyell'ın da desteğiyle bu makalesini Londra Jeoloji Cemiyeti'ne sundu. Aynı gün, Beagle yolculuğunda topladığı kuş ve memeli örneklerini de Londra Zooloji Cemiyeti'ne sundu.
Londra bilim çevrelerinde, hayatın ve canlı türlerinin kökeni sevilen bir tartışma konusuydu. Matematikçi ve filozof Charles Babbage'ın başını çektiği bir grup, Tanrı'nın Dünya'daki hayatı özel bir mucize aracılığıyla değil, doğa kanunları aracılığıyla yarattığını savunuyordu. Darwin'in Edinburgh Üniversitesi'nden hocası Robert Edmund Grant ve Dr. James Gully gibi bir grup bilimadamı ise türlerin birbirine dönüşebildiğini iddia ediyor, ama bu fikirleri yüzünden çoğunluk tarafından sapkınlıkla ve toplumsal düzeni bozmaya çalışmakla suçlanıyordu.
Mart 1837'de John Gould, Darwin'in farklı adalardan topladığı alaycıkuşların farklı türlere ait olduklarını açıkladı. İspinozları hangi adalardan topladığını not etmemiş olan Darwin, Kaptan FitzRoy'un notlarını inceleyince, Gould'un tanımladığı farklı ispinoz türlerinin de farklı adalardan geldiğini keşfetti. Nisan 1837'ye gelindiğinde Darwin, anakaradan göç edip farklı adalara yerleşen kuşların, zaman içinde bir şekilde değişiklik geçirip farklı türlere dönüştüklerini anlamıştı. Temmuz ayında, her zamanki günlüğünün yanı sıra, türlerin birbirine dönüşümüyle ilgili fikirlerini yazdığı gizli bir "B" günlüğü tutmaya başladı, ve bu günlüğün 36. sayfasına ilk kez bir evrim ağacı çizdi.
Darwin, bir taraftan türlerin dönüşümü üzerinde çalışırken, bir taraftan da Beagle günlüklerini yayıma hazırlıyor, ve Charles Lyell'ın fikirlerini destekleyecek bir Güney Amerika jeolojisi kitabı yazıyordu. Tüm bunların üstüne, bir de kendi getirdiği örnekler hakkındaki uzman görüşlerini içerecek geniş kapsamlı bir eser üzerinde çalışmaya başladı.
Sonunda bu yüksek çalışma temposuna dayanamayarak kalbinden rahatsızlandı. Eylül 1837'de doktor tavsiyesi üzerine çalışmalarına ara verdi ve Shaffordshire'da akrabalarının yanında kalmaya başladı. Kuzeni Emma Wedgwood da aynı evde kalıyor ve hasta bir akrabaya bakıyordu. Haziran 1838'e kadar Shaffordshire'da kalan Darwin, türlerin dönüşümü üzerindeki araştırmalarına devam ediyor, uzman görüşü almak için doğabilimcilerin yanı sıra çiftçiler ve güvercin yetiştiricilerine de danışıyordu. Sonuçta evlenmeye karar veren Darwin, babasına da danıştıktan sonra Temmuz 1838'de evlilik teklif etmek için Emma'ya gitti, ama teklifi yapmaya cesaret edemedi.
Araştırmalarına Londra'da devam eden Darwin, türlerin dönüşümü konusunda çok önemli gelişmeler kaydetti. Thomas Malthus'un Nüfus Prensibi Üzerine Deneme adlı yazısı Darwin için önemli bir esin kaynağı oldu. Malthus bu yazısında insan nüfusunun aslında çok büyük bir hızla (her 25 yılda ikiye katlanarak) çoğalma potansiyeli olduğunu, ama hastalık, savaşlar ve açlık sayesinde nüfusun kontrol altında tutulduğunu anlatıyordu. Darwin, aynı prensibin tüm organizmalara uygulanabileceğini farketti. Tüm canlı türleri, mevcut kaynakların izin verdiğinden çok daha fazla yavru üretiyor, yavrular arasında zayıf olanlar çok geçmeden ölüyor, güçlü olanlar ise hayatta kalarak yeni yavrular meydana getiriyor ve kendilerini güçlü yapan özellikleri yavrularına aktarıyorlardı. Böylece türler nesilden nesile değişerek çevrelerine daha iyi uyum sağlıyorlardı. Bu teorisini ilk defa 28 Eylül 1838'de günlüğüne yazdı.
Kasım 1838'de nihayet Emma'ya evlilik teklif eden Darwin, Ocak 1839'da evlendi. Aynı ay içinde, Royal Society'ye (Kraliyet Cemiyeti) üye olarak seçildi. Darwin çifti, evlilikten hemen sonra Londra'ya yerleşti.
Darwin, doğal seçme fikrinin temelini atmıştı ama şüpheci meslektaşlarını ikna etmek için çok çalışması gerektiğinin farkındaydı. Jeoloji Cemiyeti'nin Aralık 1838'deki toplantısında, evrim fikrini savunan eski hocası Robert Edmund Grant'e nasıl şiddetle karşı çıkıldığına bizzat şahit olmuştu. Teorisini destekleyecek kanıtlar bulabilmek için hayvan yetiştiricileri ile görüşmeye ve bitkiler üzerinde deneyler yapmaya devam etti. Mayıs 1839'da Kaptan FitzRoy'un Beagle raporu yayımlandığında, Darwin'in yazdığı kısım o kadar beğenildi ki, sonradan başlıbaşına bir kitap olarak basıldı.
1842 başlarında Darwin, Lyell'a fikirlerini açıklayan bir mektup yazdı. Her canlı türünün kendi başlangıcı olduğunda ısrar eden Lyell, jeoloji alanında müttefiki olan Darwin'in bunu inkâr etmesine çok üzüldü. Mayıs 1842'de Darwin'in mercan kayalıkları üzerine yazdığı eser yayımlandı, aynı sıralarda Darwin, doğal seçme teorisinin bir kabataslağını kâğıda döktü. Kasım 1842'de Darwin çifti, Londra'nın stresinden uzaklaşmak için şehrin dışındaki Down House'a geçti. Ocak 1844'te fikirlerini botanist arkadaşı Joseph Dalton Hooker'a açan Darwin, kendisini bir cinayeti itiraf ediyormuş gibi hissediyordu ama Hooker Darwin'in teorisini beğendi. Temmuz'a gelindiğinde, Darwin'in kabataslağı 230 sayfalık bir deneme yazısına dönüşmüştü. Ekim 1844'te anonim olarak yayımlanan ve insan dahil tüm canlıların ilkel formlardan dönüşerek ortaya çıktığını savunan Yaradılışın Doğal Tarihinden İzler adlı kitap, doğabilimciler tarafından yerden yere vurulunca Darwin teorisi konusunda ne kadar dikkatli olması gerektiğini bir kez daha anladı. Kitap, Londra orta sınıfından büyük ilgi gördü ve türlerin dönüşümü konusunu bir kez daha gündeme getirdi. Darwin 1846'da üçüncü jeoloji kitabını yayımladı, ve arkadaşı Hooker'la beraber deniz kabuklularıyla ilgili geniş kapsamlı bir araştırmaya başladı. 1847'de Hooker, Darwin'in doğal seçme üzerine yazdığı uzun denemeyi okudu ve önyargıdan uzak tarafsız eleştiriler sundu, fakat bir taraftan da Darwin'in yaradılış fikrine karşı çıkmasını sorguladı.
1849'da uzun süredir kötü giden sağlığını düzeltmek umuduyla Malvern'de bir kaplıcaya giden Darwin, iki ay sonra kendini daha iyi hissetti. 1850 Haziran'ında çok sevdiği kızı Annie ciddi şekilde hastalanınca, kendi kronik kötü sağlığının kalıtsal olduğunu tekrar düşünmeye başlayan Darwin, Nisan 1851'de Annie'nin ölümüyle iyiliksever bir Tanrı'ya olan tüm inancını kaybetti.
Deniz kabuklularıyla ilgili çalışmalarının sonuçlarını 1851-1854 arasında yayımladığı bir dizi kitapla anlatan Darwin, 1853'te bu çalışmasından dolayı Royal Society tarafından madalya ile ödüllendirildi. Ayrıca bu çalışma, o zamana kadar jeolog olarak bilinen Darwin'in biyolog olarak da ünlenmesini sağladı. Darwin, deniz kabuklularıyla ilgili çalışmasında, belli bir fonksiyonu olan bir organın, değişen şartlar sonucunda ufak değişimler geçirerek fonksiyonunu değiştirebileceğine dair kanıtlar gözlemledi. Kasım 1854'te notlarına, ortak bir atadan gelen canlıların, doğanın ekonomisinde ayrı ayrı yerlere adapte olmaları sonucunda anatomik olarak birbirlerinden uzaklaşabileceklerini yazdı.
Hıristiyan inanışına olan bağlılığını yitiren Charles Darwin 19 Nisan 1882'de öldüğünde, ailesi onu bölgedeki bir kilise avlusuna, çocuklarının mezarlarının yanına gömmeyi düşünüyordu. Ne var ki, aynı düşünceyi paylaşmayan bazıları çarçabuk harekete geçerek, önde gelen bilim insanları ve hükümet üyelerini ikna çalışmasına girişti. Amaçları, bu kişileri biraraya getirip İngiltere'nin ünlü kilisesi Westminster Abbey'nin baş rahibinden Darwin'in buraya gömülmesini rica etmelerini sağlamaktı. Baş Rahip George Granville Bradley, gerekli onayın canı gönülden verileceğini bildirdi. Böylece, Darwin 26 Nisan günü öğleden sonra Westminster Abbey'ye gömüldü. Tabutunu taşıyanlar arasında eski dostu botanikçi Joseph Hooker, yazılarıyla Darwin'i kendi kuramını yayımlamaya yönelten genç doğabilimci Alfred Russel Wallace ve ABD'nin İngiltere büyükelçisi James Russell Lowell da vardı. Darwin bu kilisenin Bilginler Köşesi olarak bilinen bölümünde, Sir Isaac Newton'un gömülü olduğu yerin birkaç metre ötesinde ve astronom Sir John Herschel'in yanı başında yatıyor. Darwin, yeryüzündeki canlı türlerinin değişimini betimlemek için gizemlerin gizemi tanımlamasını ortaya atan büyük filozof Herschel'e, Türlerin Kökeni kitabının girişinde göndermede bulunmuştu.

29 Mart 2012 Perşembe

Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, Şevket Süreyya Aydemir

Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, Şevket Süreyya Aydemir,1993, İstanbul (3Cilt)
1860-1922 yılları arası Osmanlı İmparatorluğunun içinde bulunduğu durum ve Enver Paşa’nın hayatı
Şevket Süreyya Aydemir tarafından hazırlanan bu kitap Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerine ışık tutacak bir belge niteliği taşımaktadır. Yazar olayların önemli bir bölümünü tarihi bir tanık gibi gözlemlemiş ve özellikle Enver Paşa'nın Sovyetler Birliği topraklarında bulunduğu tarihlerde kendisi de Azerbaycan'da bulunmuş ve Enver Paşa ile görüşme şansına sahip olmuştur.
        Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa kitaplarında, Enver Paşa konusu etrafında 1860-1922 yılları arasında geçen olaylar incelenmekte ve yakın tarihimizin bu en önemli dönemlerinden biri yorumlanmaktadır. Eser 3 cilt olarak hazırlanmış ve her ciltte Enver Paşa'nın belirli bir dönemi incelenmiştir. Eserin birinci cildi 1860-1908 devresinin işlenmesine tahsis edilmiştir, 1908 ihtilalini hazırlayan şartları içine alır ve Enver Paşa’ nın 10 Temmuz 1908’de bir Hürriyet kahramanı olarak tarih sahnesine çıkışı ile biter.İkinci ciltte 1908-1914 devresi ele alınır.Enver Paşa’nın ana şahsiyet olarak rol oynadığı İttihat ve Terakki’nin ihtilal sonrası gelişmelerdeki yeri, Balkanlardaki meseleler, Trablusgarp ve Balkan harpleri sırasıyla incelenir. Nihayet Enver Paşa’nın bir hükümet darbesiyle iktidara İttihat ve Terakki’yi getirişi, bunu takip eden olaylarla 1914 de Osmanlı İmparatorluğunun gene Enver Paşa’nın etkisi altında bir kliğin eliyle Birinci Dünya Harbine katılışı bu cildin konularını teşkil eder. Üçüncü ciltte ise Birinci Dünya Harbi içinde Osmanlı Devletinin durumu ve ordunun, kader tayin edici muharebeleri izlenir. Sonra, ihtilalin, devlet ve ordu içinde doğurduğu problemlere girilir. Nihayet müttefikleriyle beraber Osmanlı Devleti için de harp kaybedildikten sonra, içlerinde Enver Paşa’nın da bulunduğu başlıca aktif ittihatçıların yurt dışına çıkışları, yurt dışındaki çok cepheli  temaslar ve en sonunda Enver Paşa’nın Oataasya’ya geçişi, Doğu Buhara’daki çileler ve 4 Ağustos 1922’ de Pamir Dağları eteklerindeki dramatik son bu cildin konularıdır.
MAKEDONYA'DAN ORTA ASYA'YA ENVER PAŞA - I :
İsmail Enver 23 Kasım 1881 günü İstanbul'da doğar. Babası uzun yıllar Manastır vilayeti Bayındırlık teşkilatında kondüktör olarak çalışan; Gagavuz Türklerinden Ahmet Bey, annesi Ayşe hanımdır.
       İlköğrenimine İstanbul'da başlar ve Manastırda bitirir. İsmail Enver orta derecede bir öğrencidir. Askeri Rüştiye (Ortaokul) ve Askeri İdadîyi (Lise) Manastır'da bitirir. Müteakiben İstanbul'da Harp Okulunu ve 1902 yılında da Harp Akademisini yüzbaşı rütbesi ile bitirmiştir.
       İlk siyasî macerası amcası Halil Bey (Halil Paşa) ile birlikte Yıldız Sarayında sorgulanmaları ile başlar. Enver Paşa öğrencilik yıllarında Yeni Osmanlılar ve Birinci Meşrutiyetin siyasî akımlarıyla yakından ilgilenmiş; Namık Kemal, Ziya Gökalp ve Mithat Paşa'dan etkilenmiştir.
        30 Ağustos 1906'da binbaşı olan Enver Paşa Ekim 1907'de Rumeli'de Osmanlı İmparatorluğu'na isyan eden eşkiyaların takibine görevlendirildi, Enver Paşa'yı 1908'de Padişaha karşı dağa çıkmaya ve Hürriyetin ilanına sevk eden ruh ve staj hazırlığı bu eşkiya takibi vazifesi ile başlamıştır.
       Enver Paşa tarih sahnesine Genç Türkler ihtilâlinin bir yıldızı olarak 23 Temmuz 1908'de çıktı. Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa adlı eserin birinci cildi 1908 İhtilalini hazırlayan şartları ve Enver Paşa'nın yükseliş öyküsünü anlatmaktadır. Bu ciltte;
-    Yeni Osmanlılar ve I'nci Meşrutiyet dönemi ile İmparatorluğun durumu,
-    1877-1878 Osmanlı-Rus Harbinin İmparatorluk üzerindeki etkileri,
-    II'nci Meşrutiyeti oluşturan koşullar,
-    Balkanlarda milliyetçilik hareketleri ve Osmanlı Avrupasındaki son durum,
-    Osmanlı subaylarının Makedonya'daki çete savaşları sonucunda kendi padişahlarına karşı politize olmaları ve teşkilatlanmaları,
-    İttihat ve Terakki Cemiyeti faaliyetleri anlatılmıştır.
Cildin eklerinde Enver Paşa'nın aile şeceresi ve II' nci Meşrutiyete ait Kanun-î Esasî bulunmaktadır.Ayrıca bu ciltte Osmanlı İmparatorluğunun ve Osmanlı Padişahlarının içinde bulundukları durum yazarın bazen belgelerle bazen de kişisel değerlendirilmeleriyle anlatılmaktadır.
Tüm dünya ileri giderken, teknolojik ve bilimsel gelişmelerden azami derecede faydalanırken II. Abdülhamit bunları göremeyecek kadar dar kalıplar içinde kalıyordu. Makineleşme, sanayileşme, üretim artık başarının ve birliğin en büyük sırrı ve ilacı iken II. Abdülhamit bütün gücünü ve ilgisini jurnalciliğe veriyordu. Kendisine olması imkansız aleyhte bir rejim veya değişim haberi geldiğinde oldukça bonkör davranıp,hazine borç batağında olmasına rağmen çil çil altınlar saçıp jurnalcileri devlet yönetiminde üst mevkilere getirmektedir.
    Başında bulunduğu birimin hakkaniyetle çalışmasını sağlayan,görevini dürüst,namuslu bir şekilde yapanlar, oluşturulan bu sahte duvarları aşamamakta,kıt kanaat yoksulluk içinde yaşamakta ve hatta canını vatan savunması için feda edenler dahi maaşlarını ve haklarını alamamaktadır.
    Kitap,gazete okumayan,kendi amcasını bile 27 yıl boyunca hiç görmeyen,kendisini lüks ve şatafatlı hayata alıştıran, muhteşem yemeklerle kutlamalar yapan, çok büyük ve güzel bir kütüphane kurdurmasına rağmen sadece polisiye romanlar okutup dinleyen bir padişah, Yeniliğe kapalı, geleceği göremeyen, etrafında olup bitenleri şiddetle her şeyi bastırabileceğini zanneden, 13 - 15 yaşındaki çocuklara yarbaylık, albaylık rütbesi veren haksızlıklarla dolu bir terfi düzmecesi, Eşkıyalık almış başını gitmiş eline birkaç silah alıp etrafına 3-5 çapulcu toplayanların köy basıp yağma yaptıkları yanlarına kar kalması, Dürüst ve namuslu insanların sürgüne gönderildiği, yazarların, şairlerin, aydınların, düşünürlerin kendi yurtlarından evlerinden edilerek, sürgün ve perişanlıklarla dolu bir yaşama mahkum olmaları,  Gemileri tersanelerde çürümeye bırakılmış, askerleri arasında başı bozukluk diz boyu olmuş, disiplin yerini adam kayırmaya ve yalakalığa bırakmış, teçhizatı, giyimi, kuşamı ve silahı yenilenmemiş kısacası ordusu uyutulmuş bir imparatorluk,  Dünyanın diğer tarafında ise millet olma, kendi kendini yönetme, bağımsız bir toprak elde etme mücadelesi veren, milliyetçi ruhu kabarmış insanlar artık sahnededir.
    Bu kadar çok olumsuzluğun,çürümüşlüğün, yozlaşmışlığın, cehaletin, kendi kendini kandırmışlığın, yönetim kadrolarının ihanet yarışının yaşandığı bir devlet, krallık veya imparatorluk tabi ki ayakta kalamazdı. Ya yok olup tarih sayfalarına karışacaktı veyahut ta vatanperver Enver Paşa gibiler ilk siyasi oluşumlar ve iyiye doğru değişim için dağlara çıkıp Kanunu Esasi’yi Bab-ı Âli'ye zorla da olsa kabul ettirecektir.
       MAKEDONYA'DAN ORTA ASYA'YA ENVER PAŞA - II :
        Enver Paşa II'nci Meşrutiyet ile birlikte bir yıldız gibi parlar, II' nci Meşrutiyet İmparatorluğun sonunu hazırlayan şartlar bakımından kritik bir devredir. 1908-1914 arasındaki 6 yıllık bu devrede Enver Paşa'yı ümitleri, yenilgileri ve zafer çabalarıyla izlemek mümkündür.
       1908'in Hürriyet kahramanı Enver Bey bu kısa devrede Enver Paşa olur ve artık İmparatorluğun tek söz sahibidir. Genç, inançlı, muhteris, hem kaderci hem de kaderini yaratan adam olarak tarih sahnesindedir. Bir küçük evde doğmuştur, bir sarayda yerini alır. Girdiği sarayın kapısında bir gün Padişah olacağına dair inançları vardır, Sarayla olan ilişkilerini artırmak ve hanedana girmek maksadıyla Sultan Abdülmecid'in torunu Naciye Sultan ile evlenir.
        Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa adlı eserin II'nci cildi 1908-1914 devresinde Osmanlı İmparatorluğunda yaşanan olayların incelenmesine tahsis edilmiştir. Bu ciltte;
-    -1908 İhtilâlini hazırlayan olaylar ve ihtilâlin yapısı,
-     İttihat ve Terakki Partisi ve İmparatorluğun kaderi üzerindeki, etkisi,
-     31 Mart olayı,
-     Padişah II'nci Abdülhamit'in sonu,
-    1911 Trablusgarp Savaşı ve İmparatorluğun çözülüşü,
-    Balkan Harbi mağlubiyetinin nedenleri ve Enver Paşa'nın bu yenilgiden sonra İmparatorlukta tek otorite haline gelmesi,
-    Türk Milliyetçilik akımının kuvvetlenmesi,
-    Osmanlı İmparatorluğunun I'nci Dünya Harbi'ne giriş neden ve koşulları detayları ile anlatılmaktadır.
    Eser,Enver Paşa konusu etrafında bir devrin hikayesidir.Ve bu devir,Enver Paşa daha dünyaya gözlerini açmadan önce başlar.  
    Enver Paşa, İkinci Meşrutiyet dönemi ile birlikte bir yıldız gibi parlar. Ama İkinci Meşrutiyet, Birinci Meşrutiyetin devamı niteliğindedir. Birinci meşrutiyet yakın tarihimizde adına Genç Osmanlılar harekatı denilen bir akıma bağlıdır. Bu hareketin kökleri 1860’lara kadar uzanmaktadır. Oysa Enver Paşanın doğum tarihi 1880 dır.
    Enver  Paşa, genç, inançlı, muhteris daha doğrusu hem kaderci hem de kaderini yaratan bir yapıya sahiptir. Mütevekkil, başa geleceği önceden yazılmış alın yazısının kaçınılmaz hükmü olarak kabul eden bir insandır.
    Fanatik, yani mutaassıp bir dindar değilse de kaderini daima hükmedeceğine inandığı Tanrıya bütün hayatı boyunca inanır. İçten gelen bir samimiyetle bağlanır. Bu teslimiyet onda yalnız mistik bir ruh hali olarak kalmaz. Bütün yaşantısına hükmettiğine inandığı Tanrıya kulluğu ile de inananı gösterir. Hele hayatının buhranlı günlerinde dua ve ibadet onda Tanrıya ruhtan gelen bir kendini veriştir.
    Enver Paşa konuşan adam da değildir. Zaman zaman şu  veya bu vesile ile ağzından dökülecek sözler Harbiye Nazırı Başkumandan vekili olduğu zaman makam odasında veya askeri karargahlarda verdiği emirler gibi kısa ve  kesindir. Çok defa tek veya birkaç kelimeden ibarettir. Fakat hatıra yazılarında ve elde bulunan mektuplarında Enver Paşa  iç alemi yaşayan bir duygu adamıdır.
    1908-1914 arası Osmanlı imparatorluğunda önemli bir adaptasyon dönemidir. Bir sonun başlangıcı olarak kabul edilmektedir. 1908’in Hürriyet Kahramanı Binbaşı Enver Bey işte bu kısa devrede Enver Paşa İmparatorluğun tek sahibi olur. Bahtının açık olduğuna ve bahtının kendini belki de bir tahta çıkaracağına inanır. Bir küçük evde dünyaya gelmiştir. Daha sonraki sarayın kapısında bir gün bir padişahlığın tahtına oturmak için çıkacağına dair gizemli inanışları vardır. Ama o, seçtiği yolun basamak taşlarını, adım adım dizdiği, yerleştirdiği kanısındadır.
    Ne var ki bir imparatorluğun sonunun bütün hazırlayıcı şartları da bu devrede, taş taş üstüne konularak işlenir. Enver Paşa iki uç arasındadır. Ümitleri hayalleriyle büyük yenilgi arasında daima cesur, daima dinamik kendi tahliliyle boğuşur. Ve son ne yazık ki İmparatorluğun sonu da olur.
    1908’ den sonra artık, kendini tamamen terazinin gözüne atan bir adamdır. Kendini bütünüyle bir mücadeleye veren bu insan, son nefesini gene bir mücadele sahnesinde tamamlar.
    1908 ihtilali ile meşrutiyete dönüş, aynı zamanda Mithat Paşa’ya ve onun hatırasına dönüş gibi olmuştur. Çünkü 1908 Meşrutiyetinin hukuki temeli, 1876 Kanuni Esasisi idi. Bu Kanuni Esasi ise kanunlaşmadan önce tadiller görmekle  beraber, Mithat Paşa’nın eseriydi. Ama vaktiyle hem bu kanunu kaldıran, hem onun emrini veren padişah, yine tahtında kalıyordu ve padişahın adamları, gene aynı kadroyla hükümetteydiler.
    1876 Kanun-i Esasi'nin temeli, Avrupa'da 1848 ihtilallerinin yönetici fikirlerin, bunlarda 1789 Fransız ihtilallerinin temel prensiplerine dayanıyordu. Nitekim 10 Temmuz 1908’ de Makedonya şehirlerinde meşrutiyetin fiilen ilanından sonra padişah 10/11 Temmuz 1908 gecesi Meşrutiyetin iadesi zorunda kaldıktan sonra ve 11 Temmuz günü Sadrazam Sait Paşa imzasıyla vilayetlere bu yolda tebliğler yapıldıktan sonra, İkinci Abdülhamit Sadrazamına ilgi çekici bir ferman daha gönderir. Bu ferman 20 Temmuz 1324 (1908) tarihini taşır:
    Böyle bir fermana lüzum vardır.Çünkü Padişahın tutumuna pek inanılmamaktadır. Hava öylesine değişik bir yapıya bürünür ki büyük bir halk kalabalığı 15 Temmuz 1908 de Şeyhülislam kapısına yürür. Halk, meşrutiyet hakkında ve o zaman devletin en yüksek dini makamı sayılan Şeyhülislamdan da teminat almak ister. Bu vaziyeti önceden sezen veya vaktinde davranan Şeyhülislam hazırlıklı  bulunur. Daha önce padişaha varmış ve ondan kutsal kitap olan Kuran’a el basarak, Kanun-i Esasi'ye sadakat yemini almıştır. Buna göredir ki binlerce kişilik kalabalık Şeyhülislam kapısı ve bahçesini doldurunca dönemin Şeyhülislamı Mehmet Cemalettin Efendi göz alıcı kıyafeti ve heybetli hareketleri ile halkın karşısına çıkar. Halka Sultan II nci Abdülhamit’in kendi önünde Kuran’a el basarak Kanun-u Esasiye ve meşrutiyete sadık kalacağına yemin ettiğini ilan eder.
    Sahne etkileyicidir. Olay, geleneklerimiz bakımından son derece önemli bir durumdur. Padişah en büyük din adamını şahitliği ve dinin dönülmez ahdi olan yeminle yeni rejime başlamış olur.
    Padişah Abdülhamit, birinci meşrutiyet ilan olunurken de hem de daha saltanata getirilmeden önce, meşrutiyete sadık kalacağına dair Mithat Paşaya yemin vermiştir. Bunu bir tarafa bıraksak bile, tahta geçtikten sonra umumi meclis yani Mebussan-Ayan müşterek toplantısı açılırken meclisin önünde, Meşrutiyete sadakat yemini tekrarlamıştır. Ama sonraki gelişmeler yine her seferinde olduğu gibi olumsuzlukla sonuçlanmıştır.
    20 Temmuz 1908 tarihli bu ferman yalnız Kanun-i Esasi'nin yürürlüğünü ve hükümlerini yeniden kabul etmekle kalmaz. Aynı zamanda Meşrutiyetin ve Kanun-i Esasi'nin sağladığı ve hepsi de Fransız ihtilali ile 1848 ihtilallerinin temel fikirlerine dayanarak bazı prensipleri de teyit eder.
    Bu ferman; Osmanlının hangi dil ve mezhepten olursa olsun Hürriyet hakkı en başta gelir, ırk din ve cinsleri ne olursa olsun bütün Osmanlıların aynı eşit vatandaşlık hakları içinde muamele görerek mutluluğa erişilmeleri lüzumunda ve benzeri genel şartlardan bahseder. İnsan hakları beyannamesine göre de hür doğmak ve hür ölmek insanın en doğal hakkıdır. Hiç kimsenin kanun hükmü dışında cezalandırılamayacağı bildirilir.
    Mücadeleyle geçen bu altı yıllık süreçte yönetimin yanlış kararları doğrultusunda Osmanlı imparatorluğu çok zorlu dönemler geçirmiştir. Bu hareketli dönemde Enver Paşa adeta bir aydınlatıcı rolü üstlenmiştir. Onun olaylar karşısındaki yaklaşımı,sonuca ulaşırken izlediği akılcı yaklaşım kendi mahiyetinde buluna kişilerle olan ilişkileri Osmanlı devleti için önemli bir şahsiyet olarak ortaya çıkmasında etkili olmuştur
MAKEDONYA'DAN ORTA ASYA'YA ENVER PAŞA - III;
      Osmanlı İmparatorluğu yorgundur. Trablusgarp ve Balkan Harbi yenilgileri, iç çekişmeler imparatorluğu tüketmiş ve tarihi ömrünü tamamlamak üzeredir. Bu koşullar altında bu devlet aslında I'nci Dünya Harbine girdiği gün yenilmişti, yani Enver Paşa daha baştan kaybedilmiş bir harbe girmiştir. Ancak genç, ihtiraslı hayallerine sınır tanımayan bu adam çarkların kendisi için çalıştığına inanmaktadır; bu inancı da kendisi gibi genç ve yenilgi kabul etmeyen bir komutanlar kadrosuna sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Savaş, Osmanlı Devleti'nin devamı, Osmanlı ülkesinin korunması hatta kaybedilmiş Osmanlı topraklarının geri alınması için yapılır ama devlet Türk devleti değil Osmanlı devletidir, içinde pek çok etnik unsurları barındırmaktadır. Bunlardan Araplar ve Ermeniler hem harp içinde hem de mütareke döneminde Osmanlı devletinin başına büyük problemler açacaktır.
       Birinci Dünya Harbi kaybedildikten ve 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra; Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa ile birlikte 8/9 Kasım 1918 gecesi bir Alman denizaltısıyla İstanbul'dan Karadeniz'e açılır ve Kırım kıyılarında Sivastopol yakınlarında Evpatorya'ya giderek ülkeyi terk eder. Enver Paşa bu tarihte 38 yaşındaydı ve barıştan sonra ülkeye dönerek etkili bir şahıs olarak kaldığı yerden devam etmeyi düşlemektedir. Bu dönemde kendisine koyduğu hedef Kafkaslar ve Orta Asya'da yaşayan Türkleri teşkilatlandırmak ve Turan ülküsünü hayata geçirmektir. Her ne kadar bazı Özbek, Tacik ve Türkmen Beyleri ona ''Hakanların hakanı, Padişahların en büyüğü'' dese de ülkesine bir daha hiç dönemeyecektir ve Himalayanın Pamir Dağları eteğinde, Balcıvan'ın Çeğen mevkiinde Bolşevikler tarafından 4 Ağustos 1922'de şehit edilecektir. Makedonya dağlarında hürriyet kahramanı Enver Bey'le açılan bu devre Pamir eteklerinde sona ermiştir, mezarı Abıderya köyündedir.
Bu ciltte;
- Birinci Dünya Savaşında İmparatorluk cephelerinin durumu,
- Sarıkamış Harekatı ve Çanakkale Savaşları,
- Çanakkale'de Mustafa Kemal'in yükselişi ve Enver Paşa ile olan ilişkileri,
- Mustafa Kemal'in 20 Eylül 1917'de Halep'ten Enver ve Talat Paşa'ya gönderdiği mektup,
- Osmanlı ordusunun durumu,
- Rusya'daki ihtilâlin etkileri ve müttefikimiz Almanya'nın tavrı,
- Kafkas İslam Ordusu ve Kafkasya Harekâtı,
- Ermeni Meselesi,
- Enver Paşa ve arkadaşlarının ülkeyi terk edişi,
- Enver Paşa'nın ülkeye dönüş çabaları, TBMM ve Mustafa Kemal'in hareket tarzı,
- Enver Paşa'nın ölümü anlatılmaktadır.

19 Şubat 2012 Pazar

Bir Matematikçinin Savunması, G.H. Hardy


Bir Matematikçinin Savunması, G.H. Hardy, Elips Kitap, 2004 Ankara
1935-40’lı yıllardaki Cambridge ve Oxford üniversitelerinin yoğun entelektüel atmosferini canlı bir biçimde aktarmaktadır. Ayrıca, doğal bir matematik dehası olan ama çok yetersiz bir matematik eğitimi görmüş olan Ramanujan adlı Hintli bir kâtibin Hardy tarafından keşfinin ve bu iki farklı insanın kısa ancak verimli işbirliğinin öyküsü de anlatılmaktadır.
    
       Yazar HARDY kitabında; matematikte, yaşın çok önemli olduğunu, bir matematikçinin en önemli yıllarının 40 yaşına kadar olduğunu, 50 yaşın üzerindeki matematikçilerin matematiğe katkıda bulunamadığını hatırlatmaktadır.
       Yaşının ilerlemesiyle yaratıcılığının azaldığını kabullenen ve bu nedenle matematik yapmak yerine matematik hakkında yazmak gibi ikinci sınıf bir iş yapmaya kalkıştığını belirtmiş, böylece matematiği savunurken kendi matematiğinden daha kalıcı ve değerli bir yapıt ortaya çıkarmıştır.
       HARDY bu kitabında, gençlere de seslenerek hırslı olmalarını ve bunun kendileri için bir görev olduğunu belirtmiştir. Hırsın bir tutku olduğunu, yerine göre farklı şekillerde olabileceğini, gerçekleştirilmiş olan her türlü büyük işin ardında itici bir gücün var olduğunu anlatmaktadır.
       Bir araştırma için gerekli olan başlıca güdüler; merak ve başarıdır. Bu güdüler matematik kadar şanslı olamaz. Çünkü etkili teknikler, incelikler, kalıcı olanlar yine matematiktedir.
       Yazar matematikçilerle “diğer” insanların beyin işlevlerinin farklı olduğu, matematik yeteneğinin en özel yeteneklerden biri olduğu savını desteklemektedir.
       Matematikçi için en güzel işlerden birisi kendi konusunu, deneyimlerini ve matematikle uğraşmaktan aldığı hazzı ve bu hazzı matematikle uğraşmayanlara aktarmaya çalışmak için çabalamaktır. Matematiğin savunmasını yaparken yararları ne olursa olsun övgüyle bahsedilemez. Çünkü binlerce tarzda buluşlar ortaya konmuştur,
buhar makineleri ve dinamolar matematiğin değerleri konusunu ortaya çıkarmıştır.
       Yazar matematiği savunurken biraz da konuyu okuyanları etkilemek için matematiğin günlük hayatta daha çok tanınan mühendislik ve fizik gibi alanlardaki uygulamalarından örnekler vermiştir. Bir matematikçi için geleceğin ona haksızlık yapmasından korkmasına gerek yoktur. Matematikçilerle, fizikçilerin bakış açıları arasında, genelde sanıldığından çok daha az fark bulunduğunu, en önemlisinin matematikçilerin gerçek ile çok daha fazla ilişkisinin olduğunu söylemektedir.
       Matematik hangi bölümlerde yararlıdır? Okul matematiğinin tümü aritmetik, cebir gibidir. Bundan başka okul matematiğinden daha ileri ve geliştirilmiş olan üniversite matematiğinin genişçe bir bölümü; elektrik gibi fiziksel ve ağır bazı yönleri yararlıdır. Buradan şunu çıkarabiliriz; üst düzey bir mühendis veya vasat bir fizikçi için gerekli olan matematik yararlıdır.
       İnsanların yaşamları, günlük işleri, toplumun örgütlenmesi üzerinde muazzam etkisi olan matematik dışında sıradan kişilerce kullanılan matematik önemsenmeye değmez. Oysa kitapta yazar, matematiğin özünü, güzelliğini ve derinliğini aldığı sanattan, edebiyattan, satrançtan örneklerde vererek yalın fakat işlek bir dille anlatmayı başarıyor.
       Matematiğin savaş üzerindeki etkilerini de düşünmek durumundayız. Gerçek matematikçilerle ilgili olarak rahatlatıcı bir sonuca kolaylıkla varabiliriz. Gerçek matematiğin savaş üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Öte yandan önemsiz matematiğin savaşta pek çok uygulama alanı vardır. Balistik uzmanlar; uçak tasarımcıları, matematiksiz yapamazlar. Buradan matematiğin yararlı olup olmadığı ya da hangi yönlerinin faydalı olduğu sorusu akla gelmektedir. Eğer yararlı bilgi, şimdi veya yakın bir gelecekte insanlığın maddi refahına bir katkısı olan bilgi ise, bu konuda entelektüel doyumun bir yeri olacaksa yüksek matematiğin bir bölümü yararsızdır.
       Bir matematikçi için, uyguladığı matematik bir sakinleştirici olabilir, o bütün sanat ve bilim arasında yalın ve ırak olandır. Matematiğin içeriği, derin düşünceye dalmak değil, yaratıcı olmakla ilgilidir. Gerçekte matematikte daha popüler olan çok az konu vardır. Çoğu kişinin güzel bir melodiden zevk aldığı gibi birçok kişi de matematikten bir ölçüde hoşlanır. Matematiğe ilgi duyanların sayısı müzikle ilgilenenlerden fazladır. Müzik kitlelerin duygularını harekete geçirebilir. Hâlbuki satranç oyunu, briç, günlük gazetelerdeki bulmacalar bütün bu kitlelerin matematiğe olan ilgi ve takdirinin bir ifadesidir. Tıpkı bir ressam veya şair gibi bir matematikçi de kalıplar üretir. Matematikçinin kalıpları diğerlerinin kullandığı kalıplardan daha kalıcıdır. Bunun nedeni de düşüncelerden oluşmuş olmasıdır. Matematikçinin kalıpları da bir ressam veya şairin kalıpları gibi güzel olmak zorundadır.
       Düşünceler ise renkler ve sözcükler gibi uyum içindededir. Bir bilim ve sanat dalındaki gelişme, insanların maddi olarak refahını artırıyorsa, buna yararlı diyebiliriz. Bunun için tıp, fizyoloji ve mühendislik evler ve köprülerin yapımına katkıda bulunarak insanların hayat standartlarını yükselttiği için yararlıdır. Matematiğin bu anlamda çok yararları vardır. Bir matematikçinin en güzel işlerinden birisi, kendi konusunu, deneyimlerini ve matematikle uğraşmaktan aldığı hazzı matematikçi olmayanlara aktarmaya çabalamaktır.

13 Şubat 2012 Pazartesi

Kendileriyle Savaşanlar, Stefan Zweig

Kendileriyle Savaşanlar, Stefan Zweig, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1997 - Ankara
 
Kleist, Nietzsche ve Hölderlin...

Kitap, kendisini ölüm tutkusundan kurtaramayan ve sonunda intihar eden şair Kleist'ı, yalnızlık içerisinde yaşayan ve hayatını şiddetli bir ruh çöküntüsü ile noktalayan yazar Nietzsche'yi ve uzun yıllarını tımarhanede ve yalnız başına daracık bir odada geçiren İdealist/romantik felsefe ozanı Hölderlin'in hayat hikâyelerini anlatmaktadır.
Bunların hayat hikâyelerinde ortak bir yan vardır: Üçü de içlerindeki bir güçle baş etmek zorunda kalmışlardır. Zweig'ın 'Daymon' dediği bu güç, mizacın, adeta tabiatüstü bir belirleyicisidir, insanın içindeki ifrittir. Kişilerin bir türlü değiştiremedikleri bir şey olduğu için de 'kader'dir. Bu üç yazar da hayatları savaş olan, sonları trajik kimselerdir. Çağdaşları Goethe ise, hayatı algılayışı, biçimleyişi ve hayatla yaratıcılık arasında başarılı bir köprü kuruşuyla onların karşı kutbudur.
(1)    Kleist:
      Prusya ordusuna çok sayıda subay yetiştiren Slav kökenli bir aileden gelen Heınrıch Von Kleist, askerlik disipliniyle uyuşmadığı için yüzbaşıyken ordudan ayrılır; aynı yıl felsefe, tarih ve matematik okumak amacıyla üniversiteye yazılır.
Üniversite eğitimini de yarıda bırakıp Paris'e giden Kleist, Kant'ın bilgi felsefesinden etkilenir. İlk oyunlarında insan durumlarını sert bir üslupla ele alır ve bilginin mutlakiyetsizliği üzerinde durur. Paris'te bulunduğu sırada Yunan Tragedyası ile Shakespeare'in bir oyununu birleştirmeyi tasarladığı metni daha sonra kendi elleriyle yakar.
    "Penthesilea" isimli trajedi Kleist'ın şiir gücünü, çapraşık olay örgüsünü kurmadaki ustalığını gösterdiği önemli bir oyundur. Savaş karşıtı şiirler yazan Kleist, siyasi içerikli günlük gazete ve "Germania" isimli dergi çıkarır. “Şimdi, hepten benimsin ey ölümsüzlük” diyen Alman şair Kleist, intihar olgusunu trajik yaşamıyla bütünleştiren bir sanatçıdır. Karşılaştığı her kadına, reddedilmesi zor bir aşkı sunar gibi hep aynı teklifte bulunur: "Birlikte ölelim". Yaşantısına giren kadınlardan hiçbiri, ölümüne girmeyi göze alamaz. Ta ki Henriette'e kadar. Kanserli bir kadın olan Henriette Vogel teklifini kabul eder ve Kleist’ten onu öldürmesini ister. Sanatçı bu teklifi kendi yaşamı için de bir çıkış yolu olarak görür ve önce Henriette’yi daha sonra kendini vurur. Şimdi Kleist'in hayatında, ölümden başka her şeyi birlikte yapabildiği birçok kadın, ama ölümden başka hiçbir şeyi birlikte yapmadığı tek kadını vardır. Bu olay ile hayatının trajik akışına son noktayı koyan Kleist, bıraktığı mektupta “…yeryüzünde artık öğrenip edineceğim hiçbir şey kalmadığı için ölüyorum” der. Kleist’in biyografisini çarpıcı anekdotlarla kaleme alan Zweig, onun intiharı için “ölümsüz bir anıt” nitelemesinde bulunur.
(2) Nietzsche:
      Nietzsche’ın doğrum tarihi, tahttaki IV. Frederick William'ın doğum günüyle aynı olması nedeniyle krallık ailesinin birçok üyesine öğretmenlik yapmış olan babası, vatanseverlik belirtisi olarak, çocuğuna kralın adını koyar.
Babasının erken ölümü, onu evdeki sofu kadınların kurbanı yapar. Bu hanımlar, onu kadınsı bir incelik ve duyarlı içinde yetiştirirler. Kuş yuvalarını bozan, bahçeleri yağma eden askercilik oynayan, yalan söyleyen çocukları sevmez. Okul arkadaşları, ona "küçük rahip" diye ad takarlar.
On sekizinde Tanrı'ya olan inancını yitiren Nietzsche, hayatının geri kalan bölümünü yeni bir tanrı aramakla geçirir. Din, hayatının can damarıyken, şimdi hayat boş ve anlamsız gelir ona. Bir ara Bonn'da ve Leipzig'de, kolejli sınıf arkadaşlarıyla cümbüşlere katılır. Hatta sigara ve içki içmek gibi erkekçe davranışlara uyabilmesini güçleştiren titizliğini bile yener. Ama çok geçmeden şarap, kadın ve tütünden nefret eder.
Tam bu sırada, eline Schopenhauer'in "İstem ve Fikir Olarak Dünya" adlı kitabı geçer. "Bu kitap, içinde dünyayı, hayatı ve kendi yaratılışımı korkunç bir ihtişamla yansımış gördüğüm bir aynaydı," diyen Nietzsche, "Sanki Schopenhauer yalnızca benim için yazmıştı. Coşkusunu duyuyor, onu karşımda görür gibi oluyordum. Her satırda bir Özgeci, bir katlanış, bir boyun eğişten söz ediyordu." der. Schopenhauer'in felsefesinin karamsarlığı, düşüncesini ömrü boyunca etkileyecektir. Tragedyayı hayatın kıvancı olarak yüceltmesi de, kendi kendini aldatmalarından biridir.
23 yaşında askere yazılan Nietzsche, miyop oluşu ve dul bir kadının tek oğlu olduğu için, askerlikten muaf tutulmak hoşuna gidecektir, ama ordu yine de çağırır onu. Sadowa ve Sedan'ın büyük günlerinde, top dolduracak filozoflara da gereksinme vardır. Bununla birlikte, attan düşerek göğüs kaslarını zedelediği için, kendisinden yararlanılamaz. Ömür boyunca bunun acısını çekecektir. Askerlik deneyi o kadar azdır ki, ordudan ayrıldığında, bu konu ile ilgili bilgisi, girdiği zamankinden farksızdır. Askerliğe tapması, bozuk sağlığı yüzünden asker olamayacağı içindir. Bunun üzerine, ters kutba yönelir. Savaşçı olacağına, profesör olur ve 25 yaşındayken, Basle Üniversitesinde klâsik filoloji kürsüsüne atanır.
Leipzig Üniversitesi’nin sınav tez koşulu aramadan yalnızca yazılarına dayanarak doktor unvanı verdiği Nietzsche, Basel Üniversitesi’ne öğretim görevlisi olarak atanır. Fransız-Alman savaşı başlayınca üniversiteden izin alarak gönüllü sıhhiye eri olarak cepheye gider ancak dizanteri ve difteriye yakalanınca Basel’e döner. Basel Üniversitesi’nden malulen emekli sayılarak maaş bağlanır. Nietzsche profesörlüğü sırasında klasik filoloji çalışmalarından uzaklaşarak felsefeye yöneldiği sırada Basel’de dost olduğu kültür tarihçisi Jacob Burckhardt’ın görüşlerinden de etkilenir.
Nietzsche 1889’un ilk günlerinde zihinsel faaliyetlerini tümüyle yitirir ve kendisinden haber alınamaz. Bir eski dostuna yazdığı çılgın mektuplar sayesinde Torino’da olduğu saptanır ve bakım altına alınır. Çıldırmasının nedeni öğrencilik yıllarında yakalandığı frenginin ilerleyerek üçüncü evreye girmesine bağlanır. İzleyen 11 yıl boyunca bitkisel denebilecek bir yaşam sürer ve hiçbir şey yazmaz. Nietzsche'nin bu ıstırap dolu hayatı 1900'da sona erer.
(3) Hölderlin:
          İdealist/romantik felsefenin en büyük ozanlarından Alman Friedrich Hölderlin, küçük yaşlarda babasını, büyükbabasını ve kardeşlerini yitirmesi O’nu çok etkiler. Otoriter bir kadın olan annesi oğlunu dini okullarda okutmak, papaz olmasını sağlamak için sürekli baskı yapmaya başlar. Hölderlin hiçbir zaman papaz olmak istemez lakin annesi hayatında önemli bir yere sahiptir ve karşı çıkmaları bir işe yaramaz. Tübingen Manastırı'nda din bilim, öğrenimi görür.
Tübingen dönemi kimliğinin inşasında önemli bir yer tutar. Hegel, Schelling, Schiller gibi filozoflarla "Tübingen okulu" denen arkadaş grubu içerisinde tanışır ve elbette Alman idealizmi ile de bu dönem sonucu "Alman idealizminin romanı" olarak adlandırılan "Hyperion"u yazar. Hölderlin, teoloji eğitimi almasına rağmen kilise havasının biraz olsun uzağına gidebilmek için varlıklı insanların ailelerine öğretmenlik yaparak yaşamını devam ettirme kararı alır. Kapitalizmin oluşum sürecine denk düşen bu zamanlarda Hölderlin vahşi liberal ekonominin koşulladığı günlük yaşamdaki çıkar ilişkilerine, Fransız devriminin ideallerinin pratikteki çirkin yansımasına tanık olmuş ve şiire "kurtarıcı" edasıyla sarılmıştır. Hölderlin'in şiirlerini Schiller, bir gün Goethe'ye gösterir, Goethe beğenmeyince müthiş bir düş kırıklığı yaşar.
O ionya felsefesinin dört temel unsuru olan "hava, toprak, su, ateş" dörtlüsünü, "gökyüzü, yeryüzü, insanlar ve tanrılar" olarak değiştirip bu muhteşem dörtlünün birleşmesini hayal eder ve mutluluğu bunun üzerine inşa eder. Bu birleşme için olabilecek tek güzel mekân olarak doğayı belirler. Doğa bunun için kendisini hazırlamıştır ve bekliyordur. Acı deneyimler sonrası ise bu dünyada/doğada duyarlı bir ozan için yer olmadığını, bahsedilen ütopik mutluluğun ise ancak ozanın kendi içine kapanarak sadece kendi özbilicinde erişebileceğine inanır.
Çocuklarına bakmak üzere işe alındığı bankerin dört çocuklu karısı Susette'yi gördüğü vakit âşık olur, o artık dünya ile onun arasında kalmış son bağdır. Susette ona annesinin engellediği kişilik gelişiminin devamı için kapı açar, ondaki yeteneği keşfeder, adeta onu yaşamda tutan aldığı nefesi olur.
Holderlin’in evli bir kadınla ilişkisinin annesi ve sevgilisi tarafından öğrenilmesi dünyayla iletişiminin tamamen kesilmesine; dönülmez bir yolun başına getirir.
Her ne kadar ağır bir suskunluk dönemine, toplum ile tümden ilişkisini kesme noktasına gelse de en önemli eserlerini bu dönemde yazmaya başlar. Bordeaux'a gittiğinde Susette’nin öldüğünü öğrenince ruhsal bozukluklar yaşamaya başlar.
 Hölderlin, gittikçe içine kapanan, değişim geçiren ve belki de ikinci bir kimliği oluşturduğu dönemdir bedeninde. Kalabalık içerisinde kışkırtıcı söylevler vermeye, gece gündüz piyano çalmaya, sessizlik ve sinir krizleri eşiğinde bir döneme girmiştir.
Stuttgart dönüşünde hükümet doktoru saldırganlık belirtileri saptadığından zorla Tübingen'e gönderir. Çıldırdığı kesinleşince, yaşamının kalanını Neckar ırmağı kıyısında, gözetimine verildiği bir marangoz ailesinin evindeki kulede geçirir. Tanrı'nın, doğanın ve insanın bir sayıldığı zamanlara geri dönmeyi istemiş, şairin Tanrı ile insanlar arasında bir köprü niteliği taşıdığına inanmıştır.