hatıra etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hatıra etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ocak 2014 Çarşamba

Memleket Hikayeleri, Refik Halit Karay

Memleket Hikayeleri, Refik Halit Karay

Memleket Hikayeleri; Anadolu’ya ait ilk hikayelerden örnekleriyle, Türk Edebiyatında önemli bir yere sahip olmuştur. Hikayelerde Anadolu ve oralarda yaşayan insanlar gerçek yönleriyle ve Türkçe’nin mükemmel kullanımıyla anlatılmıştır. Refik Halid KARAY’ın, 1920’de yayınlanan eseri ilk sosyal hikayelerimizden oluşmuş, bir dönemi en canlı şekliyle anlatmış,  kaynak kitaplar arasında yerini almıştır. Kitapta 1908-1920 yıllarına ait 18 hikaye yer almaktadır.
Yatık Emine
Hikaye, Ankara’ya iki gün ötede ana yollardan uzak, küçük bir kasabada geçmektedir. Kasabada, her küçük Anadolu kasabasında yaşanan olayların durağanlığı vardır. Kasabada tek aykırı olay; Yatık Emine’nin olay çıkardığı için sürgün olarak bu kasabaya gelişidir. Kasabalı bu karardan dolayı valiliğe şikayette bulunur, ancak karara uymaları emredilir. Yatık Emine ev bulana dek kadınlar hapishanesinde kalır.
Sokakta kalan kadına kalem odacılarından bir ihtiyar evinde kalması için izin verir. Ankara’dan sürgün gelen Yatık Emine’nin namı kısa zamanda bütün kasabaya yayılır, aslı olmayan pek çok hikaye dillerde dolaşır. Kasabanın kadın ve erkekleri merak içinde odacının evinin etrafında dolaşmaya başlar. Birgün,  karısı evde olmadığı vakitte, eve gelen kapıcı yüzünden; mahallelinin ısrarıyla odacının karısı Yatık Emine’yi sokağa atar. Kaymakam çare olarak hasteneye yerleştirilmesine  karar verir. Hastaneye jandarmanın kötü muamelesiyle gelen genç kadın, her şeye boyun büktüğü için ‘Yatık Emine’ adıyla anılmaktadır.
Kasabanın ileri gelenlerinin Yatık Emine’ye ilgisi artar. Hastaneden kasaba dışında bir eve yerleştirilir. Kimse Emine’ye yiyecek vermez. Hastanede çalışan Gürcü Server Emine’ye yardım eder ve dost hayatı yaşamaya başlar. Kasabanın ileri gelenleri olayı duyunca Server’i sürerler. Yatık Emine yalnız kalır. Evindeki bütün eşyaları çalınır. Kasabada hiçbir esnaf, hiç kimse yiyecek vermez.
Kış gelmiştir. Server’in daha önce aynı koğuşta yattığı çavuşla arkadaşı, Yatık Emine’nin evine gitmeye karar verirler. Karanlıkta yola çıkarlar. Emine’nin nasıl olsa ses çıkaramayacağını düşünerek evine varırlar. Ancak Yatık Emine günler öncesinden soğuk ve açlıktan ölmüştür. Amaçlarına ulaşamadıkları için küfür ede ede geri dönerler.
Şeftali Bahçeleri
Kasabanın dışında eşsiz güzellikte şeftali bahçeleri özellikle kasaba memurları için eğlence mekanı olmuştur. Bütün kademedeki memurlar fazla işleri olmadığından bu güzel mekanın tadını çıkarırlar. Yazı işleri müdürü olarak kasabaya gelen Agah Bey gördükleri karşısında ilk günden hayal kırıklığına uğramıştır.
Avrupa’da kalmış, disiplinli çalışmayla işleri yoluna koyacağı inancıyla, çalışmaya başlayan Agah Bey’in; tüm memurlarla arası açılmıştır. Götürdüğü bütün teklifler ödenek azlığı, imkansızlık ve yokluk gibi nedenlerle kabul görmez. Yapılan eğlence tekliflerinin hepsini geri çevirir. Birgün yapılan gezi teklifini kabul eder. Şeftali bahçelerinin büyüleyici havasına kapılır. Ertesi günde havuzda yıkanmanın keyfini tadar.
Agah Bey kendisine diğer memurlar gibi bir katır alır. Katırın rakı ve mezeleri taşıması için güzel bir heybe alır. İlerleyen zamanda kadınlarla eğlenceye devam eder. Agah Bey bir yıl sonra hoş bahçe kokusunu ciğerlerine çeker, minderlere uzanıp ‘gel keyfim gel’ diye söylenir…
Koca Öküz
Mustafa köyün ileri gelenlerindendir. Kasabadaki memurlara hediyeler verir; karşılığında sözü geçer. Hacı lakabıyla anılan Mustafa’ya seven sevmeyen herkes saygı gösterir.
Birgün Hacı Mustafa bir öküz alır. Öküz ahırda kımıldamadan yiyip içip yatar. Ne yaparlarsa yapsınlar ayağa kaldıramazlar. Sonunda çaresiz kasabada kasabın birine satmaya karar verir. Kasap aldığı fiyatın iki mecidiye eksiğine öküzü alır. Ancak Hacı kasaba öküzü ahırdan almasını şart koşar.
Kasap ahıra gelir ve hayvanı önüne katıp götürür. Hacı bu işe çok kızar. Çalışmaya gitmek için kımıldamayan öküzün; ölüme gitmek için ayağa kalkmasına inanamaz. Sinirinden etrafındakilere kızar. Kasabada ise tellal öğleden sonra öküz kesileceğini haber verir…
Vehbi Efendi’nin Kuşkusu
Vehbi Efendi ufak bir kazada Düyunu Umumiye idaresinde kantar katibidir. Evinde işe, işten eve gelen, erken yatıp erken kalkan, kimseyle ilgisi olmayan bir adamdır. Komşu kızı Hanife’nin Vehbi Efendi’ye ilgisi vardır. Hanife ilgisini açıkca belli eder.
Mayıs ayında bir gece vakti, Hanife annesinin komşuda olduğunu ve korktuğunu söyleyerek Vehbi Efendi’nin yanına gelir. Vehbi Efendi tereddütünü yenerek Hanife’yi reddeder.
Mahalle imamı, Vehbi Efendi’yi önemli bir konu görüşmek üzere çağırır. Hanife’nin hamile olduğunu ve onunla evlenmesi gerektiğini yoksa kadıya bildireceğini söyler. Vehbi Efendi kimseye derdini anlatamaz. Nedense herkes Hanife ile evlenmesi gerektiğini söyler. Sonunda Vehbi Efendi ile Hanife evlenir. Tabakların Kamil, Vehbi Efendi kahvenin önünden geçerken arkadaşlarına ‘Yutturduk öküze’ der.
Sarı Bal
Kasabanın dışında elekçilerin oturduğu bakımsız bir mahalle vardır. Geceleri sarhoşlar ve eğlence arayanlar bu mahalleye uğrar. Külahçıoğlu Hilmi Ağa eğlence için bir evin kapısını çalar. Burası meşhur Sarı Bal’ın evidir. Sarı Bal, oyun oynayıp gelenleri eğlendirmekte maharetlidir.
Sarı Bal, kasaba için felakettir. Parası olmayan bu kasaba da olan parayı harcamak isteyenler Sarı Bal’ın kapısını çalar. Hatta mevki sahibi kimselerde evine uğrar. Hilmi Ağa ve arkadaşları eğlenirken komiser baskın yapar. Yorganların altına dek bakarlar. Önce çocukları görürler. Daha sonra Sarı Bal’ı açmak istemediği yorganı açması için zorlarlar. Yorganın altından kasabanın kaymakamı çıkınca herkes şaşırır. Ertesi gün kaymakam, kasaba içki, zina, her şeyin olduğu bahanesiyle istifa dilekçesini İstanbul’a yollar. Ancak gerçek neden daha önce ulaşmıştır.
Şaka
Servet Efendi, Şakir Efendi ve Nedim Bey üç arkadaştırlar. İşleri bitince önce uzun bir yürüyüş yaparlar, daha sonra Rum mahallesinden geçerek meyhaneye giderler. Gezinti yaparlarken Servet Efendi arkadaşlarına hoşlandığı kadını gösterir. Nedim Bey o kadını tanıdığını söyler. Şakir Efendi de ona destek verir. Nedim Bey kadının gece yarısı denize girdiğini anlatır.
Üç arkadaş geç vakte kadar meyhanede içerler. Dışarı çıkınca Servet Bey evin çok sıcak olduğunu, sahilde yürüyeceğini söyler. Deniz kıyısına vardıklarında bir kadın sesi duyduklarını sanırlar. Servet Bey elbiselerini çıkarır. Kadına şaka yapacağını söyleyerek denize girer. Servet Bey geri dönmeyince karakola haber verirler. Servet Bey’in ağa dolanmış cesedi çıkar.
Küs Ömer
Zehra genç kızlığa yeni adım atmıştır. Hemen her konuda maharetli, güçlü kuvvetli Ömer’le evlenmek üzeredir. Ömer’in en büyük özelliği kaybettiği her durumda çekip gitmesidir.
Ömer ile Zehra evlenir. Zehra kazlarını da getirir. Kazlardan birisi, güreşlerden hep galip ayrılmış, nam salmıştır. Birgün Ömer’e kazların güreşmesi için baskı yaparlar. Ömer’in saydığı insanlar da araya girince Ömer dövüşü kabul eder. Kıyasıya süren kaz kavgası sonucu Ömer’in kazı yenilir. Ömer kazı oracıkta öldürür. Eve gider atına atlayıp uzaklaşır. O günden sonra Zehra Ömer’i göremez.
Boz Eşek
Köyün çocukları koşarak köy çıkışında yaşlı bir adamın yattığını haber verirler. Hüsmen Ağa yaşlı adamın yanına gelir. Yaşlı adamı ve eşeğini köye getirirler.
Yaşlı adam ölür. Ölmek üzereyken Boz Eşeğini ve 8 altınını Mekke’ye vakfettiğini vasiyet eder. Bunun üzerine yapılması gerekeni kasabadaki kadıya sormaya karar verirler. Hüsmen Ağa, kutsal yerlere vakfedilen eşeğe çok iyi bakar.
Hüsmen Ağa, Boz Eşeği alarak kasabaya gider. Ancak kadı yoktur. Ertesi hafta gelmesini söylerler. Ertesi hafta gider gene Kabak Kadı’yı bulamaz. Aradan iki buçuk ay geçer. Köylüler eşeğe saygı duyarlar. İş yaptırmazlar. Arpa ile beslerler. Boz Eşek iyice irileşir. Hüsmen Ağa gene Boz Eşek’le kasabaya gider. Köylüler, dönüşünü merakla beklerler. Hüsmen Ağa’nın tek başına döndüğünü görünce, kutsal bir vazifeyi yapmanın rahatlığını yaşarlar. Pratik bir kadı olan, Kabak Kadı lakaplı kasabanın kadısının işi hallettiğini düşünürler. Boz Eşek Mekke’ye gidecek ve zemzem taşıyacaktır.
Bir  yıl sonra Hüsmen Ağa kasabaya inince gözlerine inanamaz. Kalabalık içinden birisi, eşeğin sırtından etrafına selam vererek geçmektedir. Bu Kabak Kadı’dır. Üzerine bindiği de Boz Eşek’tir.
Yatır
Köylü endişeyle, yaklaşan kışı beklemektedir. Çünkü yakacak odunları önceki yıllara göre çok azdır. İlistir Nuri aylak aylak gezmekten sıkılmış, hamam işletmeye karar vermiştir. Ancak odun azlığından dolayı, bir çare bulamazsa hamamı kapatmak zorunda kalacaktır. İlistir Nuri, köyün karşı tepesindeki çamları kesmenin tek kurtuluş olduğunu söyler. Köylü ise Maslak Dede’nin yatırı olduğu için ağaçlara dokunulmayacağına inanmıştır.
İlistir Nuri, köyde sözü geçen yarı ermiş Abdi Hoca’ya bir arkadaşının rüyasını anlatır. Maslak Dede, ağaçlardan dolayı daraldığını, önünün açılmasını istediğini ve bu işi Abdi Hoca’ya havale ettiğini anlatır. Abdi Hoca daha önce bu işareti aldığını söyler. Etraftaki tek ağaçlık yerin çamlarını keserler. Hatta o kadar ileri giderler ki çam ağacı bırakmazlar. Ağaçlar kesilince şifalı kaynak suları da kurur…
Komşu Namusu
Şakir Efendi, Osman Bey ve Baki Efendi aynı yerde görev yapan üç memurdur. Şakir Efendi, Osman Bey’e komşusu Baki Efendi’nin karısı tarafından aldatıldığını söyler. Sonunda konuyu Baki Efendi’ye açmaya karar verirler. İş çıkışı meyhanede konuyu açarlar. Baki Efendi, Şakir Efendi’nin evinden kendi evini gözlemeye başlar.
Baki Efendi’nin evinin önüne gelen şahıs etrafına bakar ve içeri girer. Şakir Efendi Baki Efendi’ye ne yapacağını sorar. Baki Efendi’de boşayacağını söyleyerek kızgınlıkla evden çıkar. Şakir Efendi, silah sesi duyacağını sanır. Ancak Baki Efendi’nin kapıdan az önce giren adamı yolcu ettiğini görür. Ertesi gün merakla ne olduğunu sorar.Baki kızarır, rahatını feda etmemek için her şeye katlanmış durumuyla’ Boş yere tasalanmışız, gelen doktor Hüsnü Bey; eşim sancılanmış ta…’ der…
Yılda Bir
Teselyalı Bekir, köylerden uzakta su değirmeni işletmektedir. İnsanlardan uzaktadır. Karısını Teselya’da bırakmıştır. İçinde kadın özlemi vardır. Değirmene gelen yaşlı kadınlardan başka kimseyi görmemektedir.
Değirmenin yakınında konaklayan çingenelerin yanına gider. Çeribaşı buğdayları öğütmesi için Elif’i de Bekir’le birlikte değirmene yollar. Bekir’e karşı Elif’te kayıtsız kalmaz. Bekir kadın özlemini gidermiştir. Elif’e ne zaman geleceğini sorar. Elif’ te seneye cevabını verir. Bekir hasretle ertesi yılı bekler. Elif nihayet gelir. Ancak bir sonraki yıl Elif’i göremez. Çeribaşına Elif’in nerede olduğunu sorar. Çeribaşı ‘ O kötüledi, kasabada kaldı’ cevabını verir. Daha sonra iyice yaşlanmış kadına buğdayları öğütmesi için Bekir’le değirmene gitmesini söyler.
Sus Payı
Hasip Efendi, Hidayet Bey’in ipek fabrikasında işçibaşı olarak çalışmaktadır. İşçilerin çalışma şartları çok ağır olduğundan; her yıl birkaç genç kız hastalanarak ölür. Hasip efendi özellikle Fotika isimli genç kız işe başlayınca çalışma koşullarının ağırlığını düşünmeye başlar. Günde on dört saat çalışıp, çok az ücret alan genç kızlar çabucak hasta olurlar ve sonunda ölürler.
Hasip Efendi, Fotika’yı ölen karısına benzetir. Ona karşı ilgisi sevgiye dönüşür. Ancak birgün Fotika hastalanır ve ölür. Hasip Efendi, Hidayet Bey’e fabrikanın genç kızları öldürdüğünü ve işten ayrıldığını söyler. Hidayet Bey ise Hasip Efendi’ye zam yapar. Artık sekiz lira kazanan Hasip Bey vicdanını rahatlatacak bahaneler bularak işine devam eder…
Kuvvete Karşı
Amerikan elçiliği hizmet vapurunda görevli, dokuz denizci her Pazar ceplerini dolduran İngiliz Liralarını Tarlabaşı’yla Tokatlıyan arsında eğlenerek harcarlardı. Eğlence çok ileri giderler, ancak zayıf devletin polisi hiçbirşey yapamazdı. Amerika güçlü bir devletti ve Türk milleti bütün bu kabalıkları sineye çekmek zorundaydı.
Suphi, kız arkadaşı İzmaro’yla birlikte Tarlabaşı’na eğlenmeye gider. Böyle bir akşamda sarhoş denizciler, İzmaro’ya sarkıntılık yapınca çaresiz kalır, denizcilerden birinin müdahalesi sayesinde oradan İzmaro ile birlikte kaçar. Ancak kendisine olan saygısını yitirir. Eve gidince İzmaro’nun da gözünde değeri kalmadığını düşünerek geri döner. Yolda yakaladığı denizcilere saldırır. Sonunda bütün kemiklerinin kırıldığını hisseder ve çamura düşer. Rum kızı İzmaro ise uzun bir süre bekledikten sonra üşüdüğünü fark ederek yatağa girer…
Cer Hocası
Asım Mülkiye Okulu’nu bitirmiş, bir akrabası sayesinde memuriyete başlar. Fakat meşrutiyet ilan olununca memuriyetten atılır. Asımın rahat geçen hayatı altüst olur. Parası bitince daha önce yardım ettiği tanıdık arkadaşlarının yanına gider. Arkadaşları ile birlikte İstanbul dışında köyleri dolaşmaya, cer hocalığı yapmaya başlar. Vaazlar verir, namazını hiç kaçırmaz.
Köyün birinde Asım’ı çok severler. Eski imam köyde olmasına rağmen Asım’ın asıl imam olarak resmen atanmasını sağlarlar. Asım köy halkının bu davranışına çok kızar. Fakat aç kalma korkusu da yaşamaktadır. Eski yaşlı imamın durumunu görünce, biriktirdiği paralarla tüm sorunlarına rağmen İstanbul’a doğru yola çıkar.
Garip Bir Hediye
Feridun, elinde kalan malları satar, parası gene tükenince bir Yahudi’nin hediye ettiği traş fırçasını da satmaya karar verir. Bir deniz yolculuğu sırasında yahudinin hayatını kurtarmış, Yahudide ona çok değerli olduğunu söyleyerek traş fırçası hediye etmiştir. Kuyumcular, para etmeyeceğini söyleyince, akşam fırçayı yere fırlatır. Fırçanın sapı kırılınca iki değerli taş çıkar.
Feridun, fırça sapında taşların ne aradığını bilemez. Daha sonra gümrükten mal kaçırmak için bu tür yolların denendiğini öğrenir.
 Bir Saldırı
Hayrullah Efendi, bir kış akşamı Boğaziçi’nin Anadolu yakasında bir iskeleye çıkar. Küçük bir köyün iskelesi olduğundan sadece dört kişi iner. Elinde feneri yokuşu çıkmaya başlar.
Hayrullah Efendi, birden yanağına dayanan silahı hissettiği an arkadan bir ses cüzdanını ister. Hayrullah Efendi hemen cüzdanını verir. Hırsız 700 liradan sadece beş lira alır ve gider. Hayrullah Efendi hırsızı köyün bakkalına kadar takip eder. Daha sonra bakkala kim olduğunu sorar. Dört yıl savaştıktan sonra parasız kalmış, terhis edilmiş bir  yedek subaydır.
Hayrullah Efendi ertesi gün, adamın evine bir kayık dolusu yiyecek gönderir. Kendisi ticaret yapıp para kazanırken; savaşan bu adama hakkını verdiğini düşünmektedir.
Ayşe’nin Yazgısı
Ayşe ile annesi çok fakir ve perişan bir halde yıkık, korkunç, harabeye dönmüş ve terkedilmiş bir köşkte bekçi gibi yalnız başlarına yaşamaktadırlar. Hergün antikacıların evine hizmetçilik yapmaya giden annesinin evde bulunmadığı yağmurlu bir günde, annesinin hizmetçilik yaptığı zengin ailenin 19 yaşındaki oğlu avdan dönerken Ayşe ile annesinin yaşamlarını sürdürdükleri harabeye sığınır. Ancak evde iş yapan Ayşe'yi yarı çıplak, pejmürde bir kılıkta gören genç avcı ona tecavüz etmek ister. Ayşe kendini savunurken, ayağı yanlışlıkla kayan avcı yere düşer, başını taşa çarpar ve ölür. Ayşe avcının köpeğini de öldürmek zorunda kalır ve her ikisinin cesedini sürükleyerek ahıra götürür ve gömer. Bir ay içinde avcı ile köpeğinin kaybolması çevrede unutulur. Bir ay sonra, bu kez de genç bir köylü annesinin evde bulunmamasını fırsat bilerek eve girer ve Ayşe'yi taciz eder. Ancak Ayşe bu köylüyü de avcıyı düşürüp öldürdüğü gibi öldürmemek, tekrar acı ve üzüntü çekmemek için korunmasız kendini bırakır.

18 Mart 2013 Pazartesi

Falih Rıfkı Atay, Çankaya

Falih Rıfkı ATAY’IN, Atatürk’ün  hayatını ve yaşadığı dönem olaylarını anlattığı anı ve anektodlar.

        Çankaya,Falih Rıfkı Atay’ın, Atatürk’ün uzun yıllar yanında bulunan bir dostu olarak  kaleme aldığı eseridir.Bu yönüyle Atatürk’ün biyografisi olma özelliğini taşımaktadır.Fakat kitabın kurgusu salt bir biyografi tarzında  değil ,Atatürk’ün doğup büyüdüğü, içinde yaşadığı toplum ve olaylara da ışık tutan ve o günün bakış açısını çok açık bir şekilde gözler önüne seren bir yaklaşımı da yansıtmaktadır.Dolayısıyla yazar adeta okuyucuyu o günlere götürmekte  ve belki daha önce okuduğumuz ,fakat net olarak kavrayamadığımız bir çok konuyu yaşarcasına anlama fırsatı vermektedir. Eserde  anlatılan anı ve anektodlar  Falih Rıfkı’nın bizzat  gördükleri ve yaşadıkları olması ve  ilk ağızdan anlatılması  okumayı sürükleyici ve akıcı hale getirmiştir.Kitap, Atatürk’ün hayatındaki önemli devreleri içeren dokuz bölüm halinde anlatılmıştır.Bu bölümler  şu şekildedir;
(1)    MUSTAFA KEMAL  1881-1914
(2)    1914-1918
(3)    ÇÖKME
(4)    GERİLLA DEVRİ
(5)    ORDU DEVRİ
(6)    YENİ DEVİR
(7)    KEMALİZM
(8)    ATATÜRK’ÜN SON YILLARI
(9)    ANI  VE FIKRALAR
        Mustafa Kemal’in doğumu ve müteakiben  okul hayatı ve ilk kıta deneyimleri anlatılmaktadır.O günlerde Osmanlı’nın içinde bulunduğu sosyal,siyasal ekonomik ve kültürel yapı hakkında çarpıcı detaylara da olayların akışı esnasında değinilmektedir. Ayrıca ayrıntılı bir şekilde  Rüştiye ,İdadi ve Harp Okuluna girişi ve bu okullardaki başarısı etraflıca anlatılır.Mustafa Kemal’in daha İdadi de iken ,yaz tatilinde Tophane de bulunan Colleges des Freres’de Fransızca öğrenme azmi ve okulda şiir edebiyat ve hitabete olan düşkünlüğü  hem onun ne kadar bilinçli ,şuurlu ve öngörülü olduğunu hem de dönemin eğitim anlayışını ve eğilimlerini göstermesi açısından dikkate  değerdir.
        Mustafa Kemal, doğduğu dönem itibariyle koskoca bir imparatorluğun yıkılışına  şahit olmuştur.Her tarafta kargaşanın ,huzursuzlukların ve çalkantıların baş gösterdiği  bir zaman diliminde doğmuş olması, onu  daha güçlü ve sağlam bir karakter olarak geleceğe hazırlamıştır.    Onu daha genç yaşta iken vatanı kurtarma çabasına iten neden bu olsa gerektir.Mustafa Kemal daha Harbiye’ de okurken  kendince  arkadaşlarıyla vatanı kurtarma çareleri düşünür hatta gizlice dergi bile çıkartırlar.Kurmay  yüzbaşı olarak mezun olduktan sonra arkadaşlarıyla gizli olarak toplandıkları  bir sırada, basılarak hapse gönderilir ve birkaç ay  hapiste kaldıktan sonra ,Okul Müdürü Rıza Paşanın aracılığı ile serbest bırakılır. Rıza Paşa her şeyi açıkça bilmesine rağmen  onları kurtarır ve hatta daha dikkatli olmalarını  öğüt verir.
        Ülke artık yıkılmanın eşiğindedir.Devletin tüm kurumları layıkıyla görevini yapamaz hale gelmiştir.Ordu da diğer kurumlardan hiç farklı değildir.İsmet İnönü’nün ağzından siyasete bulaşmış olan ordunun içler acısı halinin tasvir edildiği  şu yazı bir hayli ilginçtir: ”…Sekizinci topçu alayı kadrosunun büyük kısmı alaylı idi.Kışlada yatıyordum.Vaktimizin  çoğu yedinci alayın mektepli subayları  ile geçiyordu. Bizimkilerden başka alayların birçok topları eski sistem.Talim ve terbiye mektepli yüzbaşıların kabiliyetlerine kalmıştır.Asker umumi olarak dört yıllık silah altında .Ne vakit terhis olunacakları belli değil.Terhislerinin  bir gecikme sebebi ise birikmiş olan maaşları.Bu senelerde ayaklanma ile terhis olmak bir kaide idi.Ayaklanma ise şöyle olurdu.Askerler kendi aralarında gizlice konuşurlar ,talime çıkmayarak,padişaha müracaat ederler .Subayların asker üzerinde nüfuzları ahlak ve bilgi kuvvetinden gelir.Bu nüfuz da ,terhis ayaklanmalarında bu subaylara ancak kötü muamele görmemek imtiyazını verir.Bölüklerde bile atış talimi hiç yapılmazdı.Bin dokuz yüz altıda seri ateşli topların kabul edilmesiyle 7nci alayda ilk defa ve bir defa topçu atışı yapılmıştı.
        Bütün sınıflarda yüzbaşıdan yüksek kumanda sahipleri,gece gündüz alaylarını nasıl besleyecekler, subaylarının maaşlarını nasıl verecekler, yalnız bunlarla uğraşırlardı. Kolağasından ordu kumandanına kadar bütün amirlerde maaş tedariki için tedbir almak başlıca vazife, padişaha sadakat başlıca meziyet idi. Genç mektepli subaylar için bir terfi usulü de yoktu. Kimin ne vakit, ne sebeple terfi edeceği de bilinmezdi. Sekizinci topçu alayının bir kumandanı vardı ki,mektepli olduğu halde ,eğer diploması olmasa,okuma yazma bilmeyen bir alaylıdan  ayırmanıza ihtimal yoktu.
        Ordu politika batağı içinde idi.Teğmen yarbaya selam vermez olmuştu.Mustafa Kemal ordu politikadan hemen çekilmelidir  yoksa ordu kuvvet olmaktan çıkar diyor ve direniyordu.Hatta Enver paşa Hafız Hakkı Paşaya , Mustafa Kemal fazla ileri gidiyor buna bir çare bulalım  bile demiştir.”
        Tabi ki durumun vahameti bununla da bitmez. Yazarın o dönemin sıradan insanlarından birine sorduğu bir soru neticesinde aldığı cevap çok anlamlıdır. ”Bu memlekette İttihat ve terakki’nin mi yoksa Yunanlıların mı hükmetmesini istersiniz?” Alınan cevap oldukça ilginçtir.Tereddütsüz bir şekilde “Yunanlıların,elbette”.    İşte  bu şartlar altında Balkan Savaşına girilmiş ve yaşanılan felaket  Türk tarihine kirli bir leke olarak geçmiştir.Mustafa Kemal’in  dehası da bu şartları gördükten sonra daha iyi anlaşılmaktadır.
        Atatürk, Filistin, Trablusgarp, Bingazi, Muş, Suriye cephelerinde, daha sonra Ana fartalar, Arı burnu, Sakarya ve Dumlupınar savaşlarında, daima başarılı ve çarpıcı komutanlıklar sergilemiştir.Daha genç bir subay iken, kendi ülkesinde ve Avrupa'da katıldığı çeşitli manevralarda gösterdiği ustalıklar ve uyguladığı taktikler, verdiği emirler ve harp sahalarında kazandığı zaferlerle Atatürk, ne kadar başarılı bir komutan olduğunu tarih sayfalarına altın harflerle yazdırmıştır. Atatürk'ün ağzından kaleme alınan şu küçük anekdot bu askeri dehanın emarelerini bütün çıplaklığı ile yansıtmaktadır.”Karargâhı Yalova'da bulunan Ordu Komutanı Liman Von Sanders Paşa telefonla beni aradı. Konuşmamıza aracılık eden Kurmay Başkanı Kâzım Bey idi. Sorduğu şu idi: "Durumu nasıl görüyorsunuz ve nasıl tedbir almayı düşünüyorsunuz? ". Durumu nasıl gördüğümü ve nasıl tedbirler almak gerektiğini çoktan bütün ilgili olanlara belirtmiştim. Hepsi cevapsız kalmıştı, dedim ki;
- "Durumu nasıl gördüğümü çoktan size bildirmiştim. Şimdi alınabilecek tek bir tedbir kalmıştır!"
- O tedbir nedir?
- Bütün komuta ettiğiniz kuvvetleri emrime veriniz. Tedbir budur!
Alaylı bir sesle,
- Çok gelmez mi?
- Az gelir ! dedim.
        Telefon kapandı. 8/9 Ağustos gecesi saat 21:50'de bana Anafartalar Grubu Komutanlığına tayin edildiğimi bildirdiler. Gerçi böyle bir sorumluluğu almak basit bir şey değildir. Fakat, ben vatanım yok olduktan sonra yaşamamaya karar verdiğim için bu sorumluluğu yüklendim! Daha önce kararlaştırdığım saldırıyı kendim yöneterek düşmanın üstün kuvvetlerini gerilettim. 10 Ağustos sabahı tan yeri ağarırken düşman üzerine süngü ile atılmak için hazırladığım asker saflarının önüne geçerek kuvvetlerimi düşman üzerine attım. Düşman ortalık ağardıktan sonra Conkbayırı'nı denizden ve karadan büyük çapta toplarla dövmeye başladı. Bütün Conkbayırı dumanlar ve ateşler içinde kaldı. Herkes tevekkülle sonunu bekliyordu. Etrafımız şehitler ve yaralılarla doldu. Olan bitenleri seyrederken, bir şarapnel parçası göğsümün sağ tarafına çarptı. Cebimdeki saati paramparça etti. Etime giremedi. Yalnız deride bir kan lekesi bıraktı. Bu parçalanmış saati sonra bu günün hatırası olarak Liman Von Sanders Paşaya verdim. O da aile armalı saatini bana hediye etti. "Zaferini tebrik ederim Paşam!"
        Birinci Dünya Savaşı,gerek Osmanlı gerekse de Mustafa Kemal için bir dönüm noktasıdır.Çanakkale Savaşı’ndan sonra artık Mustafa Kemal  önü tutulamaz ve dehası  herkes tarafından idrak edilen  bir komutan olduğu bütün yurda malolur.Rakipleri de artık bundan sonra Mustafa Kemal’e kolay kolay ilişemeyecektir.Falih Rıfkı, ise Mustafa Kemal hakkındaki görüşlerini şu şekilde aktarır.” Mustafa Kemal adını daha sonra ,Birinci Dünya Savaşının pek karanlık günlerinde duydum.Kalıbımızla Suriye’de,canımız ve kanımızla İstanbul’da idik.Çanakkale sökülüp düşman İstanbul’a girecek miydi?Böyle bir facianın rüyasını görürüz diye uyumaktan korkardık.Mustafa Kemal’in ismi ,o vakit  İstanbul’un Kurtuluş hikayesine karışmış  idi.Enver’in rakibi olduğu söylendiğinden ve adı saklanmak istendiğinden onu büsbütün benimsemiştik.Bir sır gibi yayılıp içlere sinen şöhreti,Enver’i sevmeyen ve ona güvenmeyen  genç subayların dillerinde destandı.Bir aralık  “Harp mecmuasında “ Ruşen Eşref ile mülakatı yayınlandığında ,Enver’in veya  ona yaranmak isteyenlerin emri ile baskı durdurulmuş,Mustafa Kemal’in resmi çıkarılmış yerine Leman Von Sanders’in konulmuş olduğunu duyuyorduk.Genç karargah kurmaylarının “Tam asker… İşte hakiki asker …”diye aralarında konuştuklarını hatırlıyorum.”
        Mustafa Kemal , Samsun’a çıktığı vakit durum çok vahimdir.Ülkenin her tarafı işgal altındadır .Yerel bir takım gayretler sayılmazsa ,tam anlamıyla da kurtuluş azmi ve iradesi de yoktur.Mustafa Kemal, 22 Mayıs’ta Samsun’daki  İngilizlerle konuştuktan sonra İstanbul’a bir rapor gönderir.Bu raporda Samsun ve çevresi Rumları hırslarından vazgeçmedikçe yatışma olmayacağını ,Türklüğün yabancı mandasına katlanamayacağını milli hareketlere hak vermek gerektiğini bildirir.Oysa görevi başkaldıran Türkleri ezmek ve susturmaktır.Milli davayı gerçekleştirme kapsamında yapılan Amasya ,Erzurum ve Sivas kongreleri oldukça güç ve sıkıntılı şartlar altında geçerken,    Yunanlıların İzmir’e çıkışlarını İzmir ‘de ,Adalar’da  Rumların tamamı  “Zito ,Zito Venizelos” şarkılarıyla karşılamışlardır.
        İstiklal Mücadelesi , Meclis içinde de oldukça çetin ve zor şartlar altında ,ateşli tartışmaların yapıldığı bir ortamda geçmektedir. Ordunun tam anlamıyla Sakarya Savaşı öncesinde başarılı olamaması  ve Sakarya Nehrinin gerisine çekilmesi büyük tepkilere yol açmıştır.Mustafa Kemal  oldukça sıkıntılı ve günlerce uykusuz  bir şekilde çalışmaktadır.Cepheden kaçan asker sayısı da oldukça fazladır.Fakat Mustafa Kemal hiç zaman ümidini kaybetmez  ve durum heran  kontrolü altındadır. “Sakarya muharebeleri sırasında bir kibrit kıvılcımından atı ürkünce, Atatürk yere düşüp kaburgalarını kırmıştı. Başkomutan cephede, oradan oraya sedye ile dolaştırılıyordu. Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak  odasına geldi. Kolordu Komutanı Kemalettin Sami Paşadan bahisle  "Kendisini taarruza kaldıramıyoruz. Emri doğru bulmuyor. Sedye ile de olsa telefon başına kadar gidip konuşabilir misiniz ? "dedi. Sedye ile telefon başına giden Başkomutan, Kolordu komutanına hitaben ;" Taarruz olacaktır ! Sen olmazsan yerine bir çavuş gönderirim, gene taarruz ettiririz.! " dedi. Mustafa Kemal Paşanın biraz sertçe olan sesini tanıyınca Kemalettin Paşa, " Ya... Böyle mi tensip buyurdunuz, emredersiniz ! " dedi. Kolordu taarruza geçmiş ve sonuç alınmıştır.Yine Sakarya da yaşanan ve Mustafa Kemal’in liderliğini açıkça yansıtan diğer bir anektod ise şöyledir;”    İsmet Paşayı telefonla arayan Yusuf İzzet Paşa Mustafa Kemal’le görüşmek istediğini söyler .Telefonu Mustafa Kemal’e verirler.”Gizli emirlerinizi bildirmediniz.Yani geri çekilme lazım geldiği vakit  istikametimiz ne olacak.Bu duruma çok sinirlenen Mustafa Kemal “Paşa! Paşa! gizli emrim senin kemiklerinin orada gömülmesidir “der.”Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır.O satıh bütün vatandır .” talimatını işte bu konuşmadan sonra vermiştir.
        Sakarya‘dan dönüşünde ,Çankaya’da “Ben galiba en iyi şu askerlik mesleğini yapabiliyorum demişti.Bu savaşta iki şey buldum ”hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır ,o satıh bütün vatandır” Vatan sathı en son kayasına kadar düşmanla boğuşularak müdafaa edilecektir.Diğeri  “Hiçbir zafer gaye değildir.Zafer ancak kendisinden daha büyük bir  gayeyi elde etmek için gereken en belli başlı vasıtadır.Gaye fikirdir.Zaferin bir fikri kazandırdığı kadar değeri vardır.Her meydan savaşından sonra yeni bir alem doğmalıdır.Yoksa başlı başına zafer boşuna bir çaba olur.Kendisine Napolyon’nun ben yürürüm ,programım kendiliğinden çıkar,dediği hatırlatılması üzerine  “ama o türlü giden sonunda başını Saint Helen kayalarına çarpar “cevabını vermiştir.
        Türkiye, iki meydan savaşının eseridir. Biri ,1921 Ağustos’unda  Sakarya Nehri boyunca,diğeri 1922 Ağustosunda  Afyon Cephesinde .İkisinde de Türk ordularının başkomutanı Mustafa Kemal’dir..Ordunun bir saldırı emri veremeyeceği fikri büyük çoğunluktadır ve bundan dolayı Mecliste hava oldukça gergindir. Afyon’un Çay  ilçesinde toplanılmış, Fevzi Çakmak taarruz planını açıklamıştır, fakat İsmet Paşa saldırıya karşıdır.Yakup Şevki Paşa ,milletin kaderini zar gibi atmanın tarihçe cinayet olacağını söyler. Fevzi paşa bunun üzerine sinirlenir ”mademki ordunun bana güveni yok,ben çekiliyorum,diye istifasını verir.Mustafa Kemal de genelkurmay başkanı çekildiğine göre kendisinin de görevde kalamayacağını bildirir. İsmet Paşa da ”Efendim bize fikrimizi sordunuz, söyledik. Yoksa hepimiz emrindeyiz.” der. Saldırı kararı o an verilir Atatürk Ankara da vekiller heyetini toplayarak saldırı kararına onları da katar.Atatürk’ün öngörüleri her zaman en yakın dostlarını bile  çoğu zaman şaşırtmıştır. Şöyle der: ”Taarruz haberini alınca hesap ediniz. On beşinci gün İzmir’deyiz ”Savaş kazanılmış ,Trikopis  kaçarken yakalanmıştır.Atatürk’ün huzuruna getirilir  ve ilginç bir diyalog geçer aralarında ”….ancak ellerimizdeki tüfekleri kullanabiliyorduk.Sonunda bir an geldi ki tüfeklerimizin bile işleyemediği bir darlığa düşürüldük.Süngüler parlamaya başladı.Arkamız ,önümüz her yanımız süngü!Atımı bile bulamıyordum.Yaya olarak ormanlar içine düştük.Siz  bu harbi nereden idare ettiniz?”Atatürk’ten aldığı cevap onu bir hayli şaşırtır.”İşte tam o süngülerin parladığını söylediğiniz yerde askerlerin yanında idim”
        Mustafa Kemal İzmir’e girince bir otele uğrar.Ne sırması ,ne de önünde arkasında koşuşan generalleri vardır. Dolu salona girmek isteyince garson yer olmadığını söyler.Müşterilerden biri tanıyıpta , “Mustafa Kemal’” diye bağırınca  kalabalık birbirine girer.Mustafa Kemal kimseye rahatsız olmamasını söyler ve yanındakilerle bir masaya oturur.Garsona bir kadeh içki ısmarlar ve sorar “Kral Kostantin hiç bu otele gelip  bir kadeh rakı istedi mi?Aldığı olumsuz cevap karşısında “Öyle ise neden İzmir’i almak istemiş “der.İzmir’e gelişinin ilk saatlerini o masada geçirir.
        Falih Rıfkı, İstiklal savaşından sonraki Atatürk inkılapları dönemini  bütün gizli kalmış yönleriyle anlatır.Mecliste hiç kimse Cumhuriyet kelimesinin ağza alınmasını bile istemez. Mustafa Kemal ,İsmet Paşa ve arkadaşları sık,sık bu gayri tabiliğin çabuk nihayet bulması gerektiğini ileri sürmüştür.Bir gün de Mustafa Kemal  Avusturyalı bir gazeteci ile görüştüğü sırada “cumhuriyet “kelimesini ağzından  kaçırması üzerine  Meclisin ve İstanbul gazetelerinin yüreği oynamıştır.Bütün bu muhalefete rağmen, Atatürk’ün dehası bu sorunun da üstesinden  gelmiştir
        İnkılap Devri cumhuriyet ilanını başlangıç olarak alırsak ,29 Ekim 1923’ten  3 Kasım 1928’e kadar beş yıl bir ay sürmüştür.Ondan sonra bütün iş ,yeni düzeni tüm toplumca sindirilmesindedir.3 Mart devrimin başlangıcı idi.1924 Nisanında şeriye mahkemeleri kaldırılarak öğretim birliği gibi adalet birliği de temin edilmiştir.1925 Ağustosunda şapka giyilecek aynı yılın Kasım ayında  tekkeler kapatılacaktır.Medeni Kanun ,yeni cemiyetin temellerini atmış ve 1928’de anayasa tadilleri ile  devlet tamamıyla laikleşerek ve aynı yıl Latin yazısı kabul edilerek devrim eseri tamamlanmıştır.
        Atatürk’e göre din meselesi halledilmelidir.Atatürk devri laiktir.Laisizm din ve devlet işlerinin birbirinden ayırmak demektir. Falih Rıfkı bu konuda ”daha ilk günden laiklik “dinsizlik” olarak  telkin edilmiştir.Fakat halk camilere rahatça gidebiliyor,dini görevlerini yapabiliyordu.Fakat kendisine kılavuzluk edecek devrimci din adamları yetiştirilmediği için eski hocalık hiçbir zaman olamadığı kadar kaba,cahil ve mutaassıp bir yobazlık halini alıyordu.”  der.
        Yazar son bölümde Atatürk’le ilgili anı ve fıkralara yer vermiştir.Atatürk her zaman kendini geliştirmeyi bilmiş,etrafındaki insanlarla daima fikir alışverişi içinde bulunmuştur.Meşhur akşam sofrası her zaman şair ,yazar,bürokrat,asker ,doktor hiç eksik olmamıştır.İlk gençliğinden sonra günlerine kadar kendisini tanıyanların hepsi için Atatürk adı sofra sohbetlerini hatıra getirir.Dostları ile akşamları sofra başında buluşmak ve geç vakitlere kadar konuşmak adeti idi.Fakat pek azı zevk ve eğlence meclisi olmuştur. ”Saatlerce pek ciddi şeyler okur ,yahut yazardık. Beyninin hiç yorulduğunu bilmem.Hastalandığı yıllara kadar da çok şaşırtıcı bir hafızası vardı. Sentezci bir dehası vardı. Birkaç saatlik dağınık ve sıçramalı sohbetten sonra derleme ve toparlama yapar,mantıklı açık ve iyice çerçeveli bir tefekkür eseri verirdi. Ateşli ve gururlu bir milliyetçilik ,eğilip bükülmez bir irade ve kendine güven duygusu şahsiyetine hakimdi.
        Atatürk giyime ,ev  ve eşya  düzen ve temizliğine pek meraklı idi.Askerler arasında  sivil kıyafete ilk alışanların başında gelmiştir.Evi de hiçbir zaman “bekar” kokmamıştır.
        Atatürk’ün çalışma gücü insan takatinin çok üzerindedir. Yüzlerce ,binlerce vesikayı eski köşkün üst katındaki küçük çalışma odasında kendisi ayırmıştır. Nutku çoğunlukla kendisi dikte etmiştir. Uzun saatler süren diktelerden sonra yazanlar sekiz on saatlik bir uykuya gittikleri vakit Atatürk bir banyo yapar,giyinir ve akşam davetlilerine o gün yazdıklarını okutmak üzere sofraya inerdi.Atatürk çok defa kısa bir uykudan sonra çalışmalarına devam eder. Bu haftalarca böyle devam eder.
        Falih Rıfkı, kitabının son bölümünü onu belki de en iyi tanıyanlardan biri olmasına karşı onu anlayabilmenin o bile zorluğu üzerinde durur ve bu durumu şöyle ifade eder. “Gazi, aradıkça yeni bir sır verir.Yaklaşılan bir dağ gibi büyür.Asıl onu elimizle tuttuğumuz zamandır ki artık tamamını hiç göremeyiz.”


        1894’te İstanbul’da doğan Atay, Darülfünun Edebiyat Fakültesi’ni bitirir. 1911’de Tecelli ve Servet-i Fünun dergilerinde ilk şiir ve denemelerini yayımladı, gazeteciliğe 1913 yılında Tanin’de başlar. Yedek subay olarak katıldığı I. Dünya Savaşı’nda Cemal Paşa’nın özel katipliğini yapar. Akşam gazetesinde Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen yazılar yazması nedeniyle Divan-ı Harp’te yargılanır, fakat II. İnönü Savaşı’nın kazanılması üzerine idamdan kurtularak Anadolu’ya geçer. 1923’ten itibaren Bolu ve Ankara milletvekilliği yapar. İzmir’in kurtuluşundan sonra tanıştığı Mustafa Kemal’in dostluğunu kazanır ve bu döneme ilişkin anılarını Atatürk’ün Bana Anlattıkları (1955), Çankaya (1961) ve Atatürk Ne İdi? (1968) adlı kitaplarda toplar. Çankaya, Falih Rıfkı Atay’ın ,Mustafa Kemal’in uzun yıllar yanında bulunan bir dostu ve bir arkadaşı olarak yazdığı anı ve hatıralarıdır. Fakat bu hatıralar Atatürk’ün salt biyografisi değil kurtuluş mücadelesinin  nasıl gerçekleştirildiğine ışık tutan, farklı bir bakış açısıyla ve Falih Rıfkı Atay’ın kendine has  üslubuyla anlatıldığı bir  eser hüviyetine sahiptir. Mustafa Kemal’in  özel yaşantısında sadece yakınında bulunanların bilebileceği birçok anı ve anekdotlar gün yüzüne çıkartılmaktadır ki ; bütün bunlar onu daha iyi anlamamızı ve idrak etmemizi kolaylaştırmaktadır. Falih Rıfkı’nın kendi ifadesiyle “Atatürk’ü ve onun devrini ben nasıl anladımsa öyle anlatmak istiyorum. Basit bir metodum var ,fıkra ve hatıralar içinde sindire sindire anlatmak!  Gerçi bu bir dağıtmadır.Toplamayı okuyanlara bırakıyorum.’
        Falih Rıfkı , cumhuriyeti,değerlerini ve Atatürk’ü çok iyi hazmetmiş bir yazardır. Uzun yıllar yaşadığı zaman dilimi itibariyle askerlik mesleği içinde bizzat bulunmuş olması, politik kişiliği, olayları,mekanları ve aktörlerini çok gerçekçi ve ayakları yere basan  bir şekilde anlatmasına fırsat vermiştir. Ayrıca Atatürk’ün  şahsi yaşantısına ışık tutması,onu daha iyi anlamamızı ve verdiği mücadelede onu harekete geçiren motiflerin neler olduğuna dair ipuçları vermesi açısından oldukça faydalı olmuştur.
        Diğer önemli altı çizilen hususlardan bir tanesi de  sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik hayata dair  fikir vermesidir.Ayrı ayrı tarih kitaplarını okuyarak ulaşamayacağımız bilgilere direkt olarak ulaşma fırsatı vermiştir. Osmanlı’nın son döneminde  halkın hayatı,yaşayış tarzı ve devlet müesseselerinin kokuşmuşluğunu çok net bir şekilde okuyucularına birebir yaşatır derecesinde aksettirmiştir.Örneğin İstiklal Savaşı esnasında  Atatürk’ün yaşadığı sıkıntıları ,üzüntüleri  ve bütün bunlara karşı verdiği insan üstü sabrı ,azmi ve tükenmek bilmeyen, karamsarlığa düşmeyen, ümidini kaybetmeyen o tavrını adete okuyucuya yaşatmaktadır.
    Ulu Önder Atatürk'ün hayatını, yaptıklarını ve başarılarını bir yazının veya bir kitapçığın satırları arasına sığdırmak mümkün değildir. Olsa olsa, O’nu yakından tanıyabilmek için, yaşantısından bazı kesitler alarak O’nu ve kişiliğini küçük bazı pencereler açarak izlemek yolunu seçebiliriz. Bu bağlamda, Atatürk'ün kişiliğini yakalayabilmek için, anektodlar çok işimize yarayacaktır.. Ancak, Atatürk'ü bir tüm olarak ele alıp, O’nu bütün heybeti ve haşmeti ile daima göz önünde bulundurmadıkça, bütününü bırakın ayrıntıları bile zor yakalayabiliriz. Herkes gibi Atatürk'ün insanlığı iştahlardan, hırslardan, heyecanlardan, gurur ve öfkelerden, zaaf ve kuvvetlerden, iç varlığın düzlerinden, iniş ve çıkışlarından yoğrulmuştur. Eseri bu insanlığın derinliklerinden gelme, kaynaklarından doğmadır. Atatürk'ü ayıklayarak değil, bir tabiat parçası gibi, toplu ve tam ele almalıyız.

17 Mart 2013 Pazar

Barbaros Hayrettin Paşa'nın Hatıraları, Barbaros Hayrettin

16'ncı asır Osmanlı tarihinin önemli kaynaklarından biri olan bu kitap Barbaros Hayrettin Paşa ve kardeşi Oruç Reis’in Midilli adasından çıkıp Cezayir’i nasıl fethettiklerini, denizde ve karada ne çeşit savaşlar yaptıklarını anlatmaktadır.
    Barbaros Hayrettin Paşa, 1473 tarihinde Midilli Adasında doğmuştur. Babası Midilli’ye yerleşmiş olan Türk sipahilerinden Eceova’lı Yakup Bey’dir. Yakup Beyin İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adında dört oğlu dünyaya gelmiştir. İshak ile Oruç büyükleri, Hızır ile İlyas da küçükleridir.
    Yakup Bey’in oğulları denizlere açılıp ticaret yapmaya başlarlar. Üç kardeş ticaret maksadıyla denize açılırlar. İshak ise baba yurdunu beklemektedir. Oruç ile İlyas, Şam Trablusu’na gitmek üzere Midilli’den ayrılırlar fakat Rodos Adasının önünden geçerken Rodos gemilerine rastlarlar.  Korsanlarla çetin bir mücadele başlar. İlyas şehit düşer. Oruç da esir edilerek Rodos zindanına hapsedilir. Oruç kısa bir zaman da korsanların elinden kurtulur.
    Hızır Reis ve ağabeyi Oruç Reis, Akdeniz kıyılarına akınlar düzenlerler ve ganimetler elde ederler. Cebre Adası’nı üs olarak kullanan Hızır Reis ve ağabeyi Oruç Reis’in ünü bütün Akdeniz’e yayılır. İki kardeş Tunus Sultanı Muhammed ile anlaşarak Tunus’taki Halku’l-Vad  limanını kullanmaya başlarlar. Hızır ve Oruç, ele geçirdiği ganimetin beşte birini Tunus sultanına verip, kalan malları Tunus pazarında satarlar.
    İki kardeş İspanyol’lara büyük zararlar verdirirler ve birçok Müslüman esiri kurtarırlar.
    Hızır ve Oruç Reis, ele geçirdikleri yüklü bir gemiyi armağan olarak Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim'e gönderirler. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim de onlara verdiği desteğin bir ifadesi olarak armağanlar yollar. Oruç ve Hızır Reis, ağabeyleri İshak'ın da kendilerine katılmasından sonra korsanlıkla yetinmeyip Kuzey Afrika'da toprak edinmeye başlarlar. İspanyollara karşı savaşırlar ve Tenes, Tlemsen ve Oran kentlerini ele geçirerek Cezayir'i denetimlerine alırlar. İspanyollar ertesi yıl Cezayir’i geri almak için Araplarla birleşerek saldırıya geçerler. Bu savaşta İshak ve Oruç öldürülür. Yavuz Sultan Selim, Hızır Reis’i Cezayir beylerbeyliğine atayarak koruması altına alır.
    Barbaros Hayrettin Paşa, İspanyollara karşı hazırlıklarını tamamlayarak onları yenilgiye uğratır, Cezayir’deki hareketlenmeleri bastırır ve sorunları giderir.
    İspanya Kralı, en büyük amiralini ve üstün filosunu baskın için gönderir ancak yapılan muharebede İspanyol filosu imha edilir. Bu duruma hiddetlenen İspanya Kralı, Cenevizli amiral Andrea Doria’yı 30 kadırga ile Barbaros Hayrettin Paşa’yı esir almak için yola çıkarır. Yapılan muharebede düşmanın artçı filosu ele geçirilir.
    21’inci İspanya seferine emir komuta eden  Barbaros Hayrettin Paşa, her seferde binlerce Müslüman erkek, kadın ve çocuğunu Kuzey Afrika’ya getirmiştir.
    Kanuni Sultan Süleyman, İspanya Kralı üzerine bir sefer planlamaktadır ve Barbaros Hayrettin Paşa’yı İstanbul’a çağırır. Barbaros Hayrettin Paşa, yolda karşılaştığı ve ele geçirdiği 18 parçalık İspanyol filosu ile İstanbul’a varır. Kanuni Sultan Süleyman, Barbaros Hayrettin Paşa’yı Kaptan-ı derya yapar.
    Kaptan-ı derya olarak çıktığı ilk seferde Sicilya’dan sonra Sardunya’ya, oradan da Cezayir’e ve Tunus’a gider.Tunus’ta İspanya Kralı’nın 30.000 askeri ve 500 gemisine karşı girişilen muharebe sonucunda Cezayir’e çekilir ve oradan da İstanbul’a döner.
    Ertesi yıl daha güçlü bir donanma ile yeniden Akdenize açılır. İtalya kıyılarını vurur ve Ege Denizi’ndeki Venedik adalarını Osmanlı topraklarına katar.Osmanlının Akdeniz’deki denetimi artması üzerine, Papalık, Venedik, Ceneviz, Malta, İspanya ve Portekiz gemilerinden oluşan bir Haçlı donanması kurulur ve başına Andrea Doria getirilir. Preveze kalesinin yer aldığı Arta Körfezi’nde bulunan Barbaros Hayrettin Paşa, düşmanın 600 gemisi ve 60.000 askeri olan donanmasına karşı 122 gemi ve 20.000 asker ile  28 Eylül 1538 Cumartesi günü Preveze’de büyük bir zafer kazanır.
    Düşmanın birçok bakımdan üstünlüğüne karşılık en mühim üstünlüklerimiz, tüm kadırgalara hakimiyet, aynı dil, birlik ve beraberlik, daha uzun menzilli toplar, leventlerin hafif giyimli ve silahlarının hafif olmasıdır.
    Yapılan çetin muharebelerde düşman haçlı donanmasının yarısı imha edilmiş ve diğer yarısına da zayiat verdirilmiştir. Ertesi yıl Venedik üzerine sefer yapılmış ve Venedik boyun eğmek zorunda kalmıştır.
    İspanya Kralı Karlos, 516 teknesi ve 36.230 askerinden oluşan donanma ile 20 Ekim 1541’de Cezayir’e çıkmıştır. Barbaros Hayrettin Paşa’nın oğlu Hasan Bey’in ise 600 Türk leventi ve 2.000 Arap gönüllü atlısı vardı. Hasan Bey’in yaptığı gece harekatı baskını ile 20.000 düşman askeri ya fırtınada boğulur, ya leventlerin kılıcı altında can verir veya esir düşer. Hasan Bey’e bu zaferden sonra “Gazi” ünvanı verilir. Yapılan muharebede Hasan Bey’in rütbesi sancakbeyi yani tümamiraldir. Bir sancakbeyinin, Avrupa’nın asırlardan beri görmediği en büyük hükümdarı perişan etmesi bütün tarihte çok tesadüf edilen vak’alardan değildir. Kanuni Sultan Süleyman, Hasan Bey’e Beylerbeyilik ve paşalık payesi verir.
    Diğer taraftan İspanya Kralı’nın aylarca kiliseden çıkmadığı ve hatta kederinden öldüğü söylenir.
    Barbaros Hayrettin Paşa, hatıralarına böylece son verir. Barbaros Hayrettin Paşa bundan sonra 1543-44 Fransa seferine çıkmıştır ki, hatıralarında bu konu yoktur. 4 Temmuz 1546’da 74 yaşlarında İstanbul’da ölmüştür.

25 Şubat 2013 Pazartesi

Suyu Arayan Adam, Şevket Süreyya Aydemir

Yazar bu romanında kendi hayatını kaleme almış,kendi iç dünyasını romanına yansıtmış,hayatı boyunca hep doğru fikir ve düşünceleri bulmaya çalışmış ama Türklük ,Turan ve  ulaşmak istediği ve sonuçta tüm Türklerin birleşmesi ülküsü olan ‘Kızıl elma’ya varmayı idealine ulaşmayı planlamış ama ulaşamamıştır. Hep bir arayış içinde ömrü geçmiş çevrenin etkisi ve  tanıştığı bir insanın etkisiyle fikir ve idealini değiştirerek komünizm fikrini benimsemesi ve artık bu cephe de yer alarak Türkiye’ye dönmesi,yansımalarını çevresine iletmesi ana temayı oluşturmaktadır. Bir insanın ruh dünyasındaki değişimlerini kitabında çok güzel bir şekilde izah etmiş,emeklilik döneminde hep kendini sorgulamış ve sonunda doğa ile bütünleşerek kendi benliğine dönmüştür Bize bir ders vermiştir.O da şudur: İnsan her zaman fikir ve düşüncelere açık her zaman değişime hazır ve arayış içindedir.Değişmez dediğimiz değer ve düşüncelerimiz de  zamanla elde ettiğimiz  tecrübe ve deneyimlerimiz  neticesinde değişebilir.
       
Yazar ilk bölümde çocukluk döneminde yaşadığı olayları anlatmaktadır.Edirne’de geçen çocukluk dönemlerinden  bahsetmekte ,ilk  okuma yazmayı annesinden öğrendiğini, ilk tahsilini mahalle mektebinde gördüğünü, daha sonra gittiği Askeri Rüştiye Mektebinde öğretmenlerinin etkisinde kalarak Türklük ve Turan fikrini benimsediğini ifade etmektedir.
Balkan Harbinin getirdiği çöküntüler ve Türklere yapılan eziyetler sonucunda Trakya’dan  göçün  başladığını, daha sonra İstanbul’a geldiğini, burada Anadolu hakkındaki  fikirlerinin    daha da  belirginleştiğinden,kendisi de eğitimini bitirip gönüllü olarak  Kafkas  cephesine gittiğinden bahsetmektedir.   
Cephede görev yapan genç subayların Rusya’da ihtilal neticesinde harbin biteceği ve Rusya’nın dağılacağı Azerbaycan ve Türkistan ile müstakil devlet olacağı Kafkasya’dan başlayarak büyük Turan’ın kurulacağı  fikrini paylaştıklarından söz etmektedir.               
Yazar cephede donma tehlikesi geçirdiğinden,harbin ilerleyen safhasında cephede yaralandığından ve tedavi için bir süre hastanede yattığından ve tedavi gördüğü dönemde hayaller kurduğundan bahsetmektedir.Bu dönemde okuduğu bir romanın etkisinde kaldığını ve okuduğu romanın  ismi “Aydemir”  olduğundan söz etmektedir. Romanın kahramanı olan ’Aydemir’in ne silahının ne de cephanesinin olmadığını ama inanç ve ülküsü olduğunu,herkesle dost olduğunu ve tek amacının herkese yardım  etmek olduğunu belirtmektedir.Yazarımız da kendisini de romanın kahramanı olan Aydemir’e benzetmektedir.
Yazar iyileşip cepheye gitmiş,  birliklere  birkaç  ay  sonra  savaşın kaybedildiği ve mütareke yapıldığı  teslim alınan  yerlerin geri verileceği hükümetçe bildirilmiştir.Bu gelişme üzerine birliğiyle birlikte Türkiye’ye gelmiş,birliğinden ilişiğini kesdikden sonra  gönüllü olarak Kafkasya’ya geri dönmüştür.Azerbaycan batısında Nuha kentinde öğretmenlik görevine  başlamış,kaldığı yerde bulunan insanlara Türklük,Turan ve bunların nihayetinde ulaşılmak istenen Kızıl Elma fikrini aşılamaya çalışmıştır.Bu fikirleri aşıladığı insanlarla Ruslarla çatışmaya girmiştir.Bu dönemde  Rusya’da yeni bir akımın etkisi hissedilmeye başlanıştır.Yeni akımın adı Komünizm’dir.
 Ruslar ilerleyerek yazarın kaldığı  yere ulaşmış,bir süre Rusların lideriyle beraber aynı yerde kalmıştır. Kendisi Bakü’de toplanacak olan ‘Şark Milletleri Kurultay’ına delege seçilmiştir.
 Yazar kaldığı yer olan Nuha’da bir kıza aşık olmuştur.Tanışıp görüşmeye baslamışlar,ilerleyen günlerde  sevgilisi ona aşık olduğunu ama yazarın  Türklük davasını rahatça yürütebilmesi için ilişkilerinin bitmesi gerektiğini söylemiş ve yazarımız bu olay neticesinde kaldığı yer olan Nuha’dan ayrılmış ve kuzeye hareket etmiştir. Bu aşk acısından sonra  Batum’da bir Türk kızıyla evlenmişti
.Batum’da Türk mektebinde öğretmenliğe başlamış,burada bir Kazak’la tanışmıştır.Tanıştığı kişi ihtilalci,komünist fikirlere sahip bir insandır.Bu dönem yazarın artık fikir ve düşünceleri açısından bocalamaya başladığı bir dönemi oluşturmaktadır.Böyle bir ruh haliyle komünist partisine girmiştir.Mitinglerde konuşmalar yapmış,toplantılara katılmış,yeni dostlar  edinmiştir.
Yazar yeni bir okulda görev almış,okulun kampına katılmış,burada da yeni dostluklar edinmiştir..Üniversitenin düzenlediği toplantıda Enver Paşa ile tanıştığından İttihat ve Terakki Partisinin eski lider kadrosunun bir kısmının da Rusya’da yaşadığından,ayrıca komünist insanların yaşamlarından ve Rusya’nın tarihinden ve  gelecekte büyük tehdit olacağını düşündüğü  Çin ve Çin asrından  söz etmektedir.Almanya ve İtalya’da faşizm başlaması dünya dengelerinin değişimi ve dünyanın kaderinde bir dönüm noktası oluşturduğu fikrinden bahsetmektedir.
Yazar, kitabının bu bölümünde Türkiye’ye dönüşünden, İstanbul’a gelişinden ve 4 yıl boyunca yaşadığı olayları bir film şeridi gibi hatırlamasından ve ne kendisinin  ne de İstanbul’un kendi bildiği eski İstanbul olmadığından ve İstanbul Beşiktaş’ta öğretmenlik görevine başlamasından bahsetmektedir.
          Kahramanımız İstanbul’da bulunduğu dönemde “Aydınlık” adlı dergide çalışmaya başlamış ve yazılarının dergide çıkmaya başladığından,ilerleyen günlerde derginin  kapatıldığından ve bu konudan dolayı da İstiklal Mahkemesinde yargılanarak 10 yıl hapis cezası aldığından söz etmektedir.
         Aydınlık dergisinde çalışan personelin bir kısmı  yurt dışına kaçmış,Türkiye’de kalanlardan 11 kişi ceza almıştır.Cezaevinde iken 11 kişi toplantısına  devam etmiştir.İlerleyen günlerde 11 kişi değişik hapishanelere gönderilmiş,yazarın kendisi ve bir arkadaşı da Afyonkarahisar cezaevine gönderilmiştir.Zamanını kitap okuyarak değerlenmiş ve yattığı esnada siyasi suçlara af gelmiş,1.5 yıl hapiste yattıktan sonra cezaevinden çıkmıştır.
        Kahramanımız cezaevinden çıktıktan  sonra Ankara’ya gittiğinden, yolculuk esnasında Ankara’ya yerleşmeyi ve toprakla uğraşmayı hayal ettiğinden söz etmekte  burada bulunduğu dönemde  Milli Eğitim Bakanlığı ve Ekonomi Bakanlığı bünyesinde görev aldığından ve iktisat alanında kendi hazırlamış olduğu ekonomi raporundan ve bu raporun ulu önderimiz Atatürk’e arz edildiğinden bahsetmektedir.Görev yaptığı dönemde insanlara yardımcı olmak onu fazlasıyla mutlu ettiğinden söz etmektedir.Ankara’da ilk konferansını Türk  Ocağı merkez salonunda  vermiş ve bu konferans da mihver fikir Türk İnkılabı’dır.
            Ankara Söğüt özünde bir dağ evi kiralamış,boş zamanlarında dağ evine gelerek burada kafasını  ve ruhunu  dinlendirerek,huzur bulduğundan bahsetmektedir..Bu  bölgede bulunan ve Atatürk’e ait olan çiftlik evine Atatürk ve arkadaşları da  bazı günler gelmeğini,Atatürk’ün bazı günler de tek başına gelerek burada kaldığını ve ulu önderimizin tek,yalnız,anlaşılmamış,arkadaşsız  bambaşka bir insan olduğunu,bütün hayatının baştanbaşa bir çile ve yokluklar içinde geçirdiğini ,sonunda zaferin kazanıldığını ve onun da bizim gibi duygu yüklü bir  insan olduğunu belirtmektedir.
            Yazar çeşitli hizmetlerde bulunduktan sonra vekiller kararıyla emekli olduğunu, emekli olmak ona acı verse de yalnızlık onu kendi iç hesaplaşmasına ve kendini bulmasına vesile olduğundan söz etmektedir. Emeklilik döneminde boş zamanlarında  kendisine ait bağ evine giderek  kendisiyle baş başa kaldığından ve kendini sorguladığını  kaldığı yalnız günlerin ve yalnızlığının kendisini bulmasını sağladığını ve nihayetinde hayatında sahip olduğu  en büyük servetinin irade hürriyeti olduğunu anladığını ve kendi yaşadığı hayatını sevdiğini ve dünyaya yeniden gelip yeniden doğup yaşaması halinde yeni kendi yaşadığı hayatı ve yine kendisi olmak istediğinden bahsetmektedir.
        Kahramanımız  çiftlikte geçen günlerinde toprakla bütünleşmesinin ve toprakla uğraşmanın ,çiftlikte bulunan hayvanlarla, ağaçlarla,civarda bulunan köylülerle, tabiatla baş başa olmanın kendisini mutlu ettiğinden ve sonunda asıl benliğine döndüğünden bahsetmektedir.Kendi tabiriyle ‘SUYU ARAYAN ADAM’ın  suyu  nihayetinde bulduğundan hayatının  bu duygu ve düşüncelerle devam ettiğini belirtmektedir.

   

18 Şubat 2013 Pazartesi

Fahrettin Altay, On Yıl Savaş ve Sonrası

Milli Mücadele yıllarında önemli görevlere imza atmış Fahrettin Altay'ın kendi kaleminden o yıllardaki hatıraları anlatılmaktadır.
        Yazar Fahrettin Altay, kitaba hayatı ile ilgili çok kısa bir bilgi verdikten sonra başlamaktadır. Babasının Piyade Albay İzmirli İsmail Bey olduğu, dedesinin Urlalıoğlu Ömer Ağa olduğunu, dolayısıyla ecdadının İzmir/Urla ilçesine dayandığını belirtmektedir. 12 Ocak 1880 tarihinde doğan yazar kısaca tahsil hayatından bahsetmektedir. Bu bölümde, okul hayatına başlarken yaşadığı zorluklardan bahisle “Görüp Geçirdiklerim” başlığı altında küçük kıssalar anlatılmaktadır.
    1’inci kısım olarak belirtilen bölümde hatıralarını başlıklarla ifade ederek anlatıma başlamıştır. Yazar, 1902’de Erkan-ı Harbiye’den sınıf altıncısı olarak kurmay yüzbaşı rütbesinde mezun olmuştur. O zamanlar mezun olan subaylar, sekiz aylık bölük komutanlığı görevinden sonra kurmaylık hizmetine geçmektedirler. Yazar da önce Diyarbakır’a atanmış, bölgede (Mardin, Muş) çeşitli görevler icra etmiştir.
    O sıralar Balkanlar’da olan sınıf arkadaşı Yüzbaşı Enver Bey ile de mektuplaşmaktadır. Bu mektup orijinal (Osmanlıca yazımı) ile kitaba alınmıştır. Enver Bey söz konusu mektupta: Balkanlar’daki komita hareketlerinden, isyanlardan ve genel olarak ordunun durumu ile ilgili bilgiler aktarmaktadır.
    1906’da Diyarbakır Tümeninde görev yaptığı esnada “hürriyetçilik yapmak” ithamıyla Bitlis’e sürgün edilmiştir. Bu sırada yine Balkanlar’da bulunan sınıf arkadaşlarından Hafız Hakkı Bey’den bir mektup almıştır. Bu mektubu aldıktan birkaç gün sonra Hürriyet (1908) ilan edilmiştir. Babası İsmail Beyle birlikte Erzincan’da ordu karargâhına binbaşı olarak tayin edilmiştir.
    Yazar, Erzincan, Erzurum, Tunceli gibi bazı Doğu illerinde görev yapmıştır. 31 Mart Olayının Doğu uzantısını, Tunceli-Dersim tedip harekâtına da katılmış ve buradaki izlenimlerini aktarmıştır. II. Abdulhamid zamanında Rus Kazak alaylarına karşı teşkil edilen Hamidiye alaylarının Meşrutiyet’in ilanıyla tensik edilmesine karar verilmiştir. Yazar bu işle görevlendirilerek, çöl alaylarının yeniden düzenlenmesi çalışmalarına başkanlık etmiştir. Kurulan bu alaylara daha sonra Aşiret Süvari Alayları adı verilmiştir. Bölgedeki görevini müteakip 1911’de İstanbul’da Genelkurmay Seferberlik Şubeye ataması yapılmıştır. Fakat İstanbul’da durum hiç iç açıcı değildir. Seferberlik şubede işlerin büyük kısmını icra eden Yarbay Halil beyin askeri tecrübesi ve kıta hayatının pek fazla olmaması nedeniyle birtakım hatalar yaptığını belirtmektedir. Kısa bir süre sonra Doğu ve Güneyde yeni teşkil edilen Aşiret Süvari Alaylarının sancak ve fermanlarını teslim etmek üzere görevlendirilir. Tekrar İstanbul’a döndüğünde ise, bütün Rumeli Balkan devletleri tarafından işgale maruz kalmış, Batı Rumeli Ordusu dağılmış ve Doğu Rumeli Ordusu ise ancak Çatalca ve Bolayır hatlarında tutunabilmiştir.
    Balkan Savaşı esnasında bir gün izin alarak temas hattını görmeye gitmiştir. Burada Hafız Hakkı Beyle karşılaşmıştır. Balkan Savaşı sonrasında Milli Savunma Bakanlığı’nca Tatar Osman Paşa başkanlığında kurulan Yüksek Askeri Mahkemede görev almıştır. Ayrıca savaş esnasında üstün başarı kıdemi alan subayların durumu ile ilgili çalışmalara katılmıştır.
    Sadrazam ve Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşanın öldürülmesi onu derinden yaralamıştır. Memleketin en buhranlı bir zamanında paşanın ölümü hiç de iyi olmamıştır. İttihat Terakkinin iktidarı ele geçirmesi ve Enver Paşanın Genelkurmay Başkanı olmasından kısaca bahsedilmektedir. Enver Paşanın başkan olmasının genç ordu mensupları tarafından hoş karşılanmayışı vurgulanmıştır. Yazar da bu esnada Anadolu Demiryolları Askeri Komiserliğine tayin edilmiştir. Görevi, demiryolu yapım işlerinin süratle tamamlanması ve seferberlikte askerin taşınması olmuştur.
    Osmanlı ordusu Yeniçeriliğin lağvından sonra Napolyon’un teşkil ettiği ordulara benzetilmek gayesiyle Fransız talimnameleri tercüme edilmiş, Fransızların Almanlara yenilmesiyle durum bu durum değişmiştir. Almanya’dan getirilen öğretmen subaylarla bu akış Almanya tarafına dönmüştür. Bu iş için görevlendirilen Mareşal Von Der Goltz, ordunun tamamıyla değişmesinin mümkün olmadığı düşüncesinden hareketle yalnızca kurmay sınıfının yeniden düzenlenmesine ağırlık vermiştir. Bu faaliyetler esnasında Birinci Dünya Savaşı çıkmıştır.
    Çanakkale Harbi esnasında 19’uncu Tümenin yeniden teşkiliyle görevlendirilen Yarbay Mustafa Kemal ile karşılaşmasını anlatmaktadır. Mustafa Kemal Bey kendisinden (Tekirdağ’daki 3’üncü Kolordu Kurmay Başkanı) kökeni Arap olan askerlerden kurulu alaylar yerine Türk askerlerden oluşan eğitimli alaylar istemiştir. Fakat Yarbay Mustafa Kemal Bey’in bu talebi karşılanamamıştır.
    Çanakkale Savunmasının komutanlığı 5’inci Orduya verilmiş ve başına General Liman von Sanders getirilmiştir. Yazar, General Sanders’in stratejik öngörüsünün eksikliği, düşmanın karaya çıkacağı yerleri yanlış tahmin etmesi ve kolordunun salahiyetine fazlaca karışması nedeniyle ilk savunma tedbirlerinde hatalar olduğunu belirtmiştir.
    Yazar, Çanakkale Savaşı’nda 08 Ağustos günü durum tehlikeli bir hal alınca, kolordu komutanı Esat Paşa’ya, Conkbayırı bölgesinde kudretli bir komutana ihtiyaç duyulduğunu, bunun için de Mustafa Kemal Bey’in kolordu komutanlığına getirilmesi teklifini yapmıştır. Teklif orduya bildirilmiş, ordu komutanıyla ters düşen Mustafa Kemal Bey hakkındaki bu teklifin kabul edilmesi pek düşünülmezken, Mustafa Kemal Bey Anafartalar Grup Komutanlığına getirildiği bildirilmiştir.
    Mustafa Kemal Bey harp sonrasında kolordusu ile birlikte Doğu Cephesine tayin edilmiştir. Diyarbakır’a geldiğinde Generallik haberini de almıştır. Yazara göre, Enver Paşa, bir kadirşinaslık yaparak kendisi gibi henüz sekiz aylık albayken, Mustafa Kemal Beyi general yapmıştır. Ancak Enver Paşa O’nun karakterini kendisininkine uygun bulmamış ve O’na müstakil Ordu komutanlığı görevi vermemiştir.
    Yazar, Çanakkale zaferinden sonra Kılıçlı Altın Liyakat ve Gümüş İmtiyaz madalyaları ile üç yıl kıdem zammı ile taltif edilerek albay olmuştur. Harbiye Nezareti Müsteşar Muavinliğine tayin edilmiştir. Zafer üzerine Padişah Sultan Reşat’a da Gazilik unvanı verilmiştir. Yazar bu törende, tüm zaferin şerefini alan Padişah ve Enver Paşa’yı tenkit ederek, Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nın adının dahi anılmamasını teessürle karşılamaktadır. Yazar, buradan Romanya’da Ruslara karşı cephede bulunan 26’ncı Tümen Komutanlığı’na tayin edilmiştir. Romanya İbrail cephesinde muharebenin gevşemiş olması ve bazı nedenlerle buradan Güney Cephesi-Filistin’e gitme emrini almıştır.
    Yazar, Akdeniz sahillerinin muhafazası için burada Yafa güneyinde bir Yahudi köyüne yerleşmiştir. Bu bölümde Filistin ile ilgili kısa bir bilgi de yer almaktadır. 1882 yılında Rusya’da Yahudiler aleyhine gelişen olaylar neticesinde zengin ve kültürlü Yahudiler için barınacak bir bölge aranmış, İngilizlerin ricasıyla II. Abdülhamit bunların Filistin’de boş yerleri alarak yerleşmelerine müsaade etmiştir. Böylece şimdiki İsrail devletinin temelleri atılmıştır. Yazara göre, Yahudiler bölgeyi mamur etmek adına güzel işler yaparken, Araplar ise tembel tembel oturmuştur. Gittikçe zenginleşen Yahudiler, Kudüs Mutasarrıfının dikkatini çekmiş ve durum II. Abdülhamit’e bildirilmiş ve Yahudilerin bölgede arazi almaları yasaklanmıştır.
    Burada bir müddet kaldıktan sonra yazar, Gazze Cephesindeki kolordu emrine verilmiştir. I. ve II. Kanal seferlerinin sonuçsuz kalması ve İngilizlerin Sina yarımadasını alarak büyük planlarının yolunun açılması hususlarından bahsedilmiştir. Halep’te görevlendirilen 7’nci Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa, Alman generalin bölgedeki Arap aşiretleri ile temas kurmasına itiraz ederek görevinden istifa etmiştir. Yazar tümen komutanı olarak İngilizlerin ele geçirdiği Telşeria’yı almakla görevlendirilmiştir. Muharebe sonunda Kudüs’e çekilerek, Türk ordusunun Gazze’de düşman tarafından çevrilmesi önlemiştir.
    26’ncı Tümen, Kudüs’ün kuzeybatısını savunmakla görevlendirilmiştir. Tümenin mevcudunun çok az olması nedeniyle oyalama muharebeleri yapılması öngörülürken, katti savunma yapılması emredilmiştir. Askerin lojistik ihtiyaçlarının karşılanamaması yazarı derinden üzmüştür. Kudüs savaşından sonra ordu Nablus-Eriha bölgesine çekilmiştir. Yazar buradan Humus’taki 15’inci Kolordu vekâletine atanmıştır. Mustafa Kemal Paşa tekrar 7’nci Kolordu Komutanlığı’na dönerek İsmet Bey ve Ali Fuat Paşa ile Halep’te düşmanı durdurmak için çareler aramaktadır.
    Mondros Mütarekesinin imzalanması üzerine Yıldırım Orduları Grubu Kumandanlığı lağvedilerek Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a çağrılmıştır. Kolordu karargâhlarının Konya’ya, birliklerin Torosların batısına nakledilmesi ve Adana’nın süratle boşaltılması emredilmiştir.
    Mütareke ağırlığını tüm yurtta hissettirmektedir. Konya’ya gelen bir İngiliz subayı demiryolunun idaresini ele almış, bütün mühimmatı ve silah mekanizmalarını toplatarak bir depoya kapatmıştır. Mağlubiyetle sonuçlanan uzun ve çetin savaşlar komutanların sinirlerini bozmuş ve artık herkes karanlık gördüğü istikbalde kendisini ve ailesini düşünmeye başlamıştır. Bunların ötesinde, ordunun başına kabiliyetli bir komutan geçerse vatanın kurtulacağına dair bir düşünce filizlenmektedir. Yazar, o yıllarda, Eskişehir’e nakledilen kolordu komutanı Ali Fuat Paşaya Konya’dan geçişi esnasında, ordunun kuvvetli bir elin idaresi altında bulundurulması fikrini söyleyerek, bu iş için en uygun kişinin Mustafa Kemal Paşa olduğunu söylemiştir.
    Sivas’taki 3’üncü Kolordu Komutanlığına atanan yazar, hastalığı nedeniyle üç ay hava değişimi alarak Konya’da kalmaya devam etmiştir. Bu sırada İzmir’in işgal haberini alan Fahrettin Altay bu duruma çok üzülmüştür. Üç gün sonra 9’uncu Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’dan tüm yurda gönderdiği ümit dolu telgraf ulaşmıştır. Milli Mücadele artık başlamıştır.
    Haziran 1919’da İtalyanlar Antalya’yı işgal etmişlerdi. Konya’ya yeni atanan Sait Paşa İngilizlerin isteğiyle Fahrettin Altay’ın şehirden ayrılmasını bir tezkereyle bildirmiştir. Bunun üzerine yazar İstanbul’a geçmiştir. Ancak bir süre sonra kabinenin değişmesiyle birlikte tekrar Konya’ya 2’nci Kolordu Komutanlığı’na atanmıştır. Konya’ya derhal dönerek Bozkır İsyanını bastırmıştır. Yazar, Sivas kongresine kurmay başkanı Şemsettin Beyi göndererek Heyeti Temsiliyeyi açıkça desteklediğini göstermiştir. Sivas’ta Heyeti Temsiliye ve Kolordu komutanlarının 16-19 Kasım 1919 tarihleri arasında yaptıkları toplantıda alınan kararların tutanağını olduğu gibi aktarmaktadır.
    Milli Mücadelenin yoğunluk kazanmaya başladığı 1920 yılının genel durumundan bahsetmektedir. Mustafa Kemal Paşanın bu sırada Yunanlıların Aydın’ı ilhak etmek istemesi ve buna karşı alınması gereken tedbirlerle ilgili hususları içeren şahsına gönderdiği telgrafı nakletmektedir.
    Konya başlıklı bölümde; Konya halkının genel yapısından bahsederek şunları söylemektedir: “Bu şartlar altında görev yaptığım Konya’da benden istenilen davranış ki ‘ordunun etki yapması’ benim düşünceme uygun değildi. İkna yolu ve dürüst hareketlerle bunları kazanmanın mümkün olduğunu söyler ve ordunun siyasete karıştırılmamasına dikkat ederdim. Ankara ile doğrudan doğruya muhabere eden Müdafayı Hukukçuların oraya ne gibi haberler verdiklerini öğrenemiyorsam da Mustafa Kemal’in bana olan güvenine dayanıyordum. Düşünüyordum ki bir ihtilal içinde yaşıyoruz, bu ihtilalin lideri her şeyden şüphelenmek, güvene bağlamak zorundadır. İstanbul’da itimat edilir bir hükümet bulundukça O’na zorluk çıkarmayıp, müzaheret etmek lüzumuna kani bulunuyorduk. Hâlbuki Mustafa Kemal, İstanbul Hükümetinin ne kadar iyi insanlardan teşekkül ederse etsin bir şey yapamayacağına kani idi. Netice de O’nu haklı çıkardı.”
    İstanbul’un işgali ve Mebusan Meclisinin dağılması üzerine meclisin Ankara’da toplanmasına karar verilmiştir. Mustafa Kemal Paşa tarafından gönderilen bir telgrafla Fahrettin Altay’ın da Konya’dan seçilmesinin uygun olacağı bildirilmiştir. Yazarın cevabi yazısı üzerine Konya’dan vazgeçilmiş, ancak yazar Mersin’den I. Büyük Millet Meclisi üyeliğine seçilmiştir. Böylece ilk meclisin açılışı ve İstanbul hükümetinin milli mücadeleyi engellemeye çalışan tavrını anlatan Fahrettin Altay, bu olayların Konya’ya yansımasını aktarmıştır. Konya’da milli mücadele aleyhine çıkan olayların bastırılması adına gösterdiği gayretler ve aldığı tedbirler Mustafa Kemal Paşa tarafından takdirle karşılanmıştır.
    Yurdun geleceği için bir taraftan düşmanla diğer yandan iç meselelerle uğraşılırken, İstanbul’daki Örfi mahkeme aralarında Atatürk’ün ve Fahrettin Altay’ında bulunduğu birçok vatan sevdalısını idama mahkûm etmiştir. Yunan ordusunun Ege bölgesindeki işgalleri devam ederken kolordunun Afyon’a nakil emri gelmiştir. 12 Temmuz 1920 sabahı Afyon’a ulaştığında büyük bir halk coşkusuyla karşılanmıştır.
    Yazar, Afyon’da Çerkez Ethem ile ilgili şikâyetler duymaktadır. Uşak cephesinde Yunanlıların kuvvetlerini artırarak taarruz hazırlıkları yaptığı anlaşıldığından bölgenin takviyesi için bir alay Afyon’a gönderilmiştir. Durumun aydınlatılması için Mustafa Kemal ve Fevzi Paşalar ve Albay İsmet İnönü de Afyon’a gelerek Albay Fahrettin Altay ile görüşmüşlerdir. Çerkez Ethem olayları ve Garp Cephesi Kumandanlığına Albay İsmet İnönü’nün getirilmesi anlatılmıştır.
    Yazar, Afyon’da 1920 Ekim ayında kendisine Çerkez Ethem’in kardeşi Saruhan mebusu Reşit Bey tarafından gönderilen bir mektubu İstiklal Savaşı için önemli bir vesika niteliği taşıdığı için aynen yayımlamıştır. Mektupta kısaca Bolşevik görüşe sahip Yeni Dünya Gazetesi’ne abone olması istenmektedir. Yazar, mektubu getiren kişiye nazikçe, asker olması hasebiyle Bolşeviklik hakkında pek bir malumatı olmadığını, kendi işinin Yunanlıları yenmek olduğunu ifade etmiştir.
    Yazarı asıl rahatsız eden şey, memleketin bu zor günlerinde Ankara’da Bolşevik mebusların bulunması ve Bolşevik bir yapılanmanın baş göstermesi olmuştur. İstanbul’un yaptığı menfi propagandalar sonucu asker firarlarında artış yaşanmaktadır. Afyon’da bu askerler idama mahkûm edilmişlerdir. Albay Fahrettin Altay, infazın yapılacağı meydana giderek, infazı durdurmuştur. Bu manzara karşısında heyecanlanan halk son derece büyük bir mutluluk duymuştur.
    Çerkez Ethem artık vatan savunmasına destek vermek yerine bilakis köstek olmaya başlamış, Yunan saldırıları karşısında cepheyi takviye etmemiştir. Bu menfi tutumun anlaşılması üzerine Çerkez Ethem’e bağlı çeteler dağıtılmış, küçük grupların da orduya dâhil edilmesi sağlanmıştır. Yazar, bu bölümde Batıda faaliyet gösteren bir kısım çetelerin vatan savunmasından ziyade vatan hainliği yaptıklarını, Adana’da ise bunun tan aksine şerefli bir sıfat aldıklarını belirtmiştir.
    Eskişehir-Kütahya Savaşı başlığı altında 1921 yılı olayları anlatılmaya başlanmıştır. Ordunun sayıca ve silah bakımından yetersiz olmasına rağmen, maneviyatı yükselmiştir. Milis kuvvetler kaldırılarak, disiplin tesis edilmiştir. Ancak bu durum, Eskişehir-Kütahya ve Afyon’un düşman tarafından işgaline engel olamamıştır. Yazar, bu olumsuzluğun aslında Türk ordusunun toparlanması ve yeniden tertiplenmesi için bir fırsat olduğunu belirtmektedir.
    Kolordu Komutanı Albay Fahrettin Altay, Dumlupınar Muharebesinde, düşmanı yenerek Afyon’a gelmiştir. Yunan ordusu Bursa’ya çekilmiştir. Bu galibiyet üzerine Mustafa Kemal Paşa kendisini bir telgrafla tebrik etmiştir.
    Sakarya Savaşında Albay Fahrettin Altay’ın 5’inci Kolordusuna süvari birliği olarak örtme görevi verilmiştir. Yazar, bir süvari komutanının ne kadar yüksek rütbeli olursa olsun, önemli zamanlarda bir keşif kolu komutanı olduğunu bilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Bu savaş esnasında yazar, ordu ile irtibat kurmak için eski ve küçük bir telsiz istasyonundan bahisle ilginç ve önemli bir olayı da anlatmaktadır. Söz konusu telsiz gayet muntazam çalışmakta ve ordu ile muhabere kesintisiz devam etmektedir. Albay Fahrettin Altay komutasındaki kolordu örtme kuvveti olarak düşmanın niyetini anlamak üzerek, düşmanın hareketlerini takip etmektedir. Geriden başka düşman birliklerinin gelmediğini öğrenen yazar, düşmanın Uzunbeyli’de tesis ettiği menzil noktasına bir baskın yapmayı planlamıştır. Planı orduya gönderilmek üzere telsiz istasyonuna bırakmış ve intikale başlamıştır. Fakat kendisi rahatsızlanması üzerine yolda bir köyde istirahata çekilmiş ve emir komutayı tümen komutanına bırakmıştır. Biraz iyileştiğini hissederek birliğin peşinden gitmiştir. Sabah olmasına rağmen baskının gerçekleşmediğini, süvarilerin yaya olarak muharebe ettiklerini görmüştür. Bu durumun nedenini sorduğunda, kılavuzların yolu kaybederek geç kalındığını öğrenmiştir. Bunun üzerine tümen komutanına taarruzun şiddetlendirilerek köyün ele geçirilmesini emretmiştir. Ancak bu esnada ordudan gelen bir emirle, kendisi Sakarya Meydan Muharebesine katılmak üzere derhal ordu sol yanına çağrılmıştır. Böylece düşmanla temas kesilerek geri dönülmüştür. Savaşı müteakip bu köye gelindiğinde, burasının Yunan ordusunun başkomutanlık karargâhı olarak kullanıldığını, Başkomutan Papulas ve Yunan Prensinin de köyde sıkışıp kaldığını öğrenmiştir. Kaderin bir cilvesi olarak, rahatsızlanması, kılavuzun yolu şaşırması ve eski telsizin çalışması gibi nedenlerle kıymetli esirleri nasıl kaçırdığını belirtmektedir.
    Sakarya Muharebesi esnasında Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa tarafından gönderilen telgraflarla Tuğgeneralliğe terfi ettiği kendisine bildirilmiştir. Kısa bir süre I’inci Ordu Komutanı Ali İhsan Paşanın bu görevine son verilmesiyle I’inci Ordu Komutanlığına vekâlet ettikten sonra tekrar kolordusunun başına dönmüştür. 
    Türk Ordusu 1922 yaz aylarında düşmanın yeni bir saldırısına karşı savunma hazırlıklarına devam ederken bir yandan da düşmanı memleketten atma çarelerini araştırmaktadır. 20 Ağustos 1922 tarihinde Büyük Atatürk gizlice Akşehir’e gelerek burada Büyük Taarruz emrini vermiştir. 03 Eylül’de İsmet Paşadan aldığı bir telgrafla 12 gün sonra Tümgeneralliğe terfi edeceğini öğrenmiştir. Birlikleri İzmir’e yaklaştığında 14’üncü Tümen’den ihtiyat için ayrılan cephanenin bittiği haberi gelmiştir. Cevap olarak Tümene “Kılıca kuvvet” mesajını göndermiştir.
    İzmir’e giriş: 9 Eylül başlıklı bölümde Türk ordusunun şehre girişi anlatılmaktadır. Yazar, Karşıyaka’da oturan annesi ile karşılaşma anını çok duygulu bir şekilde resmetmektedir. İzmir hükümet konağında İzmirlilerin ziyaretlerini kabul ederken duyduğu heyecanı anlatmaktadır. Ertesi günü Başkomutan Atatürk’ü İzmir’de karşılamıştır.
    Lozan Barışı imzalandıktan sonra komutasındaki Süvari Kolordusu, Konya’da 5’inci Kolordu yapılmıştır. Yazar, 2’nci Büyük Millet Meclisi seçimlerinde İzmir’den aday olmuştur. Adana’da 7’nci Tümeni denetlediği esnada Atatürk’ten gelen bir mesajla mebusluktan istifa etmeleri istenmiş ve yazar derhal istifasını Ankara’ya bildirmiştir. Daha sonra Ali Fuat Paşa yerine 2’nci Ordu Müfettişliğine tayin olunmuş, bir yıl sonra da orgeneralliğe terfi etmiştir. Müteakiben 1’inci Ordu Müfettişliği ve 1’inci Ordu Komutanlığı görevlerinde bulunmuştur.
    1925 yılı sonlarında 11 gün süreyle Atatürk’ün konuğu olarak Çankaya’da kalmış ve buradaki günlüğünü eserinde yayımlamıştır. Bundan sonraki bölümlerde yıllara göre önemli olaylar belirtilmiştir. Örneğin, 1926 yılında Atatürk’e yönelik suikast girişimi, 1928 yılında Afgan kralının Atatürk’ü ziyareti, 1930 Menemen Olayı, 1933 yılında Atatürk’ün yazara orduya hitaben bir nutuk yazmasını emretmesi, 1934 yılında İran Şahına mihmandar tayin edilmesi, 1936 yılında İngiltere Kralının ziyareti, 1937 yılındaki ordu manevraları, 1938 yılında Atatürk’ü son kez Savarona yatında görmesi gibi.

15 Şubat 2013 Cuma

Yaşadığım Gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar

Ahmet Hamdi Tanpınar (1901 – 1962), Türk edebiyatının en önemli şair ve yazarlarından biridir. O, batı edebiyatını çok iyi tetkik etmiş, çok iyi anlamış, ama Türk kültürünün, Türk edebiyatının ateşli bir savunucusu, etkili bir tanıtıcısı olmuş, gerçek bir vatanseverdir. Kendisi milliyetçi bir yazardır, ancak milliyetçiliği doktriner değil, Türk milletine, Türk kültürüne karşı duyduğu derin alaka ve aşktan kaynaklanan bir kültür milliyetçiliğidir. Şimdi özetini arz edeceğimiz eseri, onun bir ömür boyu Cumhuriyet, Ülkü, Ulus, Oluş, vs gibi gazete ve dergilerde yayınlanmış çeşitli konulardaki bilgi, görgü ve görüşlerini ortaya koyduğu deneme yazılarının, kendisi vefat ettikten sonra toplanmasıyla oluşturulmuştur.
Kitap; içindekiler, giriş ve önsözlerin bulunduğu bölüm hariç yedi bölümden oluşmaktadır:
a.    İnsan ve Cemiyet
b.    İnsan ve Ötesi
c.    Üç Şehir
ç.     Paris Tesadüfleri
d.    Türk Dili ve Edebiyatı (mülakatlar)
 f.    Musiki
 g.   Plastik Sanatlar

2.     BÖLÜMLERİN ÖZETİ:
a.    İnsan ve Cemiyet:
Bu bölümde yazarın , insan – toplum ilişkisi, doğu ve batı arasındaki esaslı farklar, kültür ve sanat yollarında gösterdiğimiz devamsızlık, insanın inkılaplar karşısındaki iç dünyası, aydınların durumu, Bulgar göçmenleri, kitaplardan duyulan korku, edebiyatta bitmeyen çıraklık, Musolini, savaş ve barış, Atatürk’ten alınacak dersler gibi konulardaki görüşleri yer alıyor.
    İnsan – toplum ilişkisiyle ilgili yazısında, insanların fert halinde toplumsallıktan uzaklaştıkça bir zaaflar bütünü olduğunu, cemiyet hayatına yaklaştıkça zaaflardan kurtulduğunu dile getiriyor. Şark  ile garp arasındaki temel farkın yaptığı işi şahsen yaşamak noktasında olduğunu, şarklının her olaya yüzeysel yaklaştığını, garplının ise o işi yaşadığını ifade ediyor. Kültür ve sanat yollarında gösterdiğimiz devamsızlığı ele alırken büyük bir kültür, sanat ve insan buhranı içinde bulunduğumuzu, on sene sonra daha başka şeyleri de kaybedebileceğimizi vurguluyor. İnsanın inkılaplar karşısındaki iç dünyası bahsi içerisinde Tanzimattan beri süregelen inkılaplar karşısında insanımızın duruşu ve eski ve yeniye karşı yaklaşımı tasvir ediliyor. Aydınların, bir ağacın köklerinden beslendiği gibi geçmişten güç almasını, bunu çağdaş düşünce ile harmanlamasını tavsiye ediyor. Bulgaristan’dan göç etmek zorunda kalan soydaşlarımızın bizim için taşıması gereken manevi değeri ortaya koyduktan sonra, toplumumuzun bu felaket karşısındaki duyarsızlığını eleştiriyor.  Edebiyatta bitmeyen çıraklık konulu yazıda, edebiyatçılarımızın bir türlü halkın nabzına etki edememesinin sebebi olarak, yazarlarımızın hangi kariyere sahip olursa olsun Türk gibi düşünüp Frenk gibi anlatmaları gösteriliyor. İkinci dünya savaşından uzak kalışımızı büyük bir zafer olarak addediyor, Musolini’nin dev bir cüce olduğunu, yeni bir barışın ilk cümlesinin savaşı yasaklaması gerektiğini vurguluyor. Yazarın Atatürk hakkında da bir çok yazısı mevcut, kendisi tam bir Atatürk hayranı olup, bunu her vesile ile ortaya koyuyor.
b.    İnsan ve Ötesi: Önceki bölüme nazaran daha kısa olup, yazarın insanlar ve manevi yönleriyle ilgili, gözlemlerden yola çıkarak duygu ve düşünceleri bu bölümde aktarılıyor.
    “İnsan ve ötesi” başlıklı (bölüm başlığıyla aynı) insan manzaralarının yazarda uyardığı duygular; hiçbir şeyin görüldüğü gibi basit olmadığı, her birinin bir hikayesi olduğu anlatılıyor.
    İkinci deneme olan “Güzel ve Sevgi Arasında” başlıklı yazı, güzel ile sevgi arasında yazarın yarattığı bir diyalog olup, güzelin ne kadar sığ ve geçici, sevginin ne kadar derin ve ebedi olduğunu, ama güzel ve sevginin ne kadar birbirine bağlı olduğunu gözler önüne seriyor.
    “Aşka Dair” ve “Aşk ve Ölüm” başlıklı yazılarda ise, aşkın ruhlarda nasıl yankılandığını biraz da mistizme kayarak anlatıyor.
c.    Üç Şehir: Üç şehir (İstanbul, Bursa ve Kahramanmaraş – özellikle de İstanbul) ile ilgili duygu ve düşüncelerini, tarihi olaylara da telmihler yaparak, halkın nabzından aldığı veriler ve bugünkü durumları da göz önüne alarak ortaya koyuyor.
    “İstanbul’un Mevsimleri ve Sanatlarımız” başlıklı yazıda, her mevsimi bir başka güzel olan İstanbul’umuzun yüzyıllar boyu Türk edebiyatında, Türk resim sanatında, Türk musikisindeki yerini biraz da nostaljik ve duygusal bir dille anlatıyor.
    “Karanlıkların Tadı” başlıklı yazıda 1940’larda elektriğin ve sokak aydınlatmasının yeni yeni yaygınlaşmasıyla, bu alışılmadık durumun çağrıştırdığı eskiye ve yolların karanlığına karşı özlem dile getiriliyor.
    “Lodosa, Sise ve Lüfere Dair” isimli yazıda İstanbul’da yaşanan yoğun bir sis olayının, lodosun ve bu olaylardan etkilenen balıkçıların yazarda uyandırdığı duygular anlatılıyor.
    “Yaklaşan Büyük Yıldönümü” başlıklı bölümde İstanbul’un fethinin 500’üncü yıldönümünün uyandırdığı duygular, tarihsel ve sanatsal bir perspektif içinde anlatılıyor, bütün bunları anlatırken de, her cümlesiyle İstanbul’un ne kadar bizim olduğuna dair vurgu yapılıyor, Erzurum, Konya, Van, Bursa ne kadar vatansa, İstanbul’un da Türkün en fazla emek verdiği şehir olarak o kadar vatan olduğu haykırılıyor.
    “İstanbul’un Fethi ve Mütareke Gençleri” başlıklı yazıda ise, İstanbul’un işgali yıllarında yazarın kendisinin de içinde bulunduğu Türk İstanbul gençlerinin duygu ve düşünceleri, yaşanan canlanış, yapılan mücadeleler ve Yahya Kemal’in o zamanki gençlik üz erindeki manevi etkisi yansıtılıyor.
    “Türk İstanbul” ve “İstanbul’un  İmarı” adlı denemelerinde ise İstanbul’un tanzimattan sonraki safhalarda aldığı şekiller, mimari tarzlardaki değişiklikler, günümüzdeki durum ve bunların gönüllerde uyardığı etkiler dile getiriliyor. Bununla birlikte, şehrin imarı için de imarın şehirleşme uzmanları tarafından yapılması, boğazın imarına özel dikkat gösterilmesi, hiçbir çirkinliğe meydan verilmemesi gibi tavsiyelerde bulunuluyor.
    “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi” konulu yazıda, yıkılması tasarlanan İbrahim Paşa Sarayının sahip olduğu güzellikler tasvir ediliyor, Sultanahmet meydanı civarındaki bu sarayın yıkılmasının oradaki güzelliği bozacağı vurgulanıyor.
    “Şehir” yazısında ise, şehirleşme sürecindeki İstanbul’un inkılaplar arasında yapısının bozulması, özünün mahiyetinin değişmesi konusunda bir arkadaşıyla yaptığı diyaloglar anlatılıyor.
    “Kenar Semtlerde Bir Gezinti” konulu yazısında; İstanbul’un kenar semtlerinden birinde dolaşırken yaşadığı hislerini kaleme almış yazarımız. Bunu, “İstanbul’un izbe mahallelerinde dolaşmak kadar öğretici bir şey pek azdır” satırlarıyla ifade ediyor. Oralarda çocukların görünüşleri, oyunları, olası hikayeleri yazarı çok etkilemiş ve bunları yazıya dökmüş.
    Diğer bir yazısı olan “Bursa’nın Daveti” bizlere, Bursa’daki o manevi ortamı anlatıyor. Selçuklu tarihinden başlayıp kendi yaşadığı güne kadar Türk tarihini sanat tarihi açısından ele alıp tartıştıktan sonra; Bursa şehrimizin nasıl bu tarihle, bu sanatla dopdolu olduğunu, Bursa’da ataların nasıl bir manevi ortam yarattıklarını ve bu yönüyle manevi bir merkez oluşunu gözler önüne seriyor.
    Bir sonraki yazısı olan “Bursa Yangını” da Bursa’da Ağustos 1958’de Ulucami ve Kapalıçarşı civarında çıkmış ve büyük maddi zarara ve tarihi eserlerde ziyana yol açan yangınla ilgili düşünceler, tarihe saygı ve muhafaza, şehirleşme konularındaki fikirlerle birlikte aktarılıyor.
    Maraş’ın (şimdiki Kahramanmaraş) kurtuluşunun 26’ncı yıldönümündeki izlenimlerini anlattığı 1 Mart 1946 tarihli yazısında ise, bu kahraman şehrin destanlaşan mücadelesine yaraşır şekilde, o zamanki şehitlerin çocukları ve gaziler tarafından tertiplenen kutlamaların ihtişamı, bu “bayramı” nasıl coşkuyla kutladıkları, nasıl yeniden o kurtuluş günlerindeki gibi yek vücut oldukları, onlardan biri gibi yaşanan bir heyecanla naklediliyor.
    ç.     Paris Tesadüfleri: Yazar değişik zamanlarda çok kereler Paris’e gidip gelmiştir. Fransız kültür ve edebiyatını çok iyi şekilde tetkik etmiştir ve birçok Fransız dostları vardır. Kitabın bu bölümünde Paris anıları ve Fransız dostlarıyla ilgili yazıları vardır. Bu bölümün ilk yazısı olan “Bir Uçak Yolculuğundan Notlar” başlıklı yazıda, 1958’de ömründe ilk kez uçakla Paris’e giderken yaşadığı duyguları, insanlığın medeniyet tarihinden esintilerle birlikte aktarıyor.
    Sonraki yazıları “Paris’te İlk Günler” ve “Dolu Bir Gün” 1954 seyahatindeki ilk günlerini ve Paris’te bulunan birçok dostuyla paylaşımlarını anlatıyor. Paris’te hemen her milletten insanların olması yazarın dikkatini çekmiş. Bu kültür ve sanat şehrinde bulunmaktan tatlı bir sevinç duyduğu da yazdıkları arasında.
    “Bir Dostu Uğurlarken” başlıklı yazısında 2’nci Dünya Savaşı sırasında Paris’ten Türkiye’ye sığınmış, 1955’e kadar İstanbul’da çeşitli kültürel faaliyetler ve Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yapmış bir Fransız dostunu Paris’e uğurlarken hissettiklerini, kendisiyle dostluğunun temellerini ve anılarını da anlatarak aktarıyor.
    d.     Türk Dili ve Edebiyatı (Mülakatlar): Tanzimat Edebiyatı konusunda akademik kariyer yapmış (Tanzimat Edebiyatı profesörü), batı edebiyatını çok iyi tetkik etmiş ve anlamış, her türlü sanatla ilgili bilgi sahibi, edebiyatımızda ölmez eserlere imza atmış olan yazarımızın Türk Dili ve Edebiyatıyla ilgili çeşitli yayın organlarında yer almış röportajları, konuşmaları bu bölümde yer alıyor:
    İlk röportaj Şahap Sıtkı tarafından yapılmış ve “Varlık” dergisinin 1 Şubat 1947 tarihli sayısında “Ahmet Hamdi Tanpınar’la Konuştum” başlığıyla yayınlanmış. Şiire dair bu röportajda yazar o günkü şairlerin sanatsal özelliklerini, batı ile Türk şiirinin münasebetlerini, edebiyatımızın Tanzimat, Fecriati, Servetifünun devrelerindeki gelişimini kısaca özetledikten sonra, Türk şiirinin geleceğine dair tahminlerde bulunuyor ve ümitsiz bir tablo çiziyor.
    “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor ki…” başlığıyla “Yücel” dergisinin Ağustos 1950 sayısında yayınlanan röportajında daha çok sosyal içerikli olarak, köyün kültürümüz, ekonomimiz bakımından önemi, köylerin kalkınması, köy enstitüleri, aydınlar ve üniversitelerin köye olabilecek katkılarına dair sorulara cevaplar veriyor. Köyün kültürümüz, ekonomimiz bakımından önemi konusunda köye çok önem verilmesi gerektiği ve bunun milli bir görev olduğunu anlatıyor. Köylerin kalkınmasıyla ilgili olarak, iyi bir eğitimin bu konuda yeterli olmadığını, aydınların bu konuda bir şeyler yapması gerektiğini, devletin de köylünün hayatını kolaylaştırma yolunda çalışması gereğini vurguluyor. Köy enstitüleri için, memleket realiteleriyle yoğrulmamış olduklarını söylüyor. Her yöreye göre ayrı ayrı düzenlenmesi gerektiğini vurguluyor. Aydınlar ve üniversitelerin köye olabilecek katkıları ile ilgili olarak, aydın ve üniversitelinin ancak milli davanın hastası olmak şartıyla köye faydalı olabileceğini düşünüyor.
    “Ahmet Hamdi Tanpınar’la Bir Konuşma” başlığıyla “Varlık” dergisinin 1 Aralık 1950 tarihli sayısında yayınlanan yazı tamamıyla Türk edebiyatına dairdir. Edebiyatımızın gelişimi için milletini ve dünyayı çok iyi anlamış, milli ve geniş bir ufka sahip edipler gerektiğini anlatıyor.  Edebiyatımızın dünya edebiyatında bir yeri olabilmesi ve dünyaya açılabilmesi için de, kendi köklerine daha fazla bağlı kalması, daha fazla milli olması, mukallitlikten sıyrılması ve kendini yeniden bulması gerektiğini vurguluyor.
    “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor” başlıklı müteakip yazı yine “Varlık” dergisinde, 1 Aralık 1951 tarihli sayısında yayınlanmıştır ve o devrin bir başka yazarı olan Yaşar Nabi’nin edebiyatımızdaki kısırlığı giderebilmek için yapılabileceklere dair anketine cevap olarak yazılmış bir mektuptur. Yazarın buradaki ana fikri şu satırlarıyla özetlenebilir: “O (halk) tutarsa her şey vardır. Devlet ancak bazı şeyleri o isterse ve karar verirse kolaylaştırır. Şunu da söyleyeyim ki, devletin bir edebiyatı tam benimsemesi hiçbir yerde görülmemiştir ve fayda da vermemiştir. Münevverlerimiz edebiyatımıza hiç olmazsa Abdülaziz ve Abdülhamit devirlerindeki bakışla, o sevgiyle dönerlerse edebiyatımız değişir. Fakat bunun için kendimizi bugünkünden daha başka türlü sevmeliyiz.”
    “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor ki” başlıklı yazı “Hisar” dergisinin 1 Mayıs 1953 tarihli sayısında çıkmış. Bu yazıda da edebiyatımızın sorunları tartışılıyor. O günkü şiirimizin en büyük meselesinin gençlerin vezni büsbütün bırakmış görünmeleri olduğunu değerlendiriyor. Şiirin bir milletin öz malı olduğunu, hangi şekilde olursa olsun dilin çiçeği olduğunu ve herkesin malı olan bir ölçü istediğini ifade ediyor.
    Kitabın 315’inci sayfasından 353’üncü sayfasına kadar yazarın yukarıdakilere benzer düşüncelerine dair  muhtelif dergilerde muhtelif zamanlarda yayınlanmış mülakatlar mevcuttur. Birbirine benzer düşünceler olduğundan burada yer verilmeyip “Musiki” bölümüne geçilmiştir.
    f.     Musiki: Yazarın bu konuda da geniş bir dağarcığı olduğunu, edebiyatta olduğu gibi batı müziğini de tanıdığını, ancak Türk musikisinin gerçek bir hayranı olduğunu ve bu konuda da milliliği savunduğunu görüyoruz. Aşağıdaki paragraflarda onun bu husustaki yazılarında yer alan  genel düşünce tarzı anlatılacaktır:
    Bu bölümdeki ilk yazının başlığı “Musiki Hülyaları”. Yazar burada müziğin çeşidini belirtmeden o viyolonsellerin, o flütlerin, o davulların, o piyanonun vs. dinlerken verdiği hazzı her biri için ayrı bir paragraf açarak dile getiriyor. O çalgıların ahenkle anlattıkları her ritmin, her melodinin ruhunda yarattığı dalgalanmayı, her birinin neler çağrıştırdığını tasvir ediyor.
    Bir sonraki yazısı “İstanbul Konservatuarı ve Musikimiz”. Yazar bu yazısında, 1941 yılında İstanbul Konservatuarının tarihi musikimizi unutulmuşluktan kurtarmak maksadıyla uzman sanatçılardan bir heyet teşkil etmesini ve hazırlıklar bitince halk için yerli konserler düzenleyecek olmasını takdirle karşılıyor; tarihte kalan o muazzam hazinenin gün yüzüne çıkarılacak ve halka mal edilecek olmasını mutlulukla karşılıyor.
    Klasik Türk musikisinin son üstadı İsmail Itri Dede Efendi’nin hayatını, sanatını, Osmanlı’daki sanat anlayışını ve sanatkara verilen önemi “İsmail Dede” başlıklı yazısında dile getiriyor. Itri’nin en önemli özelliklerinden birinin halk ağzına, halk hayatına daima açık olması olduğunu, Mesnevi kadar Yunus Divanına da bağlı olduğunu ve ikisinden de beslendiğini, aynı zamanda Tuna boyu ve şehir türkülerini de bildiğini anlatıyor.
    “Yahya Kemal ve Türk Musikisi” başlığıyla kitapta yer alan yazı, birçok şiiri bestelenmiş ve ölümsüzleşmiş olan Yahya Kemal’in ölümünden sonra eserlerinden oluşan bir konser nedeniyle yaptığı bir radyo konuşmasının tam metni. Yahya Kemal‘in bir talebesi olarak, Türk edebiyat tarihinden başlıyor ve Yahya Kemal’in sanatını ve edebiyatımıza katkılarını anlatıyor.
    g.    Plastik Sanatlar: Bu bölümde yazarın resim ve heykel sanatıyla ilgili görüşleri ve çeşitli sanatçılara dair düşünceleri yer alıyor:
    “Anavatan Topraklarındaki Türk Eserlerinin Ortaya Konması” başlıklı yazıda Anavatan topraklarındaki Türk eserlerinin ortaya konması şerefinin Türk sanatkarına bırakılması gerektiğini, bu yapılmadığı takdirde Türk heykeltıraşlığının gelişmeyeceğini, cılız ve çelimsiz kalacağını vurguluyor.
    Bu bölümdeki bir diğer yazı olan “Kendi Kendimize Doğru”; milli tarihimizin hemen hemen hiç uğraşılmamış bir konusu olan Türk tezyinî sanatları hakkında çalışmalar yapmaya başlayan bir şahsa duyulan minnetten bahisle İstanbul’un Fethinden önceki dönemde ve Selçuklu döneminde Türk sanatının ne kadar muazzam olduğunu, o zamanki Türklerin bunlarla ne kadar iç içe olduğunu ve hayatlarının ne kadar normal bir parçası olduğunu dile getiriyor.
    “Resim ve Heykel Müzesi” başlıklı yazı 1938’de kurulan resim ve heykel müzesinin kurulmasının Cumhuriyet tarihimiz açısından önemini vurguluyor. Bu müzenin Türk resim ve heykel sanatına yapacağı olumlu etkileri anlatıyor.
    “Sanatkarı da Hatırlayalım” başlığıyla yayınlanan yazısında ise, sanatı takdir eder izlerken sanatçıyı da hatırlamanın, sanatçıya sevgi ve alaka göstermenin öneminden bahsediyor. Başka ülkelerde böyle yetenekler için neler yapılabildiğini bizdeki gibi alakasız kalınmadığını belirterek bu sevgi ve alakanın sanatımızı geliştireceği vurgulanıyor.
    “Güzel Sanatlar Akademisi Sergisi” başlıklı yazısında yazar, Güzel Sanatlar Akademisi sergisinin Türk güzel sanatlarının gelişimi için ümit verici eserlerle dopdolu olduğunu anlattıktan sonra sanatçının mesajını topluma nasıl ileteceği,  nasıl tüm topluma mal olabileceği konusunda bilgiler veriyor. Bir sonraki “Gençlerin Sergisi ve Sanat Meselemiz” başlıklı yazıda ise, bir başka sergi ile ilgili benzer görüşlere yer veriliyor. Yazının sonunda, sergide yer alan eserleri yaratan sanatçılara takdir olarak “bu memleketin ne parlak, ne doğurgan ne yaratıcı istidatlara gebe olduğunu, bu sergi yarım saatte insana öğretebilir” ifadesi yer alıyor.
    Kitapta sayfa 412’den 449’a kadar yazarın gezdiği çeşitli ressamların sergilerine dair izlenimleri yer alıyor. Sayfa 450’de ise, “Çocuk ve Resim” başlığı altında bir köy enstitüsünde çocukların yaptığı resim sergisiyle ilgili izlenimler yer alıyor. Bu köy çocuklarının tamamına yakınının ressam gibi resim yaptığı ve yazarın bu sergiden çok etkilendiği anlatılıyor.
    “Çocuk Dünyası” başlığı altında ise, yazarın bir yılbaşı etkinliği olarak “Doğan Kardeş” dergisinin tertiplediği resim ve yazı yarışmasının yazı jürisinde yer alması, bu yarışmada görülen güzellikler anlatılıyor. Yazar bu etkinliği çok eğlenceli ve düşündürücü bulmuş. Bu yarışmada gördüklerinden sonra geleceğe dair daha bir ümitlendiğini belirtiyor.
    “Fotoğraf ve Resme Dair” yazısında, fotoğraf sanatının hayatımıza katkıları anlatıldıktan sonra fotoğraf ve resim sanatları arasında bir karşılaştırma yapılıyor. Fotoğraf ve resim arasındaki farklar, fotoğrafın imkan – kabiliyetleri ve zayıf yanları, resim sanatının imkan – kabiliyetleri ve zayıf tarafları mukayeseli olarak ortaya konuyor.
    Kitaptaki son yazı “Füreya’nın Seramik Sergisi” başlığını taşıyor. Yazar bu yazısında Türk sanatının bütün bir köşesini (seramik sanatı) dolduran dostunun sergisine dair izlenimlerini aktarıyor.

14 Şubat 2013 Perşembe

100 Büyük Roman Özet, Abraham H. Lass

Abraham H. Lass'ın 100 Büyük Roman Özeti, 4 Cilt olup Ötüken  Yayınevi tarafından 2007'de basılmıştır.
Batı edebiyatını iyi öğrenmenin başlıca yolunun bu edebiyatı oluşturan eserlerin tanıtılması, eleştirilmesi  ve yazarları hakkında bilgi verilmesi olduğu düşüncesiyle Türkçe’ye kazandırılan Abraham H. Lass’ ın bu eseri dört ciltten oluşmaktadır.Amerikalı yazar bu kitap ile iki tür okuyucuya hitap etmek amacında olduğunu belirtmekte , birinci grubu yani  bu kitapta bahsedilen romanların sadece birkaç tanesini okuma fırsatı bulanları   diğerlerini de okumaya sevk etmek ,ikicinci gruba yani bu eserlerden çoğunu okuyanlara da  okumuş oldukları bu eserlerin gerçekten de nefis eserler olduğunu bir kere daha hatırlatmak olduğunu vurgulamaktadır.Yazar romanları incelerken dört ana bölümden oluşan belli bir sistem dahilinde her romanı şu şekilde ele almaktadır.

1.    Başlıca karakterler kimlerdir,nasıl insanlardır ?
2.    Romandaki başlıca olay ve tezlerinin özünün berrak ve anlaşılır ifadelerle anlatılması.
3.    Romanların, günümüzdeki eleştirisiyle ilgili kısa bir yazı.Böylece ele alınan eserin, roman türünün geliştitilmesinde hangi mevki işgal ettiği gösteriliyor; çağdaş okuyucu ve eleştrilerin onları nasıl ele aldıkları anlatılıyor.
4.    Her yazarın hayatı hakkında kısa bilgiler veriliyor.

    Yazar giriş bölümünde bir romanın nasıl okunması gerektiği, okurken romandaki kahramanlara bakarak  yazarın hayatı hakkında bazı fikirler elde edilebileceği , karakterlerin analizi esnasında nelere dikkat edilmesi gerektiği hakkında kısa bilgiler verdikten sonra geri kalan 220 sayfada  batı edebiyatının önemli yapıtlarından olan 25 tane roman hakkında yukarıda belirtilen esaslar dahilinde değerlendirmeler yapmaktadır.
    Eserde  ele alınan romanlar şöyledir.

      
          ESERİN ADI                               YAZARI                                 
    Don Kişot                                        Miguel de Cervantes
    Robinson Crusoe                    Daniel Defoe
    Güliver’in Seyahatleri                Jonathan Swift
    Candide                            Voltaire
    Tom Jones                        Henry Fielding
    Wakefield Papazı                    Oliver Goldsmith
    Gurur ve Aşk                        Jane Austin
    Kara Şövalye                        Sir Walter Scott
    Kırmızı ve Siyah                    Stendhal
    Parma Manastırı                    Stendhal
    Sefiller                                                Viktor Hugo
    Notre Dame’ın Kamburu                Viktor Hugo
    Eugine Grandet                Honore de Balzac
    Goriot Baba                    Honore de Balzac
    Son Mohikan                    James Fenimore Cooper
    Moby Dick                        Herman Melville
    Tom Amca’nın Kulubesi                Harriet  Beecher Stowe
    Ölü Canlar                    Nikolai Gogol
    Monte Kristo Kontu                Alexander Dumas Pere
    Madam Bovary                Gustave Flaubert
    Oblomov                        Ivan Alexandrovich Goncharov
    Babalar ve Oğullar                Ivan Sergeyevich Turgenev
    Pickwick’in Evrakları            Charles Dickens
    David Copperfield                Charles Dickens
    İki Şehrin hikayesi                Charles Dickens

Cilt 2


Abraham H. Lass’in yazdığı 100 Büyük Roman adlı eserin ikinci cildinde toplam yirmi altı roman özetlenmiştir. Eser özetleri, başlıca karakterlerin tanıtılması ile başlar, hikâye ile devam eder, eleştiri ile zenginleşir ve son olarak yazar ve diğer eserleri ile ilgili bilgi verilmesi ile son bulur.  Kitapta incelenen eserler ve yazarları şunlardır:
(1)    Büyük Ümitler (Great Expectations), Charles Dickens (1812–1870)
(2)    Ölmeyen Aşk (Rüzgârlı Bayır) ya da (Wuthering Heights), Emily Bronte (1818–1848)    
(3)    Suç ve Ceza, Fyodor Mikhailovich Dostoyevski (1821–1881)
(4)    Karamazov Kardeşler, Fyodor Mikhailovich Dostoyevski (1821–1881)
(5)    Tom Sawyer, Samuel Langhorne Clemens (Mark Twain), (1835–1910)
(6)    Huckleberry Finn’in Maceraları (The Adventures of Huckleberry Finn), Samuel Langhorne Clemens (Mark Twain), (1835–1910)
(7)    1887’den 2000 Yılının Görünüşü (Looking Backward), Edward Bellamy  (1850–1898)
(8)    Bir Hanımın Portresi (The Portarit of a Lady), Henry James (1843–1916)
(9)    Cesaret Madalyası (The Red Badge of Courage), Stephen Crane (1871–1900)
(10)    Hodgamlar Panayırı (Vanity Fair), William Makepeace Thackeray (1811–1863)
(11)    Alice Harikalar Diyarında (Alice’s Adventures in Wonderland), Lewis Carroll (1832–1898)
(12)    Anna Karenina, Lev (Leo) Nikolaviç Tolstoy (1828–1910)
(13)    Harp ve Sulh, Lev (Leo) Nikolaviç Tolstoy (1828–1910)
(14)    Denizler Altında 20 Bin Fersah, Jules Verne (1828–1905)
(15)    Nana, Emile Zola (1840–1902)
(16)    Germinal, Emile Zola (1840–1902)
(17)    Erewhon, Samuel Butler (1835–1902)
(18)    Yuvaya Dönüş (The Return of the Native), Thomas Hardy (1840–1928)
(19)    Asi Kalpler (Jude the Obscure), Thomas Hardy (1840–1928)
(20)    Define Adası (Treasure Island), Robert Louis Stevenson (1840–1894)
(21)    Dorian Gray’in Portresi (The Picture of Dorian Gray), Oscar Wilde (1856–1900)
(22)    Ahtapot (The Octopus), Frank Norris (1870–1902)
(23)    Vahşetin Çağrısı (The Call of the Wild), Jack London (1876–1916)
(24)    Kız Kardeşim Carrie (Sister Carrie), Theodore Dreiser (1871–1945)
(25)    Bir Amerikan Faciası (An American Tragedy), Theodore Dreiser (1871–1945)
(26)    Babbitt, Sinclair Lewis (1885–1951)


Kitabın kendisi bir özetler bütünü olduğu ve içeriğin tekrar özetlenmesi kitabın tanıtımı için ayrı bir güdükleme operasyonu olacağı için her roman özetinin sadece konusu verilecek ve en çok ilgi çeken üç romanın üzerinde durulacaktır. Şu açık bir gerçektir ki bu kitaptaki her roman üzerinde tek tek durulsa, neredeyse kitabın kendisi kadar bir yeni eser ortaya çıkar. Ancak yine kabul edilmesi gereken diğer kaçınılmaz gerçek de şudur ki seçilen üç roman tamamen özetçinin kendi sübjektif kriterleri çerçevesinde seçilmiştir ve bir başkası tarafından bunları da seçmeye ne gerek vardı tepkisi ile karşılanabilir. Yine de bazı makul kıstaslar ele alınarak Dreiser’ın ve Lewis’in kitapları özet sonunda ele alınacaktır.
Kitapta özetlenen ilk eser olan ve Dickens’in en iyi eseri olarak kabul edilen Büyük Ümitler, küstah insanların hayat tarzlarının soysuzlaştırıcı etkisini ciddi ve derin bir şekilde incelemeye almıştır. Dickens, bu romanında yapmış olduğu psikolojik tahlilleri ile kendisinin alelade bir roman yazarı olmaktan ziyade bir sosyolog veya psikolog gibi toplumun ve bireylerin sıkıntılarını incelemeye aldığını ortaya koymuştur.
Emily Bronte’nin Ölmeyen Aşk’ı, İngiliz romantizminin büyük şaheserlerindendir ve ihtiraslı aşk ve intikam ile rasyonel, medeni dünyayı inceler. İhtiras ve akıl iki farklı dünyayı temsil eder ve roman bu iki dünyanın üç nesil boyunca birbiri ile olan etkileşimini ele alır.
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sının başkahramanı olan Rodion Raskolnikov’un Rus Faust’u olduğu da söylenir ve roman fakir, gururlu, ihtiraslı, üstün zekâlı, mutsuz ve bunların sonucu suç işleyen bir adamın sadık bir kadının aşkı ile doğru yolu bulmasını anlatır.
Dostoyevski’nin bir diğer meşhur eseri Karamazov Kardeşler ise, yazarın son yıllarının dini heyecanlarını içerir ve Rus hayatının farklı yönlerini temsil eden bir ailenin portresini çizer.
Gerçek adı Samuel Langhorne Clemens olan ve Mark Twain adı ile meşhur olmuş yazarın ünlü eseri Tom Sawyer’da Amerikan pastoral hayatı kısmen duygusal kısmen de gerçekçi bir şekilde resmedilmiştir. Kitap bir tasvirler zinciridir.
Samuel Langhorne Clemens’ın kendi tabiri ile en iyi eseri olan Huckleberry Finn’in Maceraları ise, şüphesiz Amerikan edebiyatının şaheserlerinden birisidir ve Tom Sawyer’ın devamı olmasına rağmen ondan daha hareketli ve ilgi çekicidir.
Bellamy’nin, 2000 Yılının Görünüşü eseri Amerika’nın en nüfuzlu kitapları arasında gelir ve Amerikan edebiyatının en önemli ütopik romanıdır. Kitap genelde sınıf harbine karşı çözüm olarak kârdan çok ürün uğrunda organize olmuş toplumun canlı manzarasını önerir.
James, Bir Hanımın Portresi’nde, insanın kendisini katlanmak zorunda kaldığı acı ve ıstıraplara nasıl hazırlayacağını konu edinmiştir.
Crane, Cesaret Madalyası’nda, çevrenin insan hayatındaki öneminden bahseder. Roman, realist bir yaklaşımla, insanın kendi iradesi ve kaderi arasındaki objektif çatışmayı konu edinir.
Thackeray’in Hodgamlar Panayırı, sosyete hayatındaki riyakârlık ve tamahkârlığı konu edinir ve en büyük mizahi İngiliz romanı kabul edilir.
Carroll’ın Alice’i, hem çocuk hem de erişkin romanıdır. Bu roman bir dizi sosyal hiciv içerir.
Tolstoy’un, Anna Karenina ve Harp ve Sulh adlı eserleri birlikte incelendiğinde birincinin bir ahlak dersinden ibaret olduğu, ikincinin ise Rus cemiyetinin ve özellikle asiller sınıfının bir incelemesi olduğunu görürüz.
Verne’in 20 Bin Fersah’ı, yazdığı 65 romandan birisidir ve belki de en iyisidir. Ancak bir çocuk bilimkurgusundan öteye gidemez.
Zola, Nana’sında kadının şehvetinden elde ettiği gücünün yıkıcılığı üzerinde dururken, Germinal’de işçi hareketini ele almış ve işçilerin ıstıraplarını konu edinmiştir.
Butler’ın Erewhon’u, mizahi bir ütopyadır ve Victoria devrinin inanışlarını ele alır.
Hardy’nin Yuvaya Dönüşü, insanın kaderin yumruğu altında ezilişini ve sendeleyip düşüşünü ele almıştır ama yazar karamsarlığının ve sanatının zirvesine Asi Kalpler ile erişmiştir.
Stevenson’ın Define Adası, çocuklar için yazılmıştır ve ciddiyetle okumaya çalışmak anlamsızdır ancak birçok çocuk romanından farkı zamanla değerini yitirmemiş ve uzun ömürlü olmasıdır.  Bunun temel sebebi ise, Stevenson’ın tasvirdeki gücüdür.
Wilde’ın tek tam romanı olarak meşhur olan Dorian, Faust efsanesinin değişik bir tarzda yeniden ele alınışından başka bir şey değildir.
Norris’in Ahtapot’u, gerçek bir olayın romanlaştırılmasıdır ancak tam olarak natüralisttir denemez. Eser, sadece bir sosyolojik belge değildir çünkü yazar ele aldığı halk ve olaylar hakkında tarafsız değildir.
London’ın Vahşetin Çağrısı adlı eserinde, yazarın şefkat hisleri ve zekâsı açıkça görülür. Eser realizmden yoksun olsa da ve mantık silsilesi takip etmese de, London’ın anlatıştaki zirvesi eseri elden bırakılamaz hale getirmekte.
Dreiser’ın Kız Kardeşim Carrie ve Bir Amerikan Faciası adlı eserlerinde ele aldığı ortak konu, insanın iradesinin bazı içsel güçlerine köle olabildiği ve bunun etkilerinin insan hayatındaki yıkıcılığıdır. Her iki eserde de yazar, sonuçta elde edilmiş gibi görünen ama bir türlü elde edilemeyen alçakça duygular ile istenen çirkin arzuların tatminsizliğini resmediyor.
Lewis, Babbitt’te, Orta-Amerikan hayatının bayağılığını ve saçmalığını gözlerimiz önüne seriyor ve ruhsuz iyimserlikleri, büyültülmüş bir fotoğraf gibi ortaya koyuyor.
Hem Dresier’ın Carrie’si ve Faciası ve hem de Lewis’in Babbitt’i, 19’uncu asrın son çeyreği ve 20’nci asrın ilk yarısı itibariyle ele alındığında, Amerikan toplumunun içinde bulunduğu acınacak sosyal yapıyı ortaya koymaktadır. Aslında son derece mutlu gibi görünen ve rakamları milyonları bulan bir topluluk, bir ümitsizlik ve karamsarlık batağına saplanmıştır. İnsanlar, hayatı sahte iyilikler, alçak ihtiraslar ve anlamsızca uyulan ya da dayatılan kurallar etrafında yaşayarak sonuçta son derece mutsuz bir hayat manzumesine erişirler. Bunu fark edince de çok geç olur ve birçoğu ya intiharı ya da hayattan kaçmayı tercih eder. Bir kısmı da akli dengesini yitirir. Oysaki Amerikan Rüyası diye afişe edilen ideal hiçbir yerde yoktur. İşin daha da korkunç tarafı, o dönemde bazı yazarların tespit ettiği bu sosyal kokuşma, artarak devam etmiş ve günümüzde, Amerikan toplumu ve bilhassa gençliği tamamen sapıtmıştır. Toplumun hemen tamamına uyuşturucu bağımlılığı, alkolizm, sapık cinsel temayüller, yaygın eşcinsellik, aşırı kumar düşkünlüğü ve parçalanmış aile yapısı sirayet etmiş ve bu durum artık normal karşılanır hale gelmiştir. Kısacası, Dreiser ve Lewis’in o dönemde sinyallerini verdiği ahlaki anlayış paradigmasındaki değişim veya kayma bugün gerçekleşmiştir.
Yukarıdaki iki romanın seçiminden maksatsa, bu iki yazarın da halen benimle beraber öğrencilik yapan arkadaşlarımca en az bilinen yazarlar olmasına rağmen, Amerikan toplumunda çok ünlü ve klasik yazarlar olmasıdır

Cilt 3

ARROWSMITH
Yazan
SİNCLAİR LEWİS (1885–1951)

    Bir tıp öğrencisi olan Martin Arrowsith’in alanında azimli ve gayretli çalışmalarını anlatır.
MUHTEŞEM GATSBY
Yazan
F. SCOTT FİTZGERALD(1896–1940)

    Muhteşem Gatsby “Amerikan Rüyası” nın çöküşünü anlatır. Amerikanın I. Dünya Savaşı sonrası yaşadığı düş kırıklığını, para ve mevki tutkunu bir toplumdaki ahlak çöküntüsünü çarpıcı bir biçimde yansıtmakla kalmamış; belli bir zaman ve yerde geçen olayları anlatmakla yetinmemiş; Gatsby'nin muhteşem rüyasının peşinde koşmasını adım adım takip ederken hayal ve gerçek arasındaki büyük farklılığa da güzel bir örnek vermiştir.
    Fakir ama hırslı olan Jay Gatsby savaş sırasında tanıdığı zengin ve güzel Daisy’i unutamaz. Savaş sonrası inanılmaz bir servet elde eden Gatsby’nin tek düşü Daisy’le birlikte olmaktır. Gatsby Daisy’nin New York, East Egg’deki villasının tam karşısına bir villa yaptırır. Komşusu Nick Carraway’in yardımı sayesinde Daisy ile yeniden görüşmeye başlar, ama Daisy zengin Tom Buchanan ile evlidir. Daisy bir trafik kazası sonucu Tom’un metresini öldürdüğünde Gatsby’nin arabasını kullanır ve onun suçunu Gatsby üstlenir. Gastby ölen kadının kocası tarafından öldürülür. Gastby’nin evinde verdiği partilere katılan insanların ne yazık ki hiç biri cenaze törenine katılmaz.
ZAMAN MAKİNESİ
Yazan
H.G.WELLS(1866–1946)

    Bilimkurgu serüvenini başlatan ilk ve en görkemli adımlardan biri olan bu klasik romanda H.G. Wells, insanoğlunun hiç eskimeyecek zaman yolculuğu düşünden yola çıkarak yaşam biçimlerimizin evrildiği yönü sorguluyor.
    Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında İngiltere’de bir bilim adamı aksam yemeğine çağırdığı konuklarına zaman makinesi olduğunu iddia ettiği bir aygıtı gösterir. Saygıdeğer konukları ona inanmayı reddeder, ancak bir hafta sonra tekrar evinde toplandıklarında onu bitkin, sefil ve perişan bir halde bulurlar. Onlara M.S. 802701 yılında, bir zamanlar Londra’nın bulunduğu noktada tanık olduğu yaşamı anlatır. Geleceğe yolculuk etmiş, gelecekteki insanlarla tanışmıştır; birer peri kadar hoş, meyveyle beslenen, yaşamlarını neşeli bir tembellik içinde geçiren sevimle torunlarımızla...
TONO-BUNGAY
Yazan
H.G.WELLS(1866–1946)

    Geroge Ponderevo ve amcası Edward Ponderevo’nun zengin olma yolunda başlarından geçen olayları ve George’nun yaşadığı aşklardan bahsetmektedir.
BİR HAYAT HİKÂYESİ
Yazan
ANOLD BENNETT

    İki kız kardeş olan Constance ve Sophia’dan Constance’nin durağan sıkıcı hayatına rağmen Sophia’nın azimli, başarılı hayallerine kavuştuğu hayatını anlatır.
ORMAN ÇOCUĞU
Yazan
RUDYARD KİPLİNG (1865–1936) 

    Orman Çocuğu, 1907 yılında Nobel Edebiyatını kazanan Rudyard Kipling'in en ünlü çocuk romanıdır. Bir uçak kazası sonucu balta girmemiş bir ormanda yaşamak zorunda kalan küçük bir çocuğun serüvenleri anlatılmaktadır. Eserde ayrıca çocuklara hayvan ve çevre sevgisi de aşılanmaktadır.
SYLVESTRE BONNARD’IN CÜRMÜ
Yazan
ANATOLE FRANCE (1844–1924)

    Kitap iki bölümden oluşur. İlk bölümde Bonnard eski kitaplara duyduğu hayranlıkla onları elde etme çabasını, ikinci bölümde gençlik aşkının torununa rastlayıp ona bir büyükbaba olmak için yaptığı fedakârlıkları anlatır.
PENGUENLER ADASI
Yazan
ANATOLE FRANCE (1844–1924)

    Anatole France ktapsever bir babanın oğludur. Penguenler Adası’nı 1908 yılında yazan Anatole France 1921 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır. Bir siyasi düş niteliğinde olan Penguenler Adası France'in en önemli yapıtlarından biridir. Mael adındaki efsanevi bir aziz Kuzey kutbunda penguenlerin yaşadığı bir ada bulur ve bu adayı Avrupa’ya taşır. Kitabın ilerleyen bölümlerinde penguenlerin insanlarla ilişkileri, penguenlerin ve Fransa’nın birbirine paralel devam eden tarihi anlatılır.
GÖSTA BERLİNG EFSANESİ
Yazan
SELMA OTTİLİANA LOVİSA LAGERLÖF (1858–1940)

    Efsane ve masallara dayanan yapıtlarıyla tanınan Lagerlöf çağdaş öykü yazarlarının en yeteneklilerinden biri sayılır. Öğretmenlik yaptığı dönemde yayınladığı İki ciltlik romanı Gösta Berling'le (Gösta Berling Destanı) uluslararası ün kazandı. Lagerlöf, Gösta Berling adlı romanıyla İsveç’te romantizmin canlanışında önemli rol oynadı. Bu yapıtında doğup büyüdüğü Vaermland bölgesinin en parlak dönemini, bölgenin demir döküm atölyeleri ve küçük malikânelerle dolup taştığı yıllardaki yaşamı anlatıyor. Gösta Berling, ayyaşlığından dolayı ünvanı geri alınan bir kır papazıdır. Öğrencisi olan bir genç kıza âşık olur, fakat sonunda kızın kuzeni ile evlenmek zorunda kalır.
BUDDENBROOK AİLESİ
Yazan
THOMAS MANN (1875–1955)

    Thomas Mann'ın bütün bir 20. yüzyıl boyunca çokça tartışılan romanı Buddenbrooklar, 'Bir Ailenin Çöküşü'nü anlatır. Hikâye 1835 yılında, Buddenbrook ailesinin yeni evlerindeki bir davetle başlar. On bölüme yayılan ve ağır ağır akan bu sahnede, Buddenbrook ailesi, aralarındaki ilişkiler, dostları, ilgi alanları ve dönemin burjuva kültürü sergilenir. İhtiyar Johann'ın yönettiği Buddenbrooklar, yüz yıllık bir geçmişe sahip şirketleriyle Baltık Denizi sahilindeki Lübeck eyaletinde buğday ticaretiyle uğraşan saygın bir ailedir. Üvey abisi Gotthald, babasının muhalefetine rağmen bir esnaf ailesinin kızı ile evlendiği için şirketin reisliği Jean'a geçer. Jean, karısı Elizabeth, çocukları Thomas, Chirstian, Antonie ve Cara'dan müteşekkil aile, kimileri uzaktan akrabaları olan evin hizmetkâr kadrosuyla birlikte başlangıçta mutlu ve güvenli bir hayat sürdürürler. Ancak çocuklar büyüdükçe bu tablo yavaş yavaş bozulacaktır. Mesela küçük oğul Christian ailenin hasletlerine hiç sahip değildir. Sanata, eğlenceye, bohem hayata düşkünlüğü onu her türden ticari faaliyetten uzaklaştırır. Kızlardan Tony, ailenin ısrarıyla yıldızı yeni yeni parlayan bir tüccarla evlendirilir. Ancak bu evliliği Buddenbrooklar'ın servetinden yaralanmak için yapmış olan kocası kısa sürede iflas edecek, Tony küçük kızı Erica ile birlikte eve dönecektir. Tony’e yıllar sonra bir kez daha deneyeceği evlilik de mutluluk getirmeyecektir. En küçük kız Clara'nın kişiliği hiç gelişmez. Riga'lı bir din adamı ile evlenerek aileden uzaklaşır.
SİHİRLİ DAĞ
Yazan
THOMAS MANN (1875–1955)

    Sihirli Dağ hem felsefi hem empresyonist hem de sembolist olarak tanımlanabilir. Kitapta, tüberküloz sanatoryumundaki hastaları 1900`lerin başlarındaki Avrupa toplumunun çatışan tavır ve politik inançlarını sembolize eder. Bir sanatoryumda geçen bu eser insanlık, 20. yy, savaşlar, hastalık, ruh, ölüm gibi işlediği temaları, tekniği ile tam anlamıyla modern bir Avrupa destanıdır.
İMMORALİST
Yazan
ANDRE GİDE (1869–1951)

    Gide bu eseriyle hem kendi hayatından hem de hayatın ona dayattıklarından hesap sorar neredeyse. Riya, Gide’in hayatında önemli bir yer tutar. Evliliği mesela… Hasta babasını memnun etmek için evlendiği eşini sevmeden evlenmiş. Eşinin de kendisi gibi yetim büyümesi Gide için yaşamlarının ve yaşadıklarının eşitlediği bir evlilik diye düşünmüş. Gide eşine değil, eşiyle yaşadıkları ortak geçmişe, ortak sevgisizliğe, ortak yalnızlığa âşıktır. Gide’in yaşamı boyunca en acı serüveni, anılarıyla arasında geçen ilişkidir. Anıları Gide’ in tek gerçek ailesidir. Gide bu gerçeği kabullenmek istemez ama anılarına da yaşamı boyunca sığınır. Gide, çaresizliğini bir tek anıları karşısında gizleme gereksinimi duymuyor. Yazarın bu eseri bir başka anlamıyla kendisiyle ve yaşadıklarıyla yüzleşmesidir. Gide, İmmoralist adlı eserinde ahlakı ve kendi ahlakını sorguluyor.
KALPAZANLAR
Yazan
ANDRE GİDE (1869–1951)

    Kalpazanlar Gide'nin kendi deyişiyle "ilk romanı" dır. Kalpazanlar ilk kez 1925 yılında yayımlanmıştır. Bu kitabındaki konu; kişi tam anlamıyla mutluluğa kavuşmak, yaşamın tadını çıkarmak istiyorsa geleneklere değil kendi yüreğinin sesine uyması gerektiğidir. Andre Gide der ki "Dünya şayet kurtulabilirse, ancak yerleşik kurallara, kökleşmiş basmakalıp düşüncelere boyun eğmeyenler sayesinde kurtulacaktır".
GÜNEŞ YİNE DOĞAR
Yazan
ERNEST HEMİNGWAY (1899–1961)

    Güneş Yine Doğar, Fransa’dan İspanya'ya Paris'in zevk ve sefa âlemlerinden, boğa güreşi arenalarının nefes kesici heyecanına durmaksızın devam eden bu arayışın hikâyesidir. Savaşta aldığı bir yara nedeniyle âşık olduğu insanla birlikte olmasına imkân olmayan Jake Barnes'ın dilinden anlatılan bu roman, savaş sonrası neslinin hayat tarzını, heyecanlarını, bunalımlarını, hayallerini, mutluluklarını ve acılarını gözlerimizin önüne sermektedir.
SİLAHLARA VEDA
Yazan
ERNEST HEMİNGWAY (1899–1961)

    Silahlara Veda, Birinci Dünya Savaşında Fredeick Henry adındaki Amerikan Subayının Catherine isimli bir kıza âşık olması ile birlikte Almanların elinden kaçarak gebe kalan sevgilisine kavuşma çabalarını anlatır. Kitabın sonunda Ölüm denilen gerçek anlaşılırsa, hayatın yaşanmaya değer güzellikte olduğu ve önemli anları bulunduğunu görmekteyiz.
İHTİYAR BALIKÇI
Yazan
ERNEST HEMİNGWAY (1899–1961)

    İhtiyar Balıkçı adlı roman, İhtiyar bir balıkçının tüm olumsuzluklara rağmen umudunu hiç yitirmeyişini ve her türlü zorluğa karşı nasıl mücadele ettiğini konu alıyor. Kitabın sonunda bir amacımız olduğu zaman, bu amacı gerçekleştirmek için karşımıza çıkan zorluklarla, elimizden gelenin en iyisini yaparak mücadele etmeliyiz dersini çıkarabiliriz.

BERİ GEL MELEĞİM
Yazan
THOMAS WOLFE (1900–1938)

    Sekiz çocuklu Oliver ve Eliza Gant çiftinin yedinci çocuğu olan Eugene’nin eğitim hayatındaki başarıları ile ailenin parçalanmış, sefil hayatını anlatır.
SES VE ÖFKE
Yazan
WİLLİAM FAULKNER (1897–1962)

    Eser, farklı bakış açılarıyla anlatılır ve dört ana bölümden meydana gelmiştir. Ses ve Öfke, bilinç akışı yöntemi ile yazılmıştır. Bilinç akışı Yöntemi: Yazar, kahramanların bilincinden geçen olayları müdahale etmeden anlatır. Birinci bölüm, 7 Nisan 1928′de Benjy’nin bilincinden geçen olayların anlatılmasından ibarettir. İkinci bölüm, 2 Haziran 1910′da Quanten’in intihar etmeden önceki yaşadıklarının onun zihninden anlatılmasıdır. Üçüncü bölüm, 6 Nisan 1928′de Jason’ın bakış açısıyla anlatılan olaylar oluşturur. Dördüncü bölüm, 8 Nisan 1928′de Paskalya günün*deki olaylar oluşturur.
AĞUSTOS IŞIĞI
Yazan
WİLLİAM FAULKNER (1897–1962)

    Ağustos Işığı adlı eserde Faulkner, Amerikan toplumunda yaşanan zenci sorunu, bireyin modern toplumdaki yalnızlığı ve kimliğini oluşturamayan köksüz insanın dramı gibi temaları dünya edebiyatının en ileri teknikleriyle ele alır. Babasında zenci kanı bulunduğu ileri sürülen beyaz tenli Joe Christmas'ın çevresinde gelişen roman, çağımızın şimdiden klasikleşmiş yazarı Faulkner'ın beş eserinden biridir.
VATAN SEVGİSİ
Yazan
PEARL BUCK (1892–1973)

    Wang Lung adındaki fakir bir Çinli çiftinin çalışkan bir köleyle evlenip zengin olmasını çocuklarından duyduğu hayal kırıklıklarını anlatır.
GEMİDEKİ İSYAN
 Yazan
JAMES NORMAN HALL (1887–1951)
CHARLES NORDHOFF (1887–1947)

    Byam, Teğmen Bligh’ın kaptanlığında Tahiti’ye açılır. Bligh’ın mürettebata kaba davranışları ve hakaretleri mürettebatın ayaklamasına yol açar. Byam da isyancılardan sanılıp cezalandırılır. Yıllar sonra geri döndüğünde karısının ve arkadaşlarının öldüğünü, kızının evlendiğini öğrenir.
ALLAH’A ADANAN TOPRAK
Yazan
ERKSİNE CALDWELL (1903–1987)

    Ty Ty Walden, günlerini altın bulmak için saatlerce toprak kazmakla geçirir. Bulacağı altının bir kısmıyla da kilise yapacağı toprağa ayırmıştır. Bu sırada kızları, damatları ve oğulları arasında karışık ilişkiler söz konusudur.
GAZAP ÜZÜMLERİ
Yazan
JOHN STEİNBECK (1902–1968)

    Pulitzer ödülü kazanan Gazap Üzümleri 20. Yüzyılın en büyük edebiyat eserleri arasında yer alır. Konusu kısaca  topraklarından koparılan ve iş bulma umuduyla yollara dökülen yoksul tarım işçilerinin hayatta kalma mücadelesidir. Eser  Joad ailesinin öyküsü etrafında yüzyılın başında açlığa  zulme ve sömürüye direnen milyonların öyküsüdür.
İNSANLIK KOMEDİSİ
Yazan
WİLLİAM SAROYAN (1908–1983)

    İnsanlık Komedisi, 20. yüzyıl Amerikan edebiyatının kısa öykü, roman ve oyun türlerinde en iyi yazarlarından biri olarak kabul edilen William Saroyan'ın en sevilen romanlarından biridir. Olaylar, İkinci Dünya Savaşı yıllarında ABD'de, Kaliforniya Eyaleti'ne bağlı Ithaca kasabasında yaşayan Macauley ailesinin etrafında geçiyor.
    Neredeyse her aileden bir ferdin bilfiil savaşın içinde olduğu bu küçük Amerikan kasabasının savaştan ne şekilde etkilendiği, bu sıra dışı koşulların yarattığı insanlık halleri, eserin başkahramanı olan yeniyetme Homer Macauley'in büyüme sancılarıyla harmanlanarak anlatılıyor. Saroyan, kendine özgü bakışıyla, savaşın içindeki sıradan insanın nabzını tutmayı başarırken, bir yandan da "savaşın kaçınılmaz olarak içerdiği barbarlık", "savaş suçunun sorumluluğunu 'düşman' belletilen varlıkla sınırlamamak" gibi kavramlar üzerine sorular sordurmayı amaçlıyor.
KRALLAR ÖNDE GİDER
Yazan
ROBERT PENN WARREN (1905–1989)

    Jack Burden ve Willie Star önceleri avukatlık yapar, sona politikaya atılır. Jack Burden ise önceleri gazetecilik yapar sonra gazeteden ayrılıp Willie ile çalışmaya başlar. Kitabın ilerleyen bölümlerinde birlikte yaptıkları işler anlatılır.
KARANLIĞIN KALBİ
Yazan
JOSEPH CONRAD (1857–1924)

    Conrad, kendi tecrübelerinden yola çıkarak yazdığı eserinde Kongo'ya (o zamanlar -1890'lar- adı Kongo Özgür Devleti olan Kral 2. Leopold'ün özel mülkü ve kolonisi) Marlow adlı bir adamın yaptığı bir yolculuktan, oradaki tecrübelerinden ve Kurtz denilen başka bir adamın yaşadıklarından bahsediyor.
    Kısaca kitabın konusu: Marlow, Kongo'ya Belçikalı bir şirket tarafından gönderilir. Kongo'dan fillerin dişi alınıp Avrupa'ya getirilmektedir. Tabi alışverişte fildişi aslında çok düşük bir maliyettir. Çünkü karşılığında medeniyet götürülmektedir. Medeniyetin fiyatı yanında fil dişinin fiyatı nedir ki!..

Cilt 4

Kitap, yirmi üç farklı hikayeden oluşmaktadır. Bu hikayelerin adları şöyledir: Bayan Dalloway, Güney Rüzgarı, Çin Ufukları, Hayat Bağları, Jean-Christophe, Swann’ın Aşkı, Dünya Nimeti, Dünya Hayali, Şato, Dava, Ve Durgun Akardı Don, Gelin Tacı, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, İnsanlık Durumu, Ses Sese Karşı, Cesur Yeni Dünya, Ekmek ve Şarap, Bulantı, Yabancı, 1984, Gün Ortasında Karanlık, Doktor Jivago, Lord Jim.
        Bölümler, önce bölümde geçen başlıca karakterlerin tanıtılmasıyla başlamakta, hikaye anlatılmakta, hikaye üzerine yazarın eleştirisi ifade edilmekte, yazar hakkında bilgi verilmekte ve son olarak yazarın diğer eserleri tanıtılarak bölü sonlandırılmaktadır.
        Bayan Dalloway
        Clarissa Dalloway, hissi, tahayyül gücü kuvvetli, orta yaşlı, Londra’lı bir sosyete kadınıdır.  Parlamentonun pek başarılı sayılmayan bir üyesi olan Richard onun kocasıdır. Peter Walsh, Bayan Halloway’ın önceki sevgilisidir. Hindistan’da beş yıl hizmet gördükten sonra Londra’ya dönmüştür. Septimus Warren Smith ise insanlara iyi hisler besleyebilme özelliğini kaybetmiş eski bir askerdir.
        Bayan Dalloway akşam yemek düzenlemeye karar verir ve alışveriş için dışarıya çıkar. Bu süre zarfında gökte reklam amaçlı uçan bir uçağın taşıdığı afiş ve Kraliçenin de içinde bulunduğunu değerlendirdiği lüks bir araç dikkatini çeker. Londra ve şehrin hareketliliği ona, kendi mazisini hatırlatır.
            Clarissa Dalloway elindeki çiçeklerle eve döndüğü zaman, kocasının Milicent Bruton adlı kurnaz ve vicdansız kadın tarafından öğle yemepine davet edildiğini öğrenir. Bu yemeğe kendisinin davet edilmeğine çok üzülür.
        Smith ise çeşitli sebeplerden dolayı sinir buhranı geçirir ve pencereden atlayarak intihar eder. Zengin ve kendisine güven besleyen Sir William, intihar eden Septimus Smith’e sempati beslemez. Fakat kendisiyle  bu genç arasında hayret uyandırıcı benzerlikler bulunduğunu fark eder. Peter, yaşlanmakta olmasına rağmen güzelliğini muhafaza eden Bayan Dalloway’a halen aşıktır.
        Yazarın hikaye üzerine yapmış olduğu eleştiride, değişik karakterlerin monolog ve kaderlerinin birbirlerine mükemmel bir teknik ve ustalıkla bağlandığından bahsedilir.
       
        Güney Rüzgarı
        Güney Rüzgarı, hem geriye dönerek Birinci Dünya Harbinden önceki Avrupa’ya bir bakış, hem de dini ve geleneksel ahlak telakkilerinin 1920’lerde nasıl parçalandığını anlatan kehanetli bir romandır.
        Putperest yerlileri Hıristiyan yapmak için Afrika’ya giden ve bu gayretlerinde başarılı olamayan Bombopo Piskoposu Thomas Heard, İngiltere’ye dönerken Akdeniz’deki güzel ve sakin Nepenthe adasına uğrar. Orada yeğeni Bayan Meadows ile buluşacak, kadını ve çocuğunu İngiltere’ye getirecektir. Yeğeninin kocası Hindistan’dadır. Gemide Don Francesco adında neşeli ve sevimli bir Katolik papazı ile tanışır. Don Francesco, Mr. Heard’ı mahalli cemiyete sokar. Nitekim Nepenthe’nin bu neşeli günleri uzun sürmez ve bir dizi uğursuzluklar baş gösterir. Yaşanan çeşitli olaylar neticesinde Piskopos, halkın zevk içinde bir hayat sürdüklerinden, kendilerini suçlu hissetmeleri gerektiğinin hatırlatılmasından değil, Katolik de olsa, kendi arzularıyla seçtikleri hayatı sürmelerine müsaade edildiği zaman mutlu olacaklarını öğrenir.
        Çin Ufukları
        Çin Ufukları aslında uzun ütopik romanlar dizisinden bir tanesidir. Harpten bıkan ve yeni bir harbin yaklaşmakta olduğunu hisseden, 1920’lerin Katolik dünyasında yeni değerler arayan fakat depresyonla karşılaşan insanlar Çin Ufuklarının rahat felsefesinde en derin ümit ve hayallerin gerçekleştiğini görürler.
    Romancı Rutherford’un zamanında Hugh Conway, Oxford’da başarılı bir öğrencidir. Conway’ın Uzakdoğu’da bir konsolosluktan diğerine dolaştığı on sene zarfında Rutherford onun izini kaybeder. Bir gün Rutherford, bir Katolik hastanesinde bu eski arkadaşına rastlar. Yorgun, zayıf ve oldukça şaşkın olan Conway kendisine inanılmaz bir hikaye anlatır.
Conway Baskul şehrinde konsolostur. Buradan uçakla ayrılır. Ancak uçak içindekilerle birlikte onu Himalaya Dağları içerisinde bir vadideki tapınağa götürür.  Conway, kendisinin ve arkadaşlarının bu tapınağı doldurmak için getirildiklerini öğrenir. Yüce Lama, yeni bir harbin, medeniyeti ortadan kaldırabileceğini hissettiğinden, kültürü muhafaza etmek ve medeniyeti yeniden başlatmak için buraya yeterli sayıda insan getirmek .istemiştir.
        Hayat Bağları
Annesi 1885’te öldüğü zaman dokuz yaşında olan Philip Carey, amcası William ve yengesi Lousia ile kalmak üzere onların Londra civarında Blackstable kasabasındaki evlerine gider. Philip son derece hissi, sakat doğmuş bir çocuktur. Paralı bir insan olan amcası zalim bir adamdır; kendi ahlaki düşüncelerini diğer insanlara empoze etmeye çalışır. Philip’in müşfik bir anlayışlı yengesi çocuğu bağrına basar; bu çocuksuz kadın ona kimsesizliğini unutturmaya çalışır.
Philip’in okul arkadaşları onun sakatlığıyla mütemadiyen alay ederler. Spor faaliyetlerine katılamayan ve sınıf arkadaşlarının alaylarından kurtulamayan Philip, kendi içine kapanmayı, fakat bağımsız bir insan olmayı öğrenir. Daha sonra roman Philip’in doktor olana kadarki eğitim hayatı ile devam eder.
        Jean-Christophe
Bu romanın kahramanı Jean-Christophe Kraft, ondokuzuncu asrın sonlarına doğru Almanya’da doğdu. Yetenekli bir müzisyen olmasına rağmen kendisini içkiye veren babasının mahalli dükalık orkestrasındaki yeri sallantılıdır. Basit br kadın olan annesi kasabada aşçı olarak çalışır. Çocuk babasında bulamadığı sevgiyi annesinde bulur. İki küçük kardeşi romanda ikinci derecede rol oynarlar. Jean-Christophe’ın fikirlerinin oluşmasında bilhassa iki kişinin büyük rolü olmuştur. Bir müzisyen, ikince derecede kompozitör olan büyükbabası Jean Kraft ile basit bir sokak satıcısı olmakla beraber son derece nazik, sevimli ve iyi huylu dayısı Gottfriend.
Gençliğinde müzik sevgisiyle yetişen Jean-Christophe ölümüne kadar yaşadığı, olaylar aşklar ve zihninde tasarladığı düşüncelerin anlatıldığı roman çeşitli irili ufaklı olayla devam eder.
        Swann’ın Aşkı

 Birinci kısımda Marcel çocukluğunu, ebeveynleriyle, büyükannesi ile amcaları, dayıları, halaları ve teyzeleriyle Paris civarında küçük ve hoş bir kasaba olan Combray’da geçirdiği zamanları hatırlar. Bu istikrarlı, kültürlü ve Marcel’in de paylaştığı kitap zevkine sahip bir orta sınıf ailesidir. Aile dostları arasında, kendilerini sık sık ziyaret eden M. Swann da vardır. Aile Swann’ı tamamiyle benimser.
İkinci kısımda Marcel artık yetişkin olmuştur. Çocukluk yıllarına ait hatıralar üzerinde bu bölümde daha fazla durulur.  Üçüncü kısım olan “Swann aşık oluyor” bumaceranın hikayesidir. Hikaye bay ve bayan Verdurin’in yönettikleri ve oldukça şüpheler doğuran bir Paris salonunda başlar. Burada geçen çeşitli olaylar sonrası Swann Odetta adlı bir kadına aşık olur. Odetta aslında iyi bir kadın değildir. Sonuçta Swann bu durumu anlar ve kadından soğur.
Son kısımda  Marcel tekrar hatırladıklarına döner. Çocukluğunda, Swann’ın kızı Gilberte ile Champs Elyssees’de oynadığını hatırlar. Gilberte’nin annesi ise Odette’dir. Swann artık Odette’yi sevmemesine rağmen, kızının hatırı için onunla evlenmiştir.
Marcel daha sonraki ciltlerde hatıralarını anlatmaya devam eder. Bu hatıralar şimdi, sadece Swann ve Odette’yi değil, “Swann aşık oluyor”da belirtilmeyen pek çoklarını da kapsar. Bu ciltler şunlardır: Gelişen Bir Fidanlıkta, Guerinante Yolu, Ovadaki Şehirler, Gomerre, Tutsak, Tatlı Sahtekar Gitti, Maziden Hatırlananlar.

        Dünya Nimeti
Dünya Nimeti, Kuzey Norveç’in ıssız bölgelerinde geçer; hükümet çalışkan ve azimli her çiftçiye burada toprak verir. Sağlam yapılı, az konuşan ve basit düşünceli İsak adındaki bir çiftçi, kendi çiftliğini kurmak için bölgeye gelir. Zamanla kendi hayatını paylaşacak bir kadın bulur ve evlenir. İnger adındaki bu kadın, kendisi gibi basit bir köylüdür ve bir hastalık sonunda dudağının yarık kalması yüzünden daha önce kendisiyle evlenecek erkek bulamamıştır.
Beraberce küçük bir çiftlik kurarlar; ilkin bir inekleri, ardından bir atları olur; daha sonra  bir at arabasına, çiftlik eşyasına ve hatta lüks eşyaya sahip olurlar. Sellenraa dedikleri bu yer, kendilerine yeterli, zengin bir çiftlik haline gelir. İnger’in sıhhatli çocuklar olarak yetişen Eleseus ve Siverd adında iki erkek çocukları vardır. Üçüncü çocukları bir kızdır. Onun da dudağı annesi gibi yarıktır.  İnger bunun kendisine neye mal olduğunu bildiğinden henüz on dakika yaşamadan kızını boğarak öldürür ve İsak’a söylemeksizin gömer. Oline adındaki dedikoducu bir kadın hadiseyi meydana çıkarır ve İnger, Trondhjem’de bir hapishaneye gönderilir.
Roman kesin bir şekilde sona ermez. Eleseus gider. Axel ve Barbro evlenirler. Isak ve İnger yaşlandıklarından şimdi çiftliği Silver yönetir.

        Dünya Hayali
Dünya hayali, beynelminel ve sosyal huzursuzluğun baş gösterdiği bir zamanda, 1905’lerde geçer. Bu seneler, üst sınıflar için, yirminci asır teknolojisinin yarattığı bolluk ortasında, maziden tevarüs ettikleri feodal imtiyazların zevkini çıkardıkları bir çağdı. Romanın kahramanı Christian Wahnschaffe, bir Alman çelik milyonerinin oğludur.  Annesi tarafından şımartılmış, yüksek zevklere sahip bir gençtir.
Genç, yakışıklı ve cazibeli biri olmasına rağmen, soğukçasına bencildir, kendisini çevresindekilerden uzak tutar. Her çeşit sefalet ve mutsuzluk onu tiksindirir. Romanın daha sonraki bölümlerinde Christian tedricen bencil ve kapalı bir hayat sürdüğünü idrak eder. Daha sonra kendini bir cinayetin çözümüne adar. Uzun çalışmalar sonucu katili bulur.
Christan’ın ailesine gelince, oğullarının yaşadığı sosyal çevreler kendilerini öylesine dehşete düşürür ki, onu bir akıl hastanesine yatırmayı düşünürler. Christan onları bu zahmetten kurtarır ve ortadan kaybolur. Christan’ın daha sonraki hayatı hakkında romanda bilgi verilmez, sadece onun kişiliği ve ruh hali üzerinde çeşitli yorumlar yapılır.
        Şato
Hikaye, Kont Westwest diye bilinen bir adamın malikanesinin veya küçük prensliğinin sınırlarını tayin etmek için çalıştırılan K. Adındaki bir toprak ölçücüsünün tecrübe ve görüşleri etrafında döner. Hikayenin başlıca noktaları esnaf ve zanaatkarların yaşadıkları önemsiz bir köy ile civarındaki tepede, hükümet bürolarının bulunduğu bir şatodur. Kont’un orada yaşadığı sanılmakta ise de, kendisi sahnede görünmez.
K.nın karşılaştığı mesele, şatoya giderek, kendisinin ne yapması gerektiğini öğrenmektir. Bunun normal olarak hiç de zor bir mesele olmaması icap eder. Fakat önüne deli edici engeller ve kontroller çıkar. Nihayet hedefine ulaşır ve kendisinin toprak ölçücüsü olarak angaje edildiğini ispat eder.
K. şatoya gitmek ister, ancak bir türlü bunu başaramaz. Çeşitli ilginç olaylar yaşar, ilginç kişilerle tanışır. Kitabın ilk baskısı yazar Franz Kafka öldüğü için belli bir noktada kalır. Daha sonra ikinci baskısında Brod, Kafka’nın notlarından ramanı biraz daha geliştirir.
Genel olarak bakıldığında Şato sembolik bir kitap gibi görülse de sembollerin neyi ifade ettiği pek açık bir şekilde anlaşılamamaktadır.
        Dava
Dava, kendisine mahsus özellikleri olmayan, belirlenmemiş bir şehirde geçer. Bu şehrin yüzyılın başındaki Prag olabileceği değerlendirilmektedir. Psikolojik yanı öne çıkan bir kitaptır.
Romanın kahramanı Joseph K. Otuz yaşındadır. Bir bankada iyi bir işi vardır. İyi bir insan olarak tanınır. Değişik işlerde çalışan insanların yaşadıkları kiralık bir evde oturur. Yemeklerini sakin bir kahvehanede yer ve geceleri dokuza kadar çalışır. İçine kapanık, ruhi bir boşluk içinde, yakın arkadaşları bulunmayan bir bekardır.
Bir sabah onun bu rutin hayatı parçalanır. İki kişi evine gelerek tevkif edildiğini söyler. K. Herhangi bir suç işlediğini hatırlamaz. Durum karmakarışıktır, şaşkınlık vericidir. Ne gibi bir suç işlediği veya kanunun hangi maddesini ihlal ettiği kendisine söylenmez. Karşılaştığı herkes onun suçlu olduğunu kabul eder. Yargılama muğlaktır. Hiç kimse hatta mahkeme görevlileri dahi davanın mahiyetini anlamazlar. En kötüsü de mahkemenin yıllarca sürmesine karşın kimsenin beraat etmemesidir.
Roman K. nın kendisini temize çıkarmak veya hiç olmazsa kendisine yüklenilen suçun ne olduğunu anlamak için giriştiği faaliyetler ile ilgilidir.

        Ve Durgun Akardı Don
Kazaklar, on altıncı ve on yedinci asrın Rusya’sındaki serflik düzeninden kaçarak, Rus İmparatorluğu’nun muhtelif bölgelerinde yerleşen ve atamanları, yani kendilerini seçtikleri liderleri altında yarı bağımsız devletler kuran insanlardır. Hükümet, onların bu muhtariyetine hürmet etmiş ve onları imtiyazlı ve profesyonel askeri bir kast olarak kullanmıştır.
Kendi geleneklerini muhafaza ederek, kendi subaylarının kumandası altında Rus ordusunda hizmet etmelerine müsaade edilmiştir. Ordudaki hizmetleri sona erdiği zaman, köylerine, kasabalarına dönmüşlerdir. Rus köylülerinden uzak, kendi hayatlarını yaşamaya devam etmişlerdir.
Eski zamanlarda devlete defalarca başkaldırmışlardı. Sonraları muhafazakar olmuş ve reaksiyoner hükümetleri desteklemişlerdir. Dahili harp sırasında, pek çokları karşıt- ihtilal tarafına geçmişlerdir. Ondan sonra da imtiyazlı durumlarını kaybetmişlerdir. Yazar Mikhail Alexandrovich Sholokhov’un bu romanı Don Bölgesindeki Gregor Melekhov adında genç bir Kazakın hayatını ele almaktadır. Hadiseler beş ila altı yıllık bir devreyi kapsar ve 1918’de sona erer. Birinci kısım Barış, ikinci kısım Harp, üçüncü kısım ihtilal ve dördüncü kısım ise dahili harp başlıklarında anlatılmaktadır.
        Gelin Tacı
Gelin Tacı, on dördüncü asırda Norveç’de kırk kadar başlıca karakterin dört nesil boyunca hayatını inceleyen başarılı bir eserdir. Hikaye merkezi Norveç’te Jörundgaard’daki malikanesinde yaşayan Lavrans adlı bir centilmenle başlar. Bu kişi üç erkek çocuğu bebek yaşlarında öldüğünden dolayı kızı Kristin’e çok bağlıdır. Kitap bu kızın hayatını konu alır. Romanın ilk bölümü Kristin’in çocukluk yıllarını anlatmaktadır.
Malikanedeki hayatı, kendisinden büyük Arne adındaki bir erkek çocukla arkadaşlığı, ormanda yaptığı bir gezi sırasında bir cadı olduğuna inanılan garip bir kadının kendisini dehşete düşürmesi Osla’ya yaptığı gezi ve orada Evdin adındaki nazik ve dindar bir papazla tanışması, kardeşi Ulvhild’in doğması, bir doğanın kardeşini ciddi olarak sakatlaması gibi olaylar anlatılmaktadır.
Tüm bu ilginç olayların vuku bulduğu hayatını Kristin vebaya yakalanarak kaybeder.

        Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok


Garp Cephesinde yeni bir şey yok, bir grup Alman erinin, Birinci Dünya Harbinde başlarından geçenleri anlatır. Dört tanesi okulu bitirir bitirmez askere alınmışlardır. Bunlar, Baumer, Kropp, Müler ve Leer’dir. Dört kişi de, onlardan daha yaşlım köylülerdir, Tjaden, Westhus, Detering ve Katozinsky. Hikayeyi Baumer anlatır. Hikaye harpteki bir erin başından geçen maceraları anlatır. Bunlar, eğitim, çarpışma, izin, kadınlar, mağlubiyet ve ölüm olarak özetlenebilir.
        İnsanlık Durumu
Çin 1927’de, fena halde bölünmüş bir ülkedir. On beş sene önce kurulan cumhuriyetin yerini bir generaller rejimi almıştır. Bu generallerden hiçbiri ülkede tam bir hakimiyet kuramasa da, her birinin üstünlük kurmasını engelleyebilmektedir. Ülkenin güneyinde Koumintang veya Milliyetçi Parti lideri Şan Kay-Şek hakimdir ve rejimini kuzeye doğru yaymaktadır. Şan Kay-Şek, Çin komünistlerinin ve onların Rus müşavirlerinin yardımlarını kabul etmiştir. Fakat Şan Kay-Şek Şanghay’ı ele geçirdikten sonra, bu müttefiklerine karşı cephe almıştır. İnsanlık Durumu, bu hadiseler ortasında geçen gelişmeleri anlatmaktadır.

        Ses Sese Karşı
Londra Tohumculuk ve Fiziki Yeterlilik Merkezi’nin küstahçasına mağrur müdürü, bir grup heyecanlı gence ve öğrenciye merkezi gezdirmektedir. Sene Ford’dan sonra 632’dir. Yeni Dünya’da zaman, Ford’un T modeli otomobilin kütlevi bir tarzda yapılmasına başlanmasıyla ölçülür. Bu merkezde insanlar, suni ilkah yolu ile kütlevi bir tarzda üretilir ve cemiyetin katı hiyerarşik düzenine uymaları için kimyevi metodlarla, fiziki bünyeleri geliştirilir.
Müdür cemiyet hedeflerine –Topluluk, Şahsiyet, İstikrar- ulaşacaksa, ferdi farklara yer yok der: insanlar cenin hallerinden itibaren, cemiyette alacakları yerlere göre şekillendirilir: Alfa Artı, oldukça zeki liderler, Epsilon eksi ahmaklar, pis işleri yapan kötü şekilli maymun gibi yaratıklar.
Kitap çeşitli ütopik olaylarla devam eder.
        Ekmek ve Şarap
İtalya 1935’te, Etiopya’ya harp ilan etmek üzeredir. Faşist hükümet, yönetimi tam manasıyla eline geçirmiş; bütün muhalefet susturulmuş veya yeraltına sürülmüştür. Rejimin bazı düşmanları yurt dışına kaçmışlar, bazıları kendi inanışlarını rejimin düşüncesiyle bağdaştırmışlar veya buna mecbur bırakılmışlardır.  Bu sonunculardan biri, Don Benedetto adında yaşlı bir papazdır. Önceleri bir öğretmendir, ancak rejimi açıktan açığa eleştirdiği için mesleğinden atılmıştır. Şimdi kız kardeşinin yanında bir emeklilik hayatı sürer; fakat rejimi hala tenkit ettiğinden dolayı kendisine şüpheli nazarla bakılır.
Müteakip hadiseler daha yumuşak bir tarzda cereyan etmişlerdir. Bazıları acındırıcı, bazıları da halk mizahı ile doludur.
        Bulantı
Roman Antonia Roquentin adında, arkadaşları, ailesi ve hatta bir işi bulunmayan yapayalnız bir entelektüelin günlük hatıraları şeklinde yazılmıştır. Onun hakkında sadece bir iki gerçek meydana çıkmaktadır.  Avrupa’da, Asya’da uzun uzun dolaşmış, Hindistan ve Çin-Hindinde arkeolojik araştırmalara katılmış, fakat sonunda bu tür faaliyetlerle ilgilenmemeye başlamıştır.
Roquentin’ in bu yalnız, kendisine yeterli hayatı, bulantı adını verdiği acıtıcı hücumlara maruz kalır. Sadece kendisinin hayatından değil, hayat denilen şeyden tamamiyle bıkmıştır. Kitabın sonunda ona ne olduğunu ise sadece tahmin edebiliyoruz.
        Yabancı
Yabancının merkezi karakteri , Mersault adında, Cezayir’de yaşayan bir gençtir. Babası ölmüştür ve annesi de bir huzurevinde yaşamaktadır. Sakin bir yaşamı olmasına rağmen bir gün tartıştığı bir Arap’ı öldürür. Ceza olarak giyotinle idamına karar verilir. İdamdan önce papaz yanına gelir. Ancak Mersault hiçbir dine inanmadığı için hayatın anlamsızlığını rahibe anlatır. Ona göre herkes bir gün öleceğinden huzura kavuşturulmayı istemediğini hiç pişmanlık duymadığı söyler. Ona göre bütün insanların hayatı manasızdır.
        1984
Winston Smith, 4 Nisan 1984 günü, Hakikat Bakanlığındaki içinin başından bir müddet için ayrılarak hatıralarını gizlice kaydetmek üzere evine gider. Birkaç gün öncesi, Mr.Charrington’ un eskici dükkanından, önceki yıllardan kalma güzel bir not defteri satın almıştır.
Winston Smith Londra’da oturur. Burası şimdi, İngiltere ile Kuzey ve Güney Amerika’yı ihtiva eden Okyanusya’nın bir parçası olan Hava Alanı Birin baş şehridir. Dünyanın öteki iki muazzam devleti Eurasia ve Eastasia gibi Okyanusya’da Ingsoc, yani İngiliz sosyalizminin prensiplerine sıkı sıkıya bağlı, değişmez totaliter bir polis devletidir. Kitap çeşitli ütopik olaylarla devam eder.
        Gün Ortasında Karanlık
Sene 1938. Moskova yargılanmaları senesi. 1905 ile 1917 ihtilallerine katılan; önceleri Parti Merkez Komitesi üyeliği, bir ihtilal ordusu kumandanlığı yapan ve devlet alüminyum inhisarını yürüten, uzak görüşlü ve bilgili bir adam olan ve kendisini kırk yıldır partiye adayan Rubaşov, kısa bir müddet önce tevkif edilmiştir.
Kitap yargılanma süreci ve sonunda idam edilişine kadar olan çeşitli olayları anlatır.
        Doktor Jivago
Moskovalı zengin bir işadamının oğlu olan Yuri Jivago, 1889’da doğmuştur. On yaşında iken annesi ölür. Birkaç sene sonra da, parasını kaybeden babası intihar eder. Başka bir aile onu öz çocukları gibi büyütür. Yirmi yaşında iken ailenin kızıyla evlenir ve bir kız çocuğu dünyaya gelir. Fakat 1924 yılında orduya alınmasıyla birlikte istikbal vaat edici hekimlik çalışmalarını bırakmaya mecbur kalır.
Harp bütün Rusya’yı sarar. Daha sonra harp ihtilale dönüşür. Moskova muhasara altındadır. Halk yokluk içinde yaşamaktadır. Daha sonra savaş sona erer , Jivago’nun ölümüne dek süren bazı olaylarla roman devam eder.
Roman genel olarak bakıldığında siyasal yönleri öne çıkan bir kitap olarak göze çarpmaktadır.
        Lord Jim
Tertemiz giyinen Jim, ilk bakışta Doğudaki limanların herhangi birinde çalışan bir katipten çok daha göz alıcıdır. Fakat küçük bir tekne ile limana giren gemilere yaklaşarak onlara günlük ihtiyaçlarını satmaktan ibaret olan bu liman katipliği işi, Jim’in mizacı ile bağdaşmaz. Bir müddet bu işi yaptıktan sonra, aniden ve esrarengiz bir şekilde deniz aşırı limanlardan birine gider.
Charles Marlow adındaki yaşlı denizci, bu esrarengiz görünüşlü, uzun boylu, sarışın İngiliz delikanlısının başından geçenlerle ilgilenir. Derken Jim’in de içinde bulunduğu bir gemi batma tehlikesi atlatır. Jim ve beraberindekiler tekneye atlayarak kurtulur. Ancak bu olaydan sonra yargılanırlar. Bu esnada birçok tartışma yaşanır. Daha sonra geminin batmak üzere iken Fransızlar tarafından kurtarıldığı anlaşılır. Mahkeme sona erer.
Jim Doğuya doğru bölgeden uzaklaşır. Kendisi için utanç verici bu durumun duyulmamasını istemektedir. Ancak olaylar beklediği şekilde cereyan etmez. Yerlilerle yaşanan bir sorun yüzünden tartışma çıkar. Marlow Jim’in ancak yerliler tarafından bu şekilde göğsünden vurularak öldürülmesiyle ruhunun temizleneceğine inanmaktadır.