1914’te Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na girdiği dönemde Almanya ekonomi bakımından olduğu gibi fikir bakımından da devlet üzerinde etkili olmaktaydı. Bu dönemde eğitimin ıslahı için Almanya’dan getirilecek profesörlerle üniversitelere takviye yapılmasına karar verilmişti. Ancak bu karara tıp ve hukuk camiasından şiddetli itiraz geldiği için daha ziyade bu takviyenin fen ve edebiyat alanlarında yapılmasına karar verilmişti. Aslında bu kararın nedeni fen ve edebiyat fakültelerinde alanının uzmanı, sözünü dinletebilen hocaların olmaması idi.
İşte bu dönemden bir yıl kadar sonra İstanbul yatılı liselerinden birinin müdürü olan 24 yaşında bir genç Edebiyat Fakültesi Felsefe Doçentliğine atanmıştı. Her Perşembe günü adet olduğu üzere O da diğer Öğretim Üyeleri gibi çay sohbeti için profesörler meclis odasına gitti. Kitabın yazarı M.Emin Erişirgil olan bu genç doçentin yanına kısa bir süre sonra İstanbul Üniversitesindeki ilk sosyoloji profesörü olan Ziya Gökalp geldi ve uzunca bir süre kendisiyle sohbet etti. Yazarın Ziya Gökalp ile ilk tanışması bu şekilde olmuştur.
Bir gazetede memurun oğlu olan Mehmet Ziya (daha sonra Gökalp) Diyarbakır'da doğmuştur. Derslerinde çok ön plana çıkmayan Ziya Gökalp aslında okuma ve öğrenme konusunda ileri seviyede bir kabiliyete sahipti. O zamanlarda babasının “Batı ve Doğu bilim adamlarının eserlerini okumak ve karşılaştırmak” sözleri Ziya Gökalp’i çok etkilemiş, o dönemden sonra bu nasihati kendine tam anlamıyla benimsemiştir.
Gençliğinde idadi’nin son sınıfındayken geçirdiği fikir bunalımı sonucu intihara teşebbüs etmiş, ancak kurşun alnının kemiğine saplanmış ve şans eseri hayatta kalmıştır. Bu olaydan bir yıl sonra İstanbul'a giderek Baytar Mektebine kaydını yaptırmıştır. Daha önce Jön Türklerin fikirlerinden etkilenen Gökalp, 1985 yılında İstanbul'da gizli bir örgüt olan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin üyesi olmuştur. 1900'de tutuklanarak 10 ay hapis yattıktan sonra şartlı tahliye edilerek Diyarbakır’a gönderilmiştir. Burada amcasının kızıyla evlenmiştir.
1908’de meşrutiyetin ilanında Diyarbakır’da İttihat ve Terakki adına Allah’ın kelamının ve Peygamberinin meşrutiyeti emrettiğini anlatmaya başlamış, 31 Mart vaka’sında Hareket Ordusu İstanbul’a girdikten bir süre sonra artık İstanbul’a gitmeye karar vermiştir. İstanbul’a geldikten sonra da İttihat ve Terakki’nin İstanbul Merkezi’nde çalışmalarına devam etmiştir. Daha sonra tekrar Diyarbakır’a dönmüştür. Buradayken İttihat ve Terakki’nin Selanik’teki toplantısına katılmış ve aşağıdaki hususları not almıştır;
1. Gençlere ferdi ve milli ahlak telkin etmek,
2. Bilhassa fikri kıymet taşıyan gençlere istidatlarına göre iş bulmak,
3. Gençleri devlet adamı, öğretmen, İttihat ve Terakki'nin ilkelerini yayan misyoner olarak yetiştirmek,
4. Fikir mabedi olan kulüplere özellikle İttihat ve Terakki kulübüne devama teşvik etmek,
5. Gençleri Avrupa'dan gelen türlü zararlı fikirlerden korumak,
6. Zeki gençleri, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin parasıyla Avrupa'ya gönderip öğrenim yaptırmak ve sonra onları İttihat ve Terakki kulüplerinin başına geçirmek,
7. Alim olacak kabiliyette olanlar için memleket konularını tetkik vasıtalarını sağlamak ve bunları Maarif Nezaretine tanıttırmak ve öğretmen, profesör vb. olarak vazife görmelerini kolaylaştırmak.
Bu fikirlerini hayata geçirmek üzere İttihat ve Terakki’nin Umum Merkezi Azası olarak Balkan Savaşı patlak verene dek Selanik’te kalmıştır. Sonrasında İstanbul’a gelmiştir. Bir süre kenar mahallelerde oturduktan sonra Büyükada’ya taşınmıştır.
Divan edebiyatı ve aruz vezni zevkinden kendini kurtaramadığı için bir gün Yahya Kemal’e:
Harabîsin, Harabati değilsin,
Gözün mazidedir, âti değilsin.
demiş, Yahya Kemal ise kendisine şu meşhur cevabı vermiştir:
Ne harabî, ne harabatiyim,
Kökü mazide olan âtiyim.
İstanbul Üniversitesinde doçent olarak görev yaptığı bu dönemde “Yeni Hayat” adlı mecmuayı akademisyen arkadaşlarıyla beraber maddi katkıda bulunarak çıkartmışlardır.
İttihat ve Terakki’nin kamuoyu desteği azalıyordu. Ancak bu dönemde Ziya Gökalp İttihat ve Terakki’nin çağdaşlaşma fikirlerine öncülük etmiş, çeşitli ortamlarda bunun savunuculuğunu yapmıştır. O dönemde Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın ortaya çıkmasının ardından aradaki fikir ayrılığını ortaya koyarak ve 14 Aralık 1911’de kaleme aldığı genelgeyle İttihat ve Terakki’nin ideolojisini ortaya koyma yolunda ilk adımı da atmıştır. Aslında İttihat ve Terakki’nin belli bir lideri yok ama liderleri vardı. Ziya Gökalp ise İttihat ve Terakki içindeki akımlardan birinin başında görünüyordu. O’nu sevmeyenler ise daha ziyade Avrupa hayranlarıydı.
Ziya Gökalp 1917’de İttihat ve Terakki’nin kongresinde bir rapor sunmuş, Şeyhülislam ve Evkaf Nazırını kabineden atmak gerektiği konusunda Talat Paşa ile mutabakata varmışlardır. Bu kongre esnasında kendisine muhalif olanlar bile fikirlerinde orjinallik olduğunu ifade etmişlerdir.
Birinci Dünya Savaşının 1918’de Mondros Mütarekesi ile sona ermesinin ardından fikirlerinden dolayı tutuklanarak Bekirağa bölüğüne, oradan da Malta’ya sürgün edilmiştir.
1921'de sürgünden döndükten sonra ailesiyle tekrar bir araya gelmiş ve bu sefer Mustafa Kemal taraftarı olarak Diyarbakır'a gitmiştir. Burada milli liderlere yol göstermek amacıyla sosyolojik makale serileri yazdığı “Küçük Mecmua”nın sorumlu müdürü olmuştur.
Kurtuluş Savaşı zaferle bittikten sonra Maarif Vekili kendisine Telif ve Tercüme Encümeni Başkanlığı teklif edilmiş, bu teklif üzerine Ankara’ya gelmiştir.
1923’te Diyarbakır’dan milletvekili seçilmiş ve Anayasa’nın hazırlanması çalışmalarına katılmıştır. Anayasanın laikliğe ait maddesi Ziya Gökalp’in kaleminden çıkmıştır.
Türk Medeni Tarihi’ni yazmaya başladıktan kısa bir süre sonra 24 Ekim 1924’te hayata gözlerini kapamıştır.
ziya gökalp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ziya gökalp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
12 Ocak 2014 Pazar
15 Şubat 2013 Cuma
Türkçülüğün Esasları, Ziya Gökalp
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları: Yazar eserinin birinci bölümün de tükçülüğün esaslarını; Türklük kavramını ,millet unsuru gibi temel hususları anlatmış ikinci bölümünde ise Türkçülüğün proğramı anlatılmıştır.Türkçülüğün yurdumuzda ortaya çıkmasından önce Avrupa'da Türklükle ilgili iki hareket oluştu. Bulardan birincisi Fransızca, Turquerte denilen. Türk hayranlığı'dır. Türkiye'de yapılan ipekli ve yün dokumalar, halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri, ciltçilerin, tezhipçilerin yaptıkları ciltler ve tezhipler, mangallar, şamdanla, vb. Gibi Türk sanat eserleri çoktan Avrupa'daki sanat severlerin dikkatini çekmişti. Bunlar, Türklerin eseri olan bu güzel şeyleri binlerce lira vererek toplarlar ve evlerinde bir Türk salonu veya Türk odası oluştururlardı. Bazıları da bunları başka milletlere ait güzel şeylerle birlikte, bibloları arasında sergilerdi.Avrupa ressamların Türk hayatıyla ilgili yaptıkları tablolar ile, şairlerin ve filozofların Türk ahlakını nitelemek amacıyla yazdıkları kitaplar da Turquerie'nin içine girerdi. Lamartine'in, Auguste Comte'un Pierre Laffite'in, Ali Paşa'nın özel sekreterleri olan Mismer'in, Pierre Loti'nin, Farrere'in Türklerle ilgili dostça yazıları bunların örneklerindendir. Avrupa'daki bu hareket tamamen Türkiye'deki Türklerin güzel sanatlardaki ve ahlaktaki yüksekliklerinin bir sonucudur.Avrupa'da otaya çıkan ikinci harekete de Türkiyat (Türkoloji) adı verilir. Rusya'da, Almanya'da, Macaristan'da, Danimarka'da, Fransa'da, İngiltere'de, birçok bilim adamları eski Türklere, Hunlara ve Moğollara ait tarihi ve arkeolojik araştırmalar yapmaya başladılar. Türklerin eski bir millet olduğunu oldukça geniş bir alanda yayılmış bulunduğunu ve çeşitli zamanlarda dünya egemenliğine yaraşır devletler ve yüksek medeniyetler kurduğunu meydana koydular. Gerçi bu sonuncu araştırmaların konusu Türkiye değil, eski Doğu Türkleri idi. Fakat, birinci hareket gibi, bu ikinci hareket de yurdumuzdaki bir takım fikir adamlarının ruhuna etkisiz kalmıyordu.
Yazar Türkçülüğün yerleştirilmesinde emek veren yazarlardan ve ulu önder M.Kemel Atatürk’ten şöyle bahseder;
Yakıp Kadri, Yahya Kemal, Falip Rıfkı, Refik Halit, Reşat Nuri, Beyler gibi yazarlar ve Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Hikmet Nazım, Vala Nurettin beyler gibi şairler yeni Türkçe'yi güzelleştirdiler. . Müfide Ferit Hanım da, gerek değerli kitaplarıyla, gerek Paris'teki yüksek konferansları ile Türkçülüğün yükselmesine büyük emekler harcadı.Türkçülük dünyası bugün o kadar genişlemiştir ki, bu alanda çalışan sanatçılarla bilim adamlarının isimlerini saymak ciltlerle kitap gerektirir.
Türkçülüğe ait bütün bu hareketler verimsiz kalacaktı, eğer Türkleri Türkçülük ideali çevresinde birleştirerek büyük bir yok oluş tehlikesinden kurtarmayı başaran büyük bir dahi ortaya çıkmasaydı. Bu büyük dahinin adını söylemeğe gerek yok. Bütün dünya, bugün Gazi Mustafa Kemal Paşa adını kutlu bir kelime sayarak, her an saygıyla anmaktadır. Eskiden Türkiye'de. Türk milleti hiç bir önemli yere sahip değildi. Bugün, her hak Türk'ündü. Bu topraktaki egemenlik Türk egemenliğidir. Politikada kültürde, ekonomide hep Türk halkı egemendir. Bu kadar esin ve büyük inkılabı yapan kişi Türkçülüğün en büyük adamıdır. Çünkü, düşünmek ve söylemek kolaydır. Fakat, yapmak ve özellikle başarı ile sonuçlandırmak çok güçtür.
Yazar milleti çeşitli kavramlara göre (coğrafya ,politik ,ferdiyetçi…gibi çeşitli hususlara göre incelemiş en son aşağıdaki sonuca ulaşmıştır:
O halde, millet nedir? Irka, kavme, coğrafyaya politikaya ve iradeye ait güçlere üstün gelecek ve onları egemenliğine alabilecek başa ne gibi bir bağımız var?Sosyoloji ispat ediyor ki, bu bağ terbiyede, kültürde, yani duygularda ortaklıktır. İnsan en samimi, en içten duygularını ilk terbiye zamanlarında alır. Ta beşikte iken, işittiği ninnilerle ana, dilinin etkisi altında kalır. Bundan dolayıdır ki, en çok sevdiğimiz dil, ana dilimizdir. Ruhumuzu oluşturan bütün din, ahlak ve güzellik duygularımızı bu dil aracılığıyla almışız. Zaten ruhumuzun sosyal duyguları, bu din, ahlak ve güzellik duygularından ibaret değil midir? Bunları çocukluğumuzda hangi toplumdan almışsak sürekli o içinde daha büyük bir imkanla yaşamamız mümkün iken, toplumumuz içindeki fakirliği ona tercih ederiz. Çünkü dostlar içindeki bu fakirlik, yabancılar arasıdaki o zenginlikten daha fazla bizi mutlu ede. Zevkimiz, vicdanımız, özleyişlerimiz, hep içinde yaşadığımız, terbiyesini aldığımız toplumdur. Bunların yankısını ancak o toplum içinde işitebiliriz.Ondan ayrılıp ta başka bir topluma katılabilmemiz için, büyük bir engel vardır. bU engel, çocukluğumuzda o toplumdan almış olduğumuz terbiyeyi ruhumuzdan çıkarıp atmanın mümkün olmamasıdır. Bu mümkün olmadığı için, eski toplum içinde kalmak zorundayız.Bu açıklamalardan anlaşıldı ki, millet, ne ırkın, ne kavmin, ne coğrafyanın, ne politikanın ne de iradenin belirlediği bir topluluk değildir.Millet, dilce, dince, ahlakça ve güzellik duygusu bakımından ortak olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan, bir topluluktur. Türk köylüsü onu (dili dilime uyan, dini dinime uyan) diyerek tarif eder. Felekten de bir adam, kanca ortak olduğu insanlardan çok dilde ve dinde ortak olduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü, insani karakterimiz bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddi becerilerimiz ırksızımdan geliyor,manevi becerilerimizde terbiyesini aldığımız toplumdan geliyor. Büyük İskender diyordu ki;"Benim gerçek babam Filip değil,Aristo'dur. Çünkü birincisi maddi varlığımın, ikincisi manevi varlığımın meydana gelmesine neden olmuştur." İnsan için, manevi varlık, maddi varlıktan önce gelir. Bu bakımdan,milliyette soy kütüğü aranmaz. Yalnız, terbiyenin ve idealin milli olması aranır. Normal bir insan, hangi milletin terbiyesini almışsa, ancak onun idealine çalışabilir. Çünkü ideal bir heyecan kaynağı olduğu içindir ki aranır.halbuki, terbiyesiyle büyümüş bulunmadığımız bir toplumun ideali ruhumuza asla heyecan veremez. Aksine, terbiyesini almış olduğumuz toplumun ideali ruhumuzu heyecanlara boğarak mutlu yaşamamıza neden olur.İnsan, terbiyesiyle büyüdüğü toplumun ideali uğruna hayatını feda edebilir. Halbuki zihnen kendisini bağlı sandığı bir toplum uğruna ufak bir çıkarını bile feda edemez. Kısaca insan, terbiyece ortak olmadığı , bir toplum işinde yaşarsa, Mutsuz olur. Bu düşüncelerden çıkaracağımız pratik sonuç şudur; yurdumuzda bir zamanlar dedeleri Arnavutluk'tan veya zamanlar dedeleri Arnavutluk'tan veya Arabistan'dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunların Türk teri beysiyle büyümüş ve Türk idealiyle çalışmayı alışkanlık haline getirmiş görürsek, diğer milletdaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız.. Yalnız iyi günlerimizde değil, kötü günlerimizde de bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz? Özellikle bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakarlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler vermiş olanlar varsa, nasıl olurda bu fedakar insanlara (siz Türk değilsiniz) diyebiliriz. Gerçi atlarda soy aramak gerekir. Çünkü, bütün üstünlükleri içgüdüye dayandığı ve bunlar kalıtım yoluşla geldiği için, hayvanlarda ırkın büyük bir önemi vardır. İnsanlarda ise, ırkın sosyal niteliklere hiç bir etkisi olmadığı için, soy aramak doğru değildir. Bunun tersi bir yol tutacak olursak memleketimizdeki aydınların ve fikir savaşçılarının birçoğunu feda etmek gerekecektir. Bu durum doğru olmadığından, (Türküm) diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türlüğe ihaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başak çare yoktur.
Diyerek millet kavramını açıklamıştır.
Milli kültür ve medeniyet kavramlarını şöyle açıklamıştır: Milli Kültür (Hars) ile medeniyet arasında hem birleşme noktası, hem de ayrılık noktaları vardır. Mili kültür ile medeniyet arasındaki birleşme noktası, ikisinin de bütün toplumsal hayatları içine almasıdır. Toplumsal hayatlar şunlardır; Din, ahlak, hukuk, akıl, estetik, ekonomi, dil ve fen ile ilgili hayatlar. Bu sekiz türlü hayatın bütününe milli kültür adı verildiği gibi medeniyet de denilir. Şimdi, milli kültür ile medeniyet arasındaki ayrılıkları, farkları arayalım:Birinci olarak, kültür milli olduğu halde, medeniyet milletlerarasıdır. Kültür, yalnız bir milletin din, ahlak, hukuk, akıl, estetik,dil ekonomi ve fen hayatlarının uyumlu bir bütünüdür. Medeniyet ise, aynı gelişmişlik düzeyine sahip birçok milletlerin sosyal hayatlarının ortak bir bütünüdür. Mesela, Avrupa milletleri arsında ortak bir Batı medeniyeti vardır.Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve bağımsız olmak üzere bir İngiliz kültürü, bir Fransız kültürü, bir Alman kültürü v.d. barınmaktadır.İkinci olarak, medeniyet, yöntem aracılığıyla ve ferdi iradelerle oluşan sosyal olayların bütünüdür. Mesela din ile ilgili bilgiler ve bilimler yöntem ve irade ile oluştuğu gibi, ahlak, hukuka güzel sanatlara, oluştuğu aklın fonksiyonlarına, dile ve fenlere ait bilgiler ve teoriler de hep fertler tarafından yöntem ve irade ile oluşturulmuşlardır. Bundan dolayı aynı medeniyet dairesi içinde bulunan bütün bu kavramların, bilgilerin ve bilimlerin toplamı medeniyet dediğimiz şeyi meydana getirir.
Batı medeniyetinin her yerde doğu medeniyetinin yerine geçmesi doğal bir kanun olunca, Türkiye'de de böyle olması zorunlu idi. O halde Doğu medeniyeti dairesinde bulunan Osmanlı medeniyeti ister istemez ortadan kalkacak, onun yerine bir taraftan İslam diniyle beraber bir Türk kültürü, diğer taraftan da Batı medeniyeti geçecektir. İşte Türkçülüğün görev bir taraftan yalnız hak arasında kalmış olan Türk kültürünün arayıp bulacak, diğer taraftan Batı medeniyetini tam ve canlı bir biçimde alarak milli kültüre aşılamaktadır.
Tanzimatçılar, Osmanlı medeniyetini Batı medeniyetiyle uzlaştırmağa çalışmışlardı. Oysa ki iki zıt medeniyet yanyana yaşayamazlar; sistemleri birbirine aykırı olduğu için, ikisi de birbirini bozmağa neden olur. Mesela, Batı'nın müzik tekniği ile Doğu'nun müzik tekniği birbiriyle uzlaşmaz. Batı'nın deneysel mantığı ile Doğunun iskolastik mantığı birbiriyle barışamaz. Bir millet ya Doğulu olur, ya Batılı olur. İki dinli bir fert olmadığı gibi, iki medeniyetli bir millet de olamaz. Tanzimatçılar, bu noktayı bilmedikleri için yaptıkları yenilik hareketinde başarı sağlayamadılar.
Türkçülere gelince, bunlar esasen Bizanslı olan Doğu medeniyetini büsbütün bırakarak Batı medeniyetini tam bir biçimde almak istediklerinden, girişimlerinde başarılı olacaklardır. Türkçüler tamamıyla Türk ve Müslüman kalmak şartıyla, batı medeniyetine tam ve kesin bir biçimde girmek isteyenlerdir. Fakat, batı medeniyetine girmeden önce, milli kültürümüzü arayıp bularak milli kültürümüzü ortaya çıkarmamız gerekir.
Yazar işgal yıllarında İngilizleri gözlemleyerek medeni ahlaklarının düşük ama vatani ahlaklarının yüksek olduğunu belirtmiştir.Aynı hususun bizde tersi olduğunu özellikle çok vatan haini çıkmasından dolayı vatani ahlakın düşük esas önemli unsurun vatani ahlak olduğunu belirtmiştir.Bu hususla ilgili olarak vatan sevgisini şöyle açıklamıştır:
Vatani ahlakın yüksel olması, milli dayanışmanın temelidir. Çünkü vatan, üstünde oturduğumuz toprak demek değildir. Vatan, milli kültür dediğimiz şeydir ki üstünde oturduğumuz toprak onun ancak dış görünüşünden ibarettir. Ve onun dış görünüşü olduğu içindir ki kutsaldır . Demek ki vatan; din, ahlak ve estetik güzelliklerin bir müzesidir, bir sergisidir. Vatanımızı içten gelen bir aşkla sevmemiz, bu içten güzelliklerin ürünü olduğu içindir. O halde, milli kültürümüzü bütün güzellikleriyle ne zaman meydana çıkarırsak, vatanımızı en çok o zaman seveceğiz ve bu kadar şiddetle seveceğimiz o sevimli vatan uğruna, şimdiye kadar yaptığımız gibi, yalnız tehlike zamanlarında hayatımızı değil, barış zamanlarında da bütün şahsi ve toplum tutkularımızı feda edilebileceğini belirtmiştir.
Ziya Gökalp Türklerin esas dilinin İstanbul Türkçesi olduğunu belirtmiştir . Bunun ise konuşulan fakat yazılmayan İstanbul lehçesi ,diğeri de konuşulmayan fakat yazılan Osmanlıca olmak üzere iki dili olduğunu ve eserinde, bu ikilemin çözümünü şöyle anlatmaktadır:
‘’O halde, yalnız bir seçenek kalıyor; Konuşma dilini yazarak yazı dili haline getirmek! Zaten halk yazarları bu işi eskiden beri yapıyorlardı. Osmanlı edebiyatının yanında, halk diliyle yazılmış bir Tür edebiyatı altı, yedi yüzyıldan beri vardı. Demek ki, dil ikiliğini kaldırmak için, yeniden hiçbir şey yapmağa gerek yoktu. Osmanlı dilini hiç yokmuş gibi bir tarafa atarak, halk edebiyatına temel görevi gören Türk dilini olduğu gibi milli dil saymak yeterli idi: işte Türkçüler, dilimizdeki ikiliği kaldırmak için, şu prensibi kabul etmekle yetindiler: İstanbul halkının ve özellikle İstanbul hanımlarının konuştukları dili yazmak. Böylelikle yazılacak olan İstanbul konuşma diline yeni dil sonar güzel Türkçe, daha sonra Türkçe adları yeni verildi ‘’
Ziya Gökalp Türklük Ahlakını;kişisel ahlak, medeni ahlak aile ahlakı,cinsel ahlak,gelecekteki aile ahlakı , gibi kavramlarla açıklamıştır.Milletlerarası Ahlakı şöyle izah etmiştir:
Fertlerin birbirine karşı iyilik sever ve iyilik yapar olması "medeni ahlak" adını aldığı gibi, milletlerin birbirlerinin iyiliklerini istemesine ve birbirlerine iyilik yapmasına da "milletlerarası ahlak" adı verilir. Eski Türklerin yenilmiş milletlere sonradan kapitülasyon adıyla başına bela olan olağanüstü ayrıcalıklar sunmaları Türk kültüründeki milletlerarası birlik fikrinin bir sonucudur. Gelecekte, Milletler topluluğu şimdiki gibi yalandan değil, gerçekten oluşursa bunun en içten üyesi hiç kuşkusuz Türkiye devleti ve Türk milleti olacaktır. Çünkü geleceğe ait bütün gelişmeler, tohum halinde Türk'ün eski kültüründe vardır.Özetle, her milletin yeryüzünde gerçekleştirdiği tarihi ve medeni bir misyonu vardır. Türk milletinin misyonu ise, ahlakın en yüksek erdemlerini gerçeklik alanına çıkarmak, en olamaz sanılan fedakarlıkların ve kahramanlıkların olabildiğini kanıtlamaktır.
Hukuk alanında Türkçülüğü:Özetle bütün yasalarımızda hürriyete, eşitliğe ve adalete aykırı ne kadar kural ve teokrasi ile klerikalizme ait ne kadar izler varsa hepsine son vermek gerektiğini belirtmiştir.Din alanında Türkçülüğü ise:
Türkçülük, din kitaplarının ve hutbelerle vaazların Türkçe olması demektir. Bir millet, din kitaplarını okuyup anlayamazsa, doğaldır ki, dinin gerçek niteliğini öğrenemez. Hatiplerin vaizlerin ne söylediklerini anlamadığından ibadetlerden de hiç bir zevk alamaz. İmam-ı Azam hazretleri, hatta, namazdaki surelerin bile milli dilde okunmasının dince sakıncalı olmadığını söylemişlerdir. Çünkü ibadetten alınacak dini heyecan nacak okunan duaların tamamen anlaşılmasına bağlıdır. Türklerin namazdan aldıkları yüksek zevkin bir bölümü de yine ana dille söylenen ve mırıldanılan ilahilerdir. Özellikle teravi namazlarını canlandıran etken şiir ile musikiyi birleştiren, Türkçe ilahilerdir. Ramazanda ve diğer zamanlarda Türkçe söylenen vaazlar da halkta dini duygular ve heyecanlar uyandırırlar.Türklerin en çok heyecan aldıkları ve zevk duydukları bir dini tören daha vardır ki, o da Mevlit-i Şerif okunmasından ibarettir. Şiir ile musikiyi ve canlı olayları bir araya getiren bu tören dine sonradan eklenen bir biçimde ortaya çıkmakla beraber en canlı dini törenler sırasına geçmiştir. İşte bu örneklerden anlaşılıyor ki, bugün Türlerin ara-sıra dini bir hayat yaşamasını sağlayan etkenler dini ibadetlerin arasında, eskiden beri Türk diliyle yapılmasına izin verilen törenlerin var olmasıdır. O halde, dini hayatımıza daha büyük bir heyecan ve iç huzuru vermek için gerek tilavetler1 dışarıda kalmak üzere Kur'an-ı Kerim’in ve her türlü ibadetin Türkçe yapılmasını belirtmiştir.Şeklinde açıklamıştır.
Yazar genel olarak ekonomik ,politik gibi diğer alanlarda da yukarda ki hususlara benzer düşünmüş Türkçülük felsefesini şöyle izah etmiştir:
Felsefe, maddi ihtiyaçların gerektirmediği ve zorlamadığı çıkarsız kinsiz karşılıksız bir düşünüştür. Bu tür düşünüşe "spekülasyon" adı verilir. Biz, buna, Türkçe'de "muakale" adını veriyoruz. Bir millet, savaşlardan kurtulmadıkça ve ekonomik bir huzura ulaşmadıkça, içinde spekülasyon yapacak fertler yetişemez. Çünkü spekülasyon yalnız düşünmek için düşünmektir. Halbuki, bin türlü derdi olan bir millet; yaşamak için, kendini savunmak için, hatta yemek yemek ve içmek için düşünmek zorundadır. Düşünmek için düşünmek, ancak bu hayati düşünüş ihtiyaçlarından kurtulmuş olan ve çalışmadan yaşayabilen insanlara nasip olabilir. Türkler, şimdiye kadar böyle bir huzur ve rahata eremedikleri için, içlerinde hayatını spekülasyona adayabilecek az adam yetiştirebildi. Bunlar da, düşünüş yollarını bilmediklerinden, ideallerini iyi yönetemediler. Çoğunlukla dervişlik ve kalenderlik çıkmazlarına saptılar. Türkler, maddi silahların, manevi değerleri hükümsüz bıraktığı son yüzyıla gelinceye kadar, Asya'da Avrupa'da, Afrika'da bütün milletleri yenmişler, egemenlikleri altına almışlardı. Demek ki Türk felsefesi, bu milletlere ait felsefelerin hepsinden daha yüksekti. Bugün de öyledir. Yalnız şu var ki, bu gün maddi medeniyet bakımından ve maddi silahlar dolayısıyla Avrupalı milletlerden gerideyiz. Medeniyetçe onlara eşit olduğumuz gün, hiç şüphesiz dünya egemenliği yine bize geçecektir. Mondros'ta esir bulunduğumuz zaman, orada kamp komutanı olan bir İngiliz şu sözleri söylemişti; "Türkler, gelecekte, yine cihangir olacaklardır."Görülüyor ki, Türklerde, yüksek felsefe ileri gitmiş olmamakla beraber, halk felsefesi oldukça yüksektir. İşte felsefede Türkçülük, Türk halkındaki bu milli felsefeyi arayıp meydana çıkarmaktır.Ey, bugünün Türk genci! Bütün bu işlerin yapılması, yüzyıllardan beri seni bekliyor.Şeklinde açıklamıştır.
Osmanlı Devleti, bügükü Amerika Birleşik Devletleri gibi bir milletler sistemiydi ve aslî unsurunu herhangi bir millet oluşturmuyordu. Bir çok milletten oluşan bu sistem yıkılma noktasına geldiğinde, fikri anlamda birçok kurtuluş reçetesi ve oluşumu ortaya çıkmıştır. Bunların en başlıcaları, Osmanlıcılık, İslamcılık, Türçülük ve değişik batılı devletlerin himayesinde mandacılıktır.
Bütün bunların yanında, Kurtuluş savaşına karar veren, planlayan, kazanan ve Türkiye Cumhuriyetini kuran Atatürk’ ün önderliğinde Türk halkı olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devletin’ den farklı olarak üniter yapıya sahiptir ve aslî unsuru Türk halkıdır.
Osmanlı Devleti’ nin en sancılı ve yıkılmaya yüz tuttuğu dönemde (1876) dünyaya gelen ve Türkiye Cumhuriyeti’ nin kurulmasını müteakip (1924) vefat eden Ziya GÖKALP, bir sosyolog olarak, emperyalizmden kurtulmanın ve çağdaşlaşmanın esas unsuru olarak her alanda (sosyal, ekononomik, kültürel, siyasî, dinî, ahlakî, felsefî) millileşmenin, yani Türkleşmenin ve Türkçülüğün ana gaye olduğunu tespit etmiştir. Bu konudaki esasları belirlerken uzak ve yakın tarihin etkisi kapsamında başlıca üç unsurdan etkilenmiştir. Bunlardan birincisi, Orta Asyadaki Oğuz Türklerinin sosyal yapısı ve kültürü, ikincisi Osmanlı Devletin’de, daha doğrusu Osmalıcılıkta ve İslamcılılıkta yapılan hatalar ile Osmanlı sistemi içinde Türk olmanın önemsizliği, üçüncüsü ise İttihat ve Terakkiçilerin Türkçülük adına yaptıkları yanlış tespit ve uygulamalar. Bütün bunların, yazarın eserini oluşturmasına esas teşkil etmiş olduğunu değerlendirmekteyim.
Eserde, Türkçülüğün felsefesi ve doktirini orta konulmakta, aslî unsuru Türk olan bir devlet yapısının nasıl olması geretiği anlatılmaktadır. Konunun sosyal felsefesi, esasları ile beraber yol haritası çıkarılmak istenmiş, Türk kim dir? Kim değildir? Soruları cevaplanmış, Türkçülüğün ne olması, ne olmaması gerektiği vurgulanmıştır. Devlet ve millet hayatını oluşturan (sosyal,ekonomik, siyasî, hukuki, güzel sanatlar vs.) bütün çerçevelerin Türkleşmesi anlatılmıştır. Milleti oluşturan unsurlar; dil, mefkûre, din, ahlak ve terbiye birliği olarak tanımlamıştır. Burada önemli olan husus, Ziya Gökalp’ in milleti oluşturan konular arasında “ırk birliğini” almamış olmasıdır.
Dil konusu üzerinde gösterdiği hassasiyet ve belirlediği esasların o günlerden bu günlere kadar olan çalışmaların temelini oluşturduğunu, “...konuşma dilini (Türkçe’yi) yazarak, yazı dili haline getirmek” prensibinin çok yerinde bir tespit olduğunu değerlendirmekteyim.
“Hiçbir medeniyet hiçbir dine nispet edilemez. Bir Hıristiyan medeniyeti olmadığı gibi bir İslam medeniyeti de yoktur.” diyerek, batılaşmanın hıristiyanlaşma olmadığını belirtmesinin, bu konuda belirlediği esasların halk nezdinde de kabul görmesinde önemli bir etken olduğunu düşünmekteyim.
Yazarın belirtmiş olduğu bütün esaslar bir bakıma teorik (nazarî ) ve pratik (amelî) şu iki prensip ışığı altında şekillenmektedir. Bunlar:
Nazarî olarak, “Türkçülüğün vazifesi, bir taraftan yalnız halk arasında kalan Türk harsını arayıp bulmak, diğer taraftan batı medeniyetini tam ve canlı bir surette alarak millî harsa aşılamaktır.
Bunu gerçekleştirme vasıtası ve pratik programın ana prensibi olarak da, “Halka doğru gidecek olanlar, yüksek bir tahsil ve terbiye gören seçkinlerdir. Çünkü seçkinler medeniyet görmüş ancak harstan nasibini almamışlardır. Bunlar halktan harsi bir terbiye almak ve halka medeniyet götürmek için halka doğru gideceklerdir.” diyerek aydınları görmektedir.
Sonuç olarak eserde, Türk halkının harsının (millî kültürünün) Türk aydını tarafından, Batı medeniyeti içinde muasırlaştırılmasının, Türkçülüğün esasını oluşturtğunu değerlendirmekteyim.
Etiketler:
dil,
Felsefe,
inceleme,
kültür,
siyaset,
sosyoloji,
tarih,
türkçülüğün esasları,
ziya gökalp
1 Mart 2012 Perşembe
Limni ve Malta Mektupları, Fevziye Abdullah Tansel
Limni ve Malta Mektupları, Fevziye Abdullah Tansel, Türk Tarih Kurumu,1989, Ankara
Ziya Gökalp'in1919-1921 yılları asında sürgüne gönderildiği Limni ve Malta’dan eşine ve çocuklarına yazdığı mektuplarda, büyük düşünürün bir eş ve bir baba olarak; dünya görüşü, hayat felsefesi ve insani yönü anlatılmaktadır.
Ziya Gökalp külliyatı üç cilt olarak yayımlanmıştır. Birinci cildi ‘’Şiirler ve Halk Masalları’’, ikinci cildi ‘’Limni ve Malta Mektupları’’ son cildi ise büyük düşünürün dergi ve gazetelerde çıkan çeşitli ilmi araştırmalarını kapsamaktadır. Limni ve Malta Mektupları isimli ikinci ciltte Ziya Gökalp’in 572 mektubu yer almaktadır. Bu mektupların tamamı sürgün yılları süresince eşi Vecihe Hanım ile kızları Seniha, Hürriyet ve Türkan hanımlara yazdığı mektupları ihtiva etmektedir.
Yazar Fevziye Abdullah Tansel, büyük Türk düşünürü Ziya Gökalp hakkında bazı hatıralarını kitabın başında kısa da olsa sunarak büyük düşünürün dünya görüşünü, hayat felsefesini, insani yönünü, en önemlisi de vatanına ve Türk milletine olan sevgisi ile bitmek bilmeyen güvenine dikkat çekmeye çalışmıştır.
Sıkılgan bir çocuk kadar mahcup, sessiz ve mütevazi olan Gökalp, sevdiği arkadaşlarının samimi çevresinde büsbütün başka bir kişilik alır, canlanır, neşelenir, uzun münakaşalara ve izahlara girişir, zarif şakalardan da geri kalmazdı. Resmi ve kalabalık ortamlarda, o kadar sessiz ve durgun olan Gökalp’in coşkun ve idealist ruhu, samimi mizacı ve geniş bilgisi özellikle dostlar arasındayken kendini göstermektedir. Yazara göre; bu meclislerde bulunmayarak onunla yalnız genel toplantılarda beraber olanların Ziya’yı anlamalarına imkan yoktur. Çünkü Ziya samimi dostlar meclisinin dışında bir köşeye çekilip, lakırdıya karışmamış, kendisine sorulan saçma sapan şeylere de bir iki kelime ile cevap vermekle yetinmiştir.
Ziya Gökalp'in, günlük sıradan siyasetle ve şahıslarla hiçbir alakası yoktur. Yanında bu türlü meseleler konuşulduğu zaman hiç hoşlanmaz, hatta sinirlenirdi. Memlekete ait bütün ideolojik meselelere, ilim ve sanat konularına, içtimai hayatta yapılması zaruri her türlü inkılaplara oldukça ilgi duyan Ziya Gökalp, bunlar dışındaki basit mevzulara, dedikodulara, günlük olaylara hiç önem vermez, onlarla hiç meşgul olmazdı. Kuvvetli bir hafızaya, Şark ve Garb'a ait geniş ve sağlam bilgilere, çok etraflı sosyolojik bilgiye sahip olan Ziya Gökalp’in her şeyden önce büyük bir sistemcilik kabiliyeti vardı.
SÜRGÜN HAYATI VE MEŞGULİYETLERİ
30 Ekim1918'de Mondros'ta imzalanan ve 2 Kasım'da ordulara tebliğ edilen mütarekeden üç ay sonra, İstanbul'un ingilizler tarafından işgali sırasında İttihatçılarla beraber, Ziya Gökalp de tutuklanmıştır. Düşünürümüz, tutuklanışını mektuplarında anlatırken; İstanbul’daki İngiliz hafiyelerinin, İngiliz memurlarına verdikleri jurnaller üzerine Malta'ya sürüldüklerini ifade etmektedir.
Gökalp'in mektupları, tevkifini, Limni ve Malta'ya sürülmesini, sürgünlük hayatını hangi esir kamplarında geçirdiğini, buralarda ne kadar sürelerle kaldığını aydınlattığı gibi, bu sırada ailesinin ve kendinin maddi durumları, tutukluluk hayatında başlıca meşguliyetlerinin neler olduğu, bu felaket devresindeki ruh hali hakkında da önemli bilgiler vermektedir.
GÖKALP’in iki yıl kadar süren sürgün hayatının acılarını hafifletmek için kendisini nasıl teselli ettiği, nelerle meşgul olduğu konusunda, sürgün süresince yazdığı mektupları, bize tatmin edici bilgi ve malzemeyi vermektedir. Büyük düşünürün ailesine yazdığı mektuplarında sürgün yılları süresince; kitaplar okuduğu, yazacağı eserler için notlar aldığı, sürgünde bulunanlarla aralarında tertipledikleri toplantılara katıldığı, felsefe konusunda konferanslar verdiği, zaman zaman da, içinde bulunduğu durumun üzüntülerini unutmak için geçmiş günlerin hatıralarına gömüldüğü veya geleceğe ait hayaller kurarak kendini avuttuğu anlaşılmaktadır. Bunlardan başka tatlı bir meşguliyeti de; kendisine gelen mektupları okumak ve ailesine mektup yazmaktır.
Gökalp, Limni'ye gittikten hemen sonra, 6 Haziran 1919 tarihli mektubunda eşinden, kitapları arasında bulunan İngilizce okuma ve lügat kitapları ile Fransızca romanlar göndermesini istemiştir. Memleketimizdeki neşriyatı da takip etmeye çalışmış; Akşam, Vakit, Yeni gün, Cumhuriyet, Türk Dünyası gazetelerini, Türk Yurdu, Millî Tetebbûlar, İnci, Şâir, Büyük Mecmûa, Diken vb. mecmualar ile Prof. Fuad Köprülü'nün Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflarımız isimli eserini İstanbul’dan getirtmiştir. Esaret hayatının sonlarına doğru ise sinir hastalıkları hakkında kitaplar ile bol miktarda roman okumuştur. Büyük düşünür mektuplarında; ciddi şeylerle uğraşmaya ruhunun tahammülü kalmadığını, sürgünlük devresinde roman ve sinemanın hayat sahneleri arzettiğini yazıyor ve "İlmi kitaplardan sıkılıyorum, ilim ile uğraşırken, zihin bir taraftan mantıkın, bir taraftan da vakıaların ve tecrübelerin esareti altında kalır. Bu maddi esaret içinde, bir de zihni esarete tahammül edemez. Roman ise, muhayyelenin serbest mahsülü olduğu için, ruha bir hürriyet dünyası gibi görünür.‘’ cümleleriyle, niçin roman okuduğunu sosyal ve psikolojik sebeplere bağlayarak izah etmektedir.
Gökalp'e, esirlik hayatının acılarını unutturan diğer önemli meşguliyet de, aralarında tertipledikleri alaturka mûsikî konserlerini dinlemek, konferanslar vermek, veya başkalarının konferanslarını takip etmektir. Büyük düşünür, mûsikî müsâmerelerinin verildiği yerin adını ‘’Tekye’’ olarak kaydediyor. Eskiverdala’ dan yazdığı 15 ve 22 Aralık 1919 tarihli mektuplarında, "Tekye'de cuma akşamları mûsikî dinliyoruz. Konferans salonumuz gayet geniş. Konferanslara da devam ediyoruz. Tekye'de mûsikî müsâmereleri devam ediyor, vakit süratle geçiyor. Burada vaktimi yine dersler ve konferanslar vermekle geçiriyorum.’’ şeklindeki ifadeleriyle, zamanını dolu dolu yaşadığını anlatmaktadır.
Büyük Düşünür, sürgünde olduğu yerlerde kendisini Darülfünun’ da gibi hissederek, başına birçok tutuklu vekilleri, komutanları, mebusları toplayarak; felsefe ve içtimaiyat dersleri vermektedir. Çürüksulu Mahmut Paşa’dan başlayarak, Mersinli Cemal Paşa'ya kadar bütün yaşlı-başlı devlet ricali, meşhur kumandanlar, ellerinde birer defter ve kalem, üstadın etrafına toplanırlar ve haftalarca, bu derslere devam ederlerdi.
RUH HALİ
Sıkılgan bir çocuk kadar mahcup, sessiz ve mütevazi olan düşünür, sevdiği arkadaşlarının yanında büsbütün başka bir kişilik alır, canlanır, neşelenir, uzun münakaşalara ve izahlara girişirdi. Fakat sıradan siyaset hadiseleriyle ve şahıslarla hiçbir alakası yoktu. Yanında bu türlü meseleler konuşulduğu zaman hiç hoşlanmaz, hatta sinirlenirdi. Bu sebeple sürgünlük hayatında, herkesin arasında yaşadığı halde, bazen yalnızlığa bürünerek kendi tabiriyle ‘’halvet der-encümen’’ bir ömür geçirmiştir. "Herkesle konuşurum; fakat dedikodularına ortak olmam; fakat bazen kulaklarım da yorulur. Bundan dolayı yalnız gezmek bana bir sükûnet veriyor. Sinemaya gidiyorum. Bahçelerde dolaşıyorum. Bazen da bir gazinoda bir köşeye çekilerek soğuk yahut sıcak bir şey içiyorum" diyerek bazı zamanlarda kendine göre toplumdan uzak yaşamayı ve düşünmeyi sevdiğini anlatmaktadır.
YEŞİLKÖY HULYASI
Gökalp sürgünlük hayatının yedinci ayından itibaren düşüncesinde bir ‘’Yeşilköy hulyası’’ yaratmıştır Gökalp'in düşüncelerinde, bu Yeşilköy hülyası gittikçe zenginleşmiştir. Kitap okuma, mektup yazma ve ders zamanlarının dışında bir köşeye çekilerek, hayalindeki bu Yeşilköy'de yaşar, eşi ve kızlarına yazdığı mektuplarda da ;"Hülya benim için en güzel sinemalardan, tiyatrolardan daha zengin. bütün sahnelerde hep sizi görürüm. Sonra, köylerde geçirdiğimiz müşterek ömürleri seyrederim.’’ diyerek, bu düşüncelerini ailesiyle paylaşmaktadır.
MEKTUP YAZMAK
Büyük düşünür, özellikle kızlarına yazdığı mektuplarda; mektuplaşmak yolu ile de ders alınabileceğini ve bu usulde daima soru sormak gerektiğini anlatmıştır. Gökalp ailesine yazdığı mektuplarında; insanın zihninde kendi kendine çözemediği konuları sorarsa, alacağı cevapların çok faydalı olacağını uzun uzun açıkladıktan sonra, kendisinin bir yol gösteren olmaksızın nasıl yetiştiğini hikaye etmektedir. "Ben gençliğimde, zihnimde uyanan birçok suallere cevap veremezdim. Kitapları karıştırır, onlarda da beni tamamı ile ikna edecek cevaplar bulamazdım. Bu yolda çok zahmetler çektim. Halbuki müşkillerimi soracak bir hoca bulabilseydim, zihnimi bu kadar yormayacaktım. Bu müşkilleri kendi kafamda hallettiğim için bütün içtihatlarım, bütün tahkiklerim tamamıyla şahsi oldu. Fikirlerim de evlatlarım gibi benimdir diye büyük bir şefkatle seviyorum. Eğer fikirlerimi başkalarının yardımı ile edinseydim, o kadar zahmet çekmeyecek fakat, zihnim de daha müşkil meselelerin halline kaabiliyyet kazanmayacaktı. Hülasa ben rehber bulamadığım için kendi kendime düşündüm, aradım buldum.’’ diyerek eşi ve kızlarından kendisine mektuplarda soru sormalarını özellikle istemiştir.
EĞİTİM ÖĞRETİM VE OKUMAK
Ziya Gökalp eğitim ve öğretime büyük önem vermekte, birçok mektubunda kızlarına yeterince eğitim verememenin ve onlarla ilgilenememenin üzüntüsünü dile getirmektedir. Özellikle kendisinin ‘’küçük cemiyet‘’ dediği okula bütün çocukların gitmesinin önemine değinmektedir. Çocukların eğitiminde iki derse büyük bir önem vermek gerektiğini belirterek; ’’Hisapla hendeseden sonra, edebiyata ve şiire kıymet vermeli; çünki bu iki hüner de gayet eğlenceli ve zevklidir. Aynı zamanda zekaya nur, muhayyeleye kanat, kalbe de heyecan verir. Derslerin en vecdlisi, edebiyata ve şiire dâir olanlardır. Resimle mûsikî de, şiirle edebiyatın arkadaşıdır. Bunların hepsi ruha güzellik, ahlâka temizlik verir, insan en tatlı vecdleri bu hünerlerden alır.” demektedir.
Gökalp çocukların okula gönderilmesinin önemi konusunda, bambaşka bir bakış açısı getirmektedir; ’’İnsan evde de husûsî hocadan okuyabilir; fakat, mektebin başka türlü feyzi var. Mektep, çocukların birleşmesinden vücûda gelmiş bir cemiyettir. Çocuk büyüdükten sonra, büyük cemiyetin içinde yaşayacak. O hâlde, ilerideki içtimâî hayâta alışmak için, çocukluk devresinde de içtimâi bir hayat yaşamak lâzım gelir. İşte çocuk bu içtimâi terbiyeyi mektepte alır. Aile küçük bir cemiyettir. Bahusus orada birleşecek çocuklar azdır. Mektepte ise yüzlerce çocuk beraber duyuyor, beraber düşünüyor, beraber anlıyor, istikbâl için müşterek gayeler tahayyül ediyor, istikbâlde milletin fertleri arasında müşterek duygular ve fikirler bulunabilmesi için, çocukların mekteplerde beraber duyması ve düşünmesi lâzımdır.”
Gökalp mektuplarında çocuklarına çok kitap okumalarını ancak, okudukları eserlerdeki fikir ve düşünceler konusunda dikkatli olmaları gerektiğini de şu şekilde açıklamaktadır: “Bu zamanın bütün çocukları, başka hislerle, başka fikirlerle yetişecek. Millî felâketlerin uyandırdığı ruhları, en iyi terbiyeciler uyandıramaz. Bu cihetleri düşününce, sizin de duygusuz ve fikirsiz kalmayacağınıza hükmediyor ve bu suretle teselli buluyorum. Malûmatın lâzım ve fâideli olanlarını öğreniniz. Her kitap iyi olmadığı gibi, her fikir de fâideli değildir. İstanbul'da malûmat, yahut maarif namıyla dolaşan birçok fikirler vardır ki hem ilme hem de ahlâka mugayirdir. Medeniyet dedikleri birçok şeyler hakikî medeniyetin aksidir. Siz doğru düşünüşlü, doğru ahlâklı olmağa çalışınız.”
Bir milletin istikbalini, çocuklarının tahsil ve terbiyesine bağlayan Gökalp; Türk çocuklarının yaşanan olaylardan ders almasının önemi üzerinde önemle durmakta,”Bu zamanın çocukları tarihi, kitaplardan okumağa muhtaç değillerdir; çünki tarih, canlı vak'alar suretinde gözlerinin önünde cereyan ediyor. Okumak yazmak bilmeyenler bile, zamanlarının tarihini bilirler; çünki hayatı öğrenmek için yalnız görmek kâfidir. Millete ait olan her şey; ister muzafferiyyet, ister felâket olsun ferdleri terbiye eder. Yalnız, bu terbiyelerden hakkıyla istifade edebilmek için tahsil de lazımdır. Çocuk hakiki terbiyeyi zamanın öğrettiği derslerden alır. Mektebin verdiği dersler bunun yanında hiç kalır. Mektepte okunan en terbiyeci ders tarihtir.” diyerek çocukların yaşanan olaylardan ders almalarının önemini vurgulamaktadır.
MİLLİ MEFKURE
Büyük Türk Düşünürü, her şeyin milli olmasının gereğini dilinden hiç düşürmediği ‘’Milli Mefkure’’sinde açıklamaktadır: ‘’Ben içtimâ'î hakikatleri bulabilmek için yirmibeş otuz sene kafa patlattım. Okuduğum kitaplarla işittiğim sözler ya softaların, yahut züpbelerin beyninden çıkıyordu. Bu iki takımın da fikirleriyle duyguları millî değildi. Züpbeler, mukaddes bildiğimiz bütün duyguları yıkmağa çalışıyor, softalarsa asrî ve medenî bir millet, meşrutî bir devlet olmamıza mâni oluyorlar. Evvelkiler Beyoğlu'nun levantenlerinden ders almışlar, ikincilerse eski Acemler'in kitaplarıyle kafalarını yuğurmuşlar. Bu iki takımın ikisi de ne millî, ne de medenidir. Alafranga Avrupai olmadığı gibi, alaturka da Türk değildir. Alaturka mûsikî Bizans'tan Acem'e geçmiş bir mûsikî olduğu gibi, alaturka şiir de Acem'den alınmış gazellerle kasidelerdir. Hâlbuki Türk mûsıkîsiyle şiiri halkın koşmaları ile türküleridir. Biz medeniyeti doğrudan doğruya Avrupa'dan, harsı da doğrudan doğruya halktan almalıyız.’’
Ziya Gökalp mefkurenin ne olduğunu izah ettikten sonra milletlerin yükselmesinde ve yaşamasındaki önemini de şu şekilde açıklamaktadır: ’’İnsanları kurtaracak mefkuredir. Mefkure her memleketi bir cennet yapacak. Her millet kendi cennetinde hür ve mes'ud yaşayacak. Gökte gözlerimizin gördüğü bir güneş nasıl varsa, kalblerimizde de ruhumuzun gördüğü daha parlak daha ısıtıcı bir güneş vardır, îşte, bu derûnî güneşin adı mefkûre'dir. Mefkurenin de kânunu adalet, ahlâkı şefkattir. Demek Kİ mefkure, Allah'ın yer yüzündeki vekilidir. Bir milletin kalbinde nekadar çok mefkure varsa terakkisi, tekâmülü de o kadar çabuk olur. Allah'ın yardımcıları melekler olduğu gibi, mefkürenin muavinleri de vazifelerdir: meselâ aile vazifeleri, meslekî vazifeler, vatanî vazifeler gibi.. O hâlde mefkureye itâ'at. evvel emirde bu vazifelere riâyetle olur. Bizim başımıza gelen bütün bu felâketler, herkesin kendi vazifelerini yapmamasındandır. Vazifeleri yapmamak, mefkûresizlikten gelir. O zaman, mefkure de milleti yükseltmez; çünki bir millet mefkuresini ne kadar çok yükseltirse, mefkuresi de o milleti o kadar çok yükseltir. Milletler rahat ve ikbâl zamanlarında ne oldum delisi hâline girerler. Memleketimizde bunlara sevindirik adı verilir. Hâlbuki felâkete uğrayan milletler uyanırlar. Kurtulmak için, dört elle mefkureye sarılırlar, insanlar zillete, sefalete tahammül edemezler.”
SABIR VE İNANÇ
Ziya GÖKALP sürgünde geçirdiği iki yıllık süre içinde yazdığı mektuplarının hiç birinde;kederlenmemiş, kendisinin ve memleketinin kurtulup selamete kavuşması yönünde Allah'tan ümidini kesmemiştir. Kendinin sürgün ve memleketinin işgal felaketinin hep geçici olduğunu düşünerek; kendine ve yazdığı mektuplarla da ailesine sabır ve inanç tavsiye etmiştir.
Ailesine yazdığı mektuplarında sabır ve inancının kaynağını Milli Mefkuresine bağlayarak, sürgünde bulunduğu sürece sabır ve inancını nasıl koruduğunu şu şekilde açıklamaktadır: “Eskiden her derde şifâ verici bir devay-ı küll ararlardı. Buna, her derde derman derlerdi. Ben devay-ı küllü mefkurede buldum. Bir adamın ruhunda mefkure varsa hiçbir şeyden korkusu, hiçbir şeyden kaygısı olmaz. Menfaat, servet, mevki insanı mes'ûd etmez, insanı mes'ûd edecek şey yalnız mefkuredir. Mefkurenin cevheri menfaatsizlik olduğu için, menfaatlerin zayi olması mefkureli adama keder vermez. Mefkure, ebedî olan millete te'allûk ettiği için, ferd gibi fâni değildir. Mefkureye dayanan, yıkılmaz bir istinâd-gâha dayanmış demektir. İnsanların mefkuresi ne ise, encamı da odur. Milletlerin gayesi ne ise, akıbetide odur.‘’
Ziya Gökalp birçok mektubunda çocuklarını, sabır ve inançlarını korumaları yönünde ikaz etmekte, ümitsizliğe düşmenin biz Türklere yakışmayacağını telkin etmektedir. Büyük düşünür kendilerinin ve milletinin yaşadığı sıkıntıları kızlarına yazdığı bir mektubunda şu şekilde hikaye etmektedir: ’’Burada sihhatim ve istirahatim iyi! Fakat ayrılık, iştiyak, hasret: Bunların acısını hiç sorma! İmânım kuvvetli, tevekkülüm sağlam olmasaydı, bu acılara dayanamayacaktım. Bereket versin ki dindar ve mefküreli bir ruhum var. Siz de orada imanlı ve tevekküllü olunuz. Allah'ın, doğru kullarına vefalı olduğuna itimad ediniz. Güneş bulut altına girebilir; fakat hakikat güneşi uzun müddet bulut altında kalamaz. Felâketlerin de lüzumu var. İnsan dâima rahat içinde yaşasa şımarır. Memleketimizin tâbirince beter derde uğrar. Felâket insanı pişirir, seciyye sahibi eder. Allah, sevgili kullarını imtihan eder. saâdet icinde olup da felâketi beklemektense: felâket içinde olup saadeti beklemek daha iyidir.‘’
AİLE VE KADIN
Ziya Gökalp mektuplarında, dünyada vatan sevgisinden sonra, en tatlı duygunun yuva sevgisi olduğunu vurgulamakta, sürgünde olduğu sürece Tanrı'dan yalnız, iki şey istediğini belirtmektedir: ’’ Yurdum mes’ud olsun yuvam bahtiyar. Biz Türkler, aile hayatını bilmiyoruz. Aile hayatının kıymetini ondan uzak düştükten sonra anlıyoruz. İnsan milletinden sonra, en çok ailesini düşünmelidir; yurdundan sonra, en çok yuvası için çalışmalıdır.’’
Aileye bir mabet ve bir sosyal varlık olarak bakan büyük düşünür, en samimi ibadetlerin orada yapılacağı görüşündedir .Ailenin milletlerin hayatındaki önemini eşine yazdığı bir mektupta ise şu sözleri ile dile getirmektedir: ’’Aile bir mekteptir ki, en derûnî terbiyeler orada alınır. Aile bir hükümettir ki, en şefkatli adalet ancak orada görülebilir. Aile, kulübeyi bir saraydan daha müreffeh yapan, fakirane bir sofraya en zengin ziyafetlerden ziyâde lezzet veren bir sevgi cem'iyyetidir. Hâsılı, aile sosyalizmin hakîkî bir surette ilk tatbik olunduğu en samimî zümredir. Meslekî ve millî zümrelerin mefkuresi aileye benzemektedir, işte benim yegâne emelim, bu kadar sevgili olan aile zümresine, aileme kavuşmaktır.’’
Ziya GÖKALP, kadınlarında erkekler kadar tahsil görerek cemiyetin idaresindeki rollerini icra etmeleri gerektiğini, yalnız erkeklere dayanacak bir medeniyetin; kalpsiz, şefkatsiz vede samimiyetsiz olacağını savunmaktadır. Milletlerin medeniyetinde; erkeklerin tayyareler, toplar, dinamitler vücuda getirerek maddî medeniyeti, kadınların ise manevî medeniyeti yükselterek kalbimizi, ruhumuzu, vicdanımızı yükselteceklerini görüşündedir.
Etiketler:
anı,
Fevziye Abdullah Tansel,
hatıra,
mektup,
sürgün,
ziya gökalp
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)