Roman, Tolunay ile Savankul’un tanışmasına kadar giden olayların anlatılması ile başlamaktadır. Romanın asıl karakteri olan Tolunay, saf, temiz ve ailesine düşkün bir kadındır. Savankul ise kendi çapında uğraşan, mütevazi, cömert, çalışkan, çocuklarını iyi yetişmesini arzulayan fedakar bir babadır.
Tolunay, hasat zamanı Savankul’la ilk karşılaştığında henüz on yedisindeydi. Savankul omuzlarına attığı yırtık bir elbise ile dolaşırdı. Ekinleri öyle rahat, öyle dipten biçerdi ki sadece orağının çınlaması, bir de düşen başakların hışırtısı duyulurdu. Savankul’un da hızlı biçici olduğu söylenirdi ama Tolunay’ın yanında yaya kalırdı. Çalışmaya başlayan ilk onlar olurdu. Gün doğarken tarlaya beraber giderlerdi. Böylece yaz sabahları doğan güneşle birlikte doğdu aşkları.
Bir gece ay ışığında ekin biçmeye kalmışlardı ve o gecenin sabahı, tarlanın ucunda Savankul’un ceketinin üstünde uyandılar. O geceden sonra hiç ayrılmadılar. Arka arkaya olan üç tane oğulları en büyük sevinçleri oldu. Kasım, Muslubeg ve Caynak. Aralarından sadece Kasım evlendi. Kasım’ın eşi Aliman pırıl pırıl bir dağ kızıydı. Tolunay da çok sevmişdi Alima’nı.
Tolunay ve Aliman’ın tarlada yan yana çalıştıkları bir gün halkın toplandığını gördüler. Koşarak oraya gittiler ve vardıklarında Kasım Tolunay’a sarılarak, savaşın çıktığını söyledi. O andan itibaren savaşta yaşanılan yeni bir hayat başladı. Köyün erkekleri birer birer cepheye çağrılmaya başladı. Tolunay biliyordu ki bir gün onun yiğitlerine de sıra gelecekti. Evlerde yolu beklenen en önemli kişi postacı olmuştu.
Kasım ayını geçirdikten sonra, öğretmen olmak için okumaya giden Muslubeg’den mektup geldi. Muslubeg, arkadaşlarıyla birlikte kendisinin de askere çağrıldığını yazıyordu. Kış ortasına oğullarından mektup alabilen Tolunay’ın içi rahattı. Ama bir gün Kasım’dan bir mektup geldi. Bu mektupta cepheye gidecekleri yazıyordu. Üstelik Savankul da durmadan Askerlik Şubesine çağrılıyordu. Tolunay onu hiç çağırmayacaklarını sanıyordu ama bir gün onu da çağırdılar. Oğullarının ikisinden sonra kocası da askere gidiyordu. Üstelik hepsi de cephede çarpışacaktı.
Tolunay, Savankul’u askere giderken dağyoluna kadar geçirdi. Sonra da durmadan arkasına bakarak, hıçkırarak eve döndü. Ama vakit geçirmeden işlerinin başına geçti. Köyde sadece yaşlılar, sakatlar, çocuklar ve kadınlar kalmıştı. Elde ettikleri her şeyi cepheye yolluyorlardı. Ellerinde kalan tekerleksiz kağnılarla, kırık sabanlarla iş görüyorlardı.
İki aydır Kasım’dan haber alamıyorlardı. Tolunay’la Aliman gözlerini birbirinden kaçırıyorlar, düşündüklerini açığa vurmaktan çekiniyorlardı. Tolunay bir sabah atların nallanması için yola koyuldu. Elinde bir telgrafla Usanbay yanına yaklaştı. Telgrafta Muslubeg’in istasyondan geçeceğini bildiriyordu. İstasyona gitmek üzere hemen yola koyuldular. Tolunay, Aliman’la nefes nefese istasyona gidip Muslubeg’in trenini beklemeye başladı. Öğlen, bir düdük sesi ile heyecandan titremeye başladılar. Ama tren geldi ve gitti. Ellerindeki bir kuşu kaçırmış gibi oldukları yerde kalakaldılar. Bu Muslubeg’in treni değildi. Gece yarısı yer yine titremeye başladı. Bu sefer gelen koca trende kimsecikler yoktu. Parçalanmış, kapıları sökülmüştü. Meğerse bombalanmış ve tamire gidin bir trenmiş. Umutla beklemeye devam ettiler. Raylar yine titremeye başladı işaret flamaları taşıyan bir adam yanlarına yaklaştı ve yaklaşmamalarını, trenin durmayacağını söyledi. O sırada bir ses duydular. Muslubeg vagondan sarkmış el sallıyordu. Vagonun arkasından uzun süre koştular. Son vagon da kaybolduktan sonra Aliman Tolunay’a bir asker kasketi uzatarak “Al ana, bunu Muslubeg sana attı.” dedi. Tolunay o günü şöyle anlatır: “Evin bir duvarında hala asılıdır o kasket. Bazen oğlumun kokusunu duymak için yüzümü içine gömerim. Dilerim başka hiçbir ana başını raylara, vagon kapılarına vurmasın benim gibi.”
Savaşın pençesine düşmüş tek insan Tolunay da değildi tabii, Gazete geldiğinde, ölüm ilanları okunduğunda, köyde en azından iki-üç evden ağıt sesleri yükselirdi.
En küçük oğulları Caynak birgün, evdeki onarılacak ne varsa onarmış, tüm işleri bitirmişti. Halinde bir gariplik vardı. Gönüllü olarak askere yazılmıştı. Haber vermede cepheye gittiği için ve kendisini bağışlamaları bildiren bir mektup bırakmıştı. O zaman daha on sekiz yaşındaydı. Caynak’a böyle ayrılmak daha kolay gelmişti.
Bir gün tarlada çalışırlarken köyden bir ihtiyar yanlarına geldi, Tolunay’a “Seni çağırıyorlar” dedi. Tolunay’ın içini korkunç bir huzursuzluk kapladı. Etraflarını kalabalık sardı. Elini tutarak “cesur ol Tolunay cesur ol” dediler. “Sevgili atmacalarımızı yitirdik. Savankul da Kasım da ölmüşler”. Tolunay’ın başı dönmeye başlamıştı. Aliman’ın da “Ana biz artık duluz ana. Günlerimiz karardı” diye çığlıkları yankılanıyordu. Tolunay, hem kocasını hem oğlunu kaybetmişti. Aliman da daha gençliklerinin baharında kocasını kaybetmişti.
Savaşın üçüncü ve dördüncü yılları, yeni üzüntülerin yanı sıra sevinçler de getirdi. Düşman geri çekiliyordu, ama dertler bitmek bilmiyordu. Kış ortasında açlık başladı. Bazı aileler yabani kökleri, otları suyla kaynatıyor, renk versin diye de içine birkaç damla süt katıp onu içerek karnını doyurmaya çalışıyorlardı. Şiş karınlı, soluk benizli çocukların bir parça yiyecek için kapı kapı dilendikleri görülüyordu.
Birgün Tolunay, Savankul’un diktiği ihtiyar elma ağacının açtığı çiçekleri seyrederken postacının yaklaştığını gördü. Muslubeg’den gelen mektubu titreyen parmaklarıyla açtı, okumaya başladı: “Sevgili anacığım zaman geçecek, bir gün beni anlayacaksın. Doğru olanı yapıyorum, sende hak vereceksin bana. Savaş hepimiz için, bütün insanlar için bir yıkımdır. Bu canavarı parçalamak, yok etmek için kanımızı, canımızı vermemiz gerekiyor. Askeri bir kahraman olmayı aklımdan bile geçirmedim. Öğretmen olmayı nasıl da isterdim. Tebeşir yerine tüfek verdiler elime, asker oldum. Bir saat sonra ülkem için göreve gideceğim. Canlı döneceğimi sanmıyorum. Bu son mektubum, bunlar son sözlerim. Oğlun, Teğmen Muslubeg Savankulov.” Bahçeye bir sürü insan toplanmıştı. Tolunay, ortanca oğlu Muslunbeg’i kaybettiğini de böylece öğrenmişti. Ondan geriye ise sadece kasketi kalmıştı.
Zaferin kazanıldığı bahar Tolunay için unutulmazdı. O, bundan büyük mutluluk, bundan büyük acı duymamıştı. Askerler geliyordu, halk onları karşılamak için yollara dökülmüştü. Bir asker göründü. Kalabalığın ön sıralarındaki yalınayak bir kız, ansızın çığlığı bastı: “Ağabeyim bu ağabeyim” diye. Köye birçok asker döneceğini beklerlerken sadece bir asker dönmüştü. Tüm halk koşarak onu karşıladı.
Hayat devam ediyordu. İşler iyiye gitmeye başlamıştı artık, yaşamak biraz daha kolaylaşmıştı. Savaşın anıları, acı izleri insanların içlerinden yavaş yavaş siliniyordu. Ama hayat Tolunay ve Aliman için o kadar kolay değildi. Erkeklerini kaybetmişlerdi. Tolunay, Aliman’a istediği zaman gidebileceğini, hayatının baharındayken tekrar evlenebileceğini çıtlakmak istediğinde, Aliman sert çıktı ve beraber yaşamaya devam ettiler. Bir ara Aliman dereye su getirmeye gitmeye başlamıştı. Oysa bahçedeki kuyuda yeterli su vardı. Meğerse Aliman, sürüsünü otlatmak için gelen bir çobana kaptırmıştı gönlünü. Tolunay ona kızamadı. Aliman, bir gün yine dereye su getirmeye gitti. Ama bu sefer çok geç kalmıştı. Herkes uykuya dalmıştı, kapı aralandı. Aliman‘ın elbisesinin düğmeleri kopmuş bir halde geldi. Ayakta zor duruyordu, sarhoştu. Gebe olduğunu öğrenmeleri ise çok zaman almadı. Komşu köye gidip çobanı buldular. Ama çoban, vefasız ve evli çıktı. Çocuğu ve Aliman’ı kabul etmedi. Tolunay bebeği torunu olarak kabul etmişti. Aliman ise utancından iyice içine kapanmış, kimselerin yüzüne bakamaz olmuştu. Tolunay bir gece uyandığında Aliman’ı yatağında bulamadı. Birden Aliman’ın çığlıklarını duydu. Utancından ahırda kendi kendine doğum yapmaya çalışıyordu. Doğumu için ona yardım etmeye çalıştı, ama bebek bir türlü doğmuyordu. Doktor için hemen yola koyuldular. Yolda Tolunay’ın yardımı ile çocuk doğdu. Ama Aliman öldü. Tolunay ıslak bebeği yeleğine sardı. Bu olayla savaş son kez hatırlattı kendini Tolunay’a. Bebeğe köyden Curubeg dedenin gelini süt verdi ve bebek yaşadı.
Romanın sonu Tolunay’ın bir ana olarak özdeşleştirildiği toprakla dertleşmesi ile bitmektedir. Tolunay, toprağa “Savankul’un Kasım’ın, Muslubeg’in, Caynak’ın, Aliman’ın anıları önünde eğiliyorum bugün. Yaşadıkça hatırlayacağım onları. Vakti gelince Canbolat’a da anlatacağım her şeyi” diyordu.
cengiz aytmatov etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
cengiz aytmatov etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
25 Kasım 2013 Pazartesi
19 Kasım 2013 Salı
Selvi Boylum Al Yazmalım, Cengiz Aytmatov
Selvi Boylum Al Yazmalım, Cengiz Aytmatov. Genç bir genç kız ile o civardaki bir ulaştırma merkezinde çalışan kamyon şoförü arasında geçen aşk anlatılmaktadır.
Yazar kitabın ilk bölümlerinde kendi ağzından hikayeyi aktarırken müteakip bölümlerde İlyas’ın ağzından sonraları da Baytemir’in ağzından hikayeyi kurgulamıştır. Eser, yazarın gazetecilik yaptığı yıllarda Narin’deyken Frunze’ye gitmek için çıktığı yolculukla başlamaktadır. Yazar Frunze’ye gitmekte olan otobüsü kaçırınca acele gitmesi gerektiği için yoldan geçen herhangi bir arabayla gitmek durumunda kalmıştır. Hemen benzin istasyonunda aracına benzin dolduran bir şoför görür ve ondan kendisini Frunze’ye götürmesini rica eder fakat şoför red eder. Şoförün reddederkenki tavırlarına- elini yüzüne sürmesi,derin derin iç çekmesi- anlam veremez. Şoför en fazla otuz yaşında genç bir adamdır. Şoför daha sonraları kendisine bu aşk hikayesini anlatacak olan İlyas’tır. Gazeteci daha sonraki bir zamanda görev için Güney Kırgızistan’ın Oş şehrine trenle giderken, kompartmanına yerleşme esnasında içerdeki camdan dışarıyı seyreden kişinin kendisini kamyonuna almayan İlyas olduğunu fark eder,şoför de onu tanımıştır. Birbirlerini hatırlarlar. Tanışmalarından sonraki ilk konuşmalarında şoför gazeteciden özür diler ve kendisini affettirmek için onu bir dahaki sefere nerede görürse kamyonuna alabileceğini söyler. İlyas gazeteciye,onu kamyonuna almayışının sebebini aşağıdaki hikayeye bağlamıştır.
İlyas askerden yeni dönmüş, en yakın arkadaşı Alibek’in yanında Tian-Şan’da bir ulaştırma merkezinde çalışmaya başlar. Daha sonra bir gün bir köye iş için gittiğinde Aysel’i görür. Aysel’i kamyonuna alır ve tanışırlar. İlk bakışta her ikisi de bir birlerine aşık olmuşlardır. Ancak bu tatlı rastlantının sonrasındaki buluşmaların olduğu dönemde Aysel ile evlenmek isteyen bir başkası daha vardır. Ve tanışmak hatta onu ailesinden istemek için evlerine gelmek üzeredirler. Annesinin düşüncesi ise kızını maddi imkanları iyi olan bu adaya vermekten yanadır. Annesi bu konuyu Aysel’e açar Aysel de çaresiz ama belli etmeyen tavırlarla konuyu İlyas’a aktarır. İlyas ise adeta yıkılır ancak ümidini kaybetmez ve buluşmaları yinede devam eder.
Kitapta geçen önemli unsurlardan olan ulaştırma merkezi ise şu şekilde anlatılmıştır. Burada Kadiça isimli genç bir kız çalışmaktadır. Kadiça İlyas’ı sevmekte ,şoförlerin görev planlamaları ile ilgili olarak İlyas’a kolaylıklar sağlamakta ve bundan karşılık beklemektedir. İlyas ise Kadiça’ya zaman zaman karşılık vermektedir (bu tavır Aysel’e aşık olduktan sonra değişecektir). Erkek çalışanlardan Cantay ise İlyas ile iyi geçinmemekte , Kadiça’ya aşık olduğu için İlyas’ı kıskanmaktadır. Kadiça İlyas’ı odasına davet ettiği günlerden birinde karşılık bulamayınca İlyas’ın görev planlamasını onun istemediği Kolhoz’a yapar. İlyas Aysel’i düşünerek görevi kabul etmek zorunda kalır. Kadiça İlyas’ın bir bayan ile birlikte olduğunu ve onu sevdiğini anlar ve kıskançlığı sonucunda İlyas’ın görevini müteakip günlerde Sintzan’a yaptırır. İlyas’ın yerine Kolhoz’a artık Cantay gidecektir. İlyas bu duruma sinirlenir. Görücülerin beklendiği gün Aysel’i kaçırır. En iyi arkadaşı olan Alibek, İlyas’a kalacakları bir ev ayarlar. İlyas ile Aysel evlenir. Bir dönem sonra Samet adında bir oğulları dünyaya gelir. İlyas bir gün aracı ile ilgili yardım isteyen Baytemir Ake isimli yaşlı bir şahısa yardım eder ve onunla tanışır.
Evliliğin ilk dönemleri çok mutlu gitmektedir. Fakat daha sonra İlyas’ın iş yeri ile ilgili hırsı ve gururu yüzünden evinde mutsuzluk başlar. Bu huzursuzluğun kaynağında ise daha önce yaptığı gibi kamyonuna römork bağlayarak Tiyen-Şan bölgesinden geçebileceği iddiasını kanıtlamak istemesi, bunu başaramayınca da başta işyerindeki arkadaşları ve en yakın arkadaşı Alibek ile arasının açılması bulunmaktadır. Hatta bu iddianın sebep olduğu ,kendisine göre onurunun zedelenmesi ise onu işyerinden koparan başlıca sebeptir. İlyas ,Kadiça’nın da etkisiyle evinden iyice uzaklaşır. İlyas’a göre Kadiça kendisini anlayan ve seven tek kişidir. Aysel ise onu anlayamamaktadır. Zamanını Kadiça ile geçirmeye başlar. Aysel olanları hissetmekte ancak emin olamamaktadır. Bir gün işyerine gider ve Kadiça’dan ilişkisini itiraf etmesini ister. O da anlatır. Bunun üzerine Aysel oğlunu da alarak evi terk eder. İlyas ise eve döndüğünde Aysel’in evde olmadığını,evi terk etmiş olduğunu anlar Kadiça’ya durumu sorduğunda durumu Kadiça anlatır. Çaresizlik içinde dostu Alibek’e gider ama o yüzüne dahi bakamaz. Sonunda aklına Aysel’in köyü gelir ve annesinin yanına gider ancak orada da Aysel yoktur. Dönüşte köylünün taşlı tepkisiyle karşılaşır.
Zaten uzun dönemdir alkole olan bağımlılığı iyice had safhaya varmıştır. Kadiça’nın Anarhay’daki evinde yaşamaya başlar. Ancak hala Aysel’i unutamamaktadır. Kadiça ise bunun farkındadır ve istediği aşkın tüm bu yaşananlara rağmen karşılığını bulamadığını düşünür ve İlyas’ı terk ederek Kuzey Kazakistan’a gider. İlyas ise Aysel’i bulma ümidiyle tekrar annesinin köyüne gider. Aysel’in kardeşi İlyas’a ablasının evlendiğini söyler, İlyas yıkılır. Köyden dönerken yolda rastladığı asker arkadaşı ona tekrar eski iş yerinde çalışmayı teklif eder. İş yerinde,müdürün değişmesi, Cantay’ın gitmesi gibi birçok değişiklik İlyas’ı işyerinde yeniden başlamaya sevk eder. Ancak acısı hala devam etmektedir. Yine alkolün dozunu çok kaçırdığı günlerden birinde eve dönüş yolunda kaza yapar.
Kaderin çizdiği garip bir tesadüfle bir zamanlar yolda kalmış aracına yardım ettiği adam karşısına çıkmıştır. Baytemir de onu kurtarır ve evine götürür, yaralarını sarar. Yine bir garip tesadüf sonucu uzun bir dönemden beri bir türlü izini dahi bulamadığı aşkı olan Aysel’i görür. Aysel artık Baytemir ile evlidir. İlyas oğlu ve Aysel’e karşı yapmış olduğu hataların yarattığı pişmanlık duyguları ile onları gördüğünde kalbi sızlar. İlyas Baytemir’e olan minnettarlık duyguları ile evi ziyaret etmeye başlar. Fakat Baytemir’in hiçbirşeyden haberi yoktur. Ancak daha sonraları İlyas’ın Aysel’in eski kocası olduğunu anlar. Ama ne Aysel’e ne de İlyas’a bir şey söylemez. Aysel’in de İlyas’a karşı olan aşkının bitmediğini bilmekte ve kendisinin seçilmesini istemektedir. Bu yüzden Aysel’in kendi kararını kendisinin vermesini istemektedir. İlyas ise hergün oğlunu Aysel’den ve Baytemir’den habersiz görmektedir.Ve bir gün Samet’i kaçırmaya karar verir. Fakat oğlunun seçimi Baytemir’den yanadır ve onu babası olarak sevmektedir, ondan ayrılmak istemez. Aysel de seçimini yeni kocasından yana yapar. Ve artık İlyas’a geri dönmeyeceğini belli eder, bu İlyas’ı yıkmıştır. Pamirler bölgesine yeni bir hayata başlamak üzere Aysel’e, Tiyen-Şan bölgesine veda ederek oradan ayrılır.
İlk Öğretmen, Cengiz AYTMATOV
İlk Öğretmen, Cengiz AYTMATOV, Elips Kitabevi, Temmuz 2005, Ankara
Kitapta olaylar; anlatıcı konumunda bir ressam, köyün eski öğretmeni Duyuşen ile ünlü bir felsefe profesörü olan Altınay Süleymanova arasında geçmektedir.
Hikâye, ressam ve Profesör Süleymanova’nın köydeki okul açılışı için köye davet edilmeleri ile başlamaktadır. Ressam’da Profesör’de uzun zamandır köye gitmedikleri için 2–3 gün kalmak üzere daveti memnuniyetle kabul ederler. Köy ahalisi Profesör Süleymanova’yı törenle karşılar ve onu memnun etmeye, sevgilerini göstermeye çalışırlar. Coşkun bir hava vardır. Bu durum artık köyün postacılığını yapmakta olan eski öğretmen Duyuşen’in okul açılışı için telgrafları getirmesine kadar devam eder. Törene davet edilmesine rağmen Duyuşen teslim edilmesi gereken telgraflar olduğunu bahane ederek, içeri girmez ve gider. Profesör Süleymanova, Duyuşen’in adını duyunca tedirgin olur ve o gün köyü terk eder. Köylüler bu nedensiz ayrılışa çok üzülürler ancak Profesör Süleymanova’yı da kalması için ikna edemezler. Acaba Profesör Süleymanova neden böyle acele etmiştir? Ressam, bu olaydan birkaç gün sonra Profesör Süleymanova’dan bir mektup alır. Mektupta Profesör Süleymanova neden köyden ayrılmak için acele ettiğini ve geçmişine dair birçok itirafları anlatmaktadır. Ressam’da kitabın geri kalanında bütün olanları Profesör Süleymanova’nın ağzından çıktığı gibi anlatır.
Yıl 1924, Profesör Süleymanova o zamanlar 14 yaşında genç bir kızdır. Anne ve babası öldüğü için amcasının yanında oturmaktadır. O günlerde, köye sırtında asker kaputu olan, genç bir yabancı gelir. Üniformalı birinin belirmesi köyde büyük bir olaydır. Gencin adı Duyuşen’dir. Hükümet tarafından köye okul açmaya, çocuklara ders vermeye gönderilmiştir. O zamanlar ‘okul’, ‘öğretim’ gibi kelimelerin anlamını kimse bilmemektedir. Duyuşen köy halkını toplayarak kendisinin buraya çocukları okutmak için görevli olarak gönderildiğini söyler ve tepedeki eski tavlanın onarılmasını teklif eder. Köy halkı çocuklarının okumasına karşı çıksa da Duyuşen’in Sovyet yönetiminden gelen yazılı emir kâğıdını göstermesi üzerine korkarak kendilerinden bir şey istenmemesi şartı ile çocuklarının okula gitmelerini kabul ederler. Duyuşen de bu durumu çaresiz kabul eder. Tek başına tavlayı onarmaya başlar. O günlerde Süleymanova arkadaşları ile birlikte dağda tezek toplamaktadır. Duyuşen onları görür ve onlarla çok sıcak, içten bir şekilde ilgilenir. Bu durum çevresindekilerden hep kabalık gören Süleymanova’yı çok etkiler. Duyuşen okulu tamir eder ve eğitime başlar. Her gün bıkmadan tek tek çocukları evlerinden toplayarak okula götürmektedir. Aslında Duyuşen bu işe plansız programsız, eğitim yöntemlerinden habersiz başlamıştır. Zaten kendisi de okuma yazmayı askerde öğrenmiştir. Doğru düzgün alfabeyi bile bilmemektedir. Yine de kendisi bütün bildiklerini büyük bir sabırla anlatır öğrencilerine. Her öğrencinin ayrı ayrı başına geçerek kalemin nasıl tutulacağını, daha anlamadıkları bir sürü şey anlatır. Duyuşen aynı zamanda büyük bir Lenin hayranıdır. Sık sık öğrencilerine onun ne kadar büyük bir lider olduğunu anlatmaktır. Bütün bu yaptıklarından dolayı Süleymanova, Öğretmen Duyuşen’i büyük bir kahraman olarak görmektedir..
Süleymanova yaşça diğerlerinden büyük olması nedeniyle de oldukça çabuk öğrenmekte, Duyuşen’inde takdirini kazanmaktadır. Süleymanova’nın Duyuşen’e olan hayranlığı her geçen gün artmakta, onla beraber geçirdiği her an onu çok mutlu etmektedir. Duyuşen de aynı şekilde Süleymanova üzerine çok titremektedir. En büyük hayali ise onun şehirde öğretimine devam etmesidir.
Bir gün Süleymanova’nın amcasının evine kaba saba yabancılar gelir. Süleymanova oldukça tedirgin olur. Bir şeyler olacağından korkmaktadır. Nitekim yengesi onu evlendirmek için kararlıdır. Süleymanova okula gider. Duyuşen bu durum nedeniyle onu eve göndermez. Beraber kaldığı yaşlı bir ailenin yanına götürür. Kendisini sonuna kadar savunacağına dair söz verir. Ertesi gün okula teyzesi ve yabancılar gelir. Süleymanova’yı zorla almak isterler. Karşı çıkan Duyuşen’i de oldukça hırpalayarak, Süleymanova’yı alıp giderler. Artık Süleymanova o kaba saba adamın karısıdır. Hem de ikinci karısı. Süleymanova bu duruma ancak üç gün dayanabilir. Üçüncü gün kaçmaya çalışırken Duyuşen iki jandarmayla beraber ansızın çıkagelir. Kaba saba adamı tutuklatarak Süleymanova’yı geri alır. Ertesi gün yönetimle görüşerek Süleymanova’yı okuması için kente götürür. Ayrılırken Duyuşen Süleymanova’ya ondan hiç ayrılmak istemediğini, ancak buna hakkı olmadığını, onun gerçek bir öğretmen olmasını çok istediğini belirterek çok üzüntülü bir şekilde ayrılırlar. Süleymanova daha sonra işçi üniversitesini bitirir. Moskova’ya gider, enstitüye başlar. Öğrenim yıllarında çok güçlükle karşılaşır, umutsuzluğa kapılır. Ancak böyle zamanlarda öğretmeni Duyuşen’i hatırlayarak önüne çıkan bütün güçlükleri yener. Üniversite de iken Süleymanova Duyuşen’e mektup yazar ancak karşılık alamaz. Yıllar geçer, öğrenim hayatı, savaş yılları nedeniyle Süleymanova köye uzun yıllar gidemez. Duyuşen’den de hiç haber alamaz. Savaş zamanında köyden ayrıldığını, ancak geri dönmediğini hatta bazılarının onun ölmüş diye söylediğini duyar. Yine de Süleymanova, Duyuşen’i hiç unutmaz, hayalinden çıkaramaz onu. Gördüğü insanları ona benzetir.
Yıllar geçer, artık Süleymanova evlenmiş, tanınmış bir felsefe profesörüdür. Mektubunda, uzun bir aradan sonra okul açılışı için köye geldiğinde Duyuşen’le karşılaşınca çok utandığını, onu yıllarca yeterince araması nedeniyle çok üzüldüğünü belirtir. Ayrıca kendisine gösterilen sevgi yüzünden suçlar kendini. Bu törende en önemli yerde kendisi olmamalıdır. Bu ilk öğretmen Duyuşen’in hakkıdır. Bu yüzden çok üzülmüş ve utanmıştır. Duyuşen gençlere mutlaka anlatılmalıdır. Bunun için köye geri döneceğini ve yeni açılan okula ‘Duyuşen’in Okulu’ adını verilmesini teklif edeceğini belirterek mektubuna son verir.
Kitapta olaylar; anlatıcı konumunda bir ressam, köyün eski öğretmeni Duyuşen ile ünlü bir felsefe profesörü olan Altınay Süleymanova arasında geçmektedir.
Hikâye, ressam ve Profesör Süleymanova’nın köydeki okul açılışı için köye davet edilmeleri ile başlamaktadır. Ressam’da Profesör’de uzun zamandır köye gitmedikleri için 2–3 gün kalmak üzere daveti memnuniyetle kabul ederler. Köy ahalisi Profesör Süleymanova’yı törenle karşılar ve onu memnun etmeye, sevgilerini göstermeye çalışırlar. Coşkun bir hava vardır. Bu durum artık köyün postacılığını yapmakta olan eski öğretmen Duyuşen’in okul açılışı için telgrafları getirmesine kadar devam eder. Törene davet edilmesine rağmen Duyuşen teslim edilmesi gereken telgraflar olduğunu bahane ederek, içeri girmez ve gider. Profesör Süleymanova, Duyuşen’in adını duyunca tedirgin olur ve o gün köyü terk eder. Köylüler bu nedensiz ayrılışa çok üzülürler ancak Profesör Süleymanova’yı da kalması için ikna edemezler. Acaba Profesör Süleymanova neden böyle acele etmiştir? Ressam, bu olaydan birkaç gün sonra Profesör Süleymanova’dan bir mektup alır. Mektupta Profesör Süleymanova neden köyden ayrılmak için acele ettiğini ve geçmişine dair birçok itirafları anlatmaktadır. Ressam’da kitabın geri kalanında bütün olanları Profesör Süleymanova’nın ağzından çıktığı gibi anlatır.
Yıl 1924, Profesör Süleymanova o zamanlar 14 yaşında genç bir kızdır. Anne ve babası öldüğü için amcasının yanında oturmaktadır. O günlerde, köye sırtında asker kaputu olan, genç bir yabancı gelir. Üniformalı birinin belirmesi köyde büyük bir olaydır. Gencin adı Duyuşen’dir. Hükümet tarafından köye okul açmaya, çocuklara ders vermeye gönderilmiştir. O zamanlar ‘okul’, ‘öğretim’ gibi kelimelerin anlamını kimse bilmemektedir. Duyuşen köy halkını toplayarak kendisinin buraya çocukları okutmak için görevli olarak gönderildiğini söyler ve tepedeki eski tavlanın onarılmasını teklif eder. Köy halkı çocuklarının okumasına karşı çıksa da Duyuşen’in Sovyet yönetiminden gelen yazılı emir kâğıdını göstermesi üzerine korkarak kendilerinden bir şey istenmemesi şartı ile çocuklarının okula gitmelerini kabul ederler. Duyuşen de bu durumu çaresiz kabul eder. Tek başına tavlayı onarmaya başlar. O günlerde Süleymanova arkadaşları ile birlikte dağda tezek toplamaktadır. Duyuşen onları görür ve onlarla çok sıcak, içten bir şekilde ilgilenir. Bu durum çevresindekilerden hep kabalık gören Süleymanova’yı çok etkiler. Duyuşen okulu tamir eder ve eğitime başlar. Her gün bıkmadan tek tek çocukları evlerinden toplayarak okula götürmektedir. Aslında Duyuşen bu işe plansız programsız, eğitim yöntemlerinden habersiz başlamıştır. Zaten kendisi de okuma yazmayı askerde öğrenmiştir. Doğru düzgün alfabeyi bile bilmemektedir. Yine de kendisi bütün bildiklerini büyük bir sabırla anlatır öğrencilerine. Her öğrencinin ayrı ayrı başına geçerek kalemin nasıl tutulacağını, daha anlamadıkları bir sürü şey anlatır. Duyuşen aynı zamanda büyük bir Lenin hayranıdır. Sık sık öğrencilerine onun ne kadar büyük bir lider olduğunu anlatmaktır. Bütün bu yaptıklarından dolayı Süleymanova, Öğretmen Duyuşen’i büyük bir kahraman olarak görmektedir..
Süleymanova yaşça diğerlerinden büyük olması nedeniyle de oldukça çabuk öğrenmekte, Duyuşen’inde takdirini kazanmaktadır. Süleymanova’nın Duyuşen’e olan hayranlığı her geçen gün artmakta, onla beraber geçirdiği her an onu çok mutlu etmektedir. Duyuşen de aynı şekilde Süleymanova üzerine çok titremektedir. En büyük hayali ise onun şehirde öğretimine devam etmesidir.
Bir gün Süleymanova’nın amcasının evine kaba saba yabancılar gelir. Süleymanova oldukça tedirgin olur. Bir şeyler olacağından korkmaktadır. Nitekim yengesi onu evlendirmek için kararlıdır. Süleymanova okula gider. Duyuşen bu durum nedeniyle onu eve göndermez. Beraber kaldığı yaşlı bir ailenin yanına götürür. Kendisini sonuna kadar savunacağına dair söz verir. Ertesi gün okula teyzesi ve yabancılar gelir. Süleymanova’yı zorla almak isterler. Karşı çıkan Duyuşen’i de oldukça hırpalayarak, Süleymanova’yı alıp giderler. Artık Süleymanova o kaba saba adamın karısıdır. Hem de ikinci karısı. Süleymanova bu duruma ancak üç gün dayanabilir. Üçüncü gün kaçmaya çalışırken Duyuşen iki jandarmayla beraber ansızın çıkagelir. Kaba saba adamı tutuklatarak Süleymanova’yı geri alır. Ertesi gün yönetimle görüşerek Süleymanova’yı okuması için kente götürür. Ayrılırken Duyuşen Süleymanova’ya ondan hiç ayrılmak istemediğini, ancak buna hakkı olmadığını, onun gerçek bir öğretmen olmasını çok istediğini belirterek çok üzüntülü bir şekilde ayrılırlar. Süleymanova daha sonra işçi üniversitesini bitirir. Moskova’ya gider, enstitüye başlar. Öğrenim yıllarında çok güçlükle karşılaşır, umutsuzluğa kapılır. Ancak böyle zamanlarda öğretmeni Duyuşen’i hatırlayarak önüne çıkan bütün güçlükleri yener. Üniversite de iken Süleymanova Duyuşen’e mektup yazar ancak karşılık alamaz. Yıllar geçer, öğrenim hayatı, savaş yılları nedeniyle Süleymanova köye uzun yıllar gidemez. Duyuşen’den de hiç haber alamaz. Savaş zamanında köyden ayrıldığını, ancak geri dönmediğini hatta bazılarının onun ölmüş diye söylediğini duyar. Yine de Süleymanova, Duyuşen’i hiç unutmaz, hayalinden çıkaramaz onu. Gördüğü insanları ona benzetir.
Yıllar geçer, artık Süleymanova evlenmiş, tanınmış bir felsefe profesörüdür. Mektubunda, uzun bir aradan sonra okul açılışı için köye geldiğinde Duyuşen’le karşılaşınca çok utandığını, onu yıllarca yeterince araması nedeniyle çok üzüldüğünü belirtir. Ayrıca kendisine gösterilen sevgi yüzünden suçlar kendini. Bu törende en önemli yerde kendisi olmamalıdır. Bu ilk öğretmen Duyuşen’in hakkıdır. Bu yüzden çok üzülmüş ve utanmıştır. Duyuşen gençlere mutlaka anlatılmalıdır. Bunun için köye geri döneceğini ve yeni açılan okula ‘Duyuşen’in Okulu’ adını verilmesini teklif edeceğini belirterek mektubuna son verir.
18 Mart 2013 Pazartesi
Cemile, Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov, Cemile. Danyar ve Cemile’nin gönlü bilinmezlik ikliminde bir tesadüftür birleşir. Gizliden gizliye severler birbirlerini. Önceleri kendilerine dahi itiraftan korkarlar. Lakin aşkın sis perdesi her ikisini de sarmıştır bir kere. Cemile adlı bu roman:Cepheden yeni dönen Danyar ile kocası cephede olan Cemile’nin yasak aşkını anlatmaktadır.
Her şey ben çocukken oldu. Savaşın üçüncü yılıydı. Uzaklarda bir yerlerde, Kurak'da, Orel'de, babalarımız, ağabeylerimiz düşmanla savaşırken bizler, on beş yaşındaki çocuklar, kolhozda çalışıyorduk. Cılız, gencecik omuzlarımız, koca adamların işini yüklenmişti. En gücü de hasat zamanıydı. Haftalarca evden uzak kalır, günlerimizi, gecelerimizi tarlada, harman yerinde ya da istasyon yolunda ekin taşımakla geçirirdik.
Sokağın taa sonunda, ırmağın yanındaki tepecikte iki ev vardır; sağlam bir duvarla çevrilidir ikisi de, duvarın ötesinde uzun kavaklar yükselir. Bizim evlerimizdir bunlar. Ailelerimiz uzun yıllar yan yana yaşamıştır. Ben, Büyük Ev'dendim. Kolhoza katıldığımızdan kısa bir süre sonra Küçük Ev'in erkeği ölmüş; dul karısıyla iki küçük oğlanı bırakmış geriye. O sıralar köyde hala geçerli olan eski oba geleneğine göre, oğul sahibi dul kadınlar topluluktan ayrılmazlarmış; babamın kadınla evlenmesi kararlaştırılmış. Ölen adamın en yakın akrabası olduğu için, atalarına saygı duyan babam bu görevi yerine getirmiş. İkinci ailemiz böyle kurulmuş işte. Küçük Ev'in kendi toprağı, kendi hayvanları vardı; ama gerçekte bir arada yaşıyorduk. Küçük Ev de iki oğlunu savaşa yollamıştı. Çocukların büyüğü Sadık, evlendikten kısa bir süre sonra gitmişti.Böylece iki kişi kalmıştı Küçük Ev'de: kiciapa, yani Küçük Ana dediğim kadın, bir de gelini, Sadık'ın karısı. Kader, hamarat bir gelin vermişti ona. Cemile, tam ona yakışır bir kızdı; yılmak nedir bilmezdi, canlıydı, dipdiriydi. Cemile'yi severdim. O da beni severdi. Yakın arkadaştık, ama birbirimizi ilk adlarımızla çağıramıyorduk. Ayrı ailelerden gelseydik, hiç çekinmez, Cemile derdim ona. Ama ağabeyimin karısı olduğu için ben ona yenge, o da bana kiçine bala, yani küçük çocuk demek zorundaydık. Söylendiğine göre, bahar yarışlarında Cemile'yi geçememiş Sadık. Bu yüzden de onu kaçırmış. Ama başka söylentiler de vardı: Cemile'yle Sadık birbirlerine sevdalanmışlar. Evlilikleri dört ay sürmüştü sadece. Sonra savaş çıkmış, Sadık'ı askere çağırmışlardı.
Niye, bilmiyorum belki de babasının tek çocuğu, hem oğlu hem kızı olduğu, küçük yaştan atlarla uğraşmaya alıştığı için erkeksi bir hava vardı Cemile'de; bir erkek sertliği, bir erkek kabalığı vardı; erkek gibi de kıyasıya çalışırdı. Öteki kadınlarla iyi geçinirdi ama biri haksız yere kendine yüklenirse altta kalmazdı; bazı bazı kadınlardan birini saçlarından tutup sürüdüğü bile olurdu. Babamla küçük anam, Cemile'ye hiç de kaynana, kaynata gibi sert davranmıyorlardı. Seviyorlardı onu; tek istekleri, Cemile'nin bir Allah'a bir de kocasına inanmasıydı.
Savaş sırasında köyde pek az erkek kalmıştı. Bunu fırsat bilen bazı gençler küstahça davranıyor, kadınları hor görüyorlardı. Ne diye peşlerinden koşacaksın, elini sallasan ellisi! diyorlardı sanki. Bir keresinde, ot biçerken, uzak akrabamız Osman, Cemile'ye sataşmaya kalktı. Bütün kadınların kendisine tutkun olduğunu sananlardandı Osman. Cemile onu elinin tersiyle itti; gölgesinde dinlendiği saman yığınının altından kalktı. Rahat bırak beni! dedi öfkeyle. Senin gibi aygırlardan da başka şey beklenmez ya! Osman, saman yığınının altında kalakaldı.
Ansızın Daniyar'ın iki atını tanıdım. Daniyar, o gün küme başkanının sözünü ettiği delikanlıydı. Ertesi sabahtan itibaren birlikte çalışacağımız için atlarına ilişmedim, harman yerine döndüm. Daniyar oradaydı. Arabasının tekerleklerini yağlamış, oku pekiştiriyordu. Daniyar, hendekteki atlar senin mi? diye sordum. Ağır ağır başını çevirdi. İkisi benim. Ötekiler? Onlar... neydi adı... Cemile'nin. Yengen mi olur? Evet. Küme başkanı getirdi onları, göz kulak olmamı söyledi. Daniyar köyün yenilerindendi.
Günün birinde, bir çocuk koşa koşa gelmiş, yaralı bir asker gördüğünü söylemişti; kim olduğunu, nereden geldiğini bilmiyormuş. Ortalığı ne büyük bir heyecan sarmıştı! Cepheden bir dönen olsa, köyde kim varsa yanına gider, elini sıkar, hısım akrabasını görüp görmediğini sorar, son haberleri öğrenmek isterdi. Bu keresinde öyle bir şamata koptu ki, anlatılacak gibi değil! Herkes, kardeşim mi acaba, yoksa eşkiyanın biri mi? diye merak ediyordu. Orağını atan köye koştu. Daniyar bizim köydenmiş meğer. Çocukken yetim kalmış, tam üç yıl ev ev dolaşıp bakıldıktan sonra Çakmak bozkırındaki Kazakların yanına gitmiş; ana tarafından akrabaları varmış Kazaklar arasında. Köyde de kimi kimsesi olmadığı için unutulmuş. Köyden ayrıldıktan sonra ne yaptığını soranlara kaçamaklı cevaplar verirdi. Zor günler geçirmişti anlaşılan, yetimliğin acı tasından içmişti. Hayat, onu önüne katmış, bir taş gibi oradan oraya yuvarlamıştı. Uzun süre Çakmak bataklıklarında koyun gütmüş, biraz büyüyünce çölde hendek kazmış, devletin kurduğu yeni pamuk çiftliklerinde, Taşkent'teki Angren madenlerinde çalışmış, sonra da askere gitmişti. Köylüler, Daniyar'ın doğduğu yere dönüşünü sevinçle karşılamışlardı. Ne yalan söylemeli, pek hoşlanmamıştık Daniyar'dan. Bir kere, bizimle senli benli olmuyordu. Pek az konuşuyordu, konuştuğu zaman da bambaşka şeyler düşünüyor gibiydi. O düşünceli gözleriyle adamın yüzüne bakarken bile karşısındakini görüp görmediği anlaşılmıyordu. Gariptir, içine kapanık, uysal biri olmasına rağmen, Daniyar'la senli benli olmaya kalkışmamıştık; akranımız olmadığı için değil birkaç yaşın lafı mı olurdu? bize sert davrandığı için de değil. Hayır, onun suskunluğunda bir yaklaşılmazlık vardı.
Ertesi sabah erkenden Daniyar'la ben atları harman yerine getirdik. Biraz sonra da Cemile geldi. Bizi uzaktan görür görmez bağırdı: Hey, kiçine bala, atlarımı buraya getir! Koşumlar nerede? Sanki anadan doğma sürücüymüş gibi arabayı incelemeye koyuldu, tekerleklerin iyice oturup oturmadıklarını anlamak için de birkaç tekme salladı. Yanına giderken halimize baktı baktı da keyiflendi. Daniyar'ın geniş çizmeleri, uzun, incecik bacaklarından fırlayacakmış gibi duruyordu; ben de nasırlaşmış topuklarımla atın sağrılarına vuruyordum boyuna. Cemile, başını neşeyle arkaya atarak, Ne güzel bir çift olmuşsunuz ya! dedi. Sonra buyruklar yağdırmaya başladı: Hadi, çabuk olun! Sıcak basmadan bozkırı geçmeliyiz! Dizginlere yapışıp arabaya götürdü atları, bağlamaya başladı. Bağladı da. Yalnız bir kerecik dizginleri nasıl geçireceğini sordu, o kadar. Sanki orada değilmiş gibi, Daniyar'ın yüzüne bile bakmıyordu. Cemile'nin kendine güveni, ikimize de meydan okur gibi davranışı Daniyar'ı şaşırtmışa benziyordu. Dudaklarını birbirine sımsıkı yapıştırmış, düşmancasına, ama gizli bir hayranlıkla Cemile'yi seyrediyordu. El ele verip de her çuvalı kaldırışlarında başları birbirine dokunacak gibi oluyordu; delikanlı son derece tedirgindi, dudaklarını ısırıyor, Cemile'nin yüzüne bakmaktan kaçınıyordu.
Bir gün harman yerinde, Daniyar'a bir oyun oynamayı kararlaştırdık. O çuvalı onun arabasına koyduk, üstüne de başka çuvallar yerleştirdik. İstasyon yolunda da Cemile'yle bir Rus köyünde durup elma topladık. Yol boyunca Cemile elma fırlattı Daniyar'a, yol boyunca güldük. İstasyona hep birlikte vardık. Daha biz ne olduğunu anlamadan çuvalı sürüye sürüye arabanın kenarına kadar getirdi, aşağı atladı, tek eliyle dengelemeye çalışarak sırtına aldı. Başladı yürümeye. Önceleri durumu kavrayamadık. Başkalarının da dikkatini çekmedi bu: sırtında çuvalla bir adam yürüyordu işte herkesin sırtında çuval vardı. Daniyar kalasa yaklaşınca, Cemile koşarak yanına vardı onun. Bırak çuvalı, şaka ediyordum! Çekil başımdan! diye mırıldandı Daniyar, kalasa çıktı. Cemile, kendisinin suçsuz olduğunu göstermek istercesine, Şuna bakın, ne yapıyor! diye bağırdı. Daniyar'ın adamakıllı topalladığını fark ettik. Daniyar, o korkunç yükün altında iki büklüm, başını önüne eğmiş, dişlerini dudaklarına geçirmiş, yaralı ayağını dikkatle atarak ağır ağır yürüyordu. Her adımı korkunç bir acı veriyordu ona, öyle anlaşılıyordu; durup durup başını arkaya atıyordu. Kalası çıktıkça sallanması artıyordu. İyice sendeliyordu artık. Ağzımın içi, korkudan ve utançtan kupkuru kesilmişti. Donakalmıştım, bütün kaslarımda çuvalın ağırlığını, yaralı bacağın dayanılmaz acısını duyuyordum. Cemile'yi birdenbire tanıyamadım. Çarşaf gibi bembeyaz olmuştu yüzü, sanki gözbebekleri büyümüştü, dudakları az önceki gülüşünden hala seğiriyordu. Daniyar, uykuda yürüyormuş gibi sallanarak kalası tırmanıyor, kızgın demir çatının altına doğru ilerliyordu. Dengesini koruyabilmek için iki adımda bir duruyor, güç topladıktan sonra çıkmaya devam ediyordu. Ambar memuru kendini tutamayıp, Deli misin sen? diye bağırdı. Bizde insanlık yok mu sanıyorsun? Söyleseydin, çuvalı aşağıda boşalttırmaz mıydım? Ne diye yukarıya çıkardın? Daniyar, sessizce, Sana ne? diye cevap verdi. Yere tükürüp arabaya gitti. Gözlerimizi önümüze eğmiştik, utanıyorduk; Daniyar, budalaca şakamızı ciddiye aldığı için kızıyorduk da. Bütün gece hiç konuşmadan araba sürdük. Daniyar zaten hiç konuşmazdı; onun için, hala öfkeli miydi, yoksa her şeyi unutmuş muydu, bilemiyorduk. Ama Cemile de, ben de üzüntülüydük, pişmandık.
Ertesi sabah Daniyar yine her zamanki gibi durgun ve sessizdi, duygularını açığa vurmuyordu; ama daha çok topallıyordu o gün, çuval taşırken daha çok aksıyordu. Eski yarası açılmıştı herhalde, onun yürüyüşüne baktıkça suçumuzu hatırlıyorduk. Ah, bir gülseydi, bütün tasalarımız uçup gidecekti. Cemile de hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Gururlu bir kızdı, yine gülüyordu gülmesine, ama tedirgindi. İstasyondan dönerken hava kararmıştı. Daniyar önde gidiyordu. Gece, inanılmaz güzellikteydi. Cemile önümde gidiyordu. Dizginleri bırakmış, çevresine bakarak türkü söylemekteydi. Usul usul söylüyordu türküsünü. Sessizliğimiz ağırına gitmişti. Böyle bir gecede susmak olmazdı türküler söylenecek bir geceydi bu. Ansızın sustu, Daniyar'a seslendi: Hey, Daniyar, sen de bir türkü söylesene! Yiğit değil misin? Daniyar, atlarını durdurarak, Sen söyle, Cemile, diye karşılık verdi. Daniyar atlarını kamçılayıp ansızın bir türküye başladı. Sesi, yolun her tümseğinde çınlıyordu sanki: Oy dağlar, mavi dağlar, dumanlı dağlar, Atalarımın yurdu dağlarım benim... Sonra durdu, öksürdü, hafifçe kısılmış sesiyle derinden derinden söylemeye devam etti: Oy dağlar, mavi dağlar, dumanlı dağlar, Beşiğim benim... Sanki bir şeyden korkuyormuş gibi, yine sustu. Ne kadar utandığının farkındaydım. Anlayamadığım çok şey vardı ilişkilerinde; doğrusu, bu konu üzerinde düşünmeye korkuyordum. Cemile, Daniyar'dan kaçıyordu, üzüntülüydü; onun üzüntüsü tedirgin ediyordu beni. Keşke eskisi gibi kahkahalar atsaydı, Daniyar'a takılsaydı... Ama geceleri köye dönerken Daniyar türküsüne başlamaya görsün, içim ikisi adına garip bir mutlulukla dolardı. Her seferinde büyülenmiş gibi olurdu Cemile, elini usulca Daniyar'a uzatırdı, ama Daniyar görmezdi onu, elleri ensesinde, uzaklara bakardı hep; Cemile, çaresizlik içinde, arabanın kenarına tutunurdu. İrkilirdi ansızın, olduğu yerde kalakalırdı. Yolun ortasında, yıkık, düşünceli, Daniyar'ı bir süre gözleriyle izlerdi; yine yürümeye başlardı sonra. Zaman zaman Cemile de, ben de, aynı erişilmez duygular içindeymişiz gibi gelirdi bana. Bir şey acı veriyordu ona; içinde bir şey büyüyor, olgunlaşıyor, fışkırmak, çıkmak istiyordu. Cemile korkuyordu bundan. Daniyar'a sevdalanmıştı; bunu hem kabullenmek istiyordu, hem de çekiniyordu kabullenmekten. Ben de öyleydim, Daniyar'ı sevmesini hem istiyordum, hem istemiyordum. Ne de olsa gelinimizdi Cemile, yengemdi. Bütün bozkır çiçek açmış gibiydi, kıpırdandı, karanlığı attı üstünden, uzayıp giden enginliğinde iki sevdalı gördüm. Onlar görmediler beni, ben yoktum. Yanlarında yürüyordum oysa; ikisi de dünyada ne varsa unutmuşlardı, sadece türküye vermişlerdi kendilerini. Onları tanıyamadım. Daniyar eski Daniyar'dı, sırtında paçavraya dönmüş o asker gömleği vardı yine, ama gözleri karanlıkta pırıl pırıldı, yanıyordu sanki. Ona ürkekçe, utanarak sokulan kız, kirpiklerinde yaşlar ışıldayan kız, Cemile'ydi, benim Cemile'mdi. Yeni doğmuşlardı, biraz önce görülmemiş bir mutluluk içindeydiler. Sahi, mutluluk değil miydi bu? O türküleri yaratan yurt sevgisini artık Cemile'ye adıyordu Daniyar. Evet, Cemile'nin türküsüydü bu, Cemile'nin türküsüydü.
Yükleri boşaltmış, dönmeye hazırlanıyorduk ki, ambarın avlusuna bir asker girdi; yaralı, zayıf bir askerdi bu, sırtında buruş buruş bir kaput vardı, omuzuna bir çanta asmıştı. Birkaç dakika önce bir tren gelmişti istasyona. Asker, çevresine bakarak bağırdı. Kurkuru köyünden kimse var mı burada? Onun kim olduğunu çıkarmaya çalışarak; Ben varım, diye cevap verdim. Asker, bana doğru ilerleyerek; Kimin oğlusun sen? diye sordu. Sonra Cemile'yi gördü ansızın, şaşırdı, yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı. Cemile bir çığlık attı: Kerim! Sen misin? Asker, Cemile'nin ellerine sımsıkı yapışarak, Cemile, kardeşim! diye bağırdı. Cemile'nin köyündendi o da. Heyecanla, İşe bak sen! dedi. İyi ki buraya gelmeyi akıl etmişim! Sadık'ın yanından geliyorum, hastanede beraberdik, Allahın izniyle bir iki aya kalmaz, o da çıkar. Ayrılırken, karına bir mektup yaz da götüreyim, dedim. İşte mektup, imzalı mühürlü. Üçgen bir zarf uzattı Cemile'ye. Cemile mektubu kaptı, önce kıpkırmızı, sonra bembeyaz kesildi, göz ucuyla Daniyar'a baktı. Arabasının yanındaydı Daniyar. Geçen gün harman yerinde olduğu gibi, tek başınaydı. Cemile'ye bakışında korkunç bir umutsuzluk vardı.
Tam uyuyacaktım ki, yaklaşan bir arabanın sesini duydum. Herhalde Cemile'ydi. Ne kadar uyumuşum, bilmiyorum; kulağımın dibinde saman hışırtıları duydum. Biri geçti yanımdan, omuzuma ıslak bir kanat değdi sanki. Gözlerimi açtım. Cemile'ydi. Irmaktan geliyordu, entarisi ıslaktı. Durdu, çevresine baktı, tedirgindi. Daniyar'ın yanına oturdu sonra. Daniyar, geldim, ben geldim, dedi usulca. Çıt çıkmıyordu. Uzaklarda bir şimşek kaydı toprağa. Sessizce. Kızgın mısın? Çok mu kızgınsın? Evet, çıt yoktu. Bir avuç toprağın sulara usulca gömülüşünü duydum. Benim suçum mu bu? Senin suçun da değil. Uzaklarda, dağların üstünde gök gürledi. Bir şimşek çaktı yine. Cemile'yi gördüm. Daniyar'a sarılmıştı. Omuzları sarsılıyordu, kabarıp kabarıp iniyordu sanki. Samanların arasına, onun yanına uzandı sonra. Bozkırdan sıcak bir rüzgar koptu geldi: Samanları savurdu, harman yerinin sonundaki eski çadıra çarptı, yolda bir topaç gibi dönmeye başladı. Gök gürlüyor, mavi şimşekler bulutları parçalıyordu. Hem güzel, hem korkutucu bir şeydi bu fırtına geliyordu, yazın son fırtınası.
Cemile, Seni ona değişir miyim sandın? diye fısıldadı tutkuyla. Değişir miyim hiç, değişir miyim? Beni hiç sevmedi. Selamlarını bile mektuplarının sonunda, tek cümleyle yolladı. Ne onu istiyorum artık, ne de geciken sevgisini. Kim ne derse desin! Yalnız sevgilim benim, seni hiç bırakmayacağım! Yıllardır seviyordum seni! Tanımadan bile seviyordum. Sonunda geldin işte, bildin yolunu gözlediğimi geldin! Yarın ötesine, ırmağa, kesik çizgilerle mavi şimşekler iniyordu şimdi.
Güzel bir gün ırmağa gittim, kumluktaki bir üvez kümesi dikkatimi çekmişti. Geçidin az ötesine, söğütler arasına oturdum. Akşam oluyordu. İki kişi gördüm ansızın. Karşı kıyıya geçmişlerdi. Daniyar'la Cemile'ydi bunlar. Tedirgin, ama kararlı yüzlerinden gözlerimi ayıramadım.. Ne yapacağımı bilemeden bir süre onlara baktım. Seslenseydim? Ama sesim çıkmıyordu. Günün son kızıl ışıkları, sıradağlar üstündeki bulutlarda kayboldu, hava hızla kararıyordu artık. Daniyar'la Cemile arkalarına bakmadan demiryolu kavşağına gidiyorlardı. Başları çalılar arasından göründü birkaç kere sonra kayboldular. Sesimin olanca gücünle, Cemileeee! diye bağırdım. Kendi yankımı duydum uzaklardan: Eee! Cemileeee! diye bağırdım yine, peşlerinden gitmek için ırmağa koştum. Ayağım takıldı, kapaklandım. Cemile! Cemile! diye hıçkırdım. O iki insana, en yakınım, en sevdiğim insanlara güle güle diyordum. Orada, yerde yatarken ansızın anladım: seviyordum Cemile'yi. Evet, Cemile ilk aşkımdı benim, çocukluğumun aşkıydı. Islak kollarımın arasına gömdüm başımı, kalkmadım. Sadece Cemile'yle Daniyar'a değil, çocukluğuma da güle güle diyordum. Hayır, Cemile onun yanında mutsuz olmayacaktı.
Anam için üzülüyordum. Cemile'yle birlikte eski gücü de çekip gitmişti sanki. Perişandı. Şimdi anlıyorum, kaderin oyununu kabullenemiyordu bir türlü. Fırtına, koca bir ağacı devirirse, o ağaç bir daha kök salamaz. Bu olaydan önce, kimseye gidip de; Şu ipliği iğneye geçiriver, demeyecek kadar gururluydu.
Okumak istiyorum. Söyle babama. Ressam olmak istiyorum! dedim. Anam beni azarlar, ağlar, savaşta ölen ağabeylerimi hatırlatır diye düşünüyordum. Ama ağlamadı anam. Usulca, yumuşacık bir sesle, kederle konuştu: Gitmek istiyorsan git. Yavrularım büyüdüler artık; hepsi yuvadan uçuyorlar. Bakalım ne kadar yüceleceksiniz? Belki de haklısın. Git. Oralarda fikrini değiştirirsin. Resim yapmak, boya boyamak para getirmez. Bir dene bakalım. Bizi de unutayım deme. O günden sonra, Küçük Ev bizden ayrıldı. Ben de okula gittim. Ressam olmaya. Öyküm bu kadar.
Güzel sanatlar okulunu bitirdikten sonra, Akademi'ye yazdırdılar beni. Diploma çalışmam, yıllardır hayalini kurduğum bir resimdi. Daniyar'la Cemile'nin resmiydi bu. Sonraki bölümde köyünün okul açılışına gelen üniversitede öğretim üyesi bulunan Altınay Süleymanova ile ona küçüklüğünde öğretmenlik yapan Duyşen isimli birinin ilişkileri Altınay Süleymanova’nın ağzından anlatılıyor.
Sokağın taa sonunda, ırmağın yanındaki tepecikte iki ev vardır; sağlam bir duvarla çevrilidir ikisi de, duvarın ötesinde uzun kavaklar yükselir. Bizim evlerimizdir bunlar. Ailelerimiz uzun yıllar yan yana yaşamıştır. Ben, Büyük Ev'dendim. Kolhoza katıldığımızdan kısa bir süre sonra Küçük Ev'in erkeği ölmüş; dul karısıyla iki küçük oğlanı bırakmış geriye. O sıralar köyde hala geçerli olan eski oba geleneğine göre, oğul sahibi dul kadınlar topluluktan ayrılmazlarmış; babamın kadınla evlenmesi kararlaştırılmış. Ölen adamın en yakın akrabası olduğu için, atalarına saygı duyan babam bu görevi yerine getirmiş. İkinci ailemiz böyle kurulmuş işte. Küçük Ev'in kendi toprağı, kendi hayvanları vardı; ama gerçekte bir arada yaşıyorduk. Küçük Ev de iki oğlunu savaşa yollamıştı. Çocukların büyüğü Sadık, evlendikten kısa bir süre sonra gitmişti.Böylece iki kişi kalmıştı Küçük Ev'de: kiciapa, yani Küçük Ana dediğim kadın, bir de gelini, Sadık'ın karısı. Kader, hamarat bir gelin vermişti ona. Cemile, tam ona yakışır bir kızdı; yılmak nedir bilmezdi, canlıydı, dipdiriydi. Cemile'yi severdim. O da beni severdi. Yakın arkadaştık, ama birbirimizi ilk adlarımızla çağıramıyorduk. Ayrı ailelerden gelseydik, hiç çekinmez, Cemile derdim ona. Ama ağabeyimin karısı olduğu için ben ona yenge, o da bana kiçine bala, yani küçük çocuk demek zorundaydık. Söylendiğine göre, bahar yarışlarında Cemile'yi geçememiş Sadık. Bu yüzden de onu kaçırmış. Ama başka söylentiler de vardı: Cemile'yle Sadık birbirlerine sevdalanmışlar. Evlilikleri dört ay sürmüştü sadece. Sonra savaş çıkmış, Sadık'ı askere çağırmışlardı.
Niye, bilmiyorum belki de babasının tek çocuğu, hem oğlu hem kızı olduğu, küçük yaştan atlarla uğraşmaya alıştığı için erkeksi bir hava vardı Cemile'de; bir erkek sertliği, bir erkek kabalığı vardı; erkek gibi de kıyasıya çalışırdı. Öteki kadınlarla iyi geçinirdi ama biri haksız yere kendine yüklenirse altta kalmazdı; bazı bazı kadınlardan birini saçlarından tutup sürüdüğü bile olurdu. Babamla küçük anam, Cemile'ye hiç de kaynana, kaynata gibi sert davranmıyorlardı. Seviyorlardı onu; tek istekleri, Cemile'nin bir Allah'a bir de kocasına inanmasıydı.
Savaş sırasında köyde pek az erkek kalmıştı. Bunu fırsat bilen bazı gençler küstahça davranıyor, kadınları hor görüyorlardı. Ne diye peşlerinden koşacaksın, elini sallasan ellisi! diyorlardı sanki. Bir keresinde, ot biçerken, uzak akrabamız Osman, Cemile'ye sataşmaya kalktı. Bütün kadınların kendisine tutkun olduğunu sananlardandı Osman. Cemile onu elinin tersiyle itti; gölgesinde dinlendiği saman yığınının altından kalktı. Rahat bırak beni! dedi öfkeyle. Senin gibi aygırlardan da başka şey beklenmez ya! Osman, saman yığınının altında kalakaldı.
Ansızın Daniyar'ın iki atını tanıdım. Daniyar, o gün küme başkanının sözünü ettiği delikanlıydı. Ertesi sabahtan itibaren birlikte çalışacağımız için atlarına ilişmedim, harman yerine döndüm. Daniyar oradaydı. Arabasının tekerleklerini yağlamış, oku pekiştiriyordu. Daniyar, hendekteki atlar senin mi? diye sordum. Ağır ağır başını çevirdi. İkisi benim. Ötekiler? Onlar... neydi adı... Cemile'nin. Yengen mi olur? Evet. Küme başkanı getirdi onları, göz kulak olmamı söyledi. Daniyar köyün yenilerindendi.
Günün birinde, bir çocuk koşa koşa gelmiş, yaralı bir asker gördüğünü söylemişti; kim olduğunu, nereden geldiğini bilmiyormuş. Ortalığı ne büyük bir heyecan sarmıştı! Cepheden bir dönen olsa, köyde kim varsa yanına gider, elini sıkar, hısım akrabasını görüp görmediğini sorar, son haberleri öğrenmek isterdi. Bu keresinde öyle bir şamata koptu ki, anlatılacak gibi değil! Herkes, kardeşim mi acaba, yoksa eşkiyanın biri mi? diye merak ediyordu. Orağını atan köye koştu. Daniyar bizim köydenmiş meğer. Çocukken yetim kalmış, tam üç yıl ev ev dolaşıp bakıldıktan sonra Çakmak bozkırındaki Kazakların yanına gitmiş; ana tarafından akrabaları varmış Kazaklar arasında. Köyde de kimi kimsesi olmadığı için unutulmuş. Köyden ayrıldıktan sonra ne yaptığını soranlara kaçamaklı cevaplar verirdi. Zor günler geçirmişti anlaşılan, yetimliğin acı tasından içmişti. Hayat, onu önüne katmış, bir taş gibi oradan oraya yuvarlamıştı. Uzun süre Çakmak bataklıklarında koyun gütmüş, biraz büyüyünce çölde hendek kazmış, devletin kurduğu yeni pamuk çiftliklerinde, Taşkent'teki Angren madenlerinde çalışmış, sonra da askere gitmişti. Köylüler, Daniyar'ın doğduğu yere dönüşünü sevinçle karşılamışlardı. Ne yalan söylemeli, pek hoşlanmamıştık Daniyar'dan. Bir kere, bizimle senli benli olmuyordu. Pek az konuşuyordu, konuştuğu zaman da bambaşka şeyler düşünüyor gibiydi. O düşünceli gözleriyle adamın yüzüne bakarken bile karşısındakini görüp görmediği anlaşılmıyordu. Gariptir, içine kapanık, uysal biri olmasına rağmen, Daniyar'la senli benli olmaya kalkışmamıştık; akranımız olmadığı için değil birkaç yaşın lafı mı olurdu? bize sert davrandığı için de değil. Hayır, onun suskunluğunda bir yaklaşılmazlık vardı.
Ertesi sabah erkenden Daniyar'la ben atları harman yerine getirdik. Biraz sonra da Cemile geldi. Bizi uzaktan görür görmez bağırdı: Hey, kiçine bala, atlarımı buraya getir! Koşumlar nerede? Sanki anadan doğma sürücüymüş gibi arabayı incelemeye koyuldu, tekerleklerin iyice oturup oturmadıklarını anlamak için de birkaç tekme salladı. Yanına giderken halimize baktı baktı da keyiflendi. Daniyar'ın geniş çizmeleri, uzun, incecik bacaklarından fırlayacakmış gibi duruyordu; ben de nasırlaşmış topuklarımla atın sağrılarına vuruyordum boyuna. Cemile, başını neşeyle arkaya atarak, Ne güzel bir çift olmuşsunuz ya! dedi. Sonra buyruklar yağdırmaya başladı: Hadi, çabuk olun! Sıcak basmadan bozkırı geçmeliyiz! Dizginlere yapışıp arabaya götürdü atları, bağlamaya başladı. Bağladı da. Yalnız bir kerecik dizginleri nasıl geçireceğini sordu, o kadar. Sanki orada değilmiş gibi, Daniyar'ın yüzüne bile bakmıyordu. Cemile'nin kendine güveni, ikimize de meydan okur gibi davranışı Daniyar'ı şaşırtmışa benziyordu. Dudaklarını birbirine sımsıkı yapıştırmış, düşmancasına, ama gizli bir hayranlıkla Cemile'yi seyrediyordu. El ele verip de her çuvalı kaldırışlarında başları birbirine dokunacak gibi oluyordu; delikanlı son derece tedirgindi, dudaklarını ısırıyor, Cemile'nin yüzüne bakmaktan kaçınıyordu.
Bir gün harman yerinde, Daniyar'a bir oyun oynamayı kararlaştırdık. O çuvalı onun arabasına koyduk, üstüne de başka çuvallar yerleştirdik. İstasyon yolunda da Cemile'yle bir Rus köyünde durup elma topladık. Yol boyunca Cemile elma fırlattı Daniyar'a, yol boyunca güldük. İstasyona hep birlikte vardık. Daha biz ne olduğunu anlamadan çuvalı sürüye sürüye arabanın kenarına kadar getirdi, aşağı atladı, tek eliyle dengelemeye çalışarak sırtına aldı. Başladı yürümeye. Önceleri durumu kavrayamadık. Başkalarının da dikkatini çekmedi bu: sırtında çuvalla bir adam yürüyordu işte herkesin sırtında çuval vardı. Daniyar kalasa yaklaşınca, Cemile koşarak yanına vardı onun. Bırak çuvalı, şaka ediyordum! Çekil başımdan! diye mırıldandı Daniyar, kalasa çıktı. Cemile, kendisinin suçsuz olduğunu göstermek istercesine, Şuna bakın, ne yapıyor! diye bağırdı. Daniyar'ın adamakıllı topalladığını fark ettik. Daniyar, o korkunç yükün altında iki büklüm, başını önüne eğmiş, dişlerini dudaklarına geçirmiş, yaralı ayağını dikkatle atarak ağır ağır yürüyordu. Her adımı korkunç bir acı veriyordu ona, öyle anlaşılıyordu; durup durup başını arkaya atıyordu. Kalası çıktıkça sallanması artıyordu. İyice sendeliyordu artık. Ağzımın içi, korkudan ve utançtan kupkuru kesilmişti. Donakalmıştım, bütün kaslarımda çuvalın ağırlığını, yaralı bacağın dayanılmaz acısını duyuyordum. Cemile'yi birdenbire tanıyamadım. Çarşaf gibi bembeyaz olmuştu yüzü, sanki gözbebekleri büyümüştü, dudakları az önceki gülüşünden hala seğiriyordu. Daniyar, uykuda yürüyormuş gibi sallanarak kalası tırmanıyor, kızgın demir çatının altına doğru ilerliyordu. Dengesini koruyabilmek için iki adımda bir duruyor, güç topladıktan sonra çıkmaya devam ediyordu. Ambar memuru kendini tutamayıp, Deli misin sen? diye bağırdı. Bizde insanlık yok mu sanıyorsun? Söyleseydin, çuvalı aşağıda boşalttırmaz mıydım? Ne diye yukarıya çıkardın? Daniyar, sessizce, Sana ne? diye cevap verdi. Yere tükürüp arabaya gitti. Gözlerimizi önümüze eğmiştik, utanıyorduk; Daniyar, budalaca şakamızı ciddiye aldığı için kızıyorduk da. Bütün gece hiç konuşmadan araba sürdük. Daniyar zaten hiç konuşmazdı; onun için, hala öfkeli miydi, yoksa her şeyi unutmuş muydu, bilemiyorduk. Ama Cemile de, ben de üzüntülüydük, pişmandık.
Ertesi sabah Daniyar yine her zamanki gibi durgun ve sessizdi, duygularını açığa vurmuyordu; ama daha çok topallıyordu o gün, çuval taşırken daha çok aksıyordu. Eski yarası açılmıştı herhalde, onun yürüyüşüne baktıkça suçumuzu hatırlıyorduk. Ah, bir gülseydi, bütün tasalarımız uçup gidecekti. Cemile de hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Gururlu bir kızdı, yine gülüyordu gülmesine, ama tedirgindi. İstasyondan dönerken hava kararmıştı. Daniyar önde gidiyordu. Gece, inanılmaz güzellikteydi. Cemile önümde gidiyordu. Dizginleri bırakmış, çevresine bakarak türkü söylemekteydi. Usul usul söylüyordu türküsünü. Sessizliğimiz ağırına gitmişti. Böyle bir gecede susmak olmazdı türküler söylenecek bir geceydi bu. Ansızın sustu, Daniyar'a seslendi: Hey, Daniyar, sen de bir türkü söylesene! Yiğit değil misin? Daniyar, atlarını durdurarak, Sen söyle, Cemile, diye karşılık verdi. Daniyar atlarını kamçılayıp ansızın bir türküye başladı. Sesi, yolun her tümseğinde çınlıyordu sanki: Oy dağlar, mavi dağlar, dumanlı dağlar, Atalarımın yurdu dağlarım benim... Sonra durdu, öksürdü, hafifçe kısılmış sesiyle derinden derinden söylemeye devam etti: Oy dağlar, mavi dağlar, dumanlı dağlar, Beşiğim benim... Sanki bir şeyden korkuyormuş gibi, yine sustu. Ne kadar utandığının farkındaydım. Anlayamadığım çok şey vardı ilişkilerinde; doğrusu, bu konu üzerinde düşünmeye korkuyordum. Cemile, Daniyar'dan kaçıyordu, üzüntülüydü; onun üzüntüsü tedirgin ediyordu beni. Keşke eskisi gibi kahkahalar atsaydı, Daniyar'a takılsaydı... Ama geceleri köye dönerken Daniyar türküsüne başlamaya görsün, içim ikisi adına garip bir mutlulukla dolardı. Her seferinde büyülenmiş gibi olurdu Cemile, elini usulca Daniyar'a uzatırdı, ama Daniyar görmezdi onu, elleri ensesinde, uzaklara bakardı hep; Cemile, çaresizlik içinde, arabanın kenarına tutunurdu. İrkilirdi ansızın, olduğu yerde kalakalırdı. Yolun ortasında, yıkık, düşünceli, Daniyar'ı bir süre gözleriyle izlerdi; yine yürümeye başlardı sonra. Zaman zaman Cemile de, ben de, aynı erişilmez duygular içindeymişiz gibi gelirdi bana. Bir şey acı veriyordu ona; içinde bir şey büyüyor, olgunlaşıyor, fışkırmak, çıkmak istiyordu. Cemile korkuyordu bundan. Daniyar'a sevdalanmıştı; bunu hem kabullenmek istiyordu, hem de çekiniyordu kabullenmekten. Ben de öyleydim, Daniyar'ı sevmesini hem istiyordum, hem istemiyordum. Ne de olsa gelinimizdi Cemile, yengemdi. Bütün bozkır çiçek açmış gibiydi, kıpırdandı, karanlığı attı üstünden, uzayıp giden enginliğinde iki sevdalı gördüm. Onlar görmediler beni, ben yoktum. Yanlarında yürüyordum oysa; ikisi de dünyada ne varsa unutmuşlardı, sadece türküye vermişlerdi kendilerini. Onları tanıyamadım. Daniyar eski Daniyar'dı, sırtında paçavraya dönmüş o asker gömleği vardı yine, ama gözleri karanlıkta pırıl pırıldı, yanıyordu sanki. Ona ürkekçe, utanarak sokulan kız, kirpiklerinde yaşlar ışıldayan kız, Cemile'ydi, benim Cemile'mdi. Yeni doğmuşlardı, biraz önce görülmemiş bir mutluluk içindeydiler. Sahi, mutluluk değil miydi bu? O türküleri yaratan yurt sevgisini artık Cemile'ye adıyordu Daniyar. Evet, Cemile'nin türküsüydü bu, Cemile'nin türküsüydü.
Yükleri boşaltmış, dönmeye hazırlanıyorduk ki, ambarın avlusuna bir asker girdi; yaralı, zayıf bir askerdi bu, sırtında buruş buruş bir kaput vardı, omuzuna bir çanta asmıştı. Birkaç dakika önce bir tren gelmişti istasyona. Asker, çevresine bakarak bağırdı. Kurkuru köyünden kimse var mı burada? Onun kim olduğunu çıkarmaya çalışarak; Ben varım, diye cevap verdim. Asker, bana doğru ilerleyerek; Kimin oğlusun sen? diye sordu. Sonra Cemile'yi gördü ansızın, şaşırdı, yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı. Cemile bir çığlık attı: Kerim! Sen misin? Asker, Cemile'nin ellerine sımsıkı yapışarak, Cemile, kardeşim! diye bağırdı. Cemile'nin köyündendi o da. Heyecanla, İşe bak sen! dedi. İyi ki buraya gelmeyi akıl etmişim! Sadık'ın yanından geliyorum, hastanede beraberdik, Allahın izniyle bir iki aya kalmaz, o da çıkar. Ayrılırken, karına bir mektup yaz da götüreyim, dedim. İşte mektup, imzalı mühürlü. Üçgen bir zarf uzattı Cemile'ye. Cemile mektubu kaptı, önce kıpkırmızı, sonra bembeyaz kesildi, göz ucuyla Daniyar'a baktı. Arabasının yanındaydı Daniyar. Geçen gün harman yerinde olduğu gibi, tek başınaydı. Cemile'ye bakışında korkunç bir umutsuzluk vardı.
Tam uyuyacaktım ki, yaklaşan bir arabanın sesini duydum. Herhalde Cemile'ydi. Ne kadar uyumuşum, bilmiyorum; kulağımın dibinde saman hışırtıları duydum. Biri geçti yanımdan, omuzuma ıslak bir kanat değdi sanki. Gözlerimi açtım. Cemile'ydi. Irmaktan geliyordu, entarisi ıslaktı. Durdu, çevresine baktı, tedirgindi. Daniyar'ın yanına oturdu sonra. Daniyar, geldim, ben geldim, dedi usulca. Çıt çıkmıyordu. Uzaklarda bir şimşek kaydı toprağa. Sessizce. Kızgın mısın? Çok mu kızgınsın? Evet, çıt yoktu. Bir avuç toprağın sulara usulca gömülüşünü duydum. Benim suçum mu bu? Senin suçun da değil. Uzaklarda, dağların üstünde gök gürledi. Bir şimşek çaktı yine. Cemile'yi gördüm. Daniyar'a sarılmıştı. Omuzları sarsılıyordu, kabarıp kabarıp iniyordu sanki. Samanların arasına, onun yanına uzandı sonra. Bozkırdan sıcak bir rüzgar koptu geldi: Samanları savurdu, harman yerinin sonundaki eski çadıra çarptı, yolda bir topaç gibi dönmeye başladı. Gök gürlüyor, mavi şimşekler bulutları parçalıyordu. Hem güzel, hem korkutucu bir şeydi bu fırtına geliyordu, yazın son fırtınası.
Cemile, Seni ona değişir miyim sandın? diye fısıldadı tutkuyla. Değişir miyim hiç, değişir miyim? Beni hiç sevmedi. Selamlarını bile mektuplarının sonunda, tek cümleyle yolladı. Ne onu istiyorum artık, ne de geciken sevgisini. Kim ne derse desin! Yalnız sevgilim benim, seni hiç bırakmayacağım! Yıllardır seviyordum seni! Tanımadan bile seviyordum. Sonunda geldin işte, bildin yolunu gözlediğimi geldin! Yarın ötesine, ırmağa, kesik çizgilerle mavi şimşekler iniyordu şimdi.
Güzel bir gün ırmağa gittim, kumluktaki bir üvez kümesi dikkatimi çekmişti. Geçidin az ötesine, söğütler arasına oturdum. Akşam oluyordu. İki kişi gördüm ansızın. Karşı kıyıya geçmişlerdi. Daniyar'la Cemile'ydi bunlar. Tedirgin, ama kararlı yüzlerinden gözlerimi ayıramadım.. Ne yapacağımı bilemeden bir süre onlara baktım. Seslenseydim? Ama sesim çıkmıyordu. Günün son kızıl ışıkları, sıradağlar üstündeki bulutlarda kayboldu, hava hızla kararıyordu artık. Daniyar'la Cemile arkalarına bakmadan demiryolu kavşağına gidiyorlardı. Başları çalılar arasından göründü birkaç kere sonra kayboldular. Sesimin olanca gücünle, Cemileeee! diye bağırdım. Kendi yankımı duydum uzaklardan: Eee! Cemileeee! diye bağırdım yine, peşlerinden gitmek için ırmağa koştum. Ayağım takıldı, kapaklandım. Cemile! Cemile! diye hıçkırdım. O iki insana, en yakınım, en sevdiğim insanlara güle güle diyordum. Orada, yerde yatarken ansızın anladım: seviyordum Cemile'yi. Evet, Cemile ilk aşkımdı benim, çocukluğumun aşkıydı. Islak kollarımın arasına gömdüm başımı, kalkmadım. Sadece Cemile'yle Daniyar'a değil, çocukluğuma da güle güle diyordum. Hayır, Cemile onun yanında mutsuz olmayacaktı.
Anam için üzülüyordum. Cemile'yle birlikte eski gücü de çekip gitmişti sanki. Perişandı. Şimdi anlıyorum, kaderin oyununu kabullenemiyordu bir türlü. Fırtına, koca bir ağacı devirirse, o ağaç bir daha kök salamaz. Bu olaydan önce, kimseye gidip de; Şu ipliği iğneye geçiriver, demeyecek kadar gururluydu.
Okumak istiyorum. Söyle babama. Ressam olmak istiyorum! dedim. Anam beni azarlar, ağlar, savaşta ölen ağabeylerimi hatırlatır diye düşünüyordum. Ama ağlamadı anam. Usulca, yumuşacık bir sesle, kederle konuştu: Gitmek istiyorsan git. Yavrularım büyüdüler artık; hepsi yuvadan uçuyorlar. Bakalım ne kadar yüceleceksiniz? Belki de haklısın. Git. Oralarda fikrini değiştirirsin. Resim yapmak, boya boyamak para getirmez. Bir dene bakalım. Bizi de unutayım deme. O günden sonra, Küçük Ev bizden ayrıldı. Ben de okula gittim. Ressam olmaya. Öyküm bu kadar.
Güzel sanatlar okulunu bitirdikten sonra, Akademi'ye yazdırdılar beni. Diploma çalışmam, yıllardır hayalini kurduğum bir resimdi. Daniyar'la Cemile'nin resmiydi bu. Sonraki bölümde köyünün okul açılışına gelen üniversitede öğretim üyesi bulunan Altınay Süleymanova ile ona küçüklüğünde öğretmenlik yapan Duyşen isimli birinin ilişkileri Altınay Süleymanova’nın ağzından anlatılıyor.
17 Mart 2013 Pazar
Beyaz Gemi, Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi: Masumiyeti ve suçsuzluğu temsil eden bir çocuğun ve dolayısıyla dedesinin; devleti ve yönetici kesimi sembolize eden bir insan olan “Orozkul” tarafından zulme uğramasıdır.O yıl yedi yaşını doldurmuş, sekizine basmıştır.Ona önce bir çanta aldılar. Bu çantayı ona dedesi bir gezgin satıcıdan almıştır. Bu satıcılar San-Taş denilen bölgede oturmuşlardır. San-Taş'ta sadece üç aile oturur. Üç ailenin tek oğlan çocuğu olduğu için satıcının geldiğini ilk gören her zaman o olmuştur.
Sıcak bir yaz günüydü. Çocuk, kendisine ait bir gölcükte yüzmektedir. Bu defa, maşin-mağazanın bir toz bulutu kaldırarak geldiğini işte o zaman görür. Bu gölcüğü, ona çayın sığ bir yerini taşlarla çevirerek dedesi yapmıştır. Ninesi onun bir yabancı, bir hiç olduğunu söylemektedir. Bir yabancıyı ne kadar yedirip içirsen, ne kadar baksan, yine yabancı kalırdı.. Bir yabancı! Belki de asıl yabancı ninesidir.
O gün çocuk, maşin-mağazanın, gerisinde toz bulutu bırakarak yamaçtan inmekte olduğunu görmüştür. Sanki kendisine bir çanta alınacağını bilmiş gibi büyük bir sevince kapılır. Hemen sudan çıkarak, pantalonunu alelacele sıska bacaklarına geçirdi. Vücudu ıpıslak ve mosmordu. Maşin-mağazanın geldiğini herkesten önce haber vermek için evlerine doğru koşmaya başladı.
Olanca hızıyla koşuyor, çalıların üzerinden atlıyor, atlayamayacağı kadar büyük olan kayaların yanından dolanıyordu. Ihlamış Deve'nin yanından geçerken Maşin-mağaza geliyor seninle sonra konuşuruz dedi. Normal zamanlarda onun yanından hörgücünü sıvazlamadan geçmezdi.
Arkadaşsız, yapayalnız çocuk, onu kuşatan bu basit, saf çevresinde yaşayıp gidiyordu. Zaman zaman bütün bunları ona unutturan tek şey, gezgin satıcı, onun maşin-arabası idi. Onu görür görmez olanca hızıyla koşmaya başlardı. Söylemeye gerek yok, otlardan ve kayalardan başka bir şeydi bu maşin-mağaza. Neler neler yoktu içinde!
Çocuk eve geldiğinde, araba da evlerin arkasındaki avluya girmek üzere idi. Evlerin yüzü çaya bakıyordu. Bu taraf hafif bir eğimle suya kadar inerdi. Suyun öbür tarafında ise, birden dikleşiyor ve dağlara doğru yükselen ormanda buradan başlıyordu. Bu yüzden giriş yolu evlerin arka tarafındaydı. Çocuk vaktinde yetişip haber vermese, satıcının geldiğini kimse bilemezdi.
O saatte evlerde tek erkek yoktu, sabah erkenden çıkıp gitmişlerdi. Kadınlar ise ev işleriyle meşgul idiler. Çocuk açık duran kapılara koşup bağırmaya başladı:
-Geldi! Geldi! Maşin-mağaza geldi!
Kadınlar telaşlandılar. Önce, herbiri paralarını gizledikleri yere gitti, sonra da dışarı fırlayıp birbirleriyle yarışırcasına arabaya doğru koştular. İşe bakın siz! Nine bile övdü çocuğu:
-Bakın, görün işte, bizim oğlanın gözünden hiçbir şey kaçmaz !
Başka işleri vardı şimdi onların. Ne de çok mal vardı arabada! Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Ama topu topu üç kadın vardı: Çocuğun ninesi, üç evin en önde gelen kişisi olan korucubaşı Orozkul'un karısı olan Bekey hala, bir de kucağında kızcağızı ile gelen Gülcemal. Gülcemal, basit bir işçi olan Seydahmet'in karısı idi. Hepsi bu kadardı işte. Ama mallara bir anda öyle, saldırdılar, karıştırıp öyle alt-üst ettiler ki, satıcı onları uyarmak, her şeyi karıştırmamalarını ve hep birden konuşmamalarını söylemek zorunda kaldı.
Ama satıcıyı dinleyen kim! Kadınlar bütün malları savurmaya, havadan kapmaya, sonra bir bir seçmeye, daha sonra da seçtiklerini geri vermeye başladılar. Çocuk biraz uzakta durup bekliyordu. Satıcının suratı asıldı. Bir şey alacağa benzemiyordu bu kadınlar. Dağ taş demeden uzak yollardan niçin gelmişti buralara kadar? Gerçekten de öyle oldu. Kadınlar arabanın başından çekildiler. Heyecanları geçmiş, hatta biraz da yorulmuşlardı. Birbirlerine karşı ya da satıcıya karşı kendilerini haklı çıkarmaya çalışan sözler ettiler. Genç gelin Gülcemal kendini kurtaracak mazereti buldu. Satıcıya, kocası Seydahmet'in yakında şehre gideceğini orada paraya ihtiyacı olacağını, onu için de kesenin ağzını açmayacağını söyledi.
Kadınlar arabanın önünde biraz daha oyalanıp, satıcının deyimi ile üç kuruşluk mal aldılar. Tabii buna alış-veriş denirse! Sonra hepsi evlerine döndü. Onlar arkalarını döner dönmez satıcı yere tükürmüş, dağıtılan malları toplayıp bir an önce buradan uzaklaşmaya hazırlanıyordu: İşte o sırada çocuğu farketti:
-Ne o yaba kulak? Bir şey mi almak istiyorsun? Alacaksan acele et, kapatıyorum. Paran var mı?
-Hayır amca, param yok.
Bir süre sustular. Sonra satıcı yine sordu:
-Hangi ailedensin sen? İhtiyar Mümin'in mi?
Çocuk evet anlamında başını salladı:
-Onun torunu musun?
-Evet, diye yine başını salladı.
-Annen nerede?
Çocuk bu defa hiçbir şey demedi, Bu konuda konuşmak istemiyordu.
-Annen nerede olduğunu bildirmedi mi? Tanıyor musun onu?
-Bilmiyorum.
-Babanı da mı bilmiyorun? Babandan da haber yok mu?
Çocuk yine bir şey söylemedi. Satıcı işi şakaya getirerek sormaya devam etti:
-Sen de hiç bir şey bilmiyorsun be arkadaş. Öyle olsun, canın da sağ olsun. Al bakalım şunu. (Avucuna şeker doldurarak çocuğa uzattı).
Çocuk utanmıştı, almak istemiyordu.
-Al, al hadi. Bekletme beni, gideceğim.
Çocuk şekerleri alıp cebine koydu.
Satıcıyı uğurlamak için bir süre peşinden koşmayı düşünüyordu. O arada tembel, kıllı köpeği Baltek'i çağırmıştı yanına. Orozkul hep öldürmek isterdi o köpeği. Ne gereği vardı bu işe yaramaz köpeği beslemenin? Dedesi ise yalvaryakar, şimdilik ona dokunmamasını isterdi: Bir çoban köpeği bulur bulmaz Baltek'i bir yere götürüp bırakırız derdi.
Çocuk, satıcıya göstermeden Baltek'e bir şeker attı.Bak, çok koşacağız ha! dedi. Baltek hafif bir ses çıkararak kuyruğunu salladı. Yine şeker istiyordu. Ama çocuk bir tane daha vermeye cesaret edemedi. Satıcı gücenebilirdi. Maşin-mağaza gitmeden gelmesi ne kadar iyi bir raslantıydı! Yoksa o güzel çanta alınmayacaktı. Doğrusu o gün çok şanslı bir gündü çocuk için.
Köydeki aksakalların Kıvrak Mümin diye adlandırdıkları ihtiyarı çevrede herkes tanırdı ve onun da tanımadığı yoktu. Bu lakabı ona, uzak yakın herkesle çok iyi geçindiği, herkese güleryüz gösterip yardıma koştuğu için takmışlardı.
Kısacası, uzaktan torunu ile birlikte yas şölenine gelen bu ihtiyar adam, çay taşır, ayak işlerini yapardı. Onun yerine kim olsa çatlardı kahrından. Ama o hiç aldırmıyordu bunlara. Kıvrak Mümin'in davetlilere hizmet etmesine kimse şaşmazdı. Hayatı boyunca taşıyacağı Kıvrak lakabını onun için vermişlerdi ona. İyi yürekli bir insandı ve böyle olduğunu, ama değerinin bilinmediğini yüzüne bakar bakmaz anlardınız.
Mümin torununu maşin-mağazanın önünde görür görmez onun bir şeylere üzüldüğünü anladı. Ama satıcı gelip geçen bir konuk olduğu için önce ona hitap etti. Atından usulca inerek iki elini birden uzattı:
-Selamünaleyküm büyük tüccar! Dedi yarı şaka yarı ciddi. Kazasız belasız getirdin mi kervanı? Alış-veriş iyi geçti mi? Gülümseyerek satıcının elini sıkıyor, sallıyordu. Görüşmeyeli çok oldu, hoş geldin!
Satıcı Mümin'in konuşmalarına, perişan haline, sahte deriden çizmelerine, karısının diktiği keten pantalona, iyice eskimiş ceketine, yağmurdan ve güneşten rengi solmuş keçe takkesine bakarak ve hoşgörü ile gülümseyerek cevap verdi:
-Kervan iyi, sapasağlam, ama kötü olan şu ki, tüccar ayağınıza kadar geliyor siz ise başınızı alıp ormanlara, derelere gidiyorsunuz. Karılarınıza da Azrail can verir gibi paralarını sıkı sıkı tutmalarını tembih ediyorsunuz. Ne kadar mal getirirsem getireyim, elini kesesine atan çıkmıyor.
Mümin mahcup olmuştu. Özür diledi:
-Boynuzlu Maral Ana adına yemin ederim ki param yok.
Satıcı arabanın kapısını kapatmaya başladı. Tam bu sırada köpeğin kulağından tutup arabanın ardından koşmak için bekleyen çocuğa ilişti gözü. Yine konuştu:
-Bari şu çocuğa bir çanta al. Yakında okula gidecek değil mi? Kaç yaşında şimdi?
Mümin işte bu fikri beğendi. Nihayet bir şey alacaktı bu inatçı satıcıdan. Torununa da gerçekten bir çanta gerekecekti, bu güz okula başlayacaktı çünkü.
-Bak işte bu doğru, nasıl da unuttum. Yedisini bitirdi, sekizine giriyor... Gel bakalım buraya.
Torununu yanına çağıran dede, ceplerini karıştırıp bumburuşuk bir beş ruble çıkardı. Herhalde çoktan beri orada idi bu para. Çocuğa göz kırpan satıcı çantayı ona verdi: Sonra, yeni çantasını beceriksizce tutan torununa baktı, onu çekip bağrına bastı ve alçak sesle:
Bu çok iyi işte, bu güz okula gidersin. İhtiyar nasırlı, ağır elini usulca çocuğun başına koymuştu. Çocuk, birdenbire boğazına bir şeylerin tıkandığını hissetti. O anda dedesinin ne kadar zayıfladığını anladı, elbisesinden gelen her zamanki kokuyu da almıştı. İnsanın öyle bir dedesi, öz dedesi olması çok iyi bir şeydi.
Çocuk, Bekey halasından sonra çantasını Gülcemal'e ve onun kızına göstermek için onların evine doğru koştu. Oradan da olanca hızıyla ot biçen Seydahmet'in yanına gitti. Koşup Ihlamış Deve'nin yanından geçerken hörgücünü okşayacak vakti olmamıştı. Sonra Eyer'in, Kurt'un, Tank'ın yanından ve çayın kıyısından gitti. Daha sonra çaydikenlerinin arasındaki cılgadan geçti. En sonunda, biçildiği için çıplak kalan çayırın şeridinden koşup Seydahmet'in yanına geldi.
Seydahmet ot biçme işinde pek geride kalıyordu. Önceki gün dede bile kendini tutamamış, onu azarlamıştı bu ona dokunmuş olacak, sabahtan beri durmadan tırpan sallıyordu. Arkasında birinin koşup gelmekte olduğunu ayak seslerinden anlayan Seydahmet dönüp baktı, gömleğinin yeniyle alnındaki terleri sildi ve:
-Ne istiyorsun? Dedi. Beni mi çağırıyorlar?
-Hayır. Bak, bir çantam var benim. Dedem aldı, okula gideceğim.
-Yaa, bunun için mi koşa koşa geldin buraya? Bir kahkaha altıktan sonra devam etti konuşmaya: Mümin dede böyledir zaten Sen de onun yolunda gideceksin galiba. Ver de bir bakalım şu çantaya!
Çantayı aldı, kilidini açıp kapadı, evirip çevirip baktı. Sonra yine çocuğa uzatarak alaylı alaylı başını salladı:
-Peki, hangi okula gideceksin bakalım? Neredeymiş okulun?
-Hangi okula olacak? Fermadaki okula elbet.
-Celesay'a mı gideceksin yani? dedi şaşırarak Seydahmet.. Dağın ötesinde, en az beş kilometrelik bir yoldan gidilir mi oraya?
-Olsun, dedem atla götürüp getireceğini söyledi.
-Hergün götürüp getirecek ha! Delirmiş senin ihtiyar. Seninle beraber o da okula başlasa iyi eder. Aynı sıraya oturursunuz, dersler biter bitmez de dönersiniz...
Seydahmet katıla katıla gülüyordu. Mümin'in torunuyla aynı sırada oturması düşüncesi pek komik gelmişti ona.
Çocuk suratını asıp sustu.
-Darılma, dedi Seydahmet, ben gülmek için öyle konuştum. Seydahmet böyle derken çocuğun burnuna acıtmadan bir fiske vurdu ve kasketinin siperini alnına indirdi. Çocuğun başındaki kasket, dedesinin resmi korucu kasketiydi.
Seydahmet'in dedesini aşağılaması çok ağırına gitmişti çocuğun. Başındaki kasketi düzeltti. Seydahmet ona bir fiske daha vurmak isteyince hemen geri çekildi ve öfkeyle çıkıştı:
-Çek elini!
-Vay canına! Huysuzun tekiymişsin meğer! dedi gülerek. Hadi hadi, kızmana gerek yok. Çantan çok güzel. (Böyle derken omuzunu sıvazladı). Ama şimdi uç bakalım, benim daha çok işim var...
Bundan sonra elini tükrükleyerek tırpana yapıştı. Çocuk geldiği patikadan yine koşarak ve aynı taşların yanından geçerek evin yolunu tuttu. Ama taşlarla gevezelik edecek vakti yine yoktu. Şimdi çantasıydı önemli olan.
Kendi kendisiyle konuşmayı severdi. Ama şimdi bir çantası vardı ve onunla konuşuyordu. Konuşa konuşa evine dönüyordu. Çok hoş bir şeydi çantayla konuşmak. Bu konuşmayı uzatmak, kendisi hakkında çantanın bilmediği birçok şeyi anlatmak istiyordu. Ama engel oldular. Yan tarafında bir atın ayak seslerini duydu. Az sonra ağaçların arasından boz atına binmiş biri çıktı. Bu gelen Orozkul idi. O da evine dönüyordu. Ondan başkasını sırtına almayan boz atı Alabaş'a gümüş kayışlı eyerini, şıngır şıngır öten bakır üzengilerini vurmuştu.
Orozkul, parlak meşin çizmelerinin burnunu üzengiye dayamış, eyerinin üzerine yığılmışçasına, ağır ağır ilerliyordu. Çocuk çantasını kaldırıp ona doğru koşunca, az daha yuvarlanıp düşecekti atın üzerinden.
-Orozkul enişte, bak bir çantam var benim! Dedem aldı, okula gideceğim..
-Ay senin...
Korkusu geçmemiş olan Orozkul güçlükle dizgine asılarak çocuğa bir küfür savurdu.
Sonra, sarhoşluktan ve uykusuzluktan kanlanmış gözlerini çocuğa çevirerek:
-Sen de nereden çıktın? Nereden geliyorsun? dedi.
Çocuğun coşkusu, neşesi kaçmıştı. Birden kısılan sesiyle cevap verdi:
-Eve dönüyorum.. Şey.. çantam var, onu Seydahmet'e gösterdim de..
-Peki, peki.. Hadi git oyna.
Eyerin üzerinde güçlükle durarak sallana sallana yoluna devam etti. Başkalarına düzine düzine çocuk veren Allah, bu talih küskününe kendi kanını taşıyan bir yavrucak vermemişti.
Orozkul derin bir iç çekti, sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir yandan, bu dünyadan hiçbir iz bırakmadan ayrılacağı için kendine acıyor, bir yandan da öfkeden kuduruyordu. Öfkesi kısır karısına idi. O lanet karı, yıllardan beri ona bir çocuk doğurmuyordu...
Karağıl dağının tepesinden, dört yönde ta ufuklara kadar uzanan engin bir manzara görünüyordu. Yüzükoyun yere yatan çocuk, dürbünü gözlerine ayarlamaya başladı. Çok uzakları gösteren güzel bir sahra dürbünü idi bu. Onu dedesine, uzun yıllar ormanda görev yaptığı için armağan olarak vermişlerdi. Ama bizim ihtiyar Gözlerimin nesi var? Diye onu yanında taşımak istememiş, torununa vermişti. Çocuğun en sevdiği oyuncaktı bu.
O gün dağın tepesine dürbünle birlikte çantasını da götürdü. Dürbünün yuvarlak, küçük penceresinde, önce her şey oynaştı, birbirine karıştı, sonra her şey yerli yerine oturdu ve netleşti. Bunu yapmak çok hoşuna gidiyordu çocuğun. Görüntü netleşince ayarı bozmamak için bir süre soluğunu tutup seyretti. Sonra başka yere çevirdi dürbünü. Her şey yeniden birbirine karıştı ve çocuk bir daha ayarladı dürbünü.
Her yeri, her şeyi görüyordu buradan. Üzerlerine ancak göğün çıkabildiği yüksek dağların karlı dorukları bile görünüyordu. Bunlar, dünyayı kaplayan yüksek dağların ardında ve onlardan daha yüksekteydiler. Onlardan daha alçak olan dağların tepeleri çam ormanlarıyla kaplıydı. Eteklerdeki gür orman ise geniş yapraklı ağaçlardan oluşuyordu.
Çocuk uzun uzun baktı. Sonra, Beyaz Gemi daha görünmüyor dedi çantasına. Hadi okulumuza bir defa daha bakalım. Çocuğun boğazı ağrıdığı için dedesi bir gün onu burada yardımcı hekime götürmüştü. Şimdi dürbünü ile, kiremitleri kararmış, bacası eğilmiş ve önündeki bir levhaya el yazısıyla Mektep yazılmış o binaya dikkatle bakıyordu. Çocuk çevresine baktı. Dürbünü ufka çevirdi ve birden nefesini tuttu. Tamam! Geliyordu! Gemiyi görür görmez her şeyi unuttu: Taa orada, Isık-Göl'ün mavi, masmavi yüzeyinde, büyük, beyaz gemi süzülüp geliyordu.. Hey güzel gemi, hey? Sıra sıra bacaları olan, uzun, güçlü, güzel gemi! Sanki iple çekiliyormuş gibi dümdüz ilerliyordu. Çocuk alelacele gömleğinin ucuyla dürbünün camını sildi, güzelce ayarladı. Uzun uzun baklı gemiye. Ne zaman bir balığa dönüşeceğini, çaya atlayıp yüze yüze ona, o beyaz gemiye ne zaman ulaşacağını düşünüyordu hep. Günlerden bir gün, Isık-Göl'de gemicilik yapan babasının da bu beyaz gemide olabileceğini, orada çalıştığını düşünmüştü.
Sonra bu düşünceye tamamiyle inandırdı kendisini. Çünkü böyle olmasını yürekten istiyordu, bunun doğruluğuna ihtiyacı vardı. Aslında ne babasını hatırlıyordu ne de annesini. Kendini bildi onları hiç görmemişti. Onlar da bir defacık olsun onu görmeye gelmemişlerdi. Ama babasının Isık-Göl'de gemicilik yaptığını, anasının da babasından ayrıldıktan sonra onu dedesinin yanına bırakıp şehre gittiğini biliyordu. İşte o zamandan beri bir haber alamamışlardı annesinden.
Dedesi Mümin o uzak şehre bir defa patates satmaya gitmiş, tam bir hafta kalmıştı orada. Dönüşünde çayını içerken, Bekey halasına ve ninesine, o şehirde kızını, yani çocuğun annesini gördüğünü söylemişti. Büyük bir dokuma fabrikasında çalışıyormuş. Orada tekrar evlenmiş, yeni bir yuva kurmuş, iki kızı olmuş. Çalıştığı için çocuklarını bir yuvaya vermiş ve onları ancak haftada bir defa görebiliyormuş. Büyük bir binanın küçücük bir odasında oturuyormuş.
O gün, o çay saatinde, çocuğun babasından da söz etmişlerdi. Dedesinin duyduklarına göre, eski damadı, yani çocuğun babası, yine bir gemide çalışıyormuş, o da yeni bir yuva kurmuş, iki ya da üç çocuğu olmuş. İskelenin yakınında oturuyormuş. Dediklerine göre içkiyi de bırakmış artık. Seferden her dönüşünde karısı onu çocuklarıyla birlikte iskelede karşılıyormuş... Bu olayı hatırlayan çocuk Onlar Beyaz Gemi'yi, benim gördüğüm gemiyi karşılıyorlardır herhalde diye geçirdi aklından.
Beyaz gemi uzaklaşıyordu. Dürbünde bacaları bile görünmüyordu artık. Az sonra tamamen gözden kaybolacaktı. Şimdi çocuk, babasının gemisiyle yapacağı yolculuğun sonunu düşünmeli, bir son uydurmalıydı. O ana kadar her şey çok iyi gitmişti ama işin sonunu getiremiyordu bir türlü.
Ya babası onu almazsa. Haydi aldı diyelim, karısı ne der o zaman? Bu çocuk da nerden çıktı? Burda ne işi var? demez mi? Hayır, hayır, en iyisi babasıyla gitmemekti.
Ve işte gemi artık görünmez oldu. Beyaz gemi masalı da böylece son buldu. Şimdi eve dönmesi gerekiyordu. Çocuk yerden çantasını aldı, dürbünü koltuğunun altına sıkıştırdı. Evin eşiğinden adımını atarken yüreği küt küt atıyordu.
Ama evde tuhaf bir sessizlik vardı, avluda da kimseler yoktu, sanki ev terkedilmişti. Sonra anladı. Mümin dedesi bir kere daha çılgına dönen damadını yatıştırmak istemiş, yalvarıp yakararak Orozkul'un bileğini tutmaya çalışmıştı. Ama yine de kızının dövülmesi utancına, yara bere içinde kalmasına, acıdan inlemesine engel olamamıştı. Babasının yanında en ağır küfürleri savuruyordu Orozkul. Kısır kancık, dölsüz katır, lanet karı! diye bağırıyordu. Ve kızı da kaderine lanet okuyarak çığlıklar atıyor, bas bas bağırıyordu: Allah çocuk vermiyorsa suçum ne benim! Yeryüzünde koyun gibi doğuran ne çok kadın var, ben ise lanellenmişim! Niçin, niçin? Neydi benim günahım da böyle kısır bırakıldım! Öldür beni canavar adam, öldür! Vur, vur. Gebereyim daha iyi!.
Çocuk, bir parça ekmekle çanağındaki yoğurdu çabuk çabuk yedi, hiç ses çıkarmamaya çalışarak pencerenin dibine oturdu, lambayı yakmamış, dedesini rahatsız etmek istememişti. Düşünceleriyle başbaşa kalsındı dedesi. Çocuk da düşünüyordu. Bekey halanın kocasına votka vererek onu şımartmasına akıl erdiremiyordu bir türlü. Adam onu pestilini çıkarıncaya kadar dövüyordu. Dayağı yedikten sonra o, yarım litrelik bir şişeyi daha sürüyordu önüne...
Çocuğa ilkokul çantasının alındığı gün işte böyle geçti.
O akşam bu masalı bir defa daha dinlemeyi öyle istiyordu ki! Ama dedesini rahatsız etmek istemedi. Onun masal anlatacak durumda olmadığını anlıyordu.
Çocuğu okula dedesi götürüp getiriyordu. Orozkul buna çok sinirleniyordu. Hatta bir keresinde kavga bile etmişlerdi. Orozkul kızına da devamlı eziyet ediyordu. Eve iyice yaklaşmışlardı. Neler olmuştu? Orozkul yine dövmüş müydü zavallı Bekey'i? Zil zurna sarhoş muydu yine? Başka neler olmuştu? Korkusunu belli etmemeye çalışıyordu. Çocuk çantasını sallaya sallaya eve girerken Mümin onu durdurdu:
-Bekle, beraber gideriz.
Alabaş'ı ahıra götürüp bağladı, sonra çocuğun elinden tutarak eve doğru yürürken ona şöyle dedi:
-Dinle oğlum, eğer beni azarlar, bağırıp çağırırlarsa sakın korkma, söylediklerine hiç aldırma. Bunlar seni ilgilendirmez. Senin işin okula gitmek. O kadar.-
Ama bekledikleri gibi olmadı. Onlar içeri girince, Nine, suçlayan bakışlarla uzun uzun süzdü Mümin'i. Sonra dudaklarını büzerek, dikişine devam etti. Mümin de onunla hiç konuşmadı. Huzursuz, sıkıntılı bir halde bir süre odanın ortasında dikilip durdu. Sonra, içinde lakşa çorbası bulunan büyük bir tencereyi ocaktan indirdi. Ekmek ve kaşıkları da getirdi. Dede-torun geciken öğle yemeklerini yemeye başladılar.
Çocuk odadan çıktı. Oda kapısını henüz kapamıştı ki nine bar bar bağırmaya başladı:
-Nereye gidiyorsun?
-Gidip tomruğu çıkaracağım. Çayda kayalara sıkışıp kaldı.
-Yaa, şimdi mi aklın başına geldi! Sen önce git de kızını gör. Gülcemal'in evinde şimdi. Kimin ihtiyacı var kısır bir karıya.. Git de kendisi anlatsın sana başına gelenleri. Kocası onu uyuz köpek gibi kovdu evinden. İhtiyar çok üzgündü: Çocuk yatağa girdiği zaman hala titriyordu. Uzun zaman uyuyamadı. Dışarıya gecenin karanlığı çoktan çökmüştü. Başı ağırıyordu çocuğun, ama ağzını açıp tek kelime söylemedi. Hasta olduğunu kimse bilmiyordu. Unutmuşlardı onu. Öyle bir durumda nasıl unutmasınlar ki! Çocuk kendini çok fena hissetmeye başladı. Yine titriyordu şimdi. Kâh yanıyor, kah terliyor, kah donup tiril tiril titriyordu. Kalkıp dedesinin yanına gitmek istedi ama buna gücü yetmedi. Çocuk onlardan ayrılıp yine kendinin hayal dünyasına daldı.
Dedesi onu daldığı hayalden kurtardı: -Hey, niye dikilip kaldın öyle? Haydi gidiyoruz. Bin bakalım, vakit geçiyor. Eyerin üzerinde eğilip çocuğun ata binmesine yardım etti. Onu kürkünün eteğiyle sımsıkı sarmalarken sordu:
-Üşüdün mü?
O zamanlar okula gitmiyordu. Ama şimdi, o sıkıntılı uykusundan arada bir uyanıyor, büyük bir üzüntü içinde -Yarın okula nasıl gideceğim? Hastayım, kendimi hiç iyi hissetmiyorum... diye düşünüyordu.
Çocuk, ertesi sabah, erkenden, bir elin alnına dokunmasıyla uyandı. Dedesinin eliydi bu. Soğuktu, çünkü dışarıdan gelmişti. Çocuğun elini hohlayarak ısıtmaya çalışıyor, alnını tutuyor, göğsünü yokluyordu. İçini çekti ve üzgün bir sesle:
-Yat yavrum, dedi, kalkma! Vah vah! Çok hastasın, ateşin var. Ben de okul vakti geldiği halde hala niçin kalkmadığını merak etmiştim..
-Hemen kalkıyorum, dedi çocuk başını yastıktan kaldırarak. Ama başı döndü, gözleri karardı ve kulakları uğuldadı. Dede onu usulca yatırarak:
-Yat yavrum, kalkmayı düşünme. Hasta hasta seni okula götürür müyüm hiç? Çıkar dilini de bir bakayım. Çocuk kalkmak istiyordu.
-Öğretmen kızacak, dersi kaçıranları hiç sevmiyor.
-Kızmaz yavrum, ben gider anlatırım ona. Göster bakayım dilini.
Dede, çocuğun diline ve boğazına dikkatle baktı. Uzun uzun nabzını dinledi. Nasırdan kaskatı olan parmaklarıyla çocuğun ter içinde, ateşten yanan bileğini tutup atardamarını bulabilmesi bir mucizeydi doğrusu. Nasıl olduysa, kendisini biraz rahatlatan bir sonuç çıkarmıştı:
-Allah büyüktür. Çok önemli değil, sadece soğuk almışsın. Bugün yataktan çıkma. Akşam sıcak kuyruk yağıyla göğsünü ve ayaklarını ovarım. Bir güzel terlersin ve Allah'ın yardımıyla yarın tarpan tay gibi kalkarsın ayağa.
İhtiyar adam, torunun başucunda oturarak dün olanları ve bugün de onu bırakmayan olayları hatırladı, kaygılandı, içini çekti ve düşünceye daldı. Allah'ından bulsun! Diye mırıldandı. Sonra yine çocuğa döndürdü başını:
-Ne zaman hastalandın? Bana niye söylemedin? Dün akşam mı?
-Evet, dün akşam üzeri, çayın öbür kıyısında maralları gördüğüm zaman. Koşup senin yanına geldim. Sonra üşüdüm.
Mümin dede kendisini suçlar gibi:
-Yaa, peki yavrum, sen yat, benim gitmem gerek:
Dede kalktı ama çocuk onu bırakmak istemiyordu:
-Hadi bakalım koca adam, sen de git oraya! diye bağırdı.
Mümin başını eğdi. Pek üzgündü, acınacak haldeydi. Nine ise konuşmaya devam etti:
-Çaydaki tomruğu kamyonla çekip çıkaracaklarmış. Sen de git ve ne derlerse yap... Hay Allah, süt kaynatacaktım..
Böyle dedi ve koşup ocağı yaktı, bir hayli kap kacak sesi duyuldu. Mümin'in suratı asıktı. Karısına bir çift laf edip cevap verecekti ama o buna da fırsat bırakmadı:
Mümin'in sabrı taştı. Kapıya doğru yürürken:
-Yeter artık! diye bağırdı. Sen çocuğa sıcak süt ver hastalandı, yatıyor!
-Peki, peki, veririm, daha dikilip durma, git Allah aşkına, git!
Kocasını dışarı çıkarıp nihayet yola saldıktan sonra kendi kendine söylenmeye devam etti: Ne oldu bu adama böyle? Kimseye karşı gelmezdi, ağzını açıp tek kelime söylemez, isteneni yapardı. Çıldırdı mı ne! Yetmiyormuş gibi Orozkul'un atını al, dörtnala koştur! -Çocuğa öfkeli bir bakış yönelterek- Hem kimin için alıyor kendisini suya, ateşe!..
Böyle dedi ama çocuğa sıcak sütle erimiş taze tereyağ getirdi. Süt dudaklarını yakıyordu çocuğun. Nine içmesi için zorladı:
-Sıcak sıcak iç, hadi korkma. Soğuk algınını yalnız kaynar şeyler söküp atar!
Ağzı yanan çocuğun gözlerinden yaş geldi. Bunun üzerine nine de birden yumuşadı:
-Peki öyleyse, biraz soğutarak iç. Tam hastalanacak zamanı buldun sen de! diye içini çekti.
Çocuk sıkışmıştı, çişini yapmak için dışarı çıkmak ihtiyacını duyuyordu. Usulca kalktı. Bütün vücudunda tuhaf ama hoş bir gevşeme duyuyordu. Nine sıkıntısını anladı:
-Ne var, çişini mi yapacaksın?
-Evet, dedi çocuk.
-Dur kalkma, bir leğen getireyim.
Çocuk yatağında rahat rahat yatıyordu. Ninesine karşı kendisine baktığı için minnet duyuyor, yarına kadar iyileşip mutlaka okula girmesi gerekliğini düşünüyordu. Orada arkadaşlarına ormanda gördüğü üç maralı da anlatacaktı.
Çocuk uyuyordu. Sadece bir defa bir tüfek sesiyle uyandı ama hemen sonra yine uykuya daldı. Bir gün önceki uykusuzluk ve rahatsızlıktan dolayı bitkindi ve o yüzden derin bir uykuya dalmıştı. Yine de uyku arasında rahat bir yatakta yattığını hissediyor, ateşi ya da titremesi olmadığı için seviniyordu. Ninesi ve Bekey halası olmasa daha uzun zaman yatacaktı. Nine ve hala yavaş sesle konuşmaya çalışsalar da, kap-kacak gürültüsü çocuğu uyandırmıştı.
Nine alçak sesle konuşuyordu:
-Şu derin çanağı sen al. Şu tabağı da götür. Ben de kova ile eleği alıyorum. Uff belim! Ölüyorum yorgunluktan.
Çok iş gördük. Ama, Allah'a şükür, çok seviniyorum.
-Ah eneke, ben de öyleyim. Dün ölümü göze almıştım. Gülcemal olmasa belki kendimi öldürürdüm.
-Bırak bu saçmalıkları! dedi nine. Karabiberi aldın mı? Hadi gidelim! Sizi barıştırmak için bu armağanı Allah gönderdi bize. Gidelim!
Çıkıp giderlerken Bekey hala sordu:
Çocuk ne durumda? Hala uyuyor mu?
-Bırakalım biraz daha uyusun. Hazır olunca sıcak sıcak çorba içiririm ona.
Ama artık çocuğun uykusu kaçmıştı. Dışarıdan konuşmalar ve ayak sesleri duyuluyordu. Bekey hala sesli sesli gülüyor, Nine ile Gülcemal de aynı şekilde gülerek cevap veriyorlardı. Bu arada yabancı adamların seslerini de duydu O akşam gelenler olmalı, demek ki daha buradalar diye düşündü. Ama dedesini görememişti ve sesini de işitmiyordu. Neredeydi? Ne yapıyordu dedesi?
Çocuk sabırsızlıkla dedesini bekliyor ama dedesi bir türlü gelmiyordu. Az sonra, dedesi değil de Seydahmet geldi. Memnun görünüyordu. Pek neşeliydi. Yürürken biraz sallanıyor ve kendi kendine gülümsüyordu.
-Şuna bak sen! Yahu bana senin hasta olduğunu söylediler! Hiç de hasta değilsin sen. Çıkıp dışarıda oynasana. Hiç böyle yatılır mı?
Böyle dedi ve kendini çocuğun yatağı üzerine bıraktı. Nefesi içki, elleri ve elbisesi ise taze kesilmiş çiğ et kokuyordu. Çocuğu sarsa sarsa öpüyordu yanaklarından. Bir haftadır tıraş görmemiş yüzünün sert kılları çocuğun yanağına batıyordu:
-Tamam, tamam Seydahmet emmi, yeter artık, dedi çocuk. Peki dedem nerde, onu görmedin mi?
-Deden mi? Şeyde.. işte.. orda.. Dedi. Hadi kalk.
-Ama dedem hiç yataktan çıkma, dedi.
-Ne demek yataktan çıkmamak? Haydi gel. Böyle bir günde olur mu hiç! Her zaman göremezsin böyle günü.. Ziyafet var ziyafet.. Kap yağlı, kaşık yağlı, ağız yağlı.. Haydi kalk!
Sarhoş sarhoş çocuğu giydirmeye başladı.
-Bırak Seydahmet emmi, kendim giyinirim, dedi çocuk onun kolundan sıyrılmaya çalışarak.
-Dışarı çıktılar avluda dedesini gördü. Çocuk, ocağın önünde diz çökmüş odunları karıştıran dedesinin yanına gelmişti. Arkasında durup seslendi:
-Dede!
Dedesi onu duymadı.
-Dede! diye bağırdı çocuk omuzundan tutarak.
Yaşlı adam dönüp baktı ve çocuk onu tanıyamadı. O da sarhoştu çünkü. Yaşlı adam dönüp torununa baktı. Ama uzak, tuhaf, yabancı bir bakışla. Yüzü yanıyordu, kıpkırmızıydı. Torununu görünce daha da kızardı. Kızardı ama hemen sonra da sapsarı oldu. Doğruldu. Çocuğu kucaklayıp bağrına basarak ve kekeleyerek:
-Sana ne oldu? Ne istiyorsun? dedi.
Bundan başka bir şey söylemiyordu. Konuşmasını unutmuşru sanki. İhtiyarın heyecanı çocuğa da geçti:
-Dede, sen hasta mısın yoksa? diye sordu çocuk kaygıya kapılarak.
-Yok.. yok.. şey.. bir şeyim yok.. diye kekeledi Mümin. Şey ediyorum da.. Şu ateşi şey edeceğim.. Hadi sen dolaş biraz...
Çocuğu neredeyse iterek yanından uzaklaştırmış, sonra herkese arkasını çevirip ateşin başına çökmüştü. Diz çökmüş öylece duruyor, hiçbir tarafa bakmıyor, kendi düşüncelerine dalıyor ve ara sıra odunları karıştırıyordu. Neye uğradığını şaşıran torununun avludan geçip odun kırmakta olan Seydahmet'e doğru gittiğini görmekti. Dönüp bakmamıştı çünkü.
Çocuk, ne dedesinin başına geleni, ne de avluda olup bitenleri anlıyordu. Hangara birkaç adım kala, tüylü tarafı alta gelecek şekilde serilmiş bir derinin üzerinde taze kesilmiş et yığınını farkediverdi. Derinin kenarlarından hala rengi bozulmuş kan sızıyordu. Biraz ötede, köpek, hırlaya hırlaya bir barsağı çekiştirmekteydi. Kaya gibi, iri-kara bir adam da oturuyordu et yığınının başında. Koketay idi bu. Elinde bir de bıçak vardı. Yine orada bulunan Orozkul'la etleri paylaşıyorlardı. Acele etmeden, rahat bir şekilde kemikleri kırarak ayırdıkları parçaları, birer birer yanlarında iki ayrı kümeye atıyorlardı.
Bu korkunç manzarayı ürpererek, içi parçalanarak seyrediyordu çocuk. Gözlerine inanamıyordu: Toz toprak içinde sürünen bu kesik baş, Boynuzlu Maral Ana'nın başıydı!
Hızla koşup kaçmak istedi oradan. Ama ayakları onu dinlemedi. Orada kılımdamadan duruyor, gözlerini maralın kesik başından ayıramıyordu. Daha dün çay kıyısında karşılaştıkları zaman kendisine tatlı tatlı bakan, düşünce yoluyla konuşarak, ondan, çıngıraklı, sihirli bir beşik getirmesini istediği Boynuzlu Maral Ana mıydı bu? Aynen ona benziyordu. Bir anda nasıl çirkin bir et yığını, soyulmuş bir deri, kesilmiş ayaklar, fırlatılıp atılmış bir kelle haline gelirdi!
Seydahmet Orozkul'un yanına sokuldu:
-Böyle giderse boynuzu da kıracaksın, ver baltayı ben yapayım...
Orozkul baltayı savura savura hırıltılı bir sesle cevap verdi:
-Çekil başımdan! Kendim yaparım, sen parçalayamazsın!
-Nasıl istersen.
Seydahmet böyle derken yere tükürdü ve evine doğru yürüdü. O iri yarı kara adam da kendi payına düşen etleri bir torbaya koyrup sırtlamış, onun ardından yürüyordu.
Orozkul sarhoş inadıyla hala Boynuzlu Maral Ana'nın kafasını koparmaya çalışıyordu. Nice zamandır beklediği fırsatı yakalamış da, şimdi intikam alıyor, hıncını çıkarıyordu.
Balta darbesiyle sıçrayıp ayakları dibine düşen kafayı tekmeliyor, sanki anlayacakmış gibi ağzı köpüklene köpüklene küfürler savuruyordu ona:
-Seni alçak! Namussuz! Al sana! Al sana! Aldatırsın ha! Seni paramparça etmezsem bana da Orozkul demesinler!
Baltayı indirmeye devam ediyordu. Sonunda maralın kafası çatladı, etrafa kemik kırıkları sıçramaya başladı.
-Al sana! Al sana!
Balta birden maralın gözüne isabet etti. Çocuk bir çığlık attı. Patlayan gözden sarı, yapışkan bir sıvı aktı. Şimdi hayvanın gözü de ölmüştü. Orozkul vahşi bir kin ve kudurganlıkla mırıldanıyordu:-Bundan da büyük kafaları kıracağım! Bundan da büyük boynuzları parçalayacağım!
Evin önünde Bekey hala çıktı karşısına. Halası gülünç bir şekilde giyinip süslenmişti ama, yüzü gözü Orozkul'dan yediği dayağın morartılarıyla doluydu ve çok zayıftı. Yersiz bir neşe içinde o büyük et ziyafeti için eli yağlı dolanarak oraya buraya koşuyordu.
-Neyin var senin? diye çocuğu durdurdu.
-Başım ağrıyor.
-Vah yavrum vah! Hastasın demek!
Coşkun bir sevgi gösteriyordu çocuğa. Yanaklarından şapur şupur öptü. O da ötekiler gibi sarhoştu. Onun nefesinden de ötekilerde olduğu gibi tiksindirici bir votka kokusu geliyordu.-Başı ağrıyormuş yavrumun! Ah canım benim! Herhalde karnın da açtır?
Hayır, aç değilim. Yatmak istiyorum.
-Peki, gel öyleyse seni yatırayım. Yapayalnız kalacaksın ama! Bak, herkes bizim evde toplandı. Konuklar da, bizimkiler de. Et de pişti zaten. Çocuğu razı etmişti. Elinden tutup eve doğru götürdü onu.
Ocağın önünden geçerlerken Orozkul göründü. Ter içindeydi. Yüzü inek memesi gibi şişik ve kızarıktı. Elindeki maral boynuzunu, zafer kazanmış gibi bir kurumla Mümin dedenin yanına fırlattı. İhtiyar hafifçe doğruldu.
Orozkul ona dönüp bakmadı bile. Orada bulunan su dolu bir kovayı kaldırıp, üstüne başına döke döke içmeye başladı. Bir ara ağzını kovadan ayırarak:
“-Artık ölebilirsin! Dedi birdenbire.
Sonra yine başını kovaya daldırdı.
Çocuk, dedesinin dili dolaşa dolaşa cevap verdiğini duydu:
-Sağ ol oğul, sağ ol. Artık ölüm beni korkutmaz. Demek bana da saygın varmış, ben de şerefleniyorum...
Çocuk bir halsizlik hissetti vücudunda:
-Ben eve gideceğim, dedi.
Bekey halası bırakmadı:
-Orada tek başına yapacağın bir şey yok! diye nerdeyse zorla onu kendi evine götürdü ve odanın bir köşesindeki yatağa yatırdı.
Çocuk, hiç ses çıkarmadan yatıyordu köşesinde. Sinirleri gerilmiş, eli ayağı tutmaz haldeydi. Yine üşümeye, titremeye başlamıştı. Kalkıp gitmek istiyordu ama yataktan çıkar çıkmaz kusmaktan korkuyordu. Biraz hareket etse, boğazına gelip tıkanan şey dışarı fırlayacaktı çünkü.
O sırada kadınlar Seydahmet'i dışarı çağırdılar. Seydahmet gitti ve az sonra döndü. Elindeki kocaman sırlı tepsi tepeleme et doluydu ve etler duman duman tütüyordu. Tepsiyi iki eliyle ve güçlükle taşıyarak, Orozkul'la Koketay'ın önlerine usulca koydu. Onun ardından da kadınlar çeşit çeşit yemekleri taşıyarak içeri girdiler.
En son Mümin dede girdi içeriye. Tuhaf bir durumdaydı. Her zamankinden daha küçük, daha bitkin görünüyordu. Boynunu kısıp bir kenara ilişmek istedi ama, iri-yarı Koketay yüce gönüllü davranarak yanına oturmasını rica etti:
-Haydi Aksakal, dedi, içelim. Bu uğurlu av şerefine kaldıralım kadehlerimizi. İlk sözü siz alın.
Mümin dede, öksürüp boğazını temizlemeye çalıştıktan sonra kadehini kaldırarak konuştu:
-Bu evde huzur olması dileğiyle. Huzur olan evde mutluluk da olur.
-Çok doğru, çok doğru.. diye onu onayladılar ve herkes kadehini ağzına götürdü, birkaç yudum içti.
Koketay, Mümin dedenin şerefe kadeh kaldırdığı halde içkisini içmediğini gördü ve sitem etti:
-Ama olmadı.. Damadınıza ve kızınıza mutluluk dileyerek kadeh kaldırıyor, sonra da içkinizi içmiyorsunuz!
Dede biraz telaşlandı:
-Madem ki onların mutluluğunu istiyoruz, ben de içerim elbet.
Ve Mümin dede, herkesin şaşkın bakışları arasında, ağzına kadar votka dolu kadehi bir solukta içip bitirdi ve sonra başını iki yana salladı.
-Yaşasın! İşte bu görülecek şey!
-Dedemizin eşi yoktur!
-Aferin dedeye, yaman bir adammış doğrusu!
Herkes gülüyor ve Mümin dedeye övgü yağdırıyordu. Odanın içi iyice ısınmış, boğucu bir hava ile dolmuştu.
Çocuk hayalinde Kulubeg'i yardıma çağırdı. O da kamyonunu hızla sürerek geldi. Makineli tüfeğini alarak sürücü koltuğundan atladı:
-Nerdeler?
-Şurada!
İkisi birden Orozkul'un evine koştular. Bir tekme vurarak kapıyı açtı Kimse yerinden kımıldamasın! diye makineliyi üzerlerine doğrulttu. Son lokmaları boğazlarında kaldı. Ağızları yüzleri yağ içinde, ellerinde ise yedikleri yağlı etin iri kemikleri, karınları iyice doymuş sarhoş adamlar, kımıldamadan duruyorlardı. Kulubeg makineli tüfeğini Orozkul'un şakağına dayadı:
-Rezil herif! Ayağa kalk!
Orozkul baştan ayağa titreyerek ve Kulubeg'in ayaklarına kapanarak kekeleye kekeleye yalvarmaya başladı:
-Aa a cı ba na! Öö öl dür me beni!
Kulubeg acımadı:
-Dışarı çık köpek! Sonun geldi artık!
-Yüzünü duvara dön! Boynuzlu Maral Ana'yı öldürdüğün için, ucuna sihirli beşiği takıp getirdiği boynuzunu kestiğin için öleceksin!
-Peki öyleyse, onu öldürmeyelim, dedi çocuk. Ama buradan defolup gitsin ve bir daha hiç görünmesin. Onun gibi bir adamın hiç işi yok burda.
Orozkul ayağa kalktı, pantalonunu düzeltti, ardına bakmaya bile cesaret edemeden yürüdü. Boynunu iyice kısmıştı. Perişandı. Şiş göbeği sallanıyor, pantalonu sarkıyordu. Ama Kulubeg durdurdu onu:
-Dur bakalım! Sana son bir sözümüz daha var! Hiç çocuğun olmayacak! Çünkü sen kötü, pis bir yaratıksın! Burada seni hiç kimse sevmiyor. Orman sevmiyor, ormanın ağacı, bir tek otu sevmiyor seni. Bir faşistsin sen. Hadi defol ve sakın bir daha buralara ayak basayım deme! Çabuk kaybol!
Orozkul ardına bile bakmadan hızlandı.
-Ee, sonra ne oldu?
-Hadi anlat!
Orozkul gülmekten kırılıyordu. Ölecekti nerdeyse. Ahlar uflar arasında:
-Şey... şunu bir kere daha anlat.. Sonra sen ne dedin de bu kadar korktu? Uf.. çok gülünç.. dayanamayacağım.. Seydahmet hiç nazlanmadan anlatmaya başladı:
-Bakın nasıl oldu: Marallara yaklaştık. Onları ormanın ağaçsız bir yerinde görmüştük. Üçü de oradaydılar. Tam atları bir ağaca bağlamıştık ki bizim ihtiyar ellerime yapıştı: -Marallara ateş edemeyiz! dedi, Biz Buğuluyuz, Maral soyundanız, Boynuzlu Maral Ana'nın soyundan... Küçük bir çocuk gibi saf saf bakıyordu bana. Gözleriyle yalvarıyordu. Katıla katıla gülmek geldi içimden ama kendimi tuttum. Üstelik çok ciddi bir tavırla: Ne oluyor sana, yoksa sen hapsi boylamak mı istiyorsun? Dedim. Yoo dedi: Bilirsin ki bu eski masallar Beğ'ler zamanında yoksul halkı sindirip sömürmek için uydurulmuş!. dedim. İhtiyarın ağzı açık, dona kaldı. Yahu sen ne diyorsun? Dedi. Ne dediğimi duydun: Sen şimdi bırak bu bey masalını, bay masalını. Yoksa bir yetkiliye iki satır yazı yazarım, hiç yaşına bakmadan tutuklarlar seni!
-Kah! Kah! Kah!
Herkes birden katıla katıla gülüyordu. En çok gülen deOrozkul idi. Çünkü herkesten fazla onu neşelendiriyordu buolay. Seydahmet anlatmaya devam etti:
-Sonra marallara yavaş yavaş sokulduk. Başka birhayvan olsa bizi görür görmez bir iz bile bırakmadan kaçıpgiderdi ormana. Ama bu enayi marallar hiç kaçmıyor. Çünkü onları hiçkorkutmamışlar -Sarhoş Seydahmet biraz farfarlık ediyordu- Ben, elimdetüfek, önden gidiyordum, ihtiyar da peşimden.. İşte o sırada beni birşüphe aldı. Çünkü o güne kadar ben bir serçe bile vurmamıştım. Doğrusöylüyorum, şaka değil, bir serçe bile vurmamıştım. Eğer maralı vuramazsam ormana dalıp kaybolacaklardı. Sonra, yakala yakalayabilirsen! Geçidi aşargiderler. Böyle bir avı kaçırmak da aptallık olurdu. Ama bu bizim ihtiyareski avcılardandır.
-Eskiden ayı avına çıkardı. Bunu bildiğim için ona dedim ki: Dede, al şu tüfeği, sen ateş et! . Olmaz, sen yap o işi dedi. Görmüyor musun, zil-zurna sarhoşum ben dedim. Ayaklarımınüzerinde duramıyormuşum gibi sallanmaya başladım. Zaten tomruğu sudançıkardığımız zaman birlikte bir şişe votka içtiğimizi görmüştü. Onun içinsarhoş numarası yapıyordum...
Yine bir kahkaha koptu odada: Kah! kah! kah!..
-Ona dedim ki: Ben bu işi asla başaramam, eğer maralları kaçırırsak birdaha hiç gelmezler. Elimiz boş dönmektense hiç dönmeyelim daha iyi.Biliyorsun değil mi sebebini? Düşün biraz: Niçin gönderdiler bizi buraya?.Bir şey demedi. Ama tüfeği de bir türlü almıyordu eline. Pekala, nasıl istrsen dedim. Tüfeği elimden düşürüp, dönüpgidiyor numarası yaptım. O da peşimden geldi. Bak, dedim, Orozkul benikovarsa pek önemli değil, ama senin gibi bir ihtiyar nerede iş bulur?. Yinebir şey demedi. Ben ise, tabloyu tamamlamak, numaramı pekiştirmek içinşarkımı mırıldandım:
-Sarhoş olduğuma iyice inanmıştı. Tüfeği almak içinonu bıraktığım yere yürüdü. Biz böyle tartışırken marallarımız birazuzaklaşmıştı. Dikkat et, dedim, kaçırırsak bir daha hiç yakalayamayız. Ürkütmeden ateş edeceksin. İhtiyar tüfeği aldı. Yavaş yavaş yaklaştık. O,aptal aptal mırıldanıyordu: Bağışla beni Boynuzlu Maral Ana! Bağışla!.Ben ısrar ettim: Bak söylüyorum, vuramazsan sen de o marallarla kaç git.Çünkü hiç eve gelmemen daha iyi olur o zaman.
Çocuk dedesinin üzerine eğildi, omuzundan tutarak sarstı:
Dede, kalk eve gidelim, haydi kalk, gidelim! dedi.
İhtiyar adam cevap vermedi. Sanki çocuğun sesini duymamıştı. Hem cevap vermeye kalksa ne söyleyebilirdi?
Çocuk yalvarıyordu:
-Kalksana dede, haydi kalk eve gidelim!
Çocuk, dedesinin burada toza-toprağa uzanarak yatışının asıl sebebini biliyor muydu? Torununa Boynuzlu Maral Ana'nın kutsallığını anlatmıştı. Onu buna inandırmıştı.
Sonra da bütün anlattıklarına, telkinlerine kendisi ihanet etmişti. Hem de bunu talihsiz kızı ve torunu için yapmıştı. İşte bunun için, rezil olduğu için ölü gibi yatıyordu burada. Bunun için cevap veremiyordu.
-Dede, bari başını kaldır, diye yalvarıyordu çocuk.
Rengi iyice kaçmış, hareketleri zayıflamış, elleri dudakları titriyordu:
-Dede, benim ben! Duyuyor musun? Çok fenayım, başım ağrıyor, çok ağrıyor..
diye ağlıyordu.
İhtiyar inledi, kımıldadı ama kalkamadı.
Çocuk gözyaşlarını sel gibi akıtarak dedesini sarsıyordu:
-Dede, Kulubeg gelecek mi? Söyle gelecek mi?
Çocuk, zorlanarak da olsa dedesini yüzüstü çevirdi. Onun toza belenmiş yüzünü, seyrek yapışık sakalını görünce irkildi. Biraz önce Orozkul'un baltasıyla parçalanan Boynuzlu Maral Ana'nın başı canlandı gözünde ve korkudan kenara sıçradı. Biraz uzakta durup:
-Balık olacağım ben, duyuyor musun dede, balık olacağım ve yüzüp gideceğim buralardan. Kulubeg gelirse ona benim balık olduğumu söyle. Dede cevap vermedi.
Çocuk güçlükle yoluna devam etti, çaya gitti ve hemen suya girdi. Acele ediyor, ayağı kayıyor, düşüyor ama hemen kalkıyor, suyun sığ yerinde titreye titreye koşmaya devam ediyordu. Çayın hızlı akışlı derin yerine geldi ve akıntı alıp götürdü onu. Burgaçlarda çırpınıyor, yüzüyor, nefesi kesiliyordu. Gittikçe daha çok üşüyordu...
Çocuğun balık olup çay boyunca yüzüp gittiğini henüz kimse bilmiyordu.
Sen artık bu şarkıyı duyamazsın. Su boyunca yüzüp gittin çocuğum. Kendi efsaneni de alıp götürdün. Yüzüp gittin. Kulubeg'in gelmesini beklemedin. Yazık, çok yazık! Beklemedin Kulubeg'i. Niye koşup yola çıkmadın? Yola çıkıp koşsaydın mutlaka görecektin onu. Daha uzaktan görür görmez tanırdın onun kamyonunu. Elini kaldırınca o hemen dururdu.
-Nereye gidiyorsun? derdi Kulubeg.
-Senin yanına, diye cevap verirdin.
Seni hemen şoför kabinine alır, yanına oturturdu. Beraber giderdiniz. Sen ve Kulubeg. Önünüzde hiç kimsenin görmediği Boynuzlu Maral Ana koşardı. Ama sen görürdün onu...
Ama sen yüzüp gittin. Hiçbir zaman balık olamayacağını biliyor muydun? Isık-Göl'e kadar yüzemeyeceğini, beyaz gemini göremeyeceğini ve ona Selam Beyaz Gemi, ben geldim, ben! Diyemeyeceğini biliyor muydun? Çay boyunca yüzüp gitin çocuğum.
Şimdi ben sana yalnız şunu söyleyebilirim: Çocuk kalbinin, çocuk ruhunun bağdaşamadığı her şeyi reddettin. İşte beni teselli eden de budur. Bir şimşek gibi yaşadın sen. Bir defa çaktın ve söndün. Şimşeği çaktıran göktür. Ve gök ebedidir. İşte budur beni teselli eden. Bir başka tesllim daha var: İnsandaki çocuk vicdanı, tohumdaki öz gibidir. Ve o öz olmadan tohum filizlenmez, gelişmez. Yeryüzünde bizi neler beklerse beklesin, insanoğlu doğdukça ve öldükçe, insanoğlu yaşadıkça, hak ve doğruluk denen şey de var olacaktır...
Sana, senin sözlerini tekrarlayarak veda ediyorum:
Merhaba Beyaz Gemi, ben geldim.
Roman, yazarın daha önceki eserlerinde rastlanmayan bir konuyu, insanların inanç ve inanma ihtiyacını merkez almaktadır. Bu merkez konu etrafında üç nesli temsil eden insanlar vardır. Bunlardan Mümin dede, yaşlı ve pasif, zayıf, güçsüz ve tepkisiz, çaresiz yaşlı neslin temsilcisidir. Yine aynı nesle mensup olan nine ise etrafına karşı hırçın davranışları, isimsiz küçük çocuğa kötü davranan birisidir. Ara neslin temsilcileri, Mümin dedenin damadı Orozkul, karısı Bekey ve diğer orman işçileridir. Genç veya küçük nesli ise ismi bile konulmamış sekiz yaşlarında ve okula yeni başlayan küçük çocuk temsil eder. Yazar kahramanlarını bu şekilde tasnif ederken nesillerin hayatı algılayış biçimini ve hayat felsefesini ortaya koymaya çalışmıştır.
İnsanlar zor hayat şartlarına rağmen yaşanan iyiliğe kalplerini açar. Adsız Oğlan da böyle hisseder, alır dürbünü gözlerinin önüne, Isık Göl’de yüzen beyaz gemi’yi izlemeye koyulur. Romanın sonunda küçük çocuğun kötü ölümü ile kötülüğün galip gelmediğini aksine iyiliğin; ölümsüzleştiğini belirtmiştir. Bu konu hala tartışmalara açıktır. Fakat gözlerden kaçan ve üzerinde pek fazla durulmayan konu yazarın eserini okuyucunun hayal gücüne bırakarak bitirmesidir. Tipki post-modern romanlarda oldugu gibi!.. Yillar sonra Pekin'e yaptığı bir gezi sırasında kendisini birisinin aradığını ve Beyaz Gemi'deki isimsiz çocuk olduğunu söylediğini anlatır Cengiz Aytmatov. Bu küçücük hikâyecik, isimsiz çocuğun hafızalarda yer ettiğini, herkesin kendisinden bir şeyler katarak onu besledigini gösterir. Şüphesiz ki bu da yazarın kalem gücünü ortaya koymaktadır. Kitabın ana fikri “kötülüğe kötülükle değil, iyilikle karşılık vermeliyiz” düşüncesidir. Mümin Orozkul’un her türlü kötülüğüne karşı iyi davranmaya devam ediyor. Aslında bu, bizim manevi değerlerimizle de uyuşmaktadır. Çocuk iyiliği ve saflığı temsil eder. Romanın başkahramanıdır. Kötülüğe (Orozkul) karşı sadece dayanmakla yetinebilmiştir. Çünkü o bir çocuktur. Sonuçta ölüme doğru yol almıştır. Bu kötülüğe yenildiği anlamına gelmez.
Yazar “Beyar Gemi'de çocuğun ölümünü anlatırken, hiçbir zaman kötülüğün iyiliğe ağır basmasına uğraşmıyorum. Amacım, hayatın köklerini sağlamlaştırmaktır. Bu, kötülüğün en kabul olunmaz biçimiyle reddi oluyor ve kahramanım ölüyor. Bunda başarılı olup olmadığımı bilemem. Ancak şunu iyi biliyorum, zafer hiçbir zaman Orozkul'un değildir. Kötülüğün iyiliği yenmesi burada bile göstermeliktir. Evet, çocuk ölüyor, ama ahlak üstünlüğü yine onda kalıyor. Ben, hikâyenin yazarı olarak bunda direniyorum” diyor.
Askerin Oğlu, Cengiz Aytmatov
Askerin Oğlu, Cengiz Aytmatov, Savaş nedeniyle ölen babasını hiç görmeyen beş yaşında Avalbek isimli çocuğu anlatmaktadır.Yazar hikayesinde koyun kırpma zamanı koyunların kırpıldığı bir ağılda, makasçı yardımcısı olarak çalışan, Ceyengül isimli kadının beş yaşındaki oğlu Tavalbek’i anlatıyor. Kocasını bir savaşta kaybettiği ve oğluna bakacak kimsesi olmadığı için buraya Ceyengül, Tavalbek ile birlikte gelmişti. Tavelbek akşama kadar bu ağılda makasçılar, çobanlar, çoban köpekleri arasında ağzı yüzü kir içinde koşturuyordu.
Bir gün ağılda çalışılırken film makinesini getirildi. Hava kararmaya başlayınca savaş filmi gösterilmeye başlandı. Filimde silahlar patlıyor, aydınlatma fişekleri atılıyor, askerler yerlerinden ileriye fırlıyordu. Tabii bunlar annesiyle birlikte en geride yün balyalarının üzerinde oturan Tavelbek’in daha önce hiç görmediği için hoşuna gidiyordu. Sinema makinesinin çıtırtıları arasında savaş sürüp gidiyordu. Seyircilerin yüzleri gerilmişti. Tanklar onların üzerine doğru ateş edince, annesi içini çekiyor, bazen de titreyerek oğlunun göğsüne bastırıyordu. Yanlarında oturan kadın kendi kendine şöyle mırıldanıyordu.”Aman Tanrım, şuna bakın! Aman Tanrım.”
Savaşan insanların öyle tuhaf yere düşüşleri vardı ki! Tıpkı oyun oynayan çocukların düşmesi gibi. Çocuk kendisi de düşmesini biliyordu, sanki çelme takmışlar gibi yuvarlanıverdi. Yere düşünce acı duyardı, ama aldırmazdı. Kalkar kalkmaz gene koşmaya başlardı. Oysa filmdekiler kalkmıyordu, devrildikleri yerde koyu tümsek gibi kımıldamadan uzanıyorlardı.
Savaş sürüyor, film makinesi çatırdıyordu. Perdede topçular görünmüşlerdi şimdi de. Askerler bir tanksavar topunu hedefe yöneltmişler; yaylım ateşi, patlamalar, dumanlar arasından silahlarını ileri sürüyorlardı. İlerideki yamacı aşmaları gerekiyordu önce. Öyle de uzun, geniş bir yamaçtı ki burası; perdenin yarısını kaplıyordu. Yamaca üst üste düşen gülleler arasından beş altı asker toplarını götürmeye çalışıyordu. Onların yürüyüşlerinde, yüzlerinde insana gurur veren, acı veren, korkunç ve yüce bir olayın geçeceğini düşündüren bir şey vardı. Bu beş altı kişiyi seyrederken, insanın yüreği küt küt atıyordu. Üstleri başları dökülüyordu askerciklerin. Birisinin görünüşü pek Rus’a benzemiyordu. Annesi olmasa çocuk farkına bile varmazdı. Fakat Ceyengül:
- Bak, oğlum bu senin baban, dedi.
O andan sonra asker, çocuğun babası oldu. Artık bütün film onu anlatıyor, babasının çevresinde dolaşıyordu. Çiftlikte çalışan delikanlılar gibi gençti babası da. Orta boyluydu; yuvarlak bir yüzü, fıldır fıldır dönen gözleri vardı. Çamurdan, barut dumanından kararmış yüzünde ışıl ışıl parlıyordu bu gözler. Askercik kedi gibi de çevikti. İşte şimdi topun tekerine bir omzuyla dayanırken aşağıdakiler bağırdı: “ Mermileri getirin. Geride kalmayın!” yeni bir patlamayla sesi duyulmaz oldu. Küçük Avalbek annesine:
- Anne, bu benim babam mı? diye sordu.
Kadın şaşırmıştı.
- Ne diyorsun? Sus da seyret!
- Ama babam olduğunu söyledin demin.
- Ha, evet, baban. Ama konuşma artık, başkalarını rahatsız etme.
Niçin babası olduğunu söylemişti? Belki de bir şey düşünmeden, dilinin ucuna geldiği için. Ama kocasını anımsayamadığı için de olabilirdi. Çocuk için bu öyle bir sevinçli bir şeydi ki; önceleri tadını tatmadığı, bilmediği bir duyguyla doldu yüreği, asker babasıyla böbürlenmeye başladı. Gerçek babası oradaydı. Çocuklar ne denli kızdırırsa kızdırsınlar, bal gibi babası vardı onun da. Onlar da, çobanlar da görsünlerdi babasını.
Dağdan dağa dolaşan çobanlar çocuk ruhundan ne anlarlar? Oysa oğlancık onların sürülerini kırpma merkezine getirmelerine yardım eder, köpekleri dalaşırken ayırırdı. Ya çobanlar ne yaparlardı? Sorularıyla çocuğu canından bezdirirdi. Hep aynı sorular.
- E, delikanlı, adın ne senin bakalım?
- Avalbek.
- Kimin oğlusun sen?
- Toktosun’un oğluyum.
Çobanlar hangi Toktosun olduğunu anlamazlar hemen. Sorularını tekrarlarlar.
- Toktosun mu? Hangi Toktosun bu?
Çocuk aynı yanıtı üsteler.
- Toktosun oğluyum.
Çünkü böyle öğretmişti Annesi.
- Ha anladım. Desene postanedeki telefoncunun oğlusun sen!
Fakat çocuk direnmektedir.
- Hayır, ben Toktosun’un oğluyum. Çobanlar durumu yeni kavramaya başlamışlardır.
- Doğru, Toktosun’un oğlusun sen. Aferin sana, delikanlı! Seni denemek istedik de… Kusura bakma aslanım. Biz yaz kış dağlarda gezeriz. Mantar gibi üreyen çocukların hangi birini tanıyacağız?
Sonra kendi aralarında çocuğun babasını konuşurlardı.” Askere gittiğinde genceciktir, çoğu unutmuştur onu. Neyse ki arkasında bir oğlan bırakmış. Niceleri bekâr gittikleri için adlarını taşıyan kimse kalmamıştır geride” derlerdi onun için.
Annesi kulağına, “ bak bu senin baban,” diye fısıldadığında perdedeki asker, babası oluvermişti. Gerçekten de tıpkı babasının asker giysisiyle çektirdiği resme benziyordu. Bu resmi sonra büyütmüşler, camlı bir çerçeveye takıp asmışlardı.
Avalbek artık filmdeki askere kendi babası gözüyle bakıyor, çocuk yüreğinde, o zamana dek tadına varmadığı bir baba sevgisi dolup taşıyordu. O andan itibaren savaş çocuk için bir eğlence olmaktan çıkmıştı. Savaş ansızın ciddileşmiş; ürkütücü, korkunç bir şey olmuştu. İlk kez bir yakını için korku duyuyordu. Savaş sürüyordu. Hücuma geçen tanklar birden ilerdi görünüverdi. Tırtıllı tekerlekleriyle toprağı çiğneyerek, dönen kulelerinin toplarıyla ateş saçarak pek korkunç bir yürüyüşleri vardı tankların. Kendi askerleri var güçleriyle itiyorlardı topu ileri doğru. Çocuk yerinde duramaz olmuştu. “çabuk baba, çabuk! Tanklar geliyor!” diye bağırmaya başladı. En sonunda topu çekerek fundalıklar arkasına getirdiler, tanklara ateş açtılar. Karşılarında da tanklar ateş püskürüyorlardı. Küçük Avalbek babasının yanında, ateşin ve gümbürtünün tam ortasında düşündü bir an. Tanklar isabet aldıkça, tırtılları sağa sola saçıldıkça sevinçten deliye dönüyordu. Kendi askerleri topun yanına devrilip düşünce o da kıpırdamadan duruyordu. Sayıları gittikçe azalıyordu askerlerin. Annesi ağlamaya başlamıştı. Sinema makinesi çatırdıyor, savaş sürüyordu. Çarpışma iyice alevlenmişti. Tanklar bir hayli sokulmuşlardı topun yanına. Topun kundağına eğilen babası, sahra telefonuyla bağıra bağıra bir şeyler söylüyordu, ama gürültüden ne söylediği belli olmuyordu. Derken topun yanında bir asker daha vuruldu. Akan kandan toprak koyulaştı. Şimdi topun başında iki kişi kalmışlardı: birisi babası, birisi de başka bir asker. Üst üste birkaç mermi dana düştü. Patlamayla birlikte alev ve duman yükseldi gökyüzüne. Yerden kalkan bir kişi vardı, o da çocuğun babasıydı. Kalkar kalkmaz gene topa doğru atıldı. Topa bir mermi sürerek hedefe çevirdi. Bu onun topu son ateşleyişiydi. Arkasından perdeyi koyu bir duman kapladı. Babasının topu parça parça olmuştu. Ama o hala sağdı. Yerden yavaş yavaş doğrulduktan sonra, parçalanmış giysilerinden dumanlar çıkarak, tanka doğru yürüdü. El bombası tutuyordu elinde. Son gücünü topladıktan sonra :
- Dur, geçemezsin buradan! diye bağırarak el bombasını savurdu. Nefretten, acıdan çarpılan yüzüyle perdede bir an öylece katılıp kaldı.
Annesi oğlunun elini o heyecanla nasıl sıktıysa, çocukcağız az kalsın acıdan bağırıyordu. Tam koşup babasının yanına gitmek üzereydi ki, makineli tüfeğin yağdırdığı mermilerden babası bir ağaç gövdesi gibi yere devrildi. Düştüğü yerde bir kez yuvarlandı, kalkmak için çaba sarf etti, fakat, kolları iki yanda yüzükoyun kapaklandı…
Sinema makinesi durdu, savaş da durdu. Birinci bölümün sonuydu bu. Sinema makinisti ışıkları yakarak yeniden filmi sarmaya başladı.
Ağılın içerisi aydınlanınca seyirciler gözlerini kısarak kırpıştırmaya başladılar. Filmdeki savaş dünyasından kendi gerçek dünyalarına dönüyorlardı şimdi. Aynı anda balyaların üstünde oturan çocuk, büyük bir sevinçle ayağa fırladı.
- Çocuklar, benim babamdı o! Gördünüz mü? Öldürdükleri benim babamdı…
Kimse böyle bir şey beklemediği için oğlanın dediğinden bir şey anlamamışlardı. Çocuk o sırada perdeye yakın oturan arkadaşlarına doğru sevinç çığlıkları atarak koşmaya başladı. Onların ne diyecekleri önemliydi onun için. Ağılın içine garip sessizlik çökmüştü. Daha önce babasını hiç görmemiş olan bu küçük adamın sevincindeki anlamsızlığı kavrayamamışlardı. Buna nasıl bir anlam vereceklerini bilemedikleri için, omuz silkerek şaşkın şaşkın bakınıyorlardı.
Ölen askerin oğlu babasını anlatıyordu:
- Gördünüz değil mi, babamı ?... Öldürdüler onu!
Karşılarındaki sustukça, çocukcağız daha coşuyor, anlatıyordu. Yalnız anlamadığı bir şey vardı: ne diye onun gibi sevinmiyorlar, babasını övmüyorlardı?
Büyüklerden biri öfkeli “ cık- cık” lar çekti:
-Cık-cık! Öyle şeyler söyleme!
Bir başkası buna karşı durdu:
-söylese ne olur? Babası cephede öldü. Doğru söylüyor çocuk.
Okula giden başka bir çocuk, ilk kez gerçeği açıkladı küçük oğlanın yüzüne karşı:
- ne bağırıp duruyorsun öyle? Baban değil o senin. Artist o, artist! İstersen sinemacı amcaya sor!
Büyük çocuklar, küçük oğlanı güzel, fakat acı düşünden kendileri ayırmak istemedikleri için o işi makiniste bırakmışlardı. Oralı olmayan bu adan geçekleri olduğu gibi makinenin üstüne iyice abanmıştı.
Askerin oğlu durmadan bağırıyordu:
-Hayır, o benim babam! Babam o benim!
Yanındaki çocuk gene sataştı:
-Kimmiş senin baban? Hangisiymiş?
-El bombasıyla tankının üstüne yürüyen asker. Görmedin mi? Şöyle düştü.
Çocuk yere düştü; babasının düşüşünü göstermek için, onun gibi yuvarlandı. Tıpkı babasının yuvarlanışına benzetmişti. Kolları iki yana açılmış bir durumda, yüzükoyun yatıyordu perdenin önünde.
Seyirciler ister istemez gülmeye başladılar. Oysa çocuk ölü gibi yatıyor, hiç gülmüyordu. İçerde gene tuhaf bir sessizlik oldu. Yaşlı bir kadın, çoban oğlanın annesine çıkışmaya başladı:
- Sana ne oluyor, Ceyengül? Ne diye bakmıyordun çocuğa? Bunun üzerine Ceyengül ayağa kalktı, kederli ve sert yüzünden yaşlar süzülerek oğlunun yanına yürüdü. Küçük Avalbek’i yerden kaldırarak:
Çocuğu elinden tutarak ağıldan dışarı çıkardı. İlk kez orada, bir şeyi yitirmenin acısını duydu küçük oğlan. Babasının savaşta ölmesinden dolayı hem üzüldü, hem de büyük bir eziklik duydu. Annesine sarılmak, ağlamak, annesiyle birlikte ağlamak geldi içinden. Fakat susuyordu annesi. Yumruklarını sıkıp göz yaşlarını yutarak sustu. Bir zamanlar savaşta ölen babasının, içinde yaşamaya başladığından haberi yoktu küçük oğlanın.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)