hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ocak 2014 Perşembe

Ankara, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun "Ankara" adlı romanı, Cumhuriyetin ilk yıllarının farklı karakterlerin dünyasından anlatılıyor. İlk baskısı 1934’de yayınlanan roman üç bölümden oluşuyor; birinci bölümde Milli Mücadele ruhunu özlemle ve övgüyle anlatan yazar, ikinci bölümde Cumhuriyetin ilk yıllarının ardından bu Milli Mücadele ruhunun yitirilmesini eleştiriyor, kendi deyimiyle bir karikatür yapıyor. Son bölümde ise yazar, Cumhuriyetin yirminci yılında gerçekleşmesini hayal ettiği Türkiye düşünü anlatıyor.
Roman kahramanları Selma Hanım ve Neşet Sabit'tir. Nazif Bey ve Hakkı Bey'ler de romanın diğer kişileridir. Selma Hanım, İstanbul'dan Ankara'ya gelen idealist bir inkılâpçıdır. Önce Nazif Bey'le evlenir. Bankacı Nazif Bey'de istediğini bulamaz. Bu, Nazif Bey'in şahsında, aynı zamanda bürokrasinin de kokuşmuşluğunu simgeler. Hakkı Bey binbaşıdır. Sivil bir bürokratta aradığını bulamayan Selma Hanım, asker Hakkı Bey'le evlenir; fakat o daha büyük bir hayal kırıklığına uğratır Selma Hanım'ı. Daha sonra idealist bir gazeteci olan Neşet Sabit'le hayatını birleştirir.
Millî Mücadele yıllarında hiçbir çıkar gözetmeksizin yurtları için çalışan bazı subayların ve politikacıların, zaferden sonra “sermaye çevreleriyle ilişkileri” ya da “arsa spekülasyonu”, “taahhüt işi” gibi girişimlerle zenginleşmeleri, “inkılap”a boş vermelerini, romanın kadın kahramanı Selma’nın yaşamı izlenerek Millî Mücadele inancının ateşli dönemleri ve sonrası anlatılmaktadır.
Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri'nin "Ankara" adlı romanı, üç ayrı dönemi ve bu dönemlerin Ankara hayatını yansıtması yönüyle ilginç ve okunmaya değer bir eserdir. Romanın baş kahramanı Selma Hanımın hayatı, evlilikleri ve insanî ilişkileri ile birlikte Ankara'nın üç dönemi canlı tasvir ve olaylarla verilir.
Bu dönemler:
1. Millî Mücadele'den önceki Ankara (Savaş zenginlerinin, yolsuzlukların ve arayışların belirdiği Ankara).
2. Millî Mücadele'deki Ankara (Millî silkinişin ve yeniden toparlanan, zaferi kazanan Ankara).
3. Millî Mücadele'den sonraki Ankara (Savaş sıkıntılarının geride kaldığı, modernleşen ve bir o kadar da özünden kopup sosyeteleşen Ankara).
Selma Hanım, İstanbul'daki bir bankada muamelât şefi olarak görev yapan kocası Ahmet Nazif Bey ile birlikte Ankara'ya gitme hazırlıkları yapar. Önce deniz yolu ile İnebolu'ya; oradan da kara yolu ile (İnebolu - Kastamonu - Çankırı güzergâhı = İstiklâl Yolu) Ankara'ya gelirler. Onların Ankara'ya gelmek istemelerindeki en büyük amaç; bir kurtuluş ümidi aramalarıdır. Çünkü, İstanbul yabancı devlet askerleri tarafından işgal altındadır ve Türklere her türlü işkence ve zulüm yapılmaktadır. Onlara göre; Ankara'da başlatılan Millî Mücadele, dolayısıyla Ankara adı, bir kurtuluş umududur. 
Yıl 1921... İşgal altındaki İstanbul’da Ankara’nın adı bir kaçış ve kurtuluş parolası olarak fısıldanıyor, her fısıldanışta gözlerde bir umut ışığı parlatıyordu. Kadın ya da erkek Ankara’ya gidenlerin diğer insanların gözünde önemi bir anda artıyor adeta kutsallaşıyorlardı. Bütün şehirlerde Ankara’dan gelecek haberler heyecanla ve merakla bekleniyor, Ankara’da olup biten her şey gazetelerin baş sayfalarını süslüyordu.
Selma Hanım ve Nazif Bey, Ankara'ya gelişlerinde Tacettin Mahallesi'ndeki küçük bir eve yerleşirler. Yerleştikleri evin sahibi Ömer Efendi ve ailesi Ankara'nın seçkin kimselerindendir. Bu seçkinlik, soydan ziyade para ve mala dayanmaktadır. Ömer Efendi ve ailesi Birinci Dünya Savaşı'ndan yararlanmayı bilen savaş zenginlerindendir. Birinci Dünya Savaşı döneminde bu tür zenginlerin birdenbire ortaya çıkması olağan olduğu için halk, Ömer Efendiyi ve ailesinin bu türedi zenginliğini yadırgamaz.
"Zira Büyük Kavga'da cephe gerisini tutanlardan birçoklarının, yalnız Ankara'da değil, memleketin her bucağında böyle hiç yoktan servet ve samana konuverişleri en tabiî hadiselerden biri hâlini almıştır."
Nazif Bey, bir gün eski arkadaşlarından Murat Bey’le karşılaşır. Murat Bey, Büyük Millet Meclisi'nde mebustur ve Etlik'teki bağ evinde oturur. Murat Bey; Nazif Bey ve karısı Selma Hanımı Etlik'teki bu bağ evine davet eder. Ankara'nın monoton havasından sıkılan Selma Hanım, kocasını razı eder ve Murat Bey'in Etlik'teki bağ evine gidilir. Murat Beyin evinde bir başka misafir daha vardır. Binbaşı Hakkı Bey... Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin gururlu, milliyetçi ve vatanperver düşünceleri karşısında büyülenir. Sonraki günlerde ve haftalarda Bnb. Hakkı Bey ve Selma Hanım at gezintilerine çıkarlar. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın Bnb. Hakkı Bey’le yaptığı bu at gezintilerine sesini çıkarmaz, doğal karşılar. 1921 Ankara’sında bir kadının eşiyle birlikte bile olsa bu kadar çok gezmesi, Çankaya, Keçiören gibi semtlerde dolaşması, ata binmesi hiç alışılmamış şeylerdir.  Fakat, ev sahibi Ömer Efendi; Selma Hanım, kocası Nazif Bey ve Bnb. Hakkı Bey’in tutum ve davranışlarını hoş karşılamaz; onları "yabanlar" olarak nitelendirir. Nazif Bey, Ömer Efendi’nin kendileri için kullandığı "yabanlar" kelimesini, "yabancılar" olarak yorumlar. Ömer Efendi, bu kişilerin hareketlerini onaylamamasına rağmen sesini çıkarmaz. Çünkü, neticede Nazif Bey, bankada çalışmakta ve biri mebus, diğeri binbaşı olan iki önemli dostu bulunmaktadır. Ne de olsa bu makamlarda bulunan kimselere ihtiyacının olacağını düşünür ve beğenmese de onlarla iyi geçinmenin menfaati icabı olduğuna kanaat getirir.
Bir başka gün Selma Hanım; kocası Nazif Bey, kocasının arkadaşı Murat Bey ve ailesinin, Bnb. Hakkı Bey’in de birlikte bulunduğu bir sohbet toplantısında Neşet Sabit adında İstanbul'dan yeni gelmiş bir yazarla tanışır. Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden etkilendiği gibi, Neşet Sabit Beyden ve konuşmasından çok etkilenir. Neşet Sabit'in Selma Hanım üzerinde bıraktığı bu etki, sonraki zamanlarda da kendini gösterir.
Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin yaptırdığı atış denemelerinde başarılı olur. Bu başarısından cesaret alan Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden kendisinin cephe ya da cepheye yakın yerlerde görevlendirilmesini talep eder. Bu talep karşısında Bnb. Hakkı Bey, aracı olur ve onun Eskişehir'deki bir askerî hastanede görev almasını sağlar. Selma Hanımın hastanede göreve başlamasından bir hafta sonra Yunanlılar taarruza geçer. Bu durumda Ankara'ya geri döner. Ankara halkı, ümitsiz biçimde şehri boşaltma faaliyetlerine girişir. Selma Hanım ise, Yunanlıların Ankara'ya gelemeyeceği konusunda kesin inançlıdır. Çünkü, hastanede görev yaptığı kısa süre içinde yaralı askerlerin bir an önce cephedeki arkadaşlarının yanına dönme isteklerini unutamamıştır. Bu inancını, tanıdığı herkese söylemeye ve halka moral vermeye gayret eder. Kocası Nazif Beyin tüm ısrarlarına rağmen Ankara'yı terk etmez ve Cebeci hastanesindeki görevinin başından ayrılmaz. Ona göre, Ankara; vatanın kalbinin attığı kutsal bir şehirdir. Millî uyanış ve zafer; ancak Ankara'daki mücadeleye bağlıdır. Bu nedenle, Ankara terk edilmemelidir. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın kendisini dinlememesi karşısında ondan ayrılır.
Nihayet, Selma Hanımın beklentileri meyvesini verir. Yaklaşık bir ay sonra, Sakarya kıyılarından zafer haberi geldiğinde Ankara’da gösterişsiz bir sevinç yaşanır.  Bu zaferin arkasından ise, Büyük Meydan Muharebesi ile Türk milleti Yunanlılara ağır darbeler vurur ve nihayet Yunanlıların elindeki güzel İzmir, geri alınır. Türk milleti kesin zaferi elde eder. Bnb. Hakkı Bey de "Miralay" rütbesi ile Ankara'ya döner. Selma Hanım, önceden de çok takdir ettiği Miralay Hakkı Bey ile evlenir. Bu arada Nazif Bey, Selma Hanımdan boşandıktan sonra kötü bir hayata sahip olur; tanınmaz ve silik özellikler çizer.
"Selma Hanım, Nazif'in kendisini bıraktıktan sonra, ne kadar bedbaht olduğunu da biliyordu... Yumuşak, pembe, sessiz ve uslu Nazif; kuru, sinirli, sert ve haşin bir insan olmuştu. Kendini tamamıyla içkiye verdiğini söylüyorlardı."
 Romanın ikinci bölümünde Cumhuriyetin ilk yıllarının Ankara’sını görüyoruz. Aradan üç yıl geçtikten sonra Yenişehir’de yeni bir evde karşımıza çıkan Selma Hanım iki yıldan beri Emekli Miralay Hakkı Bey’in haremidir. Selma Hanım’ın bütün hoşnutsuzluğuna rağmen Miralay Hakkı Bey, emekli olur ve bir şirkette meclis idare reisliği görevini alır.
 Hiçbir çıkar gözetmeksizin vatan için mücadele eden, pek çok kişi için milli mücadele ruhunun simgesi olan bu emekli subay artık taahhüt işleriyle uğraşmaktadır.
  Sonraki zamanlarda ise, Nazif Bey gibi o da Selma Hanım’ın gözünden düşer. O artık, cepheden yeni döndüğü zamanlardaki Selma Hanım’ın gözündeki "ilah" değildir. Giyinişini, yaşayışını ve Selma Hanıma olan tavırlarını çok değiştirir. Ayrıca, lüks yaşamaya merak sarar. Miralay Hakkı Bey’deki bu tür değişiklikler, Ankara'da yaşayan diğer insanların da pek çoğunda görülür.
"Nazif, ne kadar eski Nazif değilse, Miralay Hakkı Bey de o kadar eski Hakkı Bey değildir. Selma Hanım’ın, bu Hakkı Bey’e, ikide bir 'Nerede o tunç rengin? Nerede o çelik gövden? Nerede o sert ağzın? O koyu kumral bıyıkların?' diye soracağı geliyor."
Batılılaşmayı yanlış algılayan insanlar, alafranga hayat tarzını kendine ölçü almaya başlar. Ankara'da yaşayanların önemli bir bölümü; Gazi Hazretleri'nin inkılâplarını yanlış yorumlar; çağdaş yaşamanın balolarda, gece eğlencelerinde ve çaylarda boy göstererek eğlenmek olduğunu düşünür. Özellikle, dönemin bürokrat ve aydınlarının bir bölümü birbirleriyle gösteriş yarışına girerler. Hakkı Bey de, Avrupa'yı gören ve Avrupalılarla sıkı ticarî ilişkilerde bulunan biri olarak bu gösteriş yarışının içinde yerini alır.

"Hakkı Bey:
- A hanım, diyordu. Bir defa , ben Avrupa'da bulunmuş bir adamım. (Harb-i Umumî'de bir kere Almanya'ya gitmişti.) Sonra da Avrupa adap ve muaşeretine dair ne kadar kitap görürsem alıp okuyorum. Artık, benim yaptığımın doğruluğundan şüphe edilir mi?"
Hatta, sade bir aile hayatı olan Murat Bey bile, bu olumsuz ortam içinde gülünç duruma düşmekten kendini kurtaramaz ve bilinçsiz faaliyetleri ve tavırlarıyla Selma Hanımı şaşırtır. Murat Bey, mebusluğu bırakır ve safahat âlemi içinde özünü kaybeder. Murat Beyin arabasından, çay ve yemek davetlerinden azamî derecede yararlanan insanlar, gerçekte onun samimî dostları değildir.
Ankara Palas’ın açıldığı yıl yılbaşı baloları ayrı bir heyecan yaratır. Ankara Palas’ın büyük salonlarında çeşitli eğlenceler planlanmaktadır. Hazırlıklar aylar öncesinden başlar, İstanbul terzilerine siparişler verilir, Beyoğlu’nun büyük mağazalarında kalmayan mallar Avrupa’ya sipariş edilir. Balo günü geldiğinde Ankara Palas’ın önünde heyecanlı bir hareketlilik yaşanıyordu. Şık otomobilleriyle baloya gelenler otelin kapısında birikmiş olan meraklı halk kümelerini zorlukla açarak içeri girebiliyorlardı. Bütün bu olanları bir film şeridi gibi izleyen yerli ve köylülerin oluşturduğu kalabalık için ise, balo denilen şey Ankara Palas’ın önünde başlıyor ve bitiyordu. Onlar içerideki dünyada olup bitenleri merak etmekle ve kendi aralarında tahminler yürütmekle yetiniyorlardı. İçerideki dünyada ise, davetliler dans  ediyorlar, birbirlerinin üst baş ve davranışlarını inceliyorlar ve memleket meseleleri üzerine derin sohbetlere dalıyorlardı.
Selma Hanım, yılbaşı eğlencelerinin düzenlendiği yeni açılan Ankara Palas Oteli'nde önceden tanıştığı ve etkisinden kurtulamadığı Neşet Sabit Bey’le tekrar karşılaşır. Neşet Sabit Bey; Ankara'da bir evde tek başına yaşamasına rağmen, İstanbul'daki bir gazetenin yazarlığını ve muhabirliğini yapar. Ayrıca, tercüme işleriyle uğraşır. Neşet Sabit Bey de, Selma Hanım gibi Ankara sosyetesinin bilinçsiz hayat tarzından rahatsızdır. İki eski dost, duygu ve düşüncelerini birbirlerine aktarırlar. O günden sonra birlikte gittikleri tüm balo ve davetlerde Selma Hanım ile Neşet Sabit Beyin sohbet konusu Ankara halkı üzerindeki değişme ve Batılılaşma kavramının yanlış anlaşılmasıdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara, yalnız insanlarıyla ve hayat tarzı ile değil, mimari ve evlerin iç dekorasyonu ile de Avrupaî tarza uygun olarak değişiklik gösterir. Gerek Selma Hanım, gerekse Neşet Sabit Bey; Batılılaşmanın bir eğlence tarzı olmadığı; bilimsel gelişme, değişme ve işletme gücü olduğunda hemfikirdirler. Bu düşünceler; Selma Hanımı Hakkı Beyden iyice uzaklaştırır. Ayrıca, Hakkı Beyin yabancı bir kadınla olan flörtü ve Selma Hanım’ın kendi hayatını kurmak istemesi, onları boşanmaya kadar götürür. Selma Hanım ikinci kocası Miralay Hakkı Beyden ayrılır.
Neşet Sabit Beyin yardımıyla Selma Hanım öğretmen olur. Cumhuriyet'in kuruluşunun onuncu yıl kutlama törenlerinde Gazi Hazretleri'nin konuşmasını Selma Hanım, yeni kocası Neşet Sabit Beyle birlikte büyük bir coşkunlukla dinler. Artık, Atatürk'ün oluşturduğu inkılâplar, halk tarafından özümsenir; Ankara'nın çehresi ve bütün Türkiye'nin hayat tarzı da olumlu bir değişme sürecine girer. Ankara'nın bu değişen çehresine ayak uyduramayan, kendi menfaatlerini, ülkenin menfaatlerinden önde gören, yanlış Batılılaşan sosyete grup, Ankara'yı terk eder ve Avrupa'ya yerleşirler. Murat Bey ve ailesi de bunlardan biridir. Selma Hanım, Murat Bey ve ailesine acır ve onların Avrupa'da barınamayacağını düşünür.
Selma Hanım ve üçüncü kocası Neşet Sabit Bey, Kaledibi'nin Cebeci'ye bakan yamacında bir apartman dairesinde yaşar. Selma Hanım, öğretmenliğine devam ederken Neşet Sabit Bey de roman yazarlığı ile meşgul olur. Ayrıca, Neşet Sabit Beyin yazdığı "Kaltabanlar" adlı komedi eseri, Devlet Tiyatrosu'nun açılış töreninde sahnelenecektir. Neşet Sabit Bey, bu büyük güne hazırlanmanın telaşı ile faaliyetlerine hız verir. Nihayet, oyunun sahneye konacağı gün gelir. Tiyatro oyununu izlemeye gelenler arasında Atatürk de bulunmaktadır. Oyun, çok başarılı bir şekilde sahnede sergilenir. Atatürk, Neşet Sabit Bey’i yanına çağırtır ve onu tebrik eder. Oyunun sahnede sergilenmesinden sonra oyunda görev alan ekip ile birlikte sabaha kadar eğlenen Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, yorgun bir şekilde evlerine dönerler.
Selma Hanım, Neşet Sabit Bey’i çok sevmesine rağmen, onun başka kadınlarla olan ilişkisinden şüphelenir. Özellikle, oyunda rol alan Yıldız Hanım adlı genç bir kızla olan yakınlığını kıskanır. Ancak, Yıldız Hanımın sporcu bir gençle evlenmesi ile bu şüphelerinden kurtulur.
Romanın üçüncü ve son bölümünde ise, 1937 yılından başlayarak yazarın hayalini kurduğu Ankara portresi sergilenmektedir.
 Son sistem limuzinlerle bir arada geçen kağnı kafileleri, yığın yığın kok kömürü taşıyan Berliez kamyonları yanında, sırtlarında birer tutam odunla dolaşan eşeklerin manzarası kadar, hep birlikte çıkardıkları sesler de tam kaos yaratıyordu.
 Ankara’da kalabalık sokakların sayısı çoğalmıştı. Gerçi Jansen planına göre açılan ana cadde, henüz, Avrupa metropollerindeki “boulevard” veya “avenue”ler gibi işlek ve canlı görünmekten uzaktı ama, ana caddeye doğru inen sokaklarda eski tenhalıktan eser kalmamıştı. Kale içindeki esnaf, tüccar ve zanaat sahipleri buradaki modern dükkan ve mağazalara yerleşirler.
 "Ankara, bütün manasıyla bir Orfe masalını yaşamaya başlamıştı ve bu masalın kahramanının, saçlarındaki güneş, gözlerindeki gök parıltısıyla daima taze, daima coşkun bir ezeli gençlik kaynağı gibi yeşil Çankaya tepesinde çağladığı ve onun varlığından bir seyyalenin daima aşağıya doğru aktığı hissolunuyordu."
Bilimsel çalışmalarla oluşturulan gelişim haritasına göre Orta Anadolu ziraatı tamamen bırakmış hayvancılık merkezi olmuştu. Büyük devlet çiftliklerinin geniş otlakları cinsi ıslah edilmiş ve üretilmiş eski Ankara keçileriyle, iklime uydurulmuş Merinos koyunlarıyla doluydu. İç Anadolu’nun kumaş ve şayak fabrikalarına yün buralardan temin ediliyordu. Ayrıca, yine İç Anadolu’nun yağ, peynir ve et sanayisi zanaatı için bu çiftlikler de inek ve sığır da yetiştiriliyordu.
 Selma Hanım, hayal kurmaktadır. 1943 yılında yapılacak Cumhuriyetin 20’nci yıl dönümü kutlamaları arasında kendini hissetmeye başlar. Hayalleri içinde, bir gün evine döndüğünde kendine gelen bir mektuptan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun yirminci yıldönümü için yapılacak kutlamaların düzenleme komitesine seçildiğini öğrenir. Bu mektupla, yaşlandığının farkına varır. Cumhuriyet kurulalı yirmi yıl olmuştur.
Cumhuriyetin yirminci yıl kutlamaları da, onuncu yıl kutlamalarında olduğu gibi büyük bir coşku yapılır. Binlerce insan, bir sel gibi Çankaya'ya akar, halk tek vücut olur. Kutlamalara katılan Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, ilerleyen yaşlarının verdiği zayıflıkla yorgun düşer ve evlerine dönerler. Uzaktan işitilen şenlik seslerinin eşliğinde ve içtikleri ıhlamur sayesinde yorgunluklarını atmaya çalışırlar. (Cumhuriyetin 20. yıl kutlamalarını anlatan bölüm içindeki ifadeler, Selma Hanımın hayalleriyle ilgilidir.)

8 Ocak 2014 Çarşamba

Memleket Hikayeleri, Refik Halit Karay

Memleket Hikayeleri, Refik Halit Karay

Memleket Hikayeleri; Anadolu’ya ait ilk hikayelerden örnekleriyle, Türk Edebiyatında önemli bir yere sahip olmuştur. Hikayelerde Anadolu ve oralarda yaşayan insanlar gerçek yönleriyle ve Türkçe’nin mükemmel kullanımıyla anlatılmıştır. Refik Halid KARAY’ın, 1920’de yayınlanan eseri ilk sosyal hikayelerimizden oluşmuş, bir dönemi en canlı şekliyle anlatmış,  kaynak kitaplar arasında yerini almıştır. Kitapta 1908-1920 yıllarına ait 18 hikaye yer almaktadır.
Yatık Emine
Hikaye, Ankara’ya iki gün ötede ana yollardan uzak, küçük bir kasabada geçmektedir. Kasabada, her küçük Anadolu kasabasında yaşanan olayların durağanlığı vardır. Kasabada tek aykırı olay; Yatık Emine’nin olay çıkardığı için sürgün olarak bu kasabaya gelişidir. Kasabalı bu karardan dolayı valiliğe şikayette bulunur, ancak karara uymaları emredilir. Yatık Emine ev bulana dek kadınlar hapishanesinde kalır.
Sokakta kalan kadına kalem odacılarından bir ihtiyar evinde kalması için izin verir. Ankara’dan sürgün gelen Yatık Emine’nin namı kısa zamanda bütün kasabaya yayılır, aslı olmayan pek çok hikaye dillerde dolaşır. Kasabanın kadın ve erkekleri merak içinde odacının evinin etrafında dolaşmaya başlar. Birgün,  karısı evde olmadığı vakitte, eve gelen kapıcı yüzünden; mahallelinin ısrarıyla odacının karısı Yatık Emine’yi sokağa atar. Kaymakam çare olarak hasteneye yerleştirilmesine  karar verir. Hastaneye jandarmanın kötü muamelesiyle gelen genç kadın, her şeye boyun büktüğü için ‘Yatık Emine’ adıyla anılmaktadır.
Kasabanın ileri gelenlerinin Yatık Emine’ye ilgisi artar. Hastaneden kasaba dışında bir eve yerleştirilir. Kimse Emine’ye yiyecek vermez. Hastanede çalışan Gürcü Server Emine’ye yardım eder ve dost hayatı yaşamaya başlar. Kasabanın ileri gelenleri olayı duyunca Server’i sürerler. Yatık Emine yalnız kalır. Evindeki bütün eşyaları çalınır. Kasabada hiçbir esnaf, hiç kimse yiyecek vermez.
Kış gelmiştir. Server’in daha önce aynı koğuşta yattığı çavuşla arkadaşı, Yatık Emine’nin evine gitmeye karar verirler. Karanlıkta yola çıkarlar. Emine’nin nasıl olsa ses çıkaramayacağını düşünerek evine varırlar. Ancak Yatık Emine günler öncesinden soğuk ve açlıktan ölmüştür. Amaçlarına ulaşamadıkları için küfür ede ede geri dönerler.
Şeftali Bahçeleri
Kasabanın dışında eşsiz güzellikte şeftali bahçeleri özellikle kasaba memurları için eğlence mekanı olmuştur. Bütün kademedeki memurlar fazla işleri olmadığından bu güzel mekanın tadını çıkarırlar. Yazı işleri müdürü olarak kasabaya gelen Agah Bey gördükleri karşısında ilk günden hayal kırıklığına uğramıştır.
Avrupa’da kalmış, disiplinli çalışmayla işleri yoluna koyacağı inancıyla, çalışmaya başlayan Agah Bey’in; tüm memurlarla arası açılmıştır. Götürdüğü bütün teklifler ödenek azlığı, imkansızlık ve yokluk gibi nedenlerle kabul görmez. Yapılan eğlence tekliflerinin hepsini geri çevirir. Birgün yapılan gezi teklifini kabul eder. Şeftali bahçelerinin büyüleyici havasına kapılır. Ertesi günde havuzda yıkanmanın keyfini tadar.
Agah Bey kendisine diğer memurlar gibi bir katır alır. Katırın rakı ve mezeleri taşıması için güzel bir heybe alır. İlerleyen zamanda kadınlarla eğlenceye devam eder. Agah Bey bir yıl sonra hoş bahçe kokusunu ciğerlerine çeker, minderlere uzanıp ‘gel keyfim gel’ diye söylenir…
Koca Öküz
Mustafa köyün ileri gelenlerindendir. Kasabadaki memurlara hediyeler verir; karşılığında sözü geçer. Hacı lakabıyla anılan Mustafa’ya seven sevmeyen herkes saygı gösterir.
Birgün Hacı Mustafa bir öküz alır. Öküz ahırda kımıldamadan yiyip içip yatar. Ne yaparlarsa yapsınlar ayağa kaldıramazlar. Sonunda çaresiz kasabada kasabın birine satmaya karar verir. Kasap aldığı fiyatın iki mecidiye eksiğine öküzü alır. Ancak Hacı kasaba öküzü ahırdan almasını şart koşar.
Kasap ahıra gelir ve hayvanı önüne katıp götürür. Hacı bu işe çok kızar. Çalışmaya gitmek için kımıldamayan öküzün; ölüme gitmek için ayağa kalkmasına inanamaz. Sinirinden etrafındakilere kızar. Kasabada ise tellal öğleden sonra öküz kesileceğini haber verir…
Vehbi Efendi’nin Kuşkusu
Vehbi Efendi ufak bir kazada Düyunu Umumiye idaresinde kantar katibidir. Evinde işe, işten eve gelen, erken yatıp erken kalkan, kimseyle ilgisi olmayan bir adamdır. Komşu kızı Hanife’nin Vehbi Efendi’ye ilgisi vardır. Hanife ilgisini açıkca belli eder.
Mayıs ayında bir gece vakti, Hanife annesinin komşuda olduğunu ve korktuğunu söyleyerek Vehbi Efendi’nin yanına gelir. Vehbi Efendi tereddütünü yenerek Hanife’yi reddeder.
Mahalle imamı, Vehbi Efendi’yi önemli bir konu görüşmek üzere çağırır. Hanife’nin hamile olduğunu ve onunla evlenmesi gerektiğini yoksa kadıya bildireceğini söyler. Vehbi Efendi kimseye derdini anlatamaz. Nedense herkes Hanife ile evlenmesi gerektiğini söyler. Sonunda Vehbi Efendi ile Hanife evlenir. Tabakların Kamil, Vehbi Efendi kahvenin önünden geçerken arkadaşlarına ‘Yutturduk öküze’ der.
Sarı Bal
Kasabanın dışında elekçilerin oturduğu bakımsız bir mahalle vardır. Geceleri sarhoşlar ve eğlence arayanlar bu mahalleye uğrar. Külahçıoğlu Hilmi Ağa eğlence için bir evin kapısını çalar. Burası meşhur Sarı Bal’ın evidir. Sarı Bal, oyun oynayıp gelenleri eğlendirmekte maharetlidir.
Sarı Bal, kasaba için felakettir. Parası olmayan bu kasaba da olan parayı harcamak isteyenler Sarı Bal’ın kapısını çalar. Hatta mevki sahibi kimselerde evine uğrar. Hilmi Ağa ve arkadaşları eğlenirken komiser baskın yapar. Yorganların altına dek bakarlar. Önce çocukları görürler. Daha sonra Sarı Bal’ı açmak istemediği yorganı açması için zorlarlar. Yorganın altından kasabanın kaymakamı çıkınca herkes şaşırır. Ertesi gün kaymakam, kasaba içki, zina, her şeyin olduğu bahanesiyle istifa dilekçesini İstanbul’a yollar. Ancak gerçek neden daha önce ulaşmıştır.
Şaka
Servet Efendi, Şakir Efendi ve Nedim Bey üç arkadaştırlar. İşleri bitince önce uzun bir yürüyüş yaparlar, daha sonra Rum mahallesinden geçerek meyhaneye giderler. Gezinti yaparlarken Servet Efendi arkadaşlarına hoşlandığı kadını gösterir. Nedim Bey o kadını tanıdığını söyler. Şakir Efendi de ona destek verir. Nedim Bey kadının gece yarısı denize girdiğini anlatır.
Üç arkadaş geç vakte kadar meyhanede içerler. Dışarı çıkınca Servet Bey evin çok sıcak olduğunu, sahilde yürüyeceğini söyler. Deniz kıyısına vardıklarında bir kadın sesi duyduklarını sanırlar. Servet Bey elbiselerini çıkarır. Kadına şaka yapacağını söyleyerek denize girer. Servet Bey geri dönmeyince karakola haber verirler. Servet Bey’in ağa dolanmış cesedi çıkar.
Küs Ömer
Zehra genç kızlığa yeni adım atmıştır. Hemen her konuda maharetli, güçlü kuvvetli Ömer’le evlenmek üzeredir. Ömer’in en büyük özelliği kaybettiği her durumda çekip gitmesidir.
Ömer ile Zehra evlenir. Zehra kazlarını da getirir. Kazlardan birisi, güreşlerden hep galip ayrılmış, nam salmıştır. Birgün Ömer’e kazların güreşmesi için baskı yaparlar. Ömer’in saydığı insanlar da araya girince Ömer dövüşü kabul eder. Kıyasıya süren kaz kavgası sonucu Ömer’in kazı yenilir. Ömer kazı oracıkta öldürür. Eve gider atına atlayıp uzaklaşır. O günden sonra Zehra Ömer’i göremez.
Boz Eşek
Köyün çocukları koşarak köy çıkışında yaşlı bir adamın yattığını haber verirler. Hüsmen Ağa yaşlı adamın yanına gelir. Yaşlı adamı ve eşeğini köye getirirler.
Yaşlı adam ölür. Ölmek üzereyken Boz Eşeğini ve 8 altınını Mekke’ye vakfettiğini vasiyet eder. Bunun üzerine yapılması gerekeni kasabadaki kadıya sormaya karar verirler. Hüsmen Ağa, kutsal yerlere vakfedilen eşeğe çok iyi bakar.
Hüsmen Ağa, Boz Eşeği alarak kasabaya gider. Ancak kadı yoktur. Ertesi hafta gelmesini söylerler. Ertesi hafta gider gene Kabak Kadı’yı bulamaz. Aradan iki buçuk ay geçer. Köylüler eşeğe saygı duyarlar. İş yaptırmazlar. Arpa ile beslerler. Boz Eşek iyice irileşir. Hüsmen Ağa gene Boz Eşek’le kasabaya gider. Köylüler, dönüşünü merakla beklerler. Hüsmen Ağa’nın tek başına döndüğünü görünce, kutsal bir vazifeyi yapmanın rahatlığını yaşarlar. Pratik bir kadı olan, Kabak Kadı lakaplı kasabanın kadısının işi hallettiğini düşünürler. Boz Eşek Mekke’ye gidecek ve zemzem taşıyacaktır.
Bir  yıl sonra Hüsmen Ağa kasabaya inince gözlerine inanamaz. Kalabalık içinden birisi, eşeğin sırtından etrafına selam vererek geçmektedir. Bu Kabak Kadı’dır. Üzerine bindiği de Boz Eşek’tir.
Yatır
Köylü endişeyle, yaklaşan kışı beklemektedir. Çünkü yakacak odunları önceki yıllara göre çok azdır. İlistir Nuri aylak aylak gezmekten sıkılmış, hamam işletmeye karar vermiştir. Ancak odun azlığından dolayı, bir çare bulamazsa hamamı kapatmak zorunda kalacaktır. İlistir Nuri, köyün karşı tepesindeki çamları kesmenin tek kurtuluş olduğunu söyler. Köylü ise Maslak Dede’nin yatırı olduğu için ağaçlara dokunulmayacağına inanmıştır.
İlistir Nuri, köyde sözü geçen yarı ermiş Abdi Hoca’ya bir arkadaşının rüyasını anlatır. Maslak Dede, ağaçlardan dolayı daraldığını, önünün açılmasını istediğini ve bu işi Abdi Hoca’ya havale ettiğini anlatır. Abdi Hoca daha önce bu işareti aldığını söyler. Etraftaki tek ağaçlık yerin çamlarını keserler. Hatta o kadar ileri giderler ki çam ağacı bırakmazlar. Ağaçlar kesilince şifalı kaynak suları da kurur…
Komşu Namusu
Şakir Efendi, Osman Bey ve Baki Efendi aynı yerde görev yapan üç memurdur. Şakir Efendi, Osman Bey’e komşusu Baki Efendi’nin karısı tarafından aldatıldığını söyler. Sonunda konuyu Baki Efendi’ye açmaya karar verirler. İş çıkışı meyhanede konuyu açarlar. Baki Efendi, Şakir Efendi’nin evinden kendi evini gözlemeye başlar.
Baki Efendi’nin evinin önüne gelen şahıs etrafına bakar ve içeri girer. Şakir Efendi Baki Efendi’ye ne yapacağını sorar. Baki Efendi’de boşayacağını söyleyerek kızgınlıkla evden çıkar. Şakir Efendi, silah sesi duyacağını sanır. Ancak Baki Efendi’nin kapıdan az önce giren adamı yolcu ettiğini görür. Ertesi gün merakla ne olduğunu sorar.Baki kızarır, rahatını feda etmemek için her şeye katlanmış durumuyla’ Boş yere tasalanmışız, gelen doktor Hüsnü Bey; eşim sancılanmış ta…’ der…
Yılda Bir
Teselyalı Bekir, köylerden uzakta su değirmeni işletmektedir. İnsanlardan uzaktadır. Karısını Teselya’da bırakmıştır. İçinde kadın özlemi vardır. Değirmene gelen yaşlı kadınlardan başka kimseyi görmemektedir.
Değirmenin yakınında konaklayan çingenelerin yanına gider. Çeribaşı buğdayları öğütmesi için Elif’i de Bekir’le birlikte değirmene yollar. Bekir’e karşı Elif’te kayıtsız kalmaz. Bekir kadın özlemini gidermiştir. Elif’e ne zaman geleceğini sorar. Elif’ te seneye cevabını verir. Bekir hasretle ertesi yılı bekler. Elif nihayet gelir. Ancak bir sonraki yıl Elif’i göremez. Çeribaşına Elif’in nerede olduğunu sorar. Çeribaşı ‘ O kötüledi, kasabada kaldı’ cevabını verir. Daha sonra iyice yaşlanmış kadına buğdayları öğütmesi için Bekir’le değirmene gitmesini söyler.
Sus Payı
Hasip Efendi, Hidayet Bey’in ipek fabrikasında işçibaşı olarak çalışmaktadır. İşçilerin çalışma şartları çok ağır olduğundan; her yıl birkaç genç kız hastalanarak ölür. Hasip efendi özellikle Fotika isimli genç kız işe başlayınca çalışma koşullarının ağırlığını düşünmeye başlar. Günde on dört saat çalışıp, çok az ücret alan genç kızlar çabucak hasta olurlar ve sonunda ölürler.
Hasip Efendi, Fotika’yı ölen karısına benzetir. Ona karşı ilgisi sevgiye dönüşür. Ancak birgün Fotika hastalanır ve ölür. Hasip Efendi, Hidayet Bey’e fabrikanın genç kızları öldürdüğünü ve işten ayrıldığını söyler. Hidayet Bey ise Hasip Efendi’ye zam yapar. Artık sekiz lira kazanan Hasip Bey vicdanını rahatlatacak bahaneler bularak işine devam eder…
Kuvvete Karşı
Amerikan elçiliği hizmet vapurunda görevli, dokuz denizci her Pazar ceplerini dolduran İngiliz Liralarını Tarlabaşı’yla Tokatlıyan arsında eğlenerek harcarlardı. Eğlence çok ileri giderler, ancak zayıf devletin polisi hiçbirşey yapamazdı. Amerika güçlü bir devletti ve Türk milleti bütün bu kabalıkları sineye çekmek zorundaydı.
Suphi, kız arkadaşı İzmaro’yla birlikte Tarlabaşı’na eğlenmeye gider. Böyle bir akşamda sarhoş denizciler, İzmaro’ya sarkıntılık yapınca çaresiz kalır, denizcilerden birinin müdahalesi sayesinde oradan İzmaro ile birlikte kaçar. Ancak kendisine olan saygısını yitirir. Eve gidince İzmaro’nun da gözünde değeri kalmadığını düşünerek geri döner. Yolda yakaladığı denizcilere saldırır. Sonunda bütün kemiklerinin kırıldığını hisseder ve çamura düşer. Rum kızı İzmaro ise uzun bir süre bekledikten sonra üşüdüğünü fark ederek yatağa girer…
Cer Hocası
Asım Mülkiye Okulu’nu bitirmiş, bir akrabası sayesinde memuriyete başlar. Fakat meşrutiyet ilan olununca memuriyetten atılır. Asımın rahat geçen hayatı altüst olur. Parası bitince daha önce yardım ettiği tanıdık arkadaşlarının yanına gider. Arkadaşları ile birlikte İstanbul dışında köyleri dolaşmaya, cer hocalığı yapmaya başlar. Vaazlar verir, namazını hiç kaçırmaz.
Köyün birinde Asım’ı çok severler. Eski imam köyde olmasına rağmen Asım’ın asıl imam olarak resmen atanmasını sağlarlar. Asım köy halkının bu davranışına çok kızar. Fakat aç kalma korkusu da yaşamaktadır. Eski yaşlı imamın durumunu görünce, biriktirdiği paralarla tüm sorunlarına rağmen İstanbul’a doğru yola çıkar.
Garip Bir Hediye
Feridun, elinde kalan malları satar, parası gene tükenince bir Yahudi’nin hediye ettiği traş fırçasını da satmaya karar verir. Bir deniz yolculuğu sırasında yahudinin hayatını kurtarmış, Yahudide ona çok değerli olduğunu söyleyerek traş fırçası hediye etmiştir. Kuyumcular, para etmeyeceğini söyleyince, akşam fırçayı yere fırlatır. Fırçanın sapı kırılınca iki değerli taş çıkar.
Feridun, fırça sapında taşların ne aradığını bilemez. Daha sonra gümrükten mal kaçırmak için bu tür yolların denendiğini öğrenir.
 Bir Saldırı
Hayrullah Efendi, bir kış akşamı Boğaziçi’nin Anadolu yakasında bir iskeleye çıkar. Küçük bir köyün iskelesi olduğundan sadece dört kişi iner. Elinde feneri yokuşu çıkmaya başlar.
Hayrullah Efendi, birden yanağına dayanan silahı hissettiği an arkadan bir ses cüzdanını ister. Hayrullah Efendi hemen cüzdanını verir. Hırsız 700 liradan sadece beş lira alır ve gider. Hayrullah Efendi hırsızı köyün bakkalına kadar takip eder. Daha sonra bakkala kim olduğunu sorar. Dört yıl savaştıktan sonra parasız kalmış, terhis edilmiş bir  yedek subaydır.
Hayrullah Efendi ertesi gün, adamın evine bir kayık dolusu yiyecek gönderir. Kendisi ticaret yapıp para kazanırken; savaşan bu adama hakkını verdiğini düşünmektedir.
Ayşe’nin Yazgısı
Ayşe ile annesi çok fakir ve perişan bir halde yıkık, korkunç, harabeye dönmüş ve terkedilmiş bir köşkte bekçi gibi yalnız başlarına yaşamaktadırlar. Hergün antikacıların evine hizmetçilik yapmaya giden annesinin evde bulunmadığı yağmurlu bir günde, annesinin hizmetçilik yaptığı zengin ailenin 19 yaşındaki oğlu avdan dönerken Ayşe ile annesinin yaşamlarını sürdürdükleri harabeye sığınır. Ancak evde iş yapan Ayşe'yi yarı çıplak, pejmürde bir kılıkta gören genç avcı ona tecavüz etmek ister. Ayşe kendini savunurken, ayağı yanlışlıkla kayan avcı yere düşer, başını taşa çarpar ve ölür. Ayşe avcının köpeğini de öldürmek zorunda kalır ve her ikisinin cesedini sürükleyerek ahıra götürür ve gömer. Bir ay içinde avcı ile köpeğinin kaybolması çevrede unutulur. Bir ay sonra, bu kez de genç bir köylü annesinin evde bulunmamasını fırsat bilerek eve girer ve Ayşe'yi taciz eder. Ancak Ayşe bu köylüyü de avcıyı düşürüp öldürdüğü gibi öldürmemek, tekrar acı ve üzüntü çekmemek için korunmasız kendini bırakır.

19 Kasım 2013 Salı

Mor Salkımlı Ev, Halide Edip Adıvar

Mor Salkımlı Ev, Halide Edip Adıvar’ın çocukluğundan 1918’e kadar yaşadığı dönemin hatıratıdır. Yazarın hatıralarının ikinci cildini oluşturan Türkün Ateşle İmtihanı isimli eser ise 1918 – 1923 yılları arasını kapsamaktadır.

        "İçimde mor salkımlı bir ev var, Beşiktaş taraflarında idi. Çocukluğum o evde geçti. Gittim, aradım, bulamadım, yanmış... Onu yazacağım." Halide Edip

    Mor Salkımlı Ev ilk olarak 1955 yılında Yeni İstanbul Gazetesi’nde hatırat olarak yayımlanmıştır. Eser 1963 yılında kitap olarak basılmıştır. Halide Edip’in İngilizce hatıratında bulunan fakat Mor Salkımlı Ev baskılarında yer almayan epilog bölümü de bilahare tercüme edilerek eserin sonuna eklenmiştir.
    Yazarın anıları çocukluk yıllarından 1918 yılına kadar olan dönemde ve çoğunlukla İstanbul’da geçmektedir. Yazarın sabit bir yaşamı yoktur. İstanbul’un çeşitli semtlerinde çok sayıda ev değiştirerek yaşamış, bununla da yetinmeyip Anadolu’nun farklı şehirlerinde ve Mısır, İngiltere ve Arabistan gibi yabancı memleketlerde hayatını geçirmiştir.
    Yazar küçükken yaşadıklarının her anını hatırladığını belirterek kitaba başlamaktadır.
İlk hatırladığı Beşiktaşta’ki Mor Salkımlı Ev ve annesidir. Küçük Halide’nin annesi ile ilgili anıları pek fazla değildir. Çünkü yazar annesini küçük yaşta kaybetmiştir. Annesinin ölümüyle ilgili hatırladığı en belirgin imge cenazesinde gördüğü safran rengi örtüdür. Bu yüzden hayatındaki korkularında ve nefretlerinde hep safran rengi vardır. Annesinin ölümünden sonra babası Edip Bey tekrar evlenmiş ve Halide ile birlikte başka bir eve taşınmıştır. Edip Bey sarayda memur olarak çalışmaktadır. Evin diğer efradı Rasim Dadı ve Ali Lala’dır. Yazar kendisine kötü davranan Rasim Dadı’yı sevmemektedir. Rasim Dadı ve Ali Lala bu durumun ailenin kulağına gitmesinden ve işlerinden olmaktan korktukları için Halide’ye baskı yapmaktadır. Bir gün işi ileriye götürüp Halide’yi döverken büyükannesi olanları görür ve ikisini de evden attırır. Öksüz Halide rahat bir nefes almıştır. Annesinin vefatı küçük Halide’yi sessizleştirmiştir. Onun ölümünden sonra en sevdiği iş, babasının atının üstünde saraya gidişini izlemektir. Babasına ayrı bir muhabbet beslemekte, belki de onu anne yerine koymaktadır. Bir gün aniden, nöbete kalan babasını görmek istemesi, ağlayıp sızlayarak evin seyislerine kendini saraya götürtmesi ve sonunda babasına ulaşması tatlı bir hatıra olarak anlatılmaktadır. Halide yeni annesiyle çabuk anlaşır ancak Mor Salkımlı Ev’e olan özlemi dinmemektedir. Bu sırada geçirdiği ağır bir hastalıktan sonra doktorlar ailenin Mor Salkımlı Ev’e dönmesini tavsiye ederler.
    Mor Salkımlı Ev’e dönüş Halide’nin okuma iştahını kabartmış, babası da beş yaşını bitirince bir öğretmen tutmuştur. Mor Salkımlı Ev’deki ikinci perde Halide için güzel çocukluk hatıraları ile doludur. Mektebe ilk gidişini, babasından işittiği ilk azarı, en iyi arkadaşı Şayeste ile geçirdiği bayramları, bayramda kesilen hayvanlar için beslediği merhamet duygusunu ayrıntıları ile hatırlamaktadır. Mor Salkımlı Ev’de geçirilen bu saadetli zamanlarda Halide’nin Nilüfer adında bir de kardeşi dünyaya gelmiştir. Ancak hayat bazı yenilikleri getirdiği gibi bazı alışılmışları da alıp götürmektedir. Halide çok sevdiği dayısı ve büyükbabasını aynı hafta içinde toprağa vermiştir. Haminne olarak tanıdığı büyükannesi evladını ve eşini kaybettiği bu evde daha fazla durmak istememektedir. Artık Mor Salkımlı Ev’den taşınma vaktidir. Edip Bey ailesini Üsküdar’a taşımaya karar vermiştir.
    Yazar, Üsküdar’da okumuş ve güngörmüş bir delikanlı olan Eğinli Ahmet ile tanışmıştır. Ahmet, Türk Halk Edebiyatı’nı çok sevmekte ve bu konudaki merak ve birikimini sıklıkla Halide ile paylaşmaktadır. Dindar bir Mevlevi olan haminnesi ile Avrupa hayranı babasının atmosferinde yetişen yazar, o şartlarda Türk Edebiyatının ruhunu kavrayabilmişse bunu Eğinli Ahmet’e borçludur. Bu arada Halide’nin ikinci kardeşi Nigar dünyaya gelmiştir. Bir süre sonra da babası, daha önce de Haminneyle yaşayan Saraylı Teyzeyi ikinci eş olarak almıştır. Bu evlilikten sonra evde büyük bir huzursuzluk başlamıştır. İki üvey anne birbirleriyle anlaşamamıştır. Edip Bey, çaresiz, Halide’nin “abla” olarak hitap ettiği birinci eşini çocuklarıyla birlikte Mor Salkımlı Ev’e geri göndermiştir. Haminne, Halide ve diğerleri de İcadiye'de başka bir eve taşınmışlardır. Halide bu evdeyken Amerikan Koleji'ne başlamış; ancak yaşı tutmadığı için öğretmenlerin telkini ile bir sene sonra okuldan ayrılmıştır.
     Halide’nin koleji bırakmasından sonra, Edip Bey ailesini tekrar taşımıştır. Fakat bu sefer Halide’yi yanında götürmemiş ve Mor Salkımlı Ev’e göndermiştir. Halide'yi orada kendisine tahsis edilen iki oda ve Reşe adında Habeşli bir halayık beklemektedir. Babasının evi dekore ederek kendisiyle ilgilendiğini hissettirmesi yazarı duygulandırmıştır. Yine de Halide çok sevdiği Mor Salkımlı Ev’den eskisi gibi zevk alamamaktadır.
    Mor Salkımlı Ev’deki bu üçüncü dönemde, yazar kendini geliştirmek için uygun ortam ve zaman bulmuştur. Halide çok yönlü okumaktadır. Aldığı Arapça dersleri sayesinde okuduğu sureleri anlamakta ve bundan haz almaktadır. İlgi alanı Şark ilimleri ile mahdut değildir. Bir İngiliz Hoca’dan aldığı dersler de çok ilgisini çekmiş ve Batı ilimlerindeki bilgilerini geliştirmiştir.
    Daha sonra Saraylı Teyze’nin bir oğlu olması üzerine, bütün aile Sultantepesi'nde yeni bir eve taşınmıştır. Mor Salkımlı Ev’deki maceralar bir kez daha son bulmuştur. Halide bu evdeyken onbeş yaşına geldiğinde yatılı olarak tekrar Amerikan Koleji'ne başlamıştır. Halide’nin yaşı genç olmasına rağmen, küçüklüğünden beri olgun insanlarla ve yaşlılarla içli dışlı olduğu için onlar gibi düşünebilmektedir. Üvey annelerin, halayıkların ve taşınmaların arasında diğer gençlerin yaşadığı türden bir gençlik yaşayamamıştır.
    İkinci kolej hayatı genç Halide için çok faydalı olmuştur. Kolejdeki gayrimüslim hoca ve öğrencilerle teşrikimesaisi arttıkça diğer dinlere olan merakını tatmin etmeye başlamıştır. Hatıratının bu bölümünde hocalarını detaylı olarak anlatmakta ve değerlendirmektedir. Halide’nin matematik haricindeki tüm derslerdeki başarısı örnek seviyededir. Sevmediği bu dersin hocası Salih Zeki Bey’den evlenme teklifi almış ve babasının muhalefetine rağmen kabul etmiştir. Yazar, Salih Zeki Bey ve Salih Zeki’nin önceki eşinden olan oğluyla yaşamaya başlarlar. Halide Hanım üvey oğlu ile mutlu bir hayat sürmekte ve anne olmak istemektedir. Ancak anne olmak için yirmi yaşına kadar bekler ve yirmisinden sonra iki erkek çocuk sahibi olur: Ayetullah ve Zeki Hikmetullah.
    Salih Zeki Bey siyaseten aktif bir insandır. Bu yüzden de evleri sürekli gözetim altında bulundurulmaktadır. Çocuklarının doğumundan sonra İstanbul dışında bir eve taşınıp siyasetten uzaklaşmak istemişlerdir. Daha sonra tekrar İstanbul'a dönüp normal hayatlarına devam ederken Sultan Abdülhamit’in kararıyla Birinci Meşrutiyet ilan edilmiştir. Meşrutiyetin ilanı toplum hayatında büyük bir tesir meydana getirmiştir. Yazarın çevresindeki insanların bir kısmı Meşrutiyeti alkışlarken bir kısmı da şiddetle muhalefet etmektedir. Halide Edib’in yazıya başlaması da Meşrutiyet sevincinin İstanbul halkını sarması ile olmuştur. Yazar ilk yazı tecrübesini “Tanin” gazetesinde edinmiştir. Meşrutiyeti müdafaa edici yazılar neşreden Halide Hanım, meşrutiyet muhaliflerinden çok sayıda tehdit almıştır. Kendisini çok korkutan bu tehditlerden yılmamıştır.  Tehditlerden dolayı önce evinden hiç çıkmamaya başlamış, sonra bildiği bir dergaha sığınmış en son olarak da çareyi Amerikan Koleji’ne sığınmakta bulmuştur. Halide Edip için saklanarak yaşamak büyük bir çiledir. Bardağı taşıran son damla olan 31 Mart Vak’ası’ndan sonra, bu sıkıntılardan kurtulmanın yolunu yurt dışına gitmekte bulmuştur. Yeni mesken Mısır’dır. Mısır’a çocuklarıyla giden yazar, bir dost vasıtasıyla otele yerleşmiştir.  O sırada etkili olan  kızamık salgınına çocuğu da kapılmıştır. Hastalık üzerine Salih Zeki Bey’i Mısır’a çağırmıştır. Kocası ile uzun süre düşünerek dostlarının bulunduğu İngiltere’ye gitmeye karar vermiştir. İngiltere’de eski dostu Miss Fry’ın yanına yerleşmiştir.
    Halide Edip, Meşrutiyet’e karşı ayaklanmalar bastırıldıktan sonra İstanbul’a dönmüştür. O sıralarda pedagoji üzerine yazmaktadır. Tifoya yakalanan çocuğuna bakarken yazdığı “Seviye Talip” adlı romanını da bastırmış ve çeşitli eğitim kurumlarından gelen iş tekliflerini değerlendirmiştir.
    Bu sırada, Avrupa ve Balkanlar’da Türk şehirleri işgal edilmektedir. Özellikle Bosna-Hersek’in işgali yazarı derinden yaralamıştır. Yazar ve arkadaşlarının girişimi ile Türkler Avusturya mallarını boykot etmişlerdir. Feslerin çoğu Avusturya’dan ithal olduğu için fes giyimi neredeyse sona ermiştir. Trablusgarp’ın işgaliyle de İtalyan malları ve makarna boykot edilmiştir. Bu türlü faaliyetlerin örgütlenmesinde bazen ön planda bazen perde arkasında bulunan yazar bu meşguliyetinin arasında acı bir olay yaşamıştır. Salih Zeki Bey ikinci bir kadınla evlenmek istemektedir. Halide Hanım bunu kabullenmemiş ve dokuz yıllık evliliğini üzülerek sona erdirmiştir.
    Yazar, Balkan Harbinde yaralıların tedavisi için çalışmıştır. Harp felaketle neticelenmiştir. İttihatçılar yapıcılığını kaybetmiş ve ülkeyi çöküşe götürmektedir.Yapılmaya çalışılan reformlar çoğu alanda fiyasko ile sonuçlanmıştır. Bu yenilik ve değişim gayretleri içinde, Halide Hanım da eğitim teşkilatında ilerlemiştir. Ancak Şükrü Bey’le anlaşamayıp istifa etmiştir. Tüm bunlar olurken Halide Edip’i derinden sarsan bir olay vuku bulmuştur.  Gittikçe ağırlaşan hastalıkları nedeniyle yatağa düşen Haminne on gün direndikten sonra vefat etmiştir. Halide Hanım üzüntüsünü içine gömmüş ve yakın çevresiyle birlikte belli kursları birleştirerek bir vakıf okulu kurmuştur. Bu okulda idareci ve eğitimcilik vazifelerini yüklenmiştir.
    Balkan Harbi’nin yaraları sarılmadan Birinci Dünya Savaşı patlak vermiştir. Savaşın acılarını yakından müşahede etme imkanı bulan Halide Edip, hatıratında millet için zaruri olmadığı sürece savaşa girilmemesi gerektiğini savunmuştur. Buna rağmen savaşa girilmiştir.
    Savaş devam ederken, Cemal Paşa, Halide Hanım’dan birkaç öğretmen arkadaşıyla beraber Arap Diyarı’na gitmesini, oradaki eğitim ve öğretim hakkında inceleme yapmasını, ve Lübnan, Şam ve Suriye’de okul açmasını istemiştir. Eserin ikinci bölümü bu diyarlarda geçen hatıralardan müteşekkildir. Yazar çölleri aşıp birçok Arap ve İsrail şehrine gitmiştir. Tetkiklerini müteakip bir rapor yazarak Türkiye’ye göndermiştir. Türkiye’den gelen cevapta çocukların bakımsızlıktan hastalandığı ve bitlendiği Ayin Tura adındaki bir yetimhaneye hoca olması istenmiştir. Halide Hanım hocalık yerine müfettiş olmayı tercih etmiştir. Yazılan raporlar sayesinde Arap Diyarı’nda bir çok yeni okul açılmış, eğitim alanında önemli adımlar atılmıştır. Halide Hanım, Arap Diyarı’ndaki rahibelerin barınabilmesi için bir tesis açılmasına da önayak olmuştur. Bütün bunlar olurken, Halide Hanım ile Doktor Adnan Adıvar ile Bursa’da evlenmiştir. Halide Edip ve beraberindeki ekip işleri yoluna koymak üzere iken okulun çevresinde savaş olabileceği haberi gelmiştir. Ancak Halide Hanım ve beraberindeki öğretmenler okullar tatil olmadan hiçbir sebeple burayı terk etmeyeceklerini ifade ederek okullarını bırakmamışlardır. Müteakiben, yazarın gayretiyle okul en kısa zamanda tatil edilmiş ve çocuklar Kızılay’a bırakılmıştır. Okul kapanırken yetimlerin hazırladığı ve oynadığı tiyatro yazarı çok sevindirmiştir. Bundan dolayı çocukları aktör olarak adlandırmaktadır. Okul kapandıktan sonra yazar ve arkadaşları İstanbul’a dönmüştür.
    Mondros Mütarekesi ile İttihatçıların devri nihayete ermiştir. İttihat ve Terakki’nin başarısızlıkları zillet,  başarıları ulviyet getirmiştir. Ancak artık Türkiye'de yeni bir dönem başlamaktadır. Aslında, Avrupa’nın en büyük destanlarından biri başlamaktadır. Bunun artık başka bir hikaye olarak yazılması gerekmektedir. Bu hikayeyi Halide Edib'in "Türkün Ateşle İmtihanı" kitabında okuyabilirsiniz.

İlk Öğretmen, Cengiz AYTMATOV

İlk Öğretmen, Cengiz AYTMATOV, Elips Kitabevi, Temmuz 2005, Ankara

    Kitapta olaylar; anlatıcı konumunda bir ressam, köyün eski öğretmeni Duyuşen ile ünlü bir felsefe profesörü olan Altınay Süleymanova arasında geçmektedir.
Hikâye, ressam ve Profesör Süleymanova’nın köydeki okul açılışı için köye davet edilmeleri ile başlamaktadır. Ressam’da Profesör’de uzun zamandır köye gitmedikleri için    2–3 gün kalmak üzere daveti memnuniyetle kabul ederler. Köy ahalisi Profesör Süleymanova’yı törenle karşılar ve onu memnun etmeye, sevgilerini göstermeye çalışırlar. Coşkun bir hava vardır. Bu durum artık köyün postacılığını yapmakta olan eski öğretmen Duyuşen’in okul açılışı için telgrafları getirmesine kadar devam eder. Törene davet edilmesine rağmen Duyuşen teslim edilmesi gereken telgraflar olduğunu bahane ederek, içeri girmez ve gider. Profesör Süleymanova, Duyuşen’in adını duyunca tedirgin olur ve o gün köyü terk eder. Köylüler bu nedensiz ayrılışa çok üzülürler ancak Profesör Süleymanova’yı da kalması için ikna edemezler. Acaba Profesör Süleymanova neden böyle acele etmiştir?              Ressam, bu olaydan birkaç gün sonra Profesör Süleymanova’dan bir mektup alır. Mektupta Profesör Süleymanova neden köyden ayrılmak için acele ettiğini ve geçmişine dair birçok itirafları anlatmaktadır. Ressam’da kitabın geri kalanında bütün olanları Profesör Süleymanova’nın ağzından çıktığı gibi anlatır.
Yıl 1924,  Profesör Süleymanova o zamanlar 14 yaşında genç bir kızdır. Anne ve babası öldüğü için amcasının yanında oturmaktadır. O günlerde, köye sırtında asker kaputu olan, genç bir yabancı gelir. Üniformalı birinin belirmesi köyde büyük bir olaydır. Gencin adı Duyuşen’dir. Hükümet tarafından köye okul açmaya, çocuklara ders vermeye gönderilmiştir. O zamanlar ‘okul’, ‘öğretim’ gibi kelimelerin anlamını kimse bilmemektedir. Duyuşen köy halkını toplayarak kendisinin buraya çocukları okutmak için görevli olarak gönderildiğini söyler ve tepedeki eski tavlanın onarılmasını teklif eder. Köy halkı çocuklarının okumasına karşı çıksa da Duyuşen’in Sovyet yönetiminden gelen yazılı emir kâğıdını göstermesi üzerine korkarak kendilerinden bir şey istenmemesi şartı ile çocuklarının okula gitmelerini kabul ederler. Duyuşen de bu durumu çaresiz kabul eder. Tek başına tavlayı onarmaya başlar. O günlerde Süleymanova arkadaşları ile birlikte dağda tezek toplamaktadır. Duyuşen onları görür ve onlarla çok sıcak, içten bir şekilde ilgilenir. Bu durum çevresindekilerden hep kabalık gören Süleymanova’yı çok etkiler. Duyuşen okulu tamir eder ve eğitime başlar. Her gün bıkmadan tek tek çocukları evlerinden toplayarak okula götürmektedir. Aslında Duyuşen bu işe plansız programsız, eğitim yöntemlerinden habersiz başlamıştır. Zaten kendisi de okuma yazmayı askerde öğrenmiştir. Doğru düzgün alfabeyi bile bilmemektedir. Yine de kendisi bütün bildiklerini büyük bir sabırla anlatır öğrencilerine. Her öğrencinin ayrı ayrı başına geçerek kalemin nasıl tutulacağını, daha anlamadıkları bir sürü şey anlatır. Duyuşen aynı zamanda büyük bir Lenin hayranıdır. Sık sık öğrencilerine onun ne kadar büyük bir lider olduğunu anlatmaktır. Bütün bu yaptıklarından dolayı Süleymanova, Öğretmen Duyuşen’i büyük bir kahraman olarak görmektedir..
Süleymanova yaşça diğerlerinden büyük olması nedeniyle de oldukça çabuk öğrenmekte, Duyuşen’inde takdirini kazanmaktadır. Süleymanova’nın Duyuşen’e olan hayranlığı her geçen gün artmakta, onla beraber geçirdiği her an onu çok mutlu etmektedir. Duyuşen de aynı şekilde Süleymanova üzerine çok titremektedir. En büyük hayali ise onun şehirde öğretimine devam etmesidir.
Bir gün Süleymanova’nın amcasının evine kaba saba yabancılar gelir. Süleymanova oldukça tedirgin olur. Bir şeyler olacağından korkmaktadır. Nitekim yengesi onu evlendirmek için kararlıdır. Süleymanova okula gider. Duyuşen bu durum nedeniyle onu eve göndermez. Beraber kaldığı yaşlı bir ailenin yanına götürür. Kendisini sonuna kadar savunacağına dair söz verir. Ertesi gün okula teyzesi ve yabancılar gelir. Süleymanova’yı zorla almak isterler. Karşı çıkan Duyuşen’i de oldukça hırpalayarak, Süleymanova’yı alıp giderler. Artık Süleymanova o kaba saba adamın karısıdır. Hem de ikinci karısı. Süleymanova bu duruma ancak üç gün dayanabilir. Üçüncü gün kaçmaya çalışırken Duyuşen iki jandarmayla beraber ansızın çıkagelir. Kaba saba adamı tutuklatarak Süleymanova’yı geri alır. Ertesi gün yönetimle görüşerek Süleymanova’yı okuması için kente götürür. Ayrılırken Duyuşen Süleymanova’ya ondan hiç ayrılmak istemediğini, ancak buna hakkı olmadığını, onun gerçek bir öğretmen olmasını çok istediğini belirterek çok üzüntülü bir şekilde ayrılırlar. Süleymanova daha sonra işçi üniversitesini bitirir. Moskova’ya gider, enstitüye başlar. Öğrenim yıllarında çok güçlükle karşılaşır, umutsuzluğa kapılır. Ancak böyle zamanlarda öğretmeni Duyuşen’i hatırlayarak önüne çıkan bütün güçlükleri yener. Üniversite de iken Süleymanova Duyuşen’e mektup yazar ancak karşılık alamaz. Yıllar geçer, öğrenim hayatı, savaş yılları nedeniyle Süleymanova köye uzun yıllar gidemez. Duyuşen’den de hiç haber alamaz. Savaş zamanında köyden ayrıldığını, ancak geri dönmediğini hatta bazılarının onun ölmüş diye söylediğini duyar. Yine de Süleymanova, Duyuşen’i hiç unutmaz, hayalinden çıkaramaz onu. Gördüğü insanları ona benzetir.
Yıllar geçer, artık Süleymanova evlenmiş, tanınmış bir felsefe profesörüdür. Mektubunda, uzun bir aradan sonra okul açılışı için köye geldiğinde Duyuşen’le karşılaşınca çok utandığını, onu yıllarca yeterince araması nedeniyle çok üzüldüğünü belirtir. Ayrıca kendisine gösterilen sevgi yüzünden suçlar kendini. Bu törende en önemli yerde kendisi olmamalıdır. Bu ilk öğretmen Duyuşen’in hakkıdır. Bu yüzden çok üzülmüş ve utanmıştır. Duyuşen gençlere mutlaka anlatılmalıdır. Bunun için  köye geri döneceğini ve yeni açılan okula ‘Duyuşen’in Okulu’ adını verilmesini teklif edeceğini belirterek mektubuna son verir.

15 Şubat 2013 Cuma

Yüzyüze, Cengiz Aytmatov

Cengiz Aytmatov, Yüzyüze: Kırgızistan’ın bir köyünde yaşayan yeni evli bir çiftin savaş nedeniyle bozulan düzenleri ve ilişkileri anlatılmaktadır.
Küçük bir köyde yaşayan Seyde ile İsmail yeni evlenmiştir. Kerpiçten yapmakta oldukları evlerini daha tamamlayamadan ve Sedye hamileyken, kocası askere çağrılmıştır. Kocası askere gittikten sonra Seyde, kayınvalidesiyle birlikte yaşamaya başlamış ve çocuğunu dünyaya getirmiştir.
Seyde’nin Totoy diye bir komşusu vardı ve onun da kocası askerdeydi. Her ikisi de askerdeki eşlerinden mektup bekliyorlardı, ancak ikisi ne de mektup gelmiyordu. Daha önce savaşta kolu kopan Mirzakul köyde yaşıyor ve Sedye ile Totoy’un ihtiyaçları olduğunda yardımcı oluyordu.
Askerdeki kocası(İsmail), askeri tren köyden geçerken trenden atlayarak firar etmiş ve eve gelmiştir. Hiç beklemedikleri bir anda eşini karşısında gören Seyde çok şaşırmış ve çok sevinmiştir. Ancak asker kaçakları köylerde arandığından, yakalanmamak için gündüzleri köyün dışındaki bir mağarada kalıyor, aysız gecelerde eve geliyordu. Kış soğuk geçiyordu ve çocuk küçüktü ısınmak için odun ihtiyacı oluyordu. Sedye odun toplama bahanesiyle kocasına yemek götürüyordu.
Köyde erzak ailelerin mevcuduna göre ölçülü olarak veriliyordu. Seyde kendi hakkından İsmail’e götürüyordu. Mağara’da kalan İsmail eve daha az gelmeye başlamıştı. Üstü başı pis, kokmuş ve bitlenmiş bir şekilde eve geliyordu. Yalnızlıktan bakışları ve çehresi değişmeye, vahşileşmeye başlamıştı.
Seyde İsmail’e erzak götürdüğünden şüphelenilmesinden çok korkuyordu. Özellikle Totoy ve Mirzakul’un anlamasından korkuyordu. Mirzakul Seyde’ye ilgi duyuyordu ve yavaş yavaş belli etmeye başlamıştı. Totoy’un eşinin askerde öldüğü haberi köye ulaşmıştı ama köy ihtiyarları haberin yaza kadar Totoy’a söylenmemesine karar verdiler.
Bir gün Seyde’nin kapısı çalındı ve bir KGB temsilcisi kocasının tüfeğiyle birlikte askerden kaçtığını, nerede olduğunu bilip bilmediğini sordu. Seyde bilmediğini söyledi ve çok korktu. Haber köyde yayılmıştı. Seyde evden çıktığında Mirzakul yolunu kesti ve İsmail’in yerini söylemesi gerektiğini söyledi. Seyde’nin bilmediğini söylemesi Mirzakul’u kızdırdı. Mirzakul kırbaçla Seyde’yi dövdü. Seyde’nin İsmail’in yerini bilip de söylemediğini düşündüğü için Seyde’ye düşman oldu.
İsmail artık köye gelemez oldu. Seyde daha dikkatli şekilde yemek götürüyordu. Köyde erzak iyice azalmıştı ve İsmail doymak bilmiyordu. Her seferinde daha çok yiyecek istiyordu.
Totoy ve Seyde’nin birer hamile inekleri vardı. Çocuklarına süt verebilmek için dört gözle ineklerinin doğurmasını bekliyorlardı. Bir gece Totoy’un ineği çalındı. Totoy’un tüm umutları suya düşmüştü. Mirzakul tüm köylüleri organize etti. Ve her yerde ineği aramaya başladılar. Seyde de İsmail’in bulunmasından korktuyordu, aramanın bir an önce bitmesi için bir o yana bir bu yana koşuşturarak ineğin izini bulmaya çalıştı. İneğin izine rastlayamadan, yorgun argın eve döndü. Gece kapı çalındı. Gelen İsmail’di ve elinde koca bir parça et vardı. İneği İsmail çalmıştı. Seyde bu duruma çok kızdı, bir müddet tartıştılar. İsmail aç kalmamak için çaldığını söyledi. Seyde kendi ineklerini almasının daha iyi olacağını söyledi.
Ertesi sabah Seyde köyden çocuğuyla birlikte çıktı ve bir daha dönmeyecekti. Peşinden askerler takip ediyordu, Mirzakul’da onlarla beraberdi. Seyde İsmail’in kaldığı mağaranın önündeki çalılığa yaklaşmıştı. Eliyle göstererek “İşte orada” dedi. Mirzakul yüksek sesle İsmail’in teslim olmasını istedi. İsmail çalılıkların arasından ateş ederek Mirzakul’u vurdu, Mirzakul attan düştü. Diğer askerler de ateş etmeye başladı. İsmail de karşılık veriyordu. Seyde ateşlerin arasından yürüyerek çalılıklara doğru yaklaşmaya başladı. Askerler “gitme” diyordu, ancak Seyde aldırmadan ilerliyordu. Bu sırada İsmail de çalılıkların arasından tüfeğini Seyde’ye doğrultarak çıktı. Seyde İsmail’e bakıyordu, onun bu bakışı, çehresi, davranışları değişmiş haline. İsmail’de Seyde’ye bakıyordu, bu o kadın değildi, saçları ağarmış, kucağında yavrusuyla, heybetiyle, erişilmez bir yüceliğe kavuşmuştu İsmail’in gözünde. İsmail tüfeğini fırlatarak teslim oldu.

14 Şubat 2013 Perşembe

100 Büyük Roman Özet, Abraham H. Lass

Abraham H. Lass'ın 100 Büyük Roman Özeti, 4 Cilt olup Ötüken  Yayınevi tarafından 2007'de basılmıştır.
Batı edebiyatını iyi öğrenmenin başlıca yolunun bu edebiyatı oluşturan eserlerin tanıtılması, eleştirilmesi  ve yazarları hakkında bilgi verilmesi olduğu düşüncesiyle Türkçe’ye kazandırılan Abraham H. Lass’ ın bu eseri dört ciltten oluşmaktadır.Amerikalı yazar bu kitap ile iki tür okuyucuya hitap etmek amacında olduğunu belirtmekte , birinci grubu yani  bu kitapta bahsedilen romanların sadece birkaç tanesini okuma fırsatı bulanları   diğerlerini de okumaya sevk etmek ,ikicinci gruba yani bu eserlerden çoğunu okuyanlara da  okumuş oldukları bu eserlerin gerçekten de nefis eserler olduğunu bir kere daha hatırlatmak olduğunu vurgulamaktadır.Yazar romanları incelerken dört ana bölümden oluşan belli bir sistem dahilinde her romanı şu şekilde ele almaktadır.

1.    Başlıca karakterler kimlerdir,nasıl insanlardır ?
2.    Romandaki başlıca olay ve tezlerinin özünün berrak ve anlaşılır ifadelerle anlatılması.
3.    Romanların, günümüzdeki eleştirisiyle ilgili kısa bir yazı.Böylece ele alınan eserin, roman türünün geliştitilmesinde hangi mevki işgal ettiği gösteriliyor; çağdaş okuyucu ve eleştrilerin onları nasıl ele aldıkları anlatılıyor.
4.    Her yazarın hayatı hakkında kısa bilgiler veriliyor.

    Yazar giriş bölümünde bir romanın nasıl okunması gerektiği, okurken romandaki kahramanlara bakarak  yazarın hayatı hakkında bazı fikirler elde edilebileceği , karakterlerin analizi esnasında nelere dikkat edilmesi gerektiği hakkında kısa bilgiler verdikten sonra geri kalan 220 sayfada  batı edebiyatının önemli yapıtlarından olan 25 tane roman hakkında yukarıda belirtilen esaslar dahilinde değerlendirmeler yapmaktadır.
    Eserde  ele alınan romanlar şöyledir.

      
          ESERİN ADI                               YAZARI                                 
    Don Kişot                                        Miguel de Cervantes
    Robinson Crusoe                    Daniel Defoe
    Güliver’in Seyahatleri                Jonathan Swift
    Candide                            Voltaire
    Tom Jones                        Henry Fielding
    Wakefield Papazı                    Oliver Goldsmith
    Gurur ve Aşk                        Jane Austin
    Kara Şövalye                        Sir Walter Scott
    Kırmızı ve Siyah                    Stendhal
    Parma Manastırı                    Stendhal
    Sefiller                                                Viktor Hugo
    Notre Dame’ın Kamburu                Viktor Hugo
    Eugine Grandet                Honore de Balzac
    Goriot Baba                    Honore de Balzac
    Son Mohikan                    James Fenimore Cooper
    Moby Dick                        Herman Melville
    Tom Amca’nın Kulubesi                Harriet  Beecher Stowe
    Ölü Canlar                    Nikolai Gogol
    Monte Kristo Kontu                Alexander Dumas Pere
    Madam Bovary                Gustave Flaubert
    Oblomov                        Ivan Alexandrovich Goncharov
    Babalar ve Oğullar                Ivan Sergeyevich Turgenev
    Pickwick’in Evrakları            Charles Dickens
    David Copperfield                Charles Dickens
    İki Şehrin hikayesi                Charles Dickens

Cilt 2


Abraham H. Lass’in yazdığı 100 Büyük Roman adlı eserin ikinci cildinde toplam yirmi altı roman özetlenmiştir. Eser özetleri, başlıca karakterlerin tanıtılması ile başlar, hikâye ile devam eder, eleştiri ile zenginleşir ve son olarak yazar ve diğer eserleri ile ilgili bilgi verilmesi ile son bulur.  Kitapta incelenen eserler ve yazarları şunlardır:
(1)    Büyük Ümitler (Great Expectations), Charles Dickens (1812–1870)
(2)    Ölmeyen Aşk (Rüzgârlı Bayır) ya da (Wuthering Heights), Emily Bronte (1818–1848)    
(3)    Suç ve Ceza, Fyodor Mikhailovich Dostoyevski (1821–1881)
(4)    Karamazov Kardeşler, Fyodor Mikhailovich Dostoyevski (1821–1881)
(5)    Tom Sawyer, Samuel Langhorne Clemens (Mark Twain), (1835–1910)
(6)    Huckleberry Finn’in Maceraları (The Adventures of Huckleberry Finn), Samuel Langhorne Clemens (Mark Twain), (1835–1910)
(7)    1887’den 2000 Yılının Görünüşü (Looking Backward), Edward Bellamy  (1850–1898)
(8)    Bir Hanımın Portresi (The Portarit of a Lady), Henry James (1843–1916)
(9)    Cesaret Madalyası (The Red Badge of Courage), Stephen Crane (1871–1900)
(10)    Hodgamlar Panayırı (Vanity Fair), William Makepeace Thackeray (1811–1863)
(11)    Alice Harikalar Diyarında (Alice’s Adventures in Wonderland), Lewis Carroll (1832–1898)
(12)    Anna Karenina, Lev (Leo) Nikolaviç Tolstoy (1828–1910)
(13)    Harp ve Sulh, Lev (Leo) Nikolaviç Tolstoy (1828–1910)
(14)    Denizler Altında 20 Bin Fersah, Jules Verne (1828–1905)
(15)    Nana, Emile Zola (1840–1902)
(16)    Germinal, Emile Zola (1840–1902)
(17)    Erewhon, Samuel Butler (1835–1902)
(18)    Yuvaya Dönüş (The Return of the Native), Thomas Hardy (1840–1928)
(19)    Asi Kalpler (Jude the Obscure), Thomas Hardy (1840–1928)
(20)    Define Adası (Treasure Island), Robert Louis Stevenson (1840–1894)
(21)    Dorian Gray’in Portresi (The Picture of Dorian Gray), Oscar Wilde (1856–1900)
(22)    Ahtapot (The Octopus), Frank Norris (1870–1902)
(23)    Vahşetin Çağrısı (The Call of the Wild), Jack London (1876–1916)
(24)    Kız Kardeşim Carrie (Sister Carrie), Theodore Dreiser (1871–1945)
(25)    Bir Amerikan Faciası (An American Tragedy), Theodore Dreiser (1871–1945)
(26)    Babbitt, Sinclair Lewis (1885–1951)


Kitabın kendisi bir özetler bütünü olduğu ve içeriğin tekrar özetlenmesi kitabın tanıtımı için ayrı bir güdükleme operasyonu olacağı için her roman özetinin sadece konusu verilecek ve en çok ilgi çeken üç romanın üzerinde durulacaktır. Şu açık bir gerçektir ki bu kitaptaki her roman üzerinde tek tek durulsa, neredeyse kitabın kendisi kadar bir yeni eser ortaya çıkar. Ancak yine kabul edilmesi gereken diğer kaçınılmaz gerçek de şudur ki seçilen üç roman tamamen özetçinin kendi sübjektif kriterleri çerçevesinde seçilmiştir ve bir başkası tarafından bunları da seçmeye ne gerek vardı tepkisi ile karşılanabilir. Yine de bazı makul kıstaslar ele alınarak Dreiser’ın ve Lewis’in kitapları özet sonunda ele alınacaktır.
Kitapta özetlenen ilk eser olan ve Dickens’in en iyi eseri olarak kabul edilen Büyük Ümitler, küstah insanların hayat tarzlarının soysuzlaştırıcı etkisini ciddi ve derin bir şekilde incelemeye almıştır. Dickens, bu romanında yapmış olduğu psikolojik tahlilleri ile kendisinin alelade bir roman yazarı olmaktan ziyade bir sosyolog veya psikolog gibi toplumun ve bireylerin sıkıntılarını incelemeye aldığını ortaya koymuştur.
Emily Bronte’nin Ölmeyen Aşk’ı, İngiliz romantizminin büyük şaheserlerindendir ve ihtiraslı aşk ve intikam ile rasyonel, medeni dünyayı inceler. İhtiras ve akıl iki farklı dünyayı temsil eder ve roman bu iki dünyanın üç nesil boyunca birbiri ile olan etkileşimini ele alır.
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sının başkahramanı olan Rodion Raskolnikov’un Rus Faust’u olduğu da söylenir ve roman fakir, gururlu, ihtiraslı, üstün zekâlı, mutsuz ve bunların sonucu suç işleyen bir adamın sadık bir kadının aşkı ile doğru yolu bulmasını anlatır.
Dostoyevski’nin bir diğer meşhur eseri Karamazov Kardeşler ise, yazarın son yıllarının dini heyecanlarını içerir ve Rus hayatının farklı yönlerini temsil eden bir ailenin portresini çizer.
Gerçek adı Samuel Langhorne Clemens olan ve Mark Twain adı ile meşhur olmuş yazarın ünlü eseri Tom Sawyer’da Amerikan pastoral hayatı kısmen duygusal kısmen de gerçekçi bir şekilde resmedilmiştir. Kitap bir tasvirler zinciridir.
Samuel Langhorne Clemens’ın kendi tabiri ile en iyi eseri olan Huckleberry Finn’in Maceraları ise, şüphesiz Amerikan edebiyatının şaheserlerinden birisidir ve Tom Sawyer’ın devamı olmasına rağmen ondan daha hareketli ve ilgi çekicidir.
Bellamy’nin, 2000 Yılının Görünüşü eseri Amerika’nın en nüfuzlu kitapları arasında gelir ve Amerikan edebiyatının en önemli ütopik romanıdır. Kitap genelde sınıf harbine karşı çözüm olarak kârdan çok ürün uğrunda organize olmuş toplumun canlı manzarasını önerir.
James, Bir Hanımın Portresi’nde, insanın kendisini katlanmak zorunda kaldığı acı ve ıstıraplara nasıl hazırlayacağını konu edinmiştir.
Crane, Cesaret Madalyası’nda, çevrenin insan hayatındaki öneminden bahseder. Roman, realist bir yaklaşımla, insanın kendi iradesi ve kaderi arasındaki objektif çatışmayı konu edinir.
Thackeray’in Hodgamlar Panayırı, sosyete hayatındaki riyakârlık ve tamahkârlığı konu edinir ve en büyük mizahi İngiliz romanı kabul edilir.
Carroll’ın Alice’i, hem çocuk hem de erişkin romanıdır. Bu roman bir dizi sosyal hiciv içerir.
Tolstoy’un, Anna Karenina ve Harp ve Sulh adlı eserleri birlikte incelendiğinde birincinin bir ahlak dersinden ibaret olduğu, ikincinin ise Rus cemiyetinin ve özellikle asiller sınıfının bir incelemesi olduğunu görürüz.
Verne’in 20 Bin Fersah’ı, yazdığı 65 romandan birisidir ve belki de en iyisidir. Ancak bir çocuk bilimkurgusundan öteye gidemez.
Zola, Nana’sında kadının şehvetinden elde ettiği gücünün yıkıcılığı üzerinde dururken, Germinal’de işçi hareketini ele almış ve işçilerin ıstıraplarını konu edinmiştir.
Butler’ın Erewhon’u, mizahi bir ütopyadır ve Victoria devrinin inanışlarını ele alır.
Hardy’nin Yuvaya Dönüşü, insanın kaderin yumruğu altında ezilişini ve sendeleyip düşüşünü ele almıştır ama yazar karamsarlığının ve sanatının zirvesine Asi Kalpler ile erişmiştir.
Stevenson’ın Define Adası, çocuklar için yazılmıştır ve ciddiyetle okumaya çalışmak anlamsızdır ancak birçok çocuk romanından farkı zamanla değerini yitirmemiş ve uzun ömürlü olmasıdır.  Bunun temel sebebi ise, Stevenson’ın tasvirdeki gücüdür.
Wilde’ın tek tam romanı olarak meşhur olan Dorian, Faust efsanesinin değişik bir tarzda yeniden ele alınışından başka bir şey değildir.
Norris’in Ahtapot’u, gerçek bir olayın romanlaştırılmasıdır ancak tam olarak natüralisttir denemez. Eser, sadece bir sosyolojik belge değildir çünkü yazar ele aldığı halk ve olaylar hakkında tarafsız değildir.
London’ın Vahşetin Çağrısı adlı eserinde, yazarın şefkat hisleri ve zekâsı açıkça görülür. Eser realizmden yoksun olsa da ve mantık silsilesi takip etmese de, London’ın anlatıştaki zirvesi eseri elden bırakılamaz hale getirmekte.
Dreiser’ın Kız Kardeşim Carrie ve Bir Amerikan Faciası adlı eserlerinde ele aldığı ortak konu, insanın iradesinin bazı içsel güçlerine köle olabildiği ve bunun etkilerinin insan hayatındaki yıkıcılığıdır. Her iki eserde de yazar, sonuçta elde edilmiş gibi görünen ama bir türlü elde edilemeyen alçakça duygular ile istenen çirkin arzuların tatminsizliğini resmediyor.
Lewis, Babbitt’te, Orta-Amerikan hayatının bayağılığını ve saçmalığını gözlerimiz önüne seriyor ve ruhsuz iyimserlikleri, büyültülmüş bir fotoğraf gibi ortaya koyuyor.
Hem Dresier’ın Carrie’si ve Faciası ve hem de Lewis’in Babbitt’i, 19’uncu asrın son çeyreği ve 20’nci asrın ilk yarısı itibariyle ele alındığında, Amerikan toplumunun içinde bulunduğu acınacak sosyal yapıyı ortaya koymaktadır. Aslında son derece mutlu gibi görünen ve rakamları milyonları bulan bir topluluk, bir ümitsizlik ve karamsarlık batağına saplanmıştır. İnsanlar, hayatı sahte iyilikler, alçak ihtiraslar ve anlamsızca uyulan ya da dayatılan kurallar etrafında yaşayarak sonuçta son derece mutsuz bir hayat manzumesine erişirler. Bunu fark edince de çok geç olur ve birçoğu ya intiharı ya da hayattan kaçmayı tercih eder. Bir kısmı da akli dengesini yitirir. Oysaki Amerikan Rüyası diye afişe edilen ideal hiçbir yerde yoktur. İşin daha da korkunç tarafı, o dönemde bazı yazarların tespit ettiği bu sosyal kokuşma, artarak devam etmiş ve günümüzde, Amerikan toplumu ve bilhassa gençliği tamamen sapıtmıştır. Toplumun hemen tamamına uyuşturucu bağımlılığı, alkolizm, sapık cinsel temayüller, yaygın eşcinsellik, aşırı kumar düşkünlüğü ve parçalanmış aile yapısı sirayet etmiş ve bu durum artık normal karşılanır hale gelmiştir. Kısacası, Dreiser ve Lewis’in o dönemde sinyallerini verdiği ahlaki anlayış paradigmasındaki değişim veya kayma bugün gerçekleşmiştir.
Yukarıdaki iki romanın seçiminden maksatsa, bu iki yazarın da halen benimle beraber öğrencilik yapan arkadaşlarımca en az bilinen yazarlar olmasına rağmen, Amerikan toplumunda çok ünlü ve klasik yazarlar olmasıdır

Cilt 3

ARROWSMITH
Yazan
SİNCLAİR LEWİS (1885–1951)

    Bir tıp öğrencisi olan Martin Arrowsith’in alanında azimli ve gayretli çalışmalarını anlatır.
MUHTEŞEM GATSBY
Yazan
F. SCOTT FİTZGERALD(1896–1940)

    Muhteşem Gatsby “Amerikan Rüyası” nın çöküşünü anlatır. Amerikanın I. Dünya Savaşı sonrası yaşadığı düş kırıklığını, para ve mevki tutkunu bir toplumdaki ahlak çöküntüsünü çarpıcı bir biçimde yansıtmakla kalmamış; belli bir zaman ve yerde geçen olayları anlatmakla yetinmemiş; Gatsby'nin muhteşem rüyasının peşinde koşmasını adım adım takip ederken hayal ve gerçek arasındaki büyük farklılığa da güzel bir örnek vermiştir.
    Fakir ama hırslı olan Jay Gatsby savaş sırasında tanıdığı zengin ve güzel Daisy’i unutamaz. Savaş sonrası inanılmaz bir servet elde eden Gatsby’nin tek düşü Daisy’le birlikte olmaktır. Gatsby Daisy’nin New York, East Egg’deki villasının tam karşısına bir villa yaptırır. Komşusu Nick Carraway’in yardımı sayesinde Daisy ile yeniden görüşmeye başlar, ama Daisy zengin Tom Buchanan ile evlidir. Daisy bir trafik kazası sonucu Tom’un metresini öldürdüğünde Gatsby’nin arabasını kullanır ve onun suçunu Gatsby üstlenir. Gastby ölen kadının kocası tarafından öldürülür. Gastby’nin evinde verdiği partilere katılan insanların ne yazık ki hiç biri cenaze törenine katılmaz.
ZAMAN MAKİNESİ
Yazan
H.G.WELLS(1866–1946)

    Bilimkurgu serüvenini başlatan ilk ve en görkemli adımlardan biri olan bu klasik romanda H.G. Wells, insanoğlunun hiç eskimeyecek zaman yolculuğu düşünden yola çıkarak yaşam biçimlerimizin evrildiği yönü sorguluyor.
    Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında İngiltere’de bir bilim adamı aksam yemeğine çağırdığı konuklarına zaman makinesi olduğunu iddia ettiği bir aygıtı gösterir. Saygıdeğer konukları ona inanmayı reddeder, ancak bir hafta sonra tekrar evinde toplandıklarında onu bitkin, sefil ve perişan bir halde bulurlar. Onlara M.S. 802701 yılında, bir zamanlar Londra’nın bulunduğu noktada tanık olduğu yaşamı anlatır. Geleceğe yolculuk etmiş, gelecekteki insanlarla tanışmıştır; birer peri kadar hoş, meyveyle beslenen, yaşamlarını neşeli bir tembellik içinde geçiren sevimle torunlarımızla...
TONO-BUNGAY
Yazan
H.G.WELLS(1866–1946)

    Geroge Ponderevo ve amcası Edward Ponderevo’nun zengin olma yolunda başlarından geçen olayları ve George’nun yaşadığı aşklardan bahsetmektedir.
BİR HAYAT HİKÂYESİ
Yazan
ANOLD BENNETT

    İki kız kardeş olan Constance ve Sophia’dan Constance’nin durağan sıkıcı hayatına rağmen Sophia’nın azimli, başarılı hayallerine kavuştuğu hayatını anlatır.
ORMAN ÇOCUĞU
Yazan
RUDYARD KİPLİNG (1865–1936) 

    Orman Çocuğu, 1907 yılında Nobel Edebiyatını kazanan Rudyard Kipling'in en ünlü çocuk romanıdır. Bir uçak kazası sonucu balta girmemiş bir ormanda yaşamak zorunda kalan küçük bir çocuğun serüvenleri anlatılmaktadır. Eserde ayrıca çocuklara hayvan ve çevre sevgisi de aşılanmaktadır.
SYLVESTRE BONNARD’IN CÜRMÜ
Yazan
ANATOLE FRANCE (1844–1924)

    Kitap iki bölümden oluşur. İlk bölümde Bonnard eski kitaplara duyduğu hayranlıkla onları elde etme çabasını, ikinci bölümde gençlik aşkının torununa rastlayıp ona bir büyükbaba olmak için yaptığı fedakârlıkları anlatır.
PENGUENLER ADASI
Yazan
ANATOLE FRANCE (1844–1924)

    Anatole France ktapsever bir babanın oğludur. Penguenler Adası’nı 1908 yılında yazan Anatole France 1921 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır. Bir siyasi düş niteliğinde olan Penguenler Adası France'in en önemli yapıtlarından biridir. Mael adındaki efsanevi bir aziz Kuzey kutbunda penguenlerin yaşadığı bir ada bulur ve bu adayı Avrupa’ya taşır. Kitabın ilerleyen bölümlerinde penguenlerin insanlarla ilişkileri, penguenlerin ve Fransa’nın birbirine paralel devam eden tarihi anlatılır.
GÖSTA BERLİNG EFSANESİ
Yazan
SELMA OTTİLİANA LOVİSA LAGERLÖF (1858–1940)

    Efsane ve masallara dayanan yapıtlarıyla tanınan Lagerlöf çağdaş öykü yazarlarının en yeteneklilerinden biri sayılır. Öğretmenlik yaptığı dönemde yayınladığı İki ciltlik romanı Gösta Berling'le (Gösta Berling Destanı) uluslararası ün kazandı. Lagerlöf, Gösta Berling adlı romanıyla İsveç’te romantizmin canlanışında önemli rol oynadı. Bu yapıtında doğup büyüdüğü Vaermland bölgesinin en parlak dönemini, bölgenin demir döküm atölyeleri ve küçük malikânelerle dolup taştığı yıllardaki yaşamı anlatıyor. Gösta Berling, ayyaşlığından dolayı ünvanı geri alınan bir kır papazıdır. Öğrencisi olan bir genç kıza âşık olur, fakat sonunda kızın kuzeni ile evlenmek zorunda kalır.
BUDDENBROOK AİLESİ
Yazan
THOMAS MANN (1875–1955)

    Thomas Mann'ın bütün bir 20. yüzyıl boyunca çokça tartışılan romanı Buddenbrooklar, 'Bir Ailenin Çöküşü'nü anlatır. Hikâye 1835 yılında, Buddenbrook ailesinin yeni evlerindeki bir davetle başlar. On bölüme yayılan ve ağır ağır akan bu sahnede, Buddenbrook ailesi, aralarındaki ilişkiler, dostları, ilgi alanları ve dönemin burjuva kültürü sergilenir. İhtiyar Johann'ın yönettiği Buddenbrooklar, yüz yıllık bir geçmişe sahip şirketleriyle Baltık Denizi sahilindeki Lübeck eyaletinde buğday ticaretiyle uğraşan saygın bir ailedir. Üvey abisi Gotthald, babasının muhalefetine rağmen bir esnaf ailesinin kızı ile evlendiği için şirketin reisliği Jean'a geçer. Jean, karısı Elizabeth, çocukları Thomas, Chirstian, Antonie ve Cara'dan müteşekkil aile, kimileri uzaktan akrabaları olan evin hizmetkâr kadrosuyla birlikte başlangıçta mutlu ve güvenli bir hayat sürdürürler. Ancak çocuklar büyüdükçe bu tablo yavaş yavaş bozulacaktır. Mesela küçük oğul Christian ailenin hasletlerine hiç sahip değildir. Sanata, eğlenceye, bohem hayata düşkünlüğü onu her türden ticari faaliyetten uzaklaştırır. Kızlardan Tony, ailenin ısrarıyla yıldızı yeni yeni parlayan bir tüccarla evlendirilir. Ancak bu evliliği Buddenbrooklar'ın servetinden yaralanmak için yapmış olan kocası kısa sürede iflas edecek, Tony küçük kızı Erica ile birlikte eve dönecektir. Tony’e yıllar sonra bir kez daha deneyeceği evlilik de mutluluk getirmeyecektir. En küçük kız Clara'nın kişiliği hiç gelişmez. Riga'lı bir din adamı ile evlenerek aileden uzaklaşır.
SİHİRLİ DAĞ
Yazan
THOMAS MANN (1875–1955)

    Sihirli Dağ hem felsefi hem empresyonist hem de sembolist olarak tanımlanabilir. Kitapta, tüberküloz sanatoryumundaki hastaları 1900`lerin başlarındaki Avrupa toplumunun çatışan tavır ve politik inançlarını sembolize eder. Bir sanatoryumda geçen bu eser insanlık, 20. yy, savaşlar, hastalık, ruh, ölüm gibi işlediği temaları, tekniği ile tam anlamıyla modern bir Avrupa destanıdır.
İMMORALİST
Yazan
ANDRE GİDE (1869–1951)

    Gide bu eseriyle hem kendi hayatından hem de hayatın ona dayattıklarından hesap sorar neredeyse. Riya, Gide’in hayatında önemli bir yer tutar. Evliliği mesela… Hasta babasını memnun etmek için evlendiği eşini sevmeden evlenmiş. Eşinin de kendisi gibi yetim büyümesi Gide için yaşamlarının ve yaşadıklarının eşitlediği bir evlilik diye düşünmüş. Gide eşine değil, eşiyle yaşadıkları ortak geçmişe, ortak sevgisizliğe, ortak yalnızlığa âşıktır. Gide’in yaşamı boyunca en acı serüveni, anılarıyla arasında geçen ilişkidir. Anıları Gide’ in tek gerçek ailesidir. Gide bu gerçeği kabullenmek istemez ama anılarına da yaşamı boyunca sığınır. Gide, çaresizliğini bir tek anıları karşısında gizleme gereksinimi duymuyor. Yazarın bu eseri bir başka anlamıyla kendisiyle ve yaşadıklarıyla yüzleşmesidir. Gide, İmmoralist adlı eserinde ahlakı ve kendi ahlakını sorguluyor.
KALPAZANLAR
Yazan
ANDRE GİDE (1869–1951)

    Kalpazanlar Gide'nin kendi deyişiyle "ilk romanı" dır. Kalpazanlar ilk kez 1925 yılında yayımlanmıştır. Bu kitabındaki konu; kişi tam anlamıyla mutluluğa kavuşmak, yaşamın tadını çıkarmak istiyorsa geleneklere değil kendi yüreğinin sesine uyması gerektiğidir. Andre Gide der ki "Dünya şayet kurtulabilirse, ancak yerleşik kurallara, kökleşmiş basmakalıp düşüncelere boyun eğmeyenler sayesinde kurtulacaktır".
GÜNEŞ YİNE DOĞAR
Yazan
ERNEST HEMİNGWAY (1899–1961)

    Güneş Yine Doğar, Fransa’dan İspanya'ya Paris'in zevk ve sefa âlemlerinden, boğa güreşi arenalarının nefes kesici heyecanına durmaksızın devam eden bu arayışın hikâyesidir. Savaşta aldığı bir yara nedeniyle âşık olduğu insanla birlikte olmasına imkân olmayan Jake Barnes'ın dilinden anlatılan bu roman, savaş sonrası neslinin hayat tarzını, heyecanlarını, bunalımlarını, hayallerini, mutluluklarını ve acılarını gözlerimizin önüne sermektedir.
SİLAHLARA VEDA
Yazan
ERNEST HEMİNGWAY (1899–1961)

    Silahlara Veda, Birinci Dünya Savaşında Fredeick Henry adındaki Amerikan Subayının Catherine isimli bir kıza âşık olması ile birlikte Almanların elinden kaçarak gebe kalan sevgilisine kavuşma çabalarını anlatır. Kitabın sonunda Ölüm denilen gerçek anlaşılırsa, hayatın yaşanmaya değer güzellikte olduğu ve önemli anları bulunduğunu görmekteyiz.
İHTİYAR BALIKÇI
Yazan
ERNEST HEMİNGWAY (1899–1961)

    İhtiyar Balıkçı adlı roman, İhtiyar bir balıkçının tüm olumsuzluklara rağmen umudunu hiç yitirmeyişini ve her türlü zorluğa karşı nasıl mücadele ettiğini konu alıyor. Kitabın sonunda bir amacımız olduğu zaman, bu amacı gerçekleştirmek için karşımıza çıkan zorluklarla, elimizden gelenin en iyisini yaparak mücadele etmeliyiz dersini çıkarabiliriz.

BERİ GEL MELEĞİM
Yazan
THOMAS WOLFE (1900–1938)

    Sekiz çocuklu Oliver ve Eliza Gant çiftinin yedinci çocuğu olan Eugene’nin eğitim hayatındaki başarıları ile ailenin parçalanmış, sefil hayatını anlatır.
SES VE ÖFKE
Yazan
WİLLİAM FAULKNER (1897–1962)

    Eser, farklı bakış açılarıyla anlatılır ve dört ana bölümden meydana gelmiştir. Ses ve Öfke, bilinç akışı yöntemi ile yazılmıştır. Bilinç akışı Yöntemi: Yazar, kahramanların bilincinden geçen olayları müdahale etmeden anlatır. Birinci bölüm, 7 Nisan 1928′de Benjy’nin bilincinden geçen olayların anlatılmasından ibarettir. İkinci bölüm, 2 Haziran 1910′da Quanten’in intihar etmeden önceki yaşadıklarının onun zihninden anlatılmasıdır. Üçüncü bölüm, 6 Nisan 1928′de Jason’ın bakış açısıyla anlatılan olaylar oluşturur. Dördüncü bölüm, 8 Nisan 1928′de Paskalya günün*deki olaylar oluşturur.
AĞUSTOS IŞIĞI
Yazan
WİLLİAM FAULKNER (1897–1962)

    Ağustos Işığı adlı eserde Faulkner, Amerikan toplumunda yaşanan zenci sorunu, bireyin modern toplumdaki yalnızlığı ve kimliğini oluşturamayan köksüz insanın dramı gibi temaları dünya edebiyatının en ileri teknikleriyle ele alır. Babasında zenci kanı bulunduğu ileri sürülen beyaz tenli Joe Christmas'ın çevresinde gelişen roman, çağımızın şimdiden klasikleşmiş yazarı Faulkner'ın beş eserinden biridir.
VATAN SEVGİSİ
Yazan
PEARL BUCK (1892–1973)

    Wang Lung adındaki fakir bir Çinli çiftinin çalışkan bir köleyle evlenip zengin olmasını çocuklarından duyduğu hayal kırıklıklarını anlatır.
GEMİDEKİ İSYAN
 Yazan
JAMES NORMAN HALL (1887–1951)
CHARLES NORDHOFF (1887–1947)

    Byam, Teğmen Bligh’ın kaptanlığında Tahiti’ye açılır. Bligh’ın mürettebata kaba davranışları ve hakaretleri mürettebatın ayaklamasına yol açar. Byam da isyancılardan sanılıp cezalandırılır. Yıllar sonra geri döndüğünde karısının ve arkadaşlarının öldüğünü, kızının evlendiğini öğrenir.
ALLAH’A ADANAN TOPRAK
Yazan
ERKSİNE CALDWELL (1903–1987)

    Ty Ty Walden, günlerini altın bulmak için saatlerce toprak kazmakla geçirir. Bulacağı altının bir kısmıyla da kilise yapacağı toprağa ayırmıştır. Bu sırada kızları, damatları ve oğulları arasında karışık ilişkiler söz konusudur.
GAZAP ÜZÜMLERİ
Yazan
JOHN STEİNBECK (1902–1968)

    Pulitzer ödülü kazanan Gazap Üzümleri 20. Yüzyılın en büyük edebiyat eserleri arasında yer alır. Konusu kısaca  topraklarından koparılan ve iş bulma umuduyla yollara dökülen yoksul tarım işçilerinin hayatta kalma mücadelesidir. Eser  Joad ailesinin öyküsü etrafında yüzyılın başında açlığa  zulme ve sömürüye direnen milyonların öyküsüdür.
İNSANLIK KOMEDİSİ
Yazan
WİLLİAM SAROYAN (1908–1983)

    İnsanlık Komedisi, 20. yüzyıl Amerikan edebiyatının kısa öykü, roman ve oyun türlerinde en iyi yazarlarından biri olarak kabul edilen William Saroyan'ın en sevilen romanlarından biridir. Olaylar, İkinci Dünya Savaşı yıllarında ABD'de, Kaliforniya Eyaleti'ne bağlı Ithaca kasabasında yaşayan Macauley ailesinin etrafında geçiyor.
    Neredeyse her aileden bir ferdin bilfiil savaşın içinde olduğu bu küçük Amerikan kasabasının savaştan ne şekilde etkilendiği, bu sıra dışı koşulların yarattığı insanlık halleri, eserin başkahramanı olan yeniyetme Homer Macauley'in büyüme sancılarıyla harmanlanarak anlatılıyor. Saroyan, kendine özgü bakışıyla, savaşın içindeki sıradan insanın nabzını tutmayı başarırken, bir yandan da "savaşın kaçınılmaz olarak içerdiği barbarlık", "savaş suçunun sorumluluğunu 'düşman' belletilen varlıkla sınırlamamak" gibi kavramlar üzerine sorular sordurmayı amaçlıyor.
KRALLAR ÖNDE GİDER
Yazan
ROBERT PENN WARREN (1905–1989)

    Jack Burden ve Willie Star önceleri avukatlık yapar, sona politikaya atılır. Jack Burden ise önceleri gazetecilik yapar sonra gazeteden ayrılıp Willie ile çalışmaya başlar. Kitabın ilerleyen bölümlerinde birlikte yaptıkları işler anlatılır.
KARANLIĞIN KALBİ
Yazan
JOSEPH CONRAD (1857–1924)

    Conrad, kendi tecrübelerinden yola çıkarak yazdığı eserinde Kongo'ya (o zamanlar -1890'lar- adı Kongo Özgür Devleti olan Kral 2. Leopold'ün özel mülkü ve kolonisi) Marlow adlı bir adamın yaptığı bir yolculuktan, oradaki tecrübelerinden ve Kurtz denilen başka bir adamın yaşadıklarından bahsediyor.
    Kısaca kitabın konusu: Marlow, Kongo'ya Belçikalı bir şirket tarafından gönderilir. Kongo'dan fillerin dişi alınıp Avrupa'ya getirilmektedir. Tabi alışverişte fildişi aslında çok düşük bir maliyettir. Çünkü karşılığında medeniyet götürülmektedir. Medeniyetin fiyatı yanında fil dişinin fiyatı nedir ki!..

Cilt 4

Kitap, yirmi üç farklı hikayeden oluşmaktadır. Bu hikayelerin adları şöyledir: Bayan Dalloway, Güney Rüzgarı, Çin Ufukları, Hayat Bağları, Jean-Christophe, Swann’ın Aşkı, Dünya Nimeti, Dünya Hayali, Şato, Dava, Ve Durgun Akardı Don, Gelin Tacı, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, İnsanlık Durumu, Ses Sese Karşı, Cesur Yeni Dünya, Ekmek ve Şarap, Bulantı, Yabancı, 1984, Gün Ortasında Karanlık, Doktor Jivago, Lord Jim.
        Bölümler, önce bölümde geçen başlıca karakterlerin tanıtılmasıyla başlamakta, hikaye anlatılmakta, hikaye üzerine yazarın eleştirisi ifade edilmekte, yazar hakkında bilgi verilmekte ve son olarak yazarın diğer eserleri tanıtılarak bölü sonlandırılmaktadır.
        Bayan Dalloway
        Clarissa Dalloway, hissi, tahayyül gücü kuvvetli, orta yaşlı, Londra’lı bir sosyete kadınıdır.  Parlamentonun pek başarılı sayılmayan bir üyesi olan Richard onun kocasıdır. Peter Walsh, Bayan Halloway’ın önceki sevgilisidir. Hindistan’da beş yıl hizmet gördükten sonra Londra’ya dönmüştür. Septimus Warren Smith ise insanlara iyi hisler besleyebilme özelliğini kaybetmiş eski bir askerdir.
        Bayan Dalloway akşam yemek düzenlemeye karar verir ve alışveriş için dışarıya çıkar. Bu süre zarfında gökte reklam amaçlı uçan bir uçağın taşıdığı afiş ve Kraliçenin de içinde bulunduğunu değerlendirdiği lüks bir araç dikkatini çeker. Londra ve şehrin hareketliliği ona, kendi mazisini hatırlatır.
            Clarissa Dalloway elindeki çiçeklerle eve döndüğü zaman, kocasının Milicent Bruton adlı kurnaz ve vicdansız kadın tarafından öğle yemepine davet edildiğini öğrenir. Bu yemeğe kendisinin davet edilmeğine çok üzülür.
        Smith ise çeşitli sebeplerden dolayı sinir buhranı geçirir ve pencereden atlayarak intihar eder. Zengin ve kendisine güven besleyen Sir William, intihar eden Septimus Smith’e sempati beslemez. Fakat kendisiyle  bu genç arasında hayret uyandırıcı benzerlikler bulunduğunu fark eder. Peter, yaşlanmakta olmasına rağmen güzelliğini muhafaza eden Bayan Dalloway’a halen aşıktır.
        Yazarın hikaye üzerine yapmış olduğu eleştiride, değişik karakterlerin monolog ve kaderlerinin birbirlerine mükemmel bir teknik ve ustalıkla bağlandığından bahsedilir.
       
        Güney Rüzgarı
        Güney Rüzgarı, hem geriye dönerek Birinci Dünya Harbinden önceki Avrupa’ya bir bakış, hem de dini ve geleneksel ahlak telakkilerinin 1920’lerde nasıl parçalandığını anlatan kehanetli bir romandır.
        Putperest yerlileri Hıristiyan yapmak için Afrika’ya giden ve bu gayretlerinde başarılı olamayan Bombopo Piskoposu Thomas Heard, İngiltere’ye dönerken Akdeniz’deki güzel ve sakin Nepenthe adasına uğrar. Orada yeğeni Bayan Meadows ile buluşacak, kadını ve çocuğunu İngiltere’ye getirecektir. Yeğeninin kocası Hindistan’dadır. Gemide Don Francesco adında neşeli ve sevimli bir Katolik papazı ile tanışır. Don Francesco, Mr. Heard’ı mahalli cemiyete sokar. Nitekim Nepenthe’nin bu neşeli günleri uzun sürmez ve bir dizi uğursuzluklar baş gösterir. Yaşanan çeşitli olaylar neticesinde Piskopos, halkın zevk içinde bir hayat sürdüklerinden, kendilerini suçlu hissetmeleri gerektiğinin hatırlatılmasından değil, Katolik de olsa, kendi arzularıyla seçtikleri hayatı sürmelerine müsaade edildiği zaman mutlu olacaklarını öğrenir.
        Çin Ufukları
        Çin Ufukları aslında uzun ütopik romanlar dizisinden bir tanesidir. Harpten bıkan ve yeni bir harbin yaklaşmakta olduğunu hisseden, 1920’lerin Katolik dünyasında yeni değerler arayan fakat depresyonla karşılaşan insanlar Çin Ufuklarının rahat felsefesinde en derin ümit ve hayallerin gerçekleştiğini görürler.
    Romancı Rutherford’un zamanında Hugh Conway, Oxford’da başarılı bir öğrencidir. Conway’ın Uzakdoğu’da bir konsolosluktan diğerine dolaştığı on sene zarfında Rutherford onun izini kaybeder. Bir gün Rutherford, bir Katolik hastanesinde bu eski arkadaşına rastlar. Yorgun, zayıf ve oldukça şaşkın olan Conway kendisine inanılmaz bir hikaye anlatır.
Conway Baskul şehrinde konsolostur. Buradan uçakla ayrılır. Ancak uçak içindekilerle birlikte onu Himalaya Dağları içerisinde bir vadideki tapınağa götürür.  Conway, kendisinin ve arkadaşlarının bu tapınağı doldurmak için getirildiklerini öğrenir. Yüce Lama, yeni bir harbin, medeniyeti ortadan kaldırabileceğini hissettiğinden, kültürü muhafaza etmek ve medeniyeti yeniden başlatmak için buraya yeterli sayıda insan getirmek .istemiştir.
        Hayat Bağları
Annesi 1885’te öldüğü zaman dokuz yaşında olan Philip Carey, amcası William ve yengesi Lousia ile kalmak üzere onların Londra civarında Blackstable kasabasındaki evlerine gider. Philip son derece hissi, sakat doğmuş bir çocuktur. Paralı bir insan olan amcası zalim bir adamdır; kendi ahlaki düşüncelerini diğer insanlara empoze etmeye çalışır. Philip’in müşfik bir anlayışlı yengesi çocuğu bağrına basar; bu çocuksuz kadın ona kimsesizliğini unutturmaya çalışır.
Philip’in okul arkadaşları onun sakatlığıyla mütemadiyen alay ederler. Spor faaliyetlerine katılamayan ve sınıf arkadaşlarının alaylarından kurtulamayan Philip, kendi içine kapanmayı, fakat bağımsız bir insan olmayı öğrenir. Daha sonra roman Philip’in doktor olana kadarki eğitim hayatı ile devam eder.
        Jean-Christophe
Bu romanın kahramanı Jean-Christophe Kraft, ondokuzuncu asrın sonlarına doğru Almanya’da doğdu. Yetenekli bir müzisyen olmasına rağmen kendisini içkiye veren babasının mahalli dükalık orkestrasındaki yeri sallantılıdır. Basit br kadın olan annesi kasabada aşçı olarak çalışır. Çocuk babasında bulamadığı sevgiyi annesinde bulur. İki küçük kardeşi romanda ikinci derecede rol oynarlar. Jean-Christophe’ın fikirlerinin oluşmasında bilhassa iki kişinin büyük rolü olmuştur. Bir müzisyen, ikince derecede kompozitör olan büyükbabası Jean Kraft ile basit bir sokak satıcısı olmakla beraber son derece nazik, sevimli ve iyi huylu dayısı Gottfriend.
Gençliğinde müzik sevgisiyle yetişen Jean-Christophe ölümüne kadar yaşadığı, olaylar aşklar ve zihninde tasarladığı düşüncelerin anlatıldığı roman çeşitli irili ufaklı olayla devam eder.
        Swann’ın Aşkı

 Birinci kısımda Marcel çocukluğunu, ebeveynleriyle, büyükannesi ile amcaları, dayıları, halaları ve teyzeleriyle Paris civarında küçük ve hoş bir kasaba olan Combray’da geçirdiği zamanları hatırlar. Bu istikrarlı, kültürlü ve Marcel’in de paylaştığı kitap zevkine sahip bir orta sınıf ailesidir. Aile dostları arasında, kendilerini sık sık ziyaret eden M. Swann da vardır. Aile Swann’ı tamamiyle benimser.
İkinci kısımda Marcel artık yetişkin olmuştur. Çocukluk yıllarına ait hatıralar üzerinde bu bölümde daha fazla durulur.  Üçüncü kısım olan “Swann aşık oluyor” bumaceranın hikayesidir. Hikaye bay ve bayan Verdurin’in yönettikleri ve oldukça şüpheler doğuran bir Paris salonunda başlar. Burada geçen çeşitli olaylar sonrası Swann Odetta adlı bir kadına aşık olur. Odetta aslında iyi bir kadın değildir. Sonuçta Swann bu durumu anlar ve kadından soğur.
Son kısımda  Marcel tekrar hatırladıklarına döner. Çocukluğunda, Swann’ın kızı Gilberte ile Champs Elyssees’de oynadığını hatırlar. Gilberte’nin annesi ise Odette’dir. Swann artık Odette’yi sevmemesine rağmen, kızının hatırı için onunla evlenmiştir.
Marcel daha sonraki ciltlerde hatıralarını anlatmaya devam eder. Bu hatıralar şimdi, sadece Swann ve Odette’yi değil, “Swann aşık oluyor”da belirtilmeyen pek çoklarını da kapsar. Bu ciltler şunlardır: Gelişen Bir Fidanlıkta, Guerinante Yolu, Ovadaki Şehirler, Gomerre, Tutsak, Tatlı Sahtekar Gitti, Maziden Hatırlananlar.

        Dünya Nimeti
Dünya Nimeti, Kuzey Norveç’in ıssız bölgelerinde geçer; hükümet çalışkan ve azimli her çiftçiye burada toprak verir. Sağlam yapılı, az konuşan ve basit düşünceli İsak adındaki bir çiftçi, kendi çiftliğini kurmak için bölgeye gelir. Zamanla kendi hayatını paylaşacak bir kadın bulur ve evlenir. İnger adındaki bu kadın, kendisi gibi basit bir köylüdür ve bir hastalık sonunda dudağının yarık kalması yüzünden daha önce kendisiyle evlenecek erkek bulamamıştır.
Beraberce küçük bir çiftlik kurarlar; ilkin bir inekleri, ardından bir atları olur; daha sonra  bir at arabasına, çiftlik eşyasına ve hatta lüks eşyaya sahip olurlar. Sellenraa dedikleri bu yer, kendilerine yeterli, zengin bir çiftlik haline gelir. İnger’in sıhhatli çocuklar olarak yetişen Eleseus ve Siverd adında iki erkek çocukları vardır. Üçüncü çocukları bir kızdır. Onun da dudağı annesi gibi yarıktır.  İnger bunun kendisine neye mal olduğunu bildiğinden henüz on dakika yaşamadan kızını boğarak öldürür ve İsak’a söylemeksizin gömer. Oline adındaki dedikoducu bir kadın hadiseyi meydana çıkarır ve İnger, Trondhjem’de bir hapishaneye gönderilir.
Roman kesin bir şekilde sona ermez. Eleseus gider. Axel ve Barbro evlenirler. Isak ve İnger yaşlandıklarından şimdi çiftliği Silver yönetir.

        Dünya Hayali
Dünya hayali, beynelminel ve sosyal huzursuzluğun baş gösterdiği bir zamanda, 1905’lerde geçer. Bu seneler, üst sınıflar için, yirminci asır teknolojisinin yarattığı bolluk ortasında, maziden tevarüs ettikleri feodal imtiyazların zevkini çıkardıkları bir çağdı. Romanın kahramanı Christian Wahnschaffe, bir Alman çelik milyonerinin oğludur.  Annesi tarafından şımartılmış, yüksek zevklere sahip bir gençtir.
Genç, yakışıklı ve cazibeli biri olmasına rağmen, soğukçasına bencildir, kendisini çevresindekilerden uzak tutar. Her çeşit sefalet ve mutsuzluk onu tiksindirir. Romanın daha sonraki bölümlerinde Christian tedricen bencil ve kapalı bir hayat sürdüğünü idrak eder. Daha sonra kendini bir cinayetin çözümüne adar. Uzun çalışmalar sonucu katili bulur.
Christan’ın ailesine gelince, oğullarının yaşadığı sosyal çevreler kendilerini öylesine dehşete düşürür ki, onu bir akıl hastanesine yatırmayı düşünürler. Christan onları bu zahmetten kurtarır ve ortadan kaybolur. Christan’ın daha sonraki hayatı hakkında romanda bilgi verilmez, sadece onun kişiliği ve ruh hali üzerinde çeşitli yorumlar yapılır.
        Şato
Hikaye, Kont Westwest diye bilinen bir adamın malikanesinin veya küçük prensliğinin sınırlarını tayin etmek için çalıştırılan K. Adındaki bir toprak ölçücüsünün tecrübe ve görüşleri etrafında döner. Hikayenin başlıca noktaları esnaf ve zanaatkarların yaşadıkları önemsiz bir köy ile civarındaki tepede, hükümet bürolarının bulunduğu bir şatodur. Kont’un orada yaşadığı sanılmakta ise de, kendisi sahnede görünmez.
K.nın karşılaştığı mesele, şatoya giderek, kendisinin ne yapması gerektiğini öğrenmektir. Bunun normal olarak hiç de zor bir mesele olmaması icap eder. Fakat önüne deli edici engeller ve kontroller çıkar. Nihayet hedefine ulaşır ve kendisinin toprak ölçücüsü olarak angaje edildiğini ispat eder.
K. şatoya gitmek ister, ancak bir türlü bunu başaramaz. Çeşitli ilginç olaylar yaşar, ilginç kişilerle tanışır. Kitabın ilk baskısı yazar Franz Kafka öldüğü için belli bir noktada kalır. Daha sonra ikinci baskısında Brod, Kafka’nın notlarından ramanı biraz daha geliştirir.
Genel olarak bakıldığında Şato sembolik bir kitap gibi görülse de sembollerin neyi ifade ettiği pek açık bir şekilde anlaşılamamaktadır.
        Dava
Dava, kendisine mahsus özellikleri olmayan, belirlenmemiş bir şehirde geçer. Bu şehrin yüzyılın başındaki Prag olabileceği değerlendirilmektedir. Psikolojik yanı öne çıkan bir kitaptır.
Romanın kahramanı Joseph K. Otuz yaşındadır. Bir bankada iyi bir işi vardır. İyi bir insan olarak tanınır. Değişik işlerde çalışan insanların yaşadıkları kiralık bir evde oturur. Yemeklerini sakin bir kahvehanede yer ve geceleri dokuza kadar çalışır. İçine kapanık, ruhi bir boşluk içinde, yakın arkadaşları bulunmayan bir bekardır.
Bir sabah onun bu rutin hayatı parçalanır. İki kişi evine gelerek tevkif edildiğini söyler. K. Herhangi bir suç işlediğini hatırlamaz. Durum karmakarışıktır, şaşkınlık vericidir. Ne gibi bir suç işlediği veya kanunun hangi maddesini ihlal ettiği kendisine söylenmez. Karşılaştığı herkes onun suçlu olduğunu kabul eder. Yargılama muğlaktır. Hiç kimse hatta mahkeme görevlileri dahi davanın mahiyetini anlamazlar. En kötüsü de mahkemenin yıllarca sürmesine karşın kimsenin beraat etmemesidir.
Roman K. nın kendisini temize çıkarmak veya hiç olmazsa kendisine yüklenilen suçun ne olduğunu anlamak için giriştiği faaliyetler ile ilgilidir.

        Ve Durgun Akardı Don
Kazaklar, on altıncı ve on yedinci asrın Rusya’sındaki serflik düzeninden kaçarak, Rus İmparatorluğu’nun muhtelif bölgelerinde yerleşen ve atamanları, yani kendilerini seçtikleri liderleri altında yarı bağımsız devletler kuran insanlardır. Hükümet, onların bu muhtariyetine hürmet etmiş ve onları imtiyazlı ve profesyonel askeri bir kast olarak kullanmıştır.
Kendi geleneklerini muhafaza ederek, kendi subaylarının kumandası altında Rus ordusunda hizmet etmelerine müsaade edilmiştir. Ordudaki hizmetleri sona erdiği zaman, köylerine, kasabalarına dönmüşlerdir. Rus köylülerinden uzak, kendi hayatlarını yaşamaya devam etmişlerdir.
Eski zamanlarda devlete defalarca başkaldırmışlardı. Sonraları muhafazakar olmuş ve reaksiyoner hükümetleri desteklemişlerdir. Dahili harp sırasında, pek çokları karşıt- ihtilal tarafına geçmişlerdir. Ondan sonra da imtiyazlı durumlarını kaybetmişlerdir. Yazar Mikhail Alexandrovich Sholokhov’un bu romanı Don Bölgesindeki Gregor Melekhov adında genç bir Kazakın hayatını ele almaktadır. Hadiseler beş ila altı yıllık bir devreyi kapsar ve 1918’de sona erer. Birinci kısım Barış, ikinci kısım Harp, üçüncü kısım ihtilal ve dördüncü kısım ise dahili harp başlıklarında anlatılmaktadır.
        Gelin Tacı
Gelin Tacı, on dördüncü asırda Norveç’de kırk kadar başlıca karakterin dört nesil boyunca hayatını inceleyen başarılı bir eserdir. Hikaye merkezi Norveç’te Jörundgaard’daki malikanesinde yaşayan Lavrans adlı bir centilmenle başlar. Bu kişi üç erkek çocuğu bebek yaşlarında öldüğünden dolayı kızı Kristin’e çok bağlıdır. Kitap bu kızın hayatını konu alır. Romanın ilk bölümü Kristin’in çocukluk yıllarını anlatmaktadır.
Malikanedeki hayatı, kendisinden büyük Arne adındaki bir erkek çocukla arkadaşlığı, ormanda yaptığı bir gezi sırasında bir cadı olduğuna inanılan garip bir kadının kendisini dehşete düşürmesi Osla’ya yaptığı gezi ve orada Evdin adındaki nazik ve dindar bir papazla tanışması, kardeşi Ulvhild’in doğması, bir doğanın kardeşini ciddi olarak sakatlaması gibi olaylar anlatılmaktadır.
Tüm bu ilginç olayların vuku bulduğu hayatını Kristin vebaya yakalanarak kaybeder.

        Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok


Garp Cephesinde yeni bir şey yok, bir grup Alman erinin, Birinci Dünya Harbinde başlarından geçenleri anlatır. Dört tanesi okulu bitirir bitirmez askere alınmışlardır. Bunlar, Baumer, Kropp, Müler ve Leer’dir. Dört kişi de, onlardan daha yaşlım köylülerdir, Tjaden, Westhus, Detering ve Katozinsky. Hikayeyi Baumer anlatır. Hikaye harpteki bir erin başından geçen maceraları anlatır. Bunlar, eğitim, çarpışma, izin, kadınlar, mağlubiyet ve ölüm olarak özetlenebilir.
        İnsanlık Durumu
Çin 1927’de, fena halde bölünmüş bir ülkedir. On beş sene önce kurulan cumhuriyetin yerini bir generaller rejimi almıştır. Bu generallerden hiçbiri ülkede tam bir hakimiyet kuramasa da, her birinin üstünlük kurmasını engelleyebilmektedir. Ülkenin güneyinde Koumintang veya Milliyetçi Parti lideri Şan Kay-Şek hakimdir ve rejimini kuzeye doğru yaymaktadır. Şan Kay-Şek, Çin komünistlerinin ve onların Rus müşavirlerinin yardımlarını kabul etmiştir. Fakat Şan Kay-Şek Şanghay’ı ele geçirdikten sonra, bu müttefiklerine karşı cephe almıştır. İnsanlık Durumu, bu hadiseler ortasında geçen gelişmeleri anlatmaktadır.

        Ses Sese Karşı
Londra Tohumculuk ve Fiziki Yeterlilik Merkezi’nin küstahçasına mağrur müdürü, bir grup heyecanlı gence ve öğrenciye merkezi gezdirmektedir. Sene Ford’dan sonra 632’dir. Yeni Dünya’da zaman, Ford’un T modeli otomobilin kütlevi bir tarzda yapılmasına başlanmasıyla ölçülür. Bu merkezde insanlar, suni ilkah yolu ile kütlevi bir tarzda üretilir ve cemiyetin katı hiyerarşik düzenine uymaları için kimyevi metodlarla, fiziki bünyeleri geliştirilir.
Müdür cemiyet hedeflerine –Topluluk, Şahsiyet, İstikrar- ulaşacaksa, ferdi farklara yer yok der: insanlar cenin hallerinden itibaren, cemiyette alacakları yerlere göre şekillendirilir: Alfa Artı, oldukça zeki liderler, Epsilon eksi ahmaklar, pis işleri yapan kötü şekilli maymun gibi yaratıklar.
Kitap çeşitli ütopik olaylarla devam eder.
        Ekmek ve Şarap
İtalya 1935’te, Etiopya’ya harp ilan etmek üzeredir. Faşist hükümet, yönetimi tam manasıyla eline geçirmiş; bütün muhalefet susturulmuş veya yeraltına sürülmüştür. Rejimin bazı düşmanları yurt dışına kaçmışlar, bazıları kendi inanışlarını rejimin düşüncesiyle bağdaştırmışlar veya buna mecbur bırakılmışlardır.  Bu sonunculardan biri, Don Benedetto adında yaşlı bir papazdır. Önceleri bir öğretmendir, ancak rejimi açıktan açığa eleştirdiği için mesleğinden atılmıştır. Şimdi kız kardeşinin yanında bir emeklilik hayatı sürer; fakat rejimi hala tenkit ettiğinden dolayı kendisine şüpheli nazarla bakılır.
Müteakip hadiseler daha yumuşak bir tarzda cereyan etmişlerdir. Bazıları acındırıcı, bazıları da halk mizahı ile doludur.
        Bulantı
Roman Antonia Roquentin adında, arkadaşları, ailesi ve hatta bir işi bulunmayan yapayalnız bir entelektüelin günlük hatıraları şeklinde yazılmıştır. Onun hakkında sadece bir iki gerçek meydana çıkmaktadır.  Avrupa’da, Asya’da uzun uzun dolaşmış, Hindistan ve Çin-Hindinde arkeolojik araştırmalara katılmış, fakat sonunda bu tür faaliyetlerle ilgilenmemeye başlamıştır.
Roquentin’ in bu yalnız, kendisine yeterli hayatı, bulantı adını verdiği acıtıcı hücumlara maruz kalır. Sadece kendisinin hayatından değil, hayat denilen şeyden tamamiyle bıkmıştır. Kitabın sonunda ona ne olduğunu ise sadece tahmin edebiliyoruz.
        Yabancı
Yabancının merkezi karakteri , Mersault adında, Cezayir’de yaşayan bir gençtir. Babası ölmüştür ve annesi de bir huzurevinde yaşamaktadır. Sakin bir yaşamı olmasına rağmen bir gün tartıştığı bir Arap’ı öldürür. Ceza olarak giyotinle idamına karar verilir. İdamdan önce papaz yanına gelir. Ancak Mersault hiçbir dine inanmadığı için hayatın anlamsızlığını rahibe anlatır. Ona göre herkes bir gün öleceğinden huzura kavuşturulmayı istemediğini hiç pişmanlık duymadığı söyler. Ona göre bütün insanların hayatı manasızdır.
        1984
Winston Smith, 4 Nisan 1984 günü, Hakikat Bakanlığındaki içinin başından bir müddet için ayrılarak hatıralarını gizlice kaydetmek üzere evine gider. Birkaç gün öncesi, Mr.Charrington’ un eskici dükkanından, önceki yıllardan kalma güzel bir not defteri satın almıştır.
Winston Smith Londra’da oturur. Burası şimdi, İngiltere ile Kuzey ve Güney Amerika’yı ihtiva eden Okyanusya’nın bir parçası olan Hava Alanı Birin baş şehridir. Dünyanın öteki iki muazzam devleti Eurasia ve Eastasia gibi Okyanusya’da Ingsoc, yani İngiliz sosyalizminin prensiplerine sıkı sıkıya bağlı, değişmez totaliter bir polis devletidir. Kitap çeşitli ütopik olaylarla devam eder.
        Gün Ortasında Karanlık
Sene 1938. Moskova yargılanmaları senesi. 1905 ile 1917 ihtilallerine katılan; önceleri Parti Merkez Komitesi üyeliği, bir ihtilal ordusu kumandanlığı yapan ve devlet alüminyum inhisarını yürüten, uzak görüşlü ve bilgili bir adam olan ve kendisini kırk yıldır partiye adayan Rubaşov, kısa bir müddet önce tevkif edilmiştir.
Kitap yargılanma süreci ve sonunda idam edilişine kadar olan çeşitli olayları anlatır.
        Doktor Jivago
Moskovalı zengin bir işadamının oğlu olan Yuri Jivago, 1889’da doğmuştur. On yaşında iken annesi ölür. Birkaç sene sonra da, parasını kaybeden babası intihar eder. Başka bir aile onu öz çocukları gibi büyütür. Yirmi yaşında iken ailenin kızıyla evlenir ve bir kız çocuğu dünyaya gelir. Fakat 1924 yılında orduya alınmasıyla birlikte istikbal vaat edici hekimlik çalışmalarını bırakmaya mecbur kalır.
Harp bütün Rusya’yı sarar. Daha sonra harp ihtilale dönüşür. Moskova muhasara altındadır. Halk yokluk içinde yaşamaktadır. Daha sonra savaş sona erer , Jivago’nun ölümüne dek süren bazı olaylarla roman devam eder.
Roman genel olarak bakıldığında siyasal yönleri öne çıkan bir kitap olarak göze çarpmaktadır.
        Lord Jim
Tertemiz giyinen Jim, ilk bakışta Doğudaki limanların herhangi birinde çalışan bir katipten çok daha göz alıcıdır. Fakat küçük bir tekne ile limana giren gemilere yaklaşarak onlara günlük ihtiyaçlarını satmaktan ibaret olan bu liman katipliği işi, Jim’in mizacı ile bağdaşmaz. Bir müddet bu işi yaptıktan sonra, aniden ve esrarengiz bir şekilde deniz aşırı limanlardan birine gider.
Charles Marlow adındaki yaşlı denizci, bu esrarengiz görünüşlü, uzun boylu, sarışın İngiliz delikanlısının başından geçenlerle ilgilenir. Derken Jim’in de içinde bulunduğu bir gemi batma tehlikesi atlatır. Jim ve beraberindekiler tekneye atlayarak kurtulur. Ancak bu olaydan sonra yargılanırlar. Bu esnada birçok tartışma yaşanır. Daha sonra geminin batmak üzere iken Fransızlar tarafından kurtarıldığı anlaşılır. Mahkeme sona erer.
Jim Doğuya doğru bölgeden uzaklaşır. Kendisi için utanç verici bu durumun duyulmamasını istemektedir. Ancak olaylar beklediği şekilde cereyan etmez. Yerlilerle yaşanan bir sorun yüzünden tartışma çıkar. Marlow Jim’in ancak yerliler tarafından bu şekilde göğsünden vurularak öldürülmesiyle ruhunun temizleneceğine inanmaktadır.