Benim Adım Kırmızı, Orhan Pamuk
Osmanlı döneminde, nakkaşlar arasında yaşanan bir cinayetin aydınlatılması sırasında gelişen olaylar ve olayların içinde bir aşk hikayesi anlatılmaktadır. Tüm bu yaşananların arka planında da 16’ncı yüzyıl resim ve sanat anlayışının aktarılmaktadır.
16’ncı yüzyılda Osmanlı Devleti’nde geçen olaylar nakkaşlar arasında işlenen bir cinayetle başlar ve bu cinayetin perde arkasında dönen olaylarla örgülenir. Enişte Bey padişah tarafından gizli bir kitap hazırlamakla görevlendirilir. O da nakkaşhanenin baş ustaları ile anlaşır. Bu kitap resim ve nakışlarla süslenecek ve bu resimlerin hikayeleri ile bütünleşerek bir sanat eseri olarak ortaya konacaktır. 16’ncı yüzyılda resim sanatı dinen hoş görülmemektedir. Erzurumlu bir hoca da bu konularda devamlı vaazlar vermekte frenk sanatı olarak görülen bu sanatla uğraşanları hedef göstererek bu kişileri küfre girmekle suçlamaktadır. Nakkaşlar arasında da bu hocanın görüşlerini paylaşanlar vardır. Zarif Efendi de bu hocanın görüşlerini paylaşan bir tezhip ustasıdır ve bir gece gizemli bir şekilde öldürülür.
Şeküre, Enişte Beyin kızı, iki çocuklu güzel bir kadındır. Kocası savaşa gitmiş ve dört yıldır geri dönmemiştir. Hasan, Şeküre’nin kayınbiraderidir. Abisi savaşa giden Hasan Şeküre’ye aşıktır ve zaman zaman onu sıkıştırmaktadır. Şeküre de Kayınpederinin yanında sıkıntılı günler geçirmeye başlayınca çocuklarını alır ve babasının yanına taşınır. Kayınpederi ve kayınbiraderi Hasan geri dönmesini istemektedirler.
Romanın baş kahramanı Kara, Şeküre’ye aşkını erken açıklayınca Eniştesi tarafından evden kovulur. Aşkını açıkladığı zaman Şeküre 12, kendisi 24 yaşındadır. Evden kovulan ve aşkına kavuşamayan Kara, Anadolu’nun değişik yerlerinde devlet kurumlarında ve paşaların yanında katiplik yapmış kitaplar hazırlamış resimle uğraşmıştır. On iki yıl sonra Enişte Bey tarafında İstanbul’a çağrılır. Çağrılış maksadı Enişte Bey’in hazırlattığı resimlerin hikayelerini yazması ve Zarif Efendinin ölümü ile ilgili nakkaşlar arasında olup biteni ve konuşulanları Enişte Beye aktarmasıdır.
Kara, İstanbul’a gelince yıllardır hayalini kurduğu eski aşkına yeniden kavuşmak ister. Enişte Beyin evine girer ama sadece Enişte Beyle görüşebilmektedir. Bu zamanlarda da resim sanatı ve hazırlanacak kitapla ilgili konuşabilmektedir. Şeküre yan odadan onu gizli gizli izlemekte ama yanaşmamaktadır. Ester adında yahudi bir bohçacı kadın aralarında haberleşmelerini sağlar. Yavaş yavaş aralarındaki irtibat yeniden kurulur ama Şeküre tereddütler içindedir. Bir tarafta kocasının ölüm haberi gelmediği için onu beklemekte, diğer tarafta ise eski aşkına karşı yeniden yakınlaşmak istemektedir. Bunların yanında kendisi için çok önemli olan babasının düşüncelerini de bilmemektedir.
Üstat Başnakkaş Osman, Nakkaşhanenin başında yer almaktadır. Enişte Beyden çok hoşlanmamakta hatta nefret etmektedir. Başnakkaş eski usül resim ve sanat taraftarıdır. Resimlerde ünlü ressam Behzat gibi eski usüllerin kullanılmasını istemektedir. Enişte Bey ise frenk usülü resim ve sanatı getirmek istemektedir. Padişah için hazırladığı kitapta da frenk usül ve teknikleri kullanmayı planlamaktadır. Eski usülde sanatkar, eserini sanatın gereklerine uygun olar yapmaktadır. Başkaları beğensin diye veya para kazanmak için resim ya da nakış yapmamaktadır. Nakkaş sanatına aşıktır. Sanatı için nakış yaparken kör olması onu yüceltmektedir. Resimde, görünenin aynısını yapılması değil sanatçının gördüğünün yapılması esastır. Resim görünenin içine mana katılarak resmedilir. Hele portre gibi resimler perspektif gibi teknikler hem bir frenk usülü hem dinen yasak metotlardır. Üstat Osman, padişahın bir frenk ressama yaptırdığı portresini Enişte Bey yüzünden taklide zorlanmış bunu çok aşağılayıcı bir iş olarak algılamıştır. Bu nedenle Enişte Beye çok kızgındır.
Enişte Bey yeni usülleri getirmek ve bu usüllerle hazırlayacağı kitabı Venedik krallarına da göndermek ve padişahın büyüklüğünü göstermek istemektedir. Bu sayede padişahın gözüne girecektir. Ayrıca bu sayede adının da ölümsüzleşmesini istemektedir. Nakkaşhanenin en usta nakkaşlarını evine çağırarak her birinden resimlerin ayrı ayrı yerlerini kendi anlattığı tarzda yapmalarını istemektedir. Hiçbir nakkaş resmin tamamını görememektedir.
Dört ayrı nakkaş bu resimler için çalışmaktadır. Her biri farklı konuda kendini çok iyi yetiştirmiştir. Kimi çizimde kimi renklerin kullanılmasında kimi de süsleme sanatında ustadır. Zarif Efendi de süsleme ve tezhip işinde ustadır. Resim sayfalarının kenarlarını işlemektedir. Bu nakkaşların hepsi Üstat Osman’ın çıraklıktan itibaren yetiştirdiği ustalardır. Üstat Osman her birine, yeteneklerine göre farklı isimler vermiştir. İsimleri Zeytin, Kelebek, Leylek ve Zarif’tir. Hepsi kendi alanında en iyi olduğunu düşünen, bununla birlikte değişik beklenti ve hırsları olan nakkaşlardır.
Zarif Efendi Enişte Beyin evine gidişlerinden birinde çizilen son resmi görmüştür. Son resimde frenk usüllerinin kullanıldığını ve resmin içinde bir portrenin yer alacağını öğrenmiştir. Erzurumlu hocanın vaazlarını hiç kaçırmayan Zarif Efendi bu duruma karşıdır ve küfre girildiğini düşünmektedir. Evden çıkışta nakkaşlardan biri ile karşılaşır ve durumu ona anlatır. Karşılaştığı nakkaş onunla aynı düşüncedeymiş gibi konuşarak durumu ve düşüncelerini iyice öğrenir. Bu nakkaş, Zarif Efendinin nakkaşhane hakkında dedikodu yayacağını ve Erzurumlu hocanın adamlarına nakkaşları hedef göstereceğini anlar. Hem düzenlerinin bozulmasını hem de nakkaşların gözden düşmesini istemediğinden onu kandırarak karanlık bir köşede öldürür.
Bu arada bohçacı Ester, Şeküre ile Kara arasında haber götürüp getirmekte ve aşklarını canlanmasında vasıta olmaktadır. Kara, Enişte Beyin evine devamlı gelir gider olmuştur. Enişte Beyin de Kara hakkında düşünceleri değişmiş onu beğenmeye başlamıştır. Kitabı bitirebilmek için Kara’ya ihtiyaç duymaktadır. Bu sebeplerle aklından kızını bile ona vermeyi düşünmeye başlamıştır. Bu arada savaşa giden kocanın durumu hala netlik kazanmamıştır. Bu nedenle kadı önünde Şeküre hala evlidir ve kayınbiraderi Hasan onun eve dönmesini istemektedir.
Kara, nakkaşlar arasında gidip gelerek nakkaşları yakından tanıma fırsatı bulur. Resim ve sanat hakkındaki düşüncelerini, nakkaşların dünyaya bakış açılarını uzun uzadıya konuşur. Bu arada katilin kim olduğunu araştırmaya da devam etmektedir.
Şeküre ile Kara bir gün komşunun terkedilmiş evinde buluşur ve duygularını birbirine açar. Bu sırada evde yalnız olan Enişte Beyin evine Zarif Efendinin katili gelmiştir. Kimse yokken onunla konuşmaya ve çok merak ettiği son resmi görmeye gelmiştir. Katil, Enişte Beyin evine devamlı olarak gelen nakkaşlardan biri olduğu için önce şüphe uyandırmaz. Resimlerden konuşurken son resimde ne olduğunu sorar. Enişte Bey resimler bitmeden kimseye göstermek istemez. Çok istemesine rağmen resmi göremeyen katil sinirlenir. Kendi hakkında ve resimler hakkında konuşurken Zarif Efendiyi kendisinin öldürdüğünü itiraf eder. Zarif Efendiyi, bütün nakkaşları ve Enişte Beyi düşünerek öldürdüğünü söyler. Enişte Beyin son resmi göstermemesi ve onu küçük gören konuşmaları nedeniyle hiddetlenen katil Enişte Beyi elindeki resim hokkasıyla öldürür. Son resmi de yanına alır ve gider. Evde babasının ölüsüyle karşılaşan Şeküre kendi kendine ağıtlar yakar ama sahipsiz kalıp kayınpederinin evine geri dönmek zorunda kalacağı için babasının öldürüldüğünü kimseye söylemez.
Şeküre, Ester ile Kara’ya haber gönderir. Kara’dan evlenmek istiyorsa hemen gelerek gerekli hazırlıkları yapmasını ister. Kara birkaç yalancı şahitle kadıyı ayarlar ve Şeküre’nin boşanmış kabul edilmesini sağlar. Aynı akşam evlenirler ve ertesi gün Enişte Beyin eceliyle öldüğünü söylerler. Durumu öğrenen kayınbirader kapıya gece yarısı dayanır ve gerçeği bildiğini Kara’nın, Enişte Beyi Şeküre ile ortak olup öldürdüğünü bunu da kadıya anlatacağını söyler.
Kara, çareyi durumu saraya anlatmakta bulur. Enişte Beyin öldüğünü duyan padişah, Üstat Osman’ı yanına çağırır ve durumun aydınlatılmasını yoksa bütün nakkaşların işkenceye tabi tutulacağını söyler. Katilin bulunması için üç gün mühlet verir. Zarif’in karısı, bohçacı Ester’e kocası öldüğünde cebinden içinde at resmi çizili bir kağıt çıktığını söyler ve bunu Kara’ya gönderir. Kara da Üstat Osman ile birlikte kağıttaki bu at resminden ve resimdeki atın çizim üslubundan yola çıkarak katili bulmaya çalışırlar. Üslubu ortaya çıkarmak ve katile ulaşmak için Üstat Osman’la birlikte sarayın hazine dairesinde resimlere bakmak zorunda kalır ve bu süre zarfında evine gidemez. Kara ile ilgili dedikodulardan ve evinde yalnız kalmaktan korkan Şeküre eski kayınpederinin yanına gider. Kara Saraydan çıktıktan sonra Şeküre’nin yanına gider. Kadının kararını haklı bulmayan kayınpeder evine gelmiş olan Şeküre’yi göndermek istemez. Bunun üzerine Kara, çevresine topladığı adamlarla birlikte zor kullanarak Şeküre’yi evine götürür.
Kara, aynı gece kaybolan son resmi bulmak için nakkaşların evlerine sıra ile gider ve zorla evlerini arar. Önce Kelebek’in evini arar. Kelebek’te son resmi bulamayınca Zeytin’in evine birlikte giderler. Zeytin’i evde bulamazlar ama evini ararlar. Evde aradıkları resmi bulamazlar. Leylek’in evinde de resimleri bulamayınca birlikte Zeytin’in devamlı gittiği kapatılmış olan tekkeye giderler. Zeytin, tekkede namaz kılmaktadır. Tekkeyi üçü birden ararlar ama bir şey bulamazlar. Hiç kimsede resim bulunamamıştır. Sohbete başlar ve geçmişten konuşurlarken Kara, Leylek ve Kelebek birden Zeytin’in boğazına çökerler ve hançeri dayarlar. Üçü de Zeytin’den şüphelendikleri için itiraf etmesini isterler. Biraz zorlamadan ve gözüne de nakkaşlara ait bir resim iğnesini soktuktan sonra Zeytin dayanamaz ve hem Zarif’i hem de Enişte Beyi öldürdüğünü itiraf eder. Zeytin İtiraf ettikten sonra üçünün boş bulunmasından istifade ederek Kara’yı elindeki hançeri alarak altına alır. Hançer ile Kara’yı ağır şekilde yaralar. Nakkaşlarda biri kaçar. Zeytin diğerine bir şey yapmadan yıllardır biriktirdiği altınları ve resimleri alarak kaçmaya başlar. Her şeyi ayarlamış Hint ülkesine gidecektir. Yolda tesadüfen kayınbirader Hasan ile karşılaşır. Hasan Zeytin’in elinde Kara’dan aldığı kendisine ait hançerini görünce sinirlenir. Kara hançeri Şeküre’yi götürürken kayınpederinin evinden almıştır. Şeküre’nin evinden zorla götürülmesine sinirlenmiş olan Hasan elindeki kılıç ile bir darbede Zeytin’in boynunu keser.
Katil bulunmuş ve öldürülmüştür. Sabah, Şeküre Kara’yı ağır yaralı vaziyette bulur. Kara yaralarını temizlenince hayatta kalır ama boynundan aldığı darbe tam olarak iyileşmediği için ömrü boyunca rahatsız kalır. Şeküre geri kalan hayatını Kara ile geçirir. Şeküre’ye kavuşamayan ve Zeytin’in katili olan Hasan şehri terk eder ve bir daha görünmez. Zeytin, hayallerine ulaşamadan yolda öldürülmüştür. Kelebek geri kalan hayatını halılara havlulara nakışlar çizerek geçirir. Üstat Başnakkaş Osman hep hayali olan resimlere bakarken kör olur ve iki yıl sonra ölür. Leylek bir sonraki başnakkaş olur. Eniştenin hayatıyla ödediği ve bitirilmesini vasiyet ettiği padişahın istediği kitap bitirilememiştir. Padişahın ölümünden sonra yeni padişah resim sanatına eski önemi vermemiştir. Bundan sonra resimler üzerindeki derin tartışmalar yapılmaz olmuştur çünkü artık resim de çizilmez olmuştur.
özet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
özet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
12 Ocak 2014 Pazar
9 Ocak 2014 Perşembe
Allah’ın Süngüleri-Reis Paşa, Attila İlhan
Attila İLHAN’ın 1920 ve 1921 yıllarının İstanbul’unu, Anadolu’sunu anlattığı Allah’ın Süngüleri adlı romanı belirli bir tarih altyapısına sahip olunarak okunduğu takdir de anlam kazanmaktadır. Ülkenin karşı karşıya kaldığı yurt içi ve yurt dışından kaynaklanan sıkıntılar, buhranlar romanın alt yapısını oluşturmuştur. Tarih kitaplarından aşina olunan İsmet İNÖNÜ, Mareşal Fevzi ÇAKMAK, Halide Edip ADIVAR, Yunus NADİ, Çerkes ETHEM gibi şahsiyetler ve onlarla alakalı o yıllara ait hadiseler özenle seçilmiştir.
Romanın geneline bakıldığında yazarın anlaşılmama kaygısı yaşamadan eski Türkçe kelimeleri seçmiş olması dikkate değer bulunmaktadır. Aslında o dönemi anlatmak için yapılması gerekende budur. Olayların eski kelimeler kullanılarak anlatılması, mistik bir hava kazandırmıştır.
Öncelikle kitabın adının niçin Allah’ın Süngüleri olduğunu ifade etmekte yarar vardır. Mustafa Kemal, ülkenin işgalini en son haçlı seferi olarak nitelendirmektedir. Anadolu’yu da İslam’ın son kalesi olarak değerlendirmektedir. Yazar bir anlamda Haçlılara karşı Allah’ın Süngülerinin mücadelesi olarak düşünmüştür.
Roman, İstanbul’un işgali ile başlayan dönemi anlatılıyor. İstanbul’un işgali oldukça dramatize edilmiştir. Toplar şehre çevrili kruvazörler, hedef gözetmeksizin acımasızca ateş eden taretler, dehşete düşmüş halkın, kadın çocuk, genç ihtiyar kaçışmaları akıcı bir şekilde anlatılmıştır. Konuya ilişkin kitaptan bir bölüm:
“Kalın ve karanlık bir pus, dersaadeti kaplamıştı.Şehrin soğuk ışıkları, yer yer, bu dağınık su tozu dalgınlığında belirip kayboluyor:16 Mart 1336 (1920) sabaha karşı, Boğaziçi’nde Dolmabahçe’den Beykoz’a Müttefik Donanmasının o bunaltıcı dretnot kruvazör, muhrip ve destroyer kalabalığı. İngiliz Amiral Gemisi bunların arasında arduvaz grisi bir heyulâ güvertesindeki yerinden gemilere ışıkla işaret veren Bahriyeli muhabere neferi. Öteki İngiliz gemilerinden yanıp sönen cevap işaretleri zor fark ediliyor. Havada duman kokusu , siren sesi motor uğultuları.
Muhtelif zırhlılardan ayrılmış donanma çatanaları Bahriye silahendazları ve Hindu Gurkha’larla yüklü olarak Dolmabahçe, Sirkeci, Galata, Rıhtımlarına yol alıyorlar. Savaş gemileri de askerleri taşıyan çatanalarda yoğun sis ve serin sabah alacasında korkulu bir rüyanın müphem hayalleri âdeta görünmüyor; varla yok arası, sadece hissediliyor.
Desaadet. Beykoz. ”Ahval-i hâzıra dolayısıyla“, Şirket-i Hayriye vapurlarının işlemeyişi; iskele çevresinde müteheyyiç ve mütecessis bir kalabalığın birikmesine neden olmuş; kalıplı kalıpsız, fesler; birisi âbani iki sarık: eflatun ipek çarşafı içinde gözlüğü altın çerçeveli, “saraylı” Hanım; kulaktan kulağa, aynı fısıltı: “- ... İngiliz, şehri işgale tevessül etmiş: bir hayli şehit ve mecruh .....”
Namluları kıyıya çevrilmiş İngiliz kruvazörü birden ateşe başladı bütün taretleri ile salvo ateşi! Önce ne olduğu, niçin olduğu anlaşılmacaktır; ahali dehşete düşmüş, sağa sola kaçışır; kadın ve çocuk çığlıkları, dualar! Hedef yüksekçe bir tepedeki, büyükçe bir bina: Beykoz Eytam (yetimler) Yurdu. Sabah sislerinden, henüz tam arınamamış; camlarında buğu, pancurlarında çiğ pırıltıları, evlerin az uzağında, yalnız ve münzevi mermiler sağına soluna düştükçe; ufukta yankılanan infilâkları çıtırtılı ateşin ve duman sarmalının, dehşetini çoğaltmaktadır.”
İşgal kuvvetleri ile teşriki mesai içinde çalışan Damat Ferit hükümeti ve padişah yanlısı basının içinde bulunduğu ihanet çemberi yalın bir dille romanda yer almıştır. Bu çemberi tamamlayan bir diğer önemli halka ise, azınlıkların diz boyu hainlikleridir. Kitapta İstanbul öyle tasvir edilmiş ki; Türk olarak o dönemde orada yaşasaydınız azınlık psikolojisine girmekten kendinizi alamazdınız. Dükkanlarda İngiliz ve Yunan bayrakları, sosyetenin akıl almaz vurdum duymazlığı ve bu insanlarla Anadolu’daki halk arasındaki kopukluğa dikkat çekilmiştir.
Dönemin yürekli vatanperver aydınları ise, her nevi tehlikeyi göze tabiri yerindeyse kelle koltukta olarak Mustafa Kemal’in etrafında toplanmışlar. Halide Edip’in Adnan Beyin (ADIVAR) ve Yunus Nadi’nin Ankara’ya doğru meşakkatli yolculuğu dudak ısırtacak şekilde ifade edilmiştir. Kitaptan bir Bölüm:
“ Öndekilerin durduğunu görünce Miralay Kâzım Bey , atını sürüp gruptan ayrılarak Halide Edip’e ve Arslan Kaptan’a yaklaştı; ayazın yaladığı yüzü âdeta, donmuş zor konuşuyor;
“-- .... Kaymakam Hüsrev Bey’le, Dr. Adnan Bey, “yorulduk” diyorlar; ” bir adım daha atamazlarmış!...” ötekilerde bunlara uyarsa ?... “ Sustu endişeyle ekledi: “--... Halbuki bu gece muhakkak Adapazarı’na varmalıyız!...”
Arslan Kaptan da böyle düşünmüştü; Hâlide Hanım’ın yüzüne sorguyla bakarak :” ... doğrusu budur!...” dedi.
Miralay Kâzım Bey biraz merak biraz endişe Hâlide Edip Hanım’a dönüyor: ”--... Hanımefendi siz nedersiniz?....”
Halide Edip Hanım atına yol vermişti bile, tipinin anaforları içinde kaybolurken, azimli ve kararlı, kesip attı: :”--... yola devam etmeliyiz!....”
Kitapta Atatürk’ün bazı tespitleri dikkat çekicidir. Mesela, İttihatçılık ile ilgili şöyle diyor “.... nankör olmayalım! İttihatçılık bir ocaktır; yetişmemizde dahli var, bu... bu gayr-i kâbil-i inkar bir hakikat!... Ne var ki, onlar Garplılaşmak temâyülündeydi, biz medeniyetçi olacağız....Onlar komitacıydı biz inkılâpçıyız.... Onlar Osmanlılaşma taraftarıydı biz milliyetçiyiz” İşte Atatürk’ün batılılaşma anlayışı…
Kerameti meclisten mi bekleyeceğiz diyenlere Mustafa Kemal “ ... evet ben kerameti Meclisden bekleyenlerdenim, bir devre yetiştik ki, meşruiyet esastır, bu da ancak milli kararlara istinat etmekle mümkün olabilir” diyerek demokratik kişiliğini ortaya koymaktadır.
Kendisi ve Kuvay-ı Milliye aleyhine fetvalar çıkararak “din” kartını oynayan Ferit Paşa’ya karşı Mustafa Kemal, aynı kozu “İslamın son kalesi de elden çıkmak üzeredir” diyerek daha etkili bir şekilde kullanmıştır. Yunanlılar tarafından içinde “Halife-i ruy-i zemin Padişah Efendi’nin devlete isyan edenlerin idama mahkum edildiğinin yazıldığı beyannamelerin uçaklar dolusu olarak göklerden boşaltılması da, başka bir “Bilgi Destek Harekatı” uygulaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, uçaklardan boşaltılanlar; birde yerdeki hainlerin azınlıklar ile kolkola dağıttıkları beyannameler unutmamak gerekir. Fevzi Paşa’nın ifadesi ile “asıl amaç Kuvay-i milliye karşısına fetva kuvveti olan kuvay-i inzibatiyeyi çıkararak, bir tek İngiliz askerinin burnu bile kanamadan kendi insanımızı birbirine kırdırmak”. 11 Nisan 1336 (1920) da yazılmış olan “Fetva-yı Şerife :
“.... İslam şehirlerinde, bazı kötü adamlar birleşip anlaşarak ve kendilerine bir baş seçerek halkı kandırıp buyruksuzca asker toplamaya başvurup; zâhiren askerin ihtiyacı için, hakikatte ise ceplerini doldurma hevesiyle, haraç ve vergiler koyup türlü tazyik ve eziyetle, halkın mal ve eşyalarını ellerinden aldıkları; böylece Tanrı kullarına kötülük ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bâzı şehir ve kasabalara saldırıp, onları yerle bir ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bazı şehir ve kasabalara saldırıp, onları onları yerle bir ettikleri ve devletine bağlı nice yurttaşları öldürdükleri, usûlünce tayin olunmuş, bâzı asker ve sivil memurları vazifelerinden affedip, yerlerine kendi adamlarını getirdikleri, hükümet buyrklarının yerine getirilmesine engel oldukları, pâyitahtı ülkeden ayırıp halifenin gücünü azaltmak istedikleri, böylece hainlikte bulundukları;devletin nizamını ve şehirlerin asayişini bozmak için yalanlarla halkı kandırdıkları, açığa çıkıp gerçekleşen elebaşılarla, bunların adamları, devlete başkaldırmış kimseler olup haklarında çıkarılan pâdişah buyruğundan sonra da kötülüklerinde ısrar eder ve onları devam ettirirlerse, onların kötülüklerinden memleketi temizlemek ve tebaayı kurtarmak için öldürülmeleri gerekirmi?
Şehülislam: Gerekir.
Bu sebeple memlekette savaşa ve dövüşe gücü yeten müslümanların Halife Mehmet Vahdettin’in çevresinde toplanıp yapılacak davetlere verilecek emre uyarak sözü edilenlerle savaşmaları gerekir mi ?
Şeyhüliislam: Gerekir.
Halife tarafından asilerle savaştırılmak istenen askerler savaştan kaçarlarsa; dünyada şiddetli cezayı ve öldüklerinden sonra eziyete müstehak olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.
Halifenin askeri olupta ayaklananları öldürenler gâzi ve asilerce öldürülenler şehit olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.
Asilerle savaşılması için verilen padişah buyruğuna uymayan müslümanlar suç işlemiş bulunur ve cezaya müstehak olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.”
Yazarın o dönemin İstanbul tespitleride ilginç: “ Costantinople” neresinden bakılırsa bakılsın Kâhire ile “ kâbil-i kıyas “ bir yer sayılamaz. Burası bir “metropol” minarelerine rağmen sanki batılı bir şehir; hele Müttefiklerin yönetimine intikalinden” sonra büsbütün böyle! “ Parisiana’nın” Paris’deki bir gece kulubünden farkı nedir? Ya da Gülistan Satvet’in “Mondaine” bir Fransız “mademoiselle” inden farkı ?
Atatürk, Moskova’nın desteğini alabilmek maksadıyla temas kurma ihtiyacı hissetmekte fakat bu temas için resmi bir sıfatı bulunmamaktadır. TBMM’nin kendisini reis seçmesiyle bu da hallolmuş olur. İngiliz emperyalizmine karşı mazlum İslam devletlerinin desteğini ve Bolşeviklerin desteğini kullanmak ister. Fakat Bolşeviklerin yeni başlayan mücadelenin başarısından emin olmayan moskova aranın desteği verme de biraz çekingen ve tutuk davranır. Kitapta, Bolşeviklerin parasal yardım ve askeri malzeme desteğine karşılık Azerbaycan hükümetinin Bolşevik devletler grubuna sokulmasının taahhüt edilmesi konusu araştırılması gereken bir konu olarak öne çıkmaktadır. Yazarın, Atatürk’ün Selanik yıllarında iken hatıra defterine “ mutlaka socialiste olmalı...... maddeyi anlamalı “ şeklinde yazdığını iddia etmesi de ayrı bir inceleme konusudur.
Yazar Çerkez Ethem’in özellikle Düzce-Hendek-Adapazarı, Yenihan-Yozgat-Boğazlıyan, Konya’da Delibaş Mehmet isyanını bastırmadaki başarılarını anlatıyor. Bu dönemde Çerkes Ethem alenen Ankara’yı faaliyetsizlikle ve kifayetsizlikle suçluyor. Kitaptan bir bölüm:
“Söylediklerinin üzerine basarak İsmet Bey (İNÖNÜ) diyorduki:
“-- ... ne kadar acı, ne kadar jahredici olsa da aramızda hakikatleri itiraf etmemiz, bence en doğrusu olacaktır: Maatteessüf, Yozgat ve havalisindeki asileri tedîbe kâfi bir kuvvetimiz kalmamıştır; hadise vahim ve endişeyi mucip görünüyor; şu var ki Kuvay-i Seyyare gibi, maneviyatı son derece yüksek bir kuvvet için....”
Ethem Bey dik ve kendinden Emin sözünü kesti; yüksek sesle fakat, kimsenin yüzüne bakmadan konuşuyordu:
“ --... bu bir itiraf, kabul! Fakat geç kalmış bir itiraf! Heyeti temsiliye bir senedir, ne iş yaptı ? Niçin merkezinizi takviye etmediniz. Tebliğ-i resmi neşretmekle konferanslar tertiibiiyle, bu işleri halletmek mümkünmüdür?..”
“ Sustu, şikayetçi bir sesle ilave etti: “--... nihayet biz düşmanı bırakıp geride sizin işlerinizle uğraşmaktayız...”
Tevfik Bey, dudaklarında yanlış bir gülümseme, “ başını tasvip makamında” sallayarak Fevzi Paşanın gözlerinde cevap arıyor, paşanın cevabı alçak sesle aynı kelimelerin tekrarından ibaret: “--.... evet efendim! “ Yaptığı sert çıkıştan Ethem Bey, galiba rahatsız olmuştu: Sigara yakmaya davranırken, daha düşük bir sesle dedi ki:
“--... affınıza mağruren, söyledim, serzenişten maksadım gafletlerinizin devamına mani olmaktır, daha Düzce’de bulunduğum sırada sarahatle ifade etmiştim ki....”
Ethem Yozgat isyanından sonra “Mustafa Kemal’i meclisin önünde asmalı” diyor. Ethem’in ağabeyi Reşit Bey, kardeşine göre biraz daha hırslı olarak göze çarpıyor.Reşit Beyin niyeti başarıları karşılığında kendisine Erkân-ı Harbiye Umum Reisliğinin verilmesi, bunu hakettiğini beyan ediyor. Ethem Garp Cephesinde İsmet Paşa’nın emri altında çalışmak istemiyor aralarında ciddi görüş ayrılıkları var, Ethemin başına buyruk hareket etmek istemesi önceki alışkanlıklarının doğal bir sonucu. Ethem ile Mustafa Kemal arasındaki husumet sonraları git gide derinleşiyor ve bir ara Ethem suikaste dahi yelteniyor. Kitaptan bir bölüm.
“ Reis Paşa’nın odasındaki “musâfaha” gittikçe daha sert bir “münâkaşa” ya
dönüşmüştü Tevfik Rüştü Beyin ir gözleri, gözlük camlarının ardında sonuna kadar açık ikisininde ellerinin, silahlarına, ne kadar yakın durduğunu gördükçe içi titriyor, uzaklardan o mahcup gük gürültüleri; camlarda, iri çekirdekli yağmur ve tıpırtısı!...
Ethem Bey iri ve kaba kol hareketleri ile düpedüz bağırarak diyordu ki:
“-- ... İsmet Bey ile mizacımız uyuşmuyor; geçinemeyeceğimiz kat’iyyen anlaşılmıştır; onu, başımızdan alınız yerine daha münasip, daha mülayim bir kumandan tayin edilsin... her halükârda bize suhûlet gösterecek bir zat olmalı; bu takdirde eminin ki her şey düzelecektir...”
Bu romanda Halide Edip Hanım ile Yunus Nadi Bey önemli bir rol oynuyorlar. Halide Edip’in bir dönem Amerikan mandası taraftarlığı, daha sonra ise Mustafa Kemal ve milli mücadele taraftarlığı ortaya konmuş. Halide Edip Mücadelenin medya tarafı ile daha çok ilgili görünüyor. Yunus Nadi ise mecliste Tevfik Rüştü ile birlikte Mustafa Kemalin isteği ile Komünist Fırkasını kurarlar. Bolşevizm ile ilgili olarak Mustafa Kemal şunları söyler "Bolşevik olmak başkadır. Bolşevikler ile teşrik - i mesai etmek başkadır. Biz ikinci yolu seçtik". Kitaptaki çarpıcı konulardan biri de düzenli ordunun kurulmasında Troçki’nin Kızılordusundan esinlenildiği savıdır.
O dönemde mecliste Bursa’nın işgali vekiller arasında ciddi galeyana sebep olmuş ve Mustafa Kemal aleyhtarları seslerinin iyiden iyiye yükseltme zemini yakalamışlardır. O bu noktada gerçekçi kişiliğini ortaya koyarak şunları söyler “....efendiler! Vaziyeti muhakeme ederken ve tedbir düşünürken ...acı da olsa ... hakikati görmekten bir an fariğ olmamak lazımdır... Kendimizi ve birbirimizi aldatmak için lüzum ve mecburiyet yoktur...Hey’eti Vekile bu tarihteki şeraite göre, seferberlik yapabilmeyi acaba düşünebilirmiydi?..... Memleketin baştanbaşa halifenin fetvası hükmünde olduğu bir sırada..... milleti askere davet etmek, caiz ve mümkün görülebilirmiydi”.
Kitapta Bursa’nın Yunan tarafından işgalinin faturası can ve mallarını selamette görmek isteyen “Burjuva” ya kesilmiş. Yunanlıyı Bursa eşrafının adeta davet ettiği yazılmıştır.
Dikkat çekici bir diğer konuda Çerkeslerin Anadolu’da muhtar bir devlet kurmasına yönelik iddiadır. Kitapta, İzmir’de bu amaca dair bir cemiyet kurduklarından bahsetmektedir.
Romanda Atatürk’ün yer yer Rumeli ağzı ile konuşmaları göze çarpmaktadır. Ayrıca, Atatürk’ün yurt dışı görevlerde tanıdığı yabancı bayanlarla ilişkileride yer almaktadır. Aşklarının arasında Fikriye Hanıma olan tutkusu hususiyet kazanmıştır.
Kitabın son bölümünde birinci İnönü muharabesi ve Çerkes Ethem’in ihaneti yer almaktadır. Mustafa Kemal İnönü zaferi için “kendisi küçük ganimeti büyük “ diye ifade etmektedir.
Romanın geneline bakıldığında yazarın anlaşılmama kaygısı yaşamadan eski Türkçe kelimeleri seçmiş olması dikkate değer bulunmaktadır. Aslında o dönemi anlatmak için yapılması gerekende budur. Olayların eski kelimeler kullanılarak anlatılması, mistik bir hava kazandırmıştır.
Öncelikle kitabın adının niçin Allah’ın Süngüleri olduğunu ifade etmekte yarar vardır. Mustafa Kemal, ülkenin işgalini en son haçlı seferi olarak nitelendirmektedir. Anadolu’yu da İslam’ın son kalesi olarak değerlendirmektedir. Yazar bir anlamda Haçlılara karşı Allah’ın Süngülerinin mücadelesi olarak düşünmüştür.
Roman, İstanbul’un işgali ile başlayan dönemi anlatılıyor. İstanbul’un işgali oldukça dramatize edilmiştir. Toplar şehre çevrili kruvazörler, hedef gözetmeksizin acımasızca ateş eden taretler, dehşete düşmüş halkın, kadın çocuk, genç ihtiyar kaçışmaları akıcı bir şekilde anlatılmıştır. Konuya ilişkin kitaptan bir bölüm:
“Kalın ve karanlık bir pus, dersaadeti kaplamıştı.Şehrin soğuk ışıkları, yer yer, bu dağınık su tozu dalgınlığında belirip kayboluyor:16 Mart 1336 (1920) sabaha karşı, Boğaziçi’nde Dolmabahçe’den Beykoz’a Müttefik Donanmasının o bunaltıcı dretnot kruvazör, muhrip ve destroyer kalabalığı. İngiliz Amiral Gemisi bunların arasında arduvaz grisi bir heyulâ güvertesindeki yerinden gemilere ışıkla işaret veren Bahriyeli muhabere neferi. Öteki İngiliz gemilerinden yanıp sönen cevap işaretleri zor fark ediliyor. Havada duman kokusu , siren sesi motor uğultuları.
Muhtelif zırhlılardan ayrılmış donanma çatanaları Bahriye silahendazları ve Hindu Gurkha’larla yüklü olarak Dolmabahçe, Sirkeci, Galata, Rıhtımlarına yol alıyorlar. Savaş gemileri de askerleri taşıyan çatanalarda yoğun sis ve serin sabah alacasında korkulu bir rüyanın müphem hayalleri âdeta görünmüyor; varla yok arası, sadece hissediliyor.
Desaadet. Beykoz. ”Ahval-i hâzıra dolayısıyla“, Şirket-i Hayriye vapurlarının işlemeyişi; iskele çevresinde müteheyyiç ve mütecessis bir kalabalığın birikmesine neden olmuş; kalıplı kalıpsız, fesler; birisi âbani iki sarık: eflatun ipek çarşafı içinde gözlüğü altın çerçeveli, “saraylı” Hanım; kulaktan kulağa, aynı fısıltı: “- ... İngiliz, şehri işgale tevessül etmiş: bir hayli şehit ve mecruh .....”
Namluları kıyıya çevrilmiş İngiliz kruvazörü birden ateşe başladı bütün taretleri ile salvo ateşi! Önce ne olduğu, niçin olduğu anlaşılmacaktır; ahali dehşete düşmüş, sağa sola kaçışır; kadın ve çocuk çığlıkları, dualar! Hedef yüksekçe bir tepedeki, büyükçe bir bina: Beykoz Eytam (yetimler) Yurdu. Sabah sislerinden, henüz tam arınamamış; camlarında buğu, pancurlarında çiğ pırıltıları, evlerin az uzağında, yalnız ve münzevi mermiler sağına soluna düştükçe; ufukta yankılanan infilâkları çıtırtılı ateşin ve duman sarmalının, dehşetini çoğaltmaktadır.”
İşgal kuvvetleri ile teşriki mesai içinde çalışan Damat Ferit hükümeti ve padişah yanlısı basının içinde bulunduğu ihanet çemberi yalın bir dille romanda yer almıştır. Bu çemberi tamamlayan bir diğer önemli halka ise, azınlıkların diz boyu hainlikleridir. Kitapta İstanbul öyle tasvir edilmiş ki; Türk olarak o dönemde orada yaşasaydınız azınlık psikolojisine girmekten kendinizi alamazdınız. Dükkanlarda İngiliz ve Yunan bayrakları, sosyetenin akıl almaz vurdum duymazlığı ve bu insanlarla Anadolu’daki halk arasındaki kopukluğa dikkat çekilmiştir.
Dönemin yürekli vatanperver aydınları ise, her nevi tehlikeyi göze tabiri yerindeyse kelle koltukta olarak Mustafa Kemal’in etrafında toplanmışlar. Halide Edip’in Adnan Beyin (ADIVAR) ve Yunus Nadi’nin Ankara’ya doğru meşakkatli yolculuğu dudak ısırtacak şekilde ifade edilmiştir. Kitaptan bir Bölüm:
“ Öndekilerin durduğunu görünce Miralay Kâzım Bey , atını sürüp gruptan ayrılarak Halide Edip’e ve Arslan Kaptan’a yaklaştı; ayazın yaladığı yüzü âdeta, donmuş zor konuşuyor;
“-- .... Kaymakam Hüsrev Bey’le, Dr. Adnan Bey, “yorulduk” diyorlar; ” bir adım daha atamazlarmış!...” ötekilerde bunlara uyarsa ?... “ Sustu endişeyle ekledi: “--... Halbuki bu gece muhakkak Adapazarı’na varmalıyız!...”
Arslan Kaptan da böyle düşünmüştü; Hâlide Hanım’ın yüzüne sorguyla bakarak :” ... doğrusu budur!...” dedi.
Miralay Kâzım Bey biraz merak biraz endişe Hâlide Edip Hanım’a dönüyor: ”--... Hanımefendi siz nedersiniz?....”
Halide Edip Hanım atına yol vermişti bile, tipinin anaforları içinde kaybolurken, azimli ve kararlı, kesip attı: :”--... yola devam etmeliyiz!....”
Kitapta Atatürk’ün bazı tespitleri dikkat çekicidir. Mesela, İttihatçılık ile ilgili şöyle diyor “.... nankör olmayalım! İttihatçılık bir ocaktır; yetişmemizde dahli var, bu... bu gayr-i kâbil-i inkar bir hakikat!... Ne var ki, onlar Garplılaşmak temâyülündeydi, biz medeniyetçi olacağız....Onlar komitacıydı biz inkılâpçıyız.... Onlar Osmanlılaşma taraftarıydı biz milliyetçiyiz” İşte Atatürk’ün batılılaşma anlayışı…
Kerameti meclisten mi bekleyeceğiz diyenlere Mustafa Kemal “ ... evet ben kerameti Meclisden bekleyenlerdenim, bir devre yetiştik ki, meşruiyet esastır, bu da ancak milli kararlara istinat etmekle mümkün olabilir” diyerek demokratik kişiliğini ortaya koymaktadır.
Kendisi ve Kuvay-ı Milliye aleyhine fetvalar çıkararak “din” kartını oynayan Ferit Paşa’ya karşı Mustafa Kemal, aynı kozu “İslamın son kalesi de elden çıkmak üzeredir” diyerek daha etkili bir şekilde kullanmıştır. Yunanlılar tarafından içinde “Halife-i ruy-i zemin Padişah Efendi’nin devlete isyan edenlerin idama mahkum edildiğinin yazıldığı beyannamelerin uçaklar dolusu olarak göklerden boşaltılması da, başka bir “Bilgi Destek Harekatı” uygulaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, uçaklardan boşaltılanlar; birde yerdeki hainlerin azınlıklar ile kolkola dağıttıkları beyannameler unutmamak gerekir. Fevzi Paşa’nın ifadesi ile “asıl amaç Kuvay-i milliye karşısına fetva kuvveti olan kuvay-i inzibatiyeyi çıkararak, bir tek İngiliz askerinin burnu bile kanamadan kendi insanımızı birbirine kırdırmak”. 11 Nisan 1336 (1920) da yazılmış olan “Fetva-yı Şerife :
“.... İslam şehirlerinde, bazı kötü adamlar birleşip anlaşarak ve kendilerine bir baş seçerek halkı kandırıp buyruksuzca asker toplamaya başvurup; zâhiren askerin ihtiyacı için, hakikatte ise ceplerini doldurma hevesiyle, haraç ve vergiler koyup türlü tazyik ve eziyetle, halkın mal ve eşyalarını ellerinden aldıkları; böylece Tanrı kullarına kötülük ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bâzı şehir ve kasabalara saldırıp, onları yerle bir ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bazı şehir ve kasabalara saldırıp, onları onları yerle bir ettikleri ve devletine bağlı nice yurttaşları öldürdükleri, usûlünce tayin olunmuş, bâzı asker ve sivil memurları vazifelerinden affedip, yerlerine kendi adamlarını getirdikleri, hükümet buyrklarının yerine getirilmesine engel oldukları, pâyitahtı ülkeden ayırıp halifenin gücünü azaltmak istedikleri, böylece hainlikte bulundukları;devletin nizamını ve şehirlerin asayişini bozmak için yalanlarla halkı kandırdıkları, açığa çıkıp gerçekleşen elebaşılarla, bunların adamları, devlete başkaldırmış kimseler olup haklarında çıkarılan pâdişah buyruğundan sonra da kötülüklerinde ısrar eder ve onları devam ettirirlerse, onların kötülüklerinden memleketi temizlemek ve tebaayı kurtarmak için öldürülmeleri gerekirmi?
Şehülislam: Gerekir.
Bu sebeple memlekette savaşa ve dövüşe gücü yeten müslümanların Halife Mehmet Vahdettin’in çevresinde toplanıp yapılacak davetlere verilecek emre uyarak sözü edilenlerle savaşmaları gerekir mi ?
Şeyhüliislam: Gerekir.
Halife tarafından asilerle savaştırılmak istenen askerler savaştan kaçarlarsa; dünyada şiddetli cezayı ve öldüklerinden sonra eziyete müstehak olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.
Halifenin askeri olupta ayaklananları öldürenler gâzi ve asilerce öldürülenler şehit olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.
Asilerle savaşılması için verilen padişah buyruğuna uymayan müslümanlar suç işlemiş bulunur ve cezaya müstehak olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.”
Yazarın o dönemin İstanbul tespitleride ilginç: “ Costantinople” neresinden bakılırsa bakılsın Kâhire ile “ kâbil-i kıyas “ bir yer sayılamaz. Burası bir “metropol” minarelerine rağmen sanki batılı bir şehir; hele Müttefiklerin yönetimine intikalinden” sonra büsbütün böyle! “ Parisiana’nın” Paris’deki bir gece kulubünden farkı nedir? Ya da Gülistan Satvet’in “Mondaine” bir Fransız “mademoiselle” inden farkı ?
Atatürk, Moskova’nın desteğini alabilmek maksadıyla temas kurma ihtiyacı hissetmekte fakat bu temas için resmi bir sıfatı bulunmamaktadır. TBMM’nin kendisini reis seçmesiyle bu da hallolmuş olur. İngiliz emperyalizmine karşı mazlum İslam devletlerinin desteğini ve Bolşeviklerin desteğini kullanmak ister. Fakat Bolşeviklerin yeni başlayan mücadelenin başarısından emin olmayan moskova aranın desteği verme de biraz çekingen ve tutuk davranır. Kitapta, Bolşeviklerin parasal yardım ve askeri malzeme desteğine karşılık Azerbaycan hükümetinin Bolşevik devletler grubuna sokulmasının taahhüt edilmesi konusu araştırılması gereken bir konu olarak öne çıkmaktadır. Yazarın, Atatürk’ün Selanik yıllarında iken hatıra defterine “ mutlaka socialiste olmalı...... maddeyi anlamalı “ şeklinde yazdığını iddia etmesi de ayrı bir inceleme konusudur.
Yazar Çerkez Ethem’in özellikle Düzce-Hendek-Adapazarı, Yenihan-Yozgat-Boğazlıyan, Konya’da Delibaş Mehmet isyanını bastırmadaki başarılarını anlatıyor. Bu dönemde Çerkes Ethem alenen Ankara’yı faaliyetsizlikle ve kifayetsizlikle suçluyor. Kitaptan bir bölüm:
“Söylediklerinin üzerine basarak İsmet Bey (İNÖNÜ) diyorduki:
“-- ... ne kadar acı, ne kadar jahredici olsa da aramızda hakikatleri itiraf etmemiz, bence en doğrusu olacaktır: Maatteessüf, Yozgat ve havalisindeki asileri tedîbe kâfi bir kuvvetimiz kalmamıştır; hadise vahim ve endişeyi mucip görünüyor; şu var ki Kuvay-i Seyyare gibi, maneviyatı son derece yüksek bir kuvvet için....”
Ethem Bey dik ve kendinden Emin sözünü kesti; yüksek sesle fakat, kimsenin yüzüne bakmadan konuşuyordu:
“ --... bu bir itiraf, kabul! Fakat geç kalmış bir itiraf! Heyeti temsiliye bir senedir, ne iş yaptı ? Niçin merkezinizi takviye etmediniz. Tebliğ-i resmi neşretmekle konferanslar tertiibiiyle, bu işleri halletmek mümkünmüdür?..”
“ Sustu, şikayetçi bir sesle ilave etti: “--... nihayet biz düşmanı bırakıp geride sizin işlerinizle uğraşmaktayız...”
Tevfik Bey, dudaklarında yanlış bir gülümseme, “ başını tasvip makamında” sallayarak Fevzi Paşanın gözlerinde cevap arıyor, paşanın cevabı alçak sesle aynı kelimelerin tekrarından ibaret: “--.... evet efendim! “ Yaptığı sert çıkıştan Ethem Bey, galiba rahatsız olmuştu: Sigara yakmaya davranırken, daha düşük bir sesle dedi ki:
“--... affınıza mağruren, söyledim, serzenişten maksadım gafletlerinizin devamına mani olmaktır, daha Düzce’de bulunduğum sırada sarahatle ifade etmiştim ki....”
Ethem Yozgat isyanından sonra “Mustafa Kemal’i meclisin önünde asmalı” diyor. Ethem’in ağabeyi Reşit Bey, kardeşine göre biraz daha hırslı olarak göze çarpıyor.Reşit Beyin niyeti başarıları karşılığında kendisine Erkân-ı Harbiye Umum Reisliğinin verilmesi, bunu hakettiğini beyan ediyor. Ethem Garp Cephesinde İsmet Paşa’nın emri altında çalışmak istemiyor aralarında ciddi görüş ayrılıkları var, Ethemin başına buyruk hareket etmek istemesi önceki alışkanlıklarının doğal bir sonucu. Ethem ile Mustafa Kemal arasındaki husumet sonraları git gide derinleşiyor ve bir ara Ethem suikaste dahi yelteniyor. Kitaptan bir bölüm.
“ Reis Paşa’nın odasındaki “musâfaha” gittikçe daha sert bir “münâkaşa” ya
dönüşmüştü Tevfik Rüştü Beyin ir gözleri, gözlük camlarının ardında sonuna kadar açık ikisininde ellerinin, silahlarına, ne kadar yakın durduğunu gördükçe içi titriyor, uzaklardan o mahcup gük gürültüleri; camlarda, iri çekirdekli yağmur ve tıpırtısı!...
Ethem Bey iri ve kaba kol hareketleri ile düpedüz bağırarak diyordu ki:
“-- ... İsmet Bey ile mizacımız uyuşmuyor; geçinemeyeceğimiz kat’iyyen anlaşılmıştır; onu, başımızdan alınız yerine daha münasip, daha mülayim bir kumandan tayin edilsin... her halükârda bize suhûlet gösterecek bir zat olmalı; bu takdirde eminin ki her şey düzelecektir...”
Bu romanda Halide Edip Hanım ile Yunus Nadi Bey önemli bir rol oynuyorlar. Halide Edip’in bir dönem Amerikan mandası taraftarlığı, daha sonra ise Mustafa Kemal ve milli mücadele taraftarlığı ortaya konmuş. Halide Edip Mücadelenin medya tarafı ile daha çok ilgili görünüyor. Yunus Nadi ise mecliste Tevfik Rüştü ile birlikte Mustafa Kemalin isteği ile Komünist Fırkasını kurarlar. Bolşevizm ile ilgili olarak Mustafa Kemal şunları söyler "Bolşevik olmak başkadır. Bolşevikler ile teşrik - i mesai etmek başkadır. Biz ikinci yolu seçtik". Kitaptaki çarpıcı konulardan biri de düzenli ordunun kurulmasında Troçki’nin Kızılordusundan esinlenildiği savıdır.
O dönemde mecliste Bursa’nın işgali vekiller arasında ciddi galeyana sebep olmuş ve Mustafa Kemal aleyhtarları seslerinin iyiden iyiye yükseltme zemini yakalamışlardır. O bu noktada gerçekçi kişiliğini ortaya koyarak şunları söyler “....efendiler! Vaziyeti muhakeme ederken ve tedbir düşünürken ...acı da olsa ... hakikati görmekten bir an fariğ olmamak lazımdır... Kendimizi ve birbirimizi aldatmak için lüzum ve mecburiyet yoktur...Hey’eti Vekile bu tarihteki şeraite göre, seferberlik yapabilmeyi acaba düşünebilirmiydi?..... Memleketin baştanbaşa halifenin fetvası hükmünde olduğu bir sırada..... milleti askere davet etmek, caiz ve mümkün görülebilirmiydi”.
Kitapta Bursa’nın Yunan tarafından işgalinin faturası can ve mallarını selamette görmek isteyen “Burjuva” ya kesilmiş. Yunanlıyı Bursa eşrafının adeta davet ettiği yazılmıştır.
Dikkat çekici bir diğer konuda Çerkeslerin Anadolu’da muhtar bir devlet kurmasına yönelik iddiadır. Kitapta, İzmir’de bu amaca dair bir cemiyet kurduklarından bahsetmektedir.
Romanda Atatürk’ün yer yer Rumeli ağzı ile konuşmaları göze çarpmaktadır. Ayrıca, Atatürk’ün yurt dışı görevlerde tanıdığı yabancı bayanlarla ilişkileride yer almaktadır. Aşklarının arasında Fikriye Hanıma olan tutkusu hususiyet kazanmıştır.
Kitabın son bölümünde birinci İnönü muharabesi ve Çerkes Ethem’in ihaneti yer almaktadır. Mustafa Kemal İnönü zaferi için “kendisi küçük ganimeti büyük “ diye ifade etmektedir.
Etiketler:
ATATÜRK,
attila ilhan,
deneme,
edebiyat,
indir,
mustafa kemal atatürk,
özet,
pdf,
roman,
tarih
8 Ocak 2014 Çarşamba
Panaroma, Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Romanın birinci bölümü Kurtuluş savaşı bitimi ile Atatürk’ün ölümüne kadar olan dönemi kapsamaktadır. İkinci bölümü ise Atatürk’ün ölümünden II nci Dünya Savaşı sonrasına kadar olan dönemdeki olayları, karakterleri ve düşünceleri kapsamaktadır. Her iki dönemde, aydın kesim ile İnkılaba ayak uyduramayan bağnaz kesim arasındaki fikir çatışmaları, sade ve karamsar olmayan bir dille anlatılmaktadır.
Romanın birinci bölümünde yer alan karakterlerden ön plana çıkanların tasvirleri, Cumhuriyet sonrası Türkiye’nin fikirsel oluşumunun birer örneği olarak verilmiştir. Söz konusu karakterlerden en önemlileri, sırasıyla Kurtuluş Savaşının bitimini müteakip kurulan hükümetin Millet Vekillerinden biri olan Neşet SABİT’dir. Neşet SABİT nüfuzunu (uyanık diye geçinen ve kara para aklayan bir zat) kullanarak mal mülk sahibi olmuş politikacı bir karakterdir.
Kişilik açısından farklılık yaratan bir başka zat ise Halil RAMİZ’dir. Kişilik olarak tamamen Neşet SABİT’in ters mizacındadır. Halil RAMİZ aydın bir kişiliğe sahiptir. Atatürk İnkılaplarını savunan, fakat bu inkılapların sağlam bir zemin üzerine oturmadığını inanan bir başka Milletvekili olarak anlatılmaktadır. Halil RAMİZ, Kemalizm inkılabının meydana koyduğu eserin azamet ve mehabetini taktirden vazgeçmeyen fakat bu eseri tepesi yerde, temelleri havada ve her an devrilmek tehlikesinde olduğunu düşünen bir kişiliği anlatmaktadır. Halil Ramiz “işte Yahuda bu; küçük ihtiraslar uğruna Mesih’i bir pula satacak olan bu” düşüncesiyle devrim için asıl tehlikenin kaynağını Neşet Sabit karakterine yükleyerek kendi menfaati için her türlü şeyi yapabilecek sözde devrimcileri işaret etmektedir.
Panorama, özellikle bu iki şahsiyetin bir belediye başkanlığı seçiminde, karşılıklı fikir çatışması ortamı yaratarak olayları nasıl saptırdıkları, bu olumsuz gelişmeler sonucunda, seçim sonuçlarının üzerinde şaibeler oluştuğu ve bu nedenle Ankara’nın olaya el koyması ve seçimleri yeniden yaptırması sürecindeki düşünce yapılarının nasıl birbirleriyle çatışma içerisinde olduğu anlatılmaya çalışılmıştır. Yazar bu olaylar çerçevesinde, kişilerin iki benlik taşıdığını vurgulamaya çalışır, kişilerin karakterlerindeki zaafların, yalnız kaldıklarında bir İnkılapçı, Mecliste ise uysal ve oynak birer politikacı yapısına döndüklerini karakter analizleri içerisinde anlatmaya çalışır.
Romanın ilerleyen bölümlerinde yazarımız halktan değişik karakterleri içeren kesitler sunmaya çalışmaktadır. Bu kahramanlardan en belirgini Tahinci Zade Hacı Efendidir. Bu karakter şapka inkılabından sonra tam on iki yıl evinden dışarı çıkmayan bir yobaz olarak irticayı temsil etmektedir.
Yazar, zor şartlar altında kalan halkın hırsızlık gibi istenmeyen davranış özellikleri gösterdiğini ifade etmek için sokak çocukları karakterlerini okuyucuya sunmuştur. Sokak çocukları, kimsesizliği, unutulmuşluğu ve yarınlarımızın sahipsizliğini gözler önüne sermektedir. Karakola düşen sokak çocuklarının karşılaştıkları davranışlar, Komiser Hamdi Bey karakteri ve düşünce yapısı ile, dönemin özellikleri içerisinde anlatılmaktadır. Komiser Hamdi Beyin sıra dışı aile yaşantısı yalın bir dille kaleme alınmıştır. Yazar Komiser HAmdi Bey gibi toplumda itibar sahibi bir karakterin özel yaşantısındaki çarpıklıkların onda çift kişilik oluşturduğunu, onun yaşantısındaki olumsuz olaylar ve olumsuz davranış özelliklerine karşı, çevresinde farklı tanınan birsi olarak yaşadığı kişilik çatışmaları anlatılmaktadır. Başında üç evlilik geçen Komiser Hamdi Bey üç karısını da evliliğinin daha ilk aylarında kaybetmiştir. Dördüncü karısı da yine yatağında ölü bulununca Komiser Hamdi Bey bu dört kadının da gıdıklayarak katılmasına sebebiyet verdiği gerekçesiyle hapse mahkum edilmiştir.
Yine dönemin ileri gelen karakterlerinden biri olan Bankacı Servet Bey, nüfusunu kullanarak iyi bir mevkiye ve servete sahip olmuştur. Panoramada bu şahsiyetin aile yapısı üzerinde durulmaktadır. Sadece parayı düşünen baba karakteri Servet Bey çok vurdumduymaz bir insan olarak ne eşinin ne oğlunun ne de kızının hayat tarzına önem vermeyen biri olarak anlatılmaktadır. Yemesi ,içmesi ve yaşantısıyla Amerikan artistlerinin kopyası Bankacı Servet Beyin kızı Sevim vatanı ve milletini düşünmeden sadece günü birlik yaşayan bir karakteri canlandırarak Türk İnkılabıyla gerçekleştirilmek istenen değişimi sadece görüntüde yakalamaya çalışan düşünmeden yaşayan vurdumduymaz özenti gençliği temsil etmektedir. Tıpkı Sevim gibi abisi Nedim de sorumsuz ve uçarı yaşam tarzıyla dikkati çekmektedir.Romanda özellikle Servet Beyin ailesinin geçirdiği olumsuz olaylar neticesinde (kızının tecavüze uğraması gibi), ailesinin Avrupa’ya gidişleri ve oradaki yaşantıları, aile dostlarının kanalıyla yurt dışına kaçırdığı paraların yönetimini nasıl gerçekleştirildiği ibret verici bir anlatımla dile getirilmektedir. Sorumsuz bir babanın yetiştirdiği iki genç ve yaşantıları ile yazar gençliğin karşılaşabileceği sorunları yalın ve etkileyici bir dille anlatmıştır.
Sevim ve Nedim karakterlerinin zıddı diğer önemli bir karakter ise, aydın kesimi temsil edenlerin başında gelen Fuat’dır. Fuat, önemli şahsiyetlerden biri olan Osman Nuri Beyin oğludur. Osman Nuri Bey, İnkılap sonrası işlerinin kötü gitmesi nedeniyle tüm servetini kaybetmiş ve sonrasında gelen olumsuz olaylar sonucu intihar etmiş gururlu, dürüst ve ailesini önemseyip çocuklarına tüm zorluklara rağmen iyi bir tahsil imkanı vermeye çalışan bir baba karakteriyle karşımıza çıkmaktadır. Babasının intiharından sonra ailenin yükü istemeyerek Fuat’ın omuzlarına binmiştir. Her şeye rağmen yaşamın zorlukları ile mücadele etmesini öğrenen Fuat, üniversiteyi bitirerek gazeteci olmuştur.
Aydın kemsi temsil eden diğer iki karakterden bir tanesi Diyarbakır Lisesi’nde edebiyat ve felsefe hocası olan Ahmet Nazmi olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer aydın karakter ise İzmir Dış Ticaret Müdürü Cahit Halit’tir. Roman boyunca yazar bu iki aydın arasında geçen mektuplaşmalarla aydın kemsin inkılap için düşündüklerini anlatarak Kemalizm için bir tahlil yapmaya çalışmıştır.
Yazar Diyarbakır’daki Ahmet Nazmi’ni ağzından şu satırları yazmaktadır: “Yıllar yılıdır, geceli gündüzlü haykırıp durduğumuz “inkılap” kelimesini daha “i” harfi bile buraya aksetmemiştir. Kabahat kimde? Bu halkta mı? Hayır, bin kere hayır; kabahat bir inkılabın plansız, teşkilatsız ve tekniksiz yapılabileceği hayaline kapılanlardadır. İki üç maddelik bir kanun, valiye, polise, jandarmaya birer emir…Her şeyi olmuş bitmiş farz ediyoruz; bu kanunların, bu emirlerin –kafaların içi şöyle dursun- hatta dışını bile değiştiremediğini görmek istemiyoruz. Umumi müfettiş bey, -halkı Avrupai yaşayışa alıştırmak için- misafirlerini akşam yemeğine smokinle kabul ediyor; bizim lisenin müdürü ise, bütün gün mektebin içinde ökçesiz terliklerle dolaşıyor; biri, yeni sosyal nizam kurmak, öbürü, öbürü, kafaları işlemek gibi iki çetin vazifeyi üzerine almış bulunan bu adamların her ikisi de bence, başka başka bakımlardan inkılap metodumuzdaki aynı axiome hatasının kurbanıdır. Ne o, ne de bu bir şey yapmaya muvafık olacak; her ikisi de, ağır bir çarkı, boşlukta döndürüp duracak”.
Yine yazar inkılabın temelleri diye kurulan Halkevlerinin düştükleri feci hali Ahmet
Nazmi’nin ağzından şu satırlarla aktarmıştır: “Sana, bu satırları, içinde in cin top oynayan, Halkevi’nin çırılçıplak bir odasında yazıyorum. Bu çizgili kağıtla, içi hareli zarfı biraz evvel aşağıdaki bakkaldan satın aldım. Kusura bakma. Bu kültür ocağında kitap falan şöyle dursun, hatta kağıt kalem bulmak mümkün değil. Bahsettiğim geniş odanın ortasında bir büyük masa duruyor; bunun üstünde, İstanbul’dan, Ankara’dan gelmiş bir takım eski gazetelerle mecmualar hiç el değmeksizin kendi kendine yıpranıp solmaktadır. Tanrım, hepimize sabır ve selamet ihsan eyle!”
Ahmet Nazmi her ne kadar yadın kesimi temsil etse de içine düştüğü ümitsizlik girdabı onu bir hayli üzmektedir. Yazar Türk inkılabının korunup geliştirilmesinde aydın kesimin önemini Cahit Halid’in mektup satırlarından okuyucuya çarpıcı bir dille aktarmaktadır: “Nice çetin zorluklarla, tıpkı bir harp meydanında gibi, savaşacaksın. Dişinle, tırnağınla didişeceksin. Bazen ölesiye yaralanacaksın. Fakat bir an umutsuzluğa düşmeden, bir kere, “Uff!” demeden kavgana devam edeceksin. Yoksa, Türkiye’nin yüz elli yıldan beri dördüncü ve sonuncu olarak giriştiği bu kurtuluş ve kalkınış hamlesi de kendisiyle beraber tarihin uçurumuna yuvarlanıp gider. Dava senin ya da benim, Ali’nin, Veli’nin mutluluğu, rahatı, refahı değil; dava bir makus olaylar selinin durduruluşu , bir büyük eserin yaradılışı davasıdır. Sen ve ben bu dev işinin binlerce adsız ırgatları arasında yer alıp çalışmaya rıza gösterdiğimiz gün, bu memleketin selamet saati çalmış olacak.” Burada aydın diye geçinip toplumda söz sahibi olarak büyük servet sahibi olan Servet Bey gibi karakterlere de bir gönderme yapan yazar yeni kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesini seven, düşünen ve kendi menfaatlerini ikinci plana atarak sadece ülkesi için çalışabilecek aydınlara olan ihtiyacı gözler önüne sermiştir.
Panoramanın ikinci bölümünde ise yazar, birinci bölümde anlatılan insan karakterlerine geri dönüş yapar ve onların 1940’lı yıllardaki yaşamlarından kesitler sunmaya çalışılır. Bu bölümün başlangıcında özellikle Atatürk’ün hastalığı ve ölümü dramatik bir söylemle anlatılır. Romandaki karakterlerin Atatürk’ün ölümü ile ilgili bakış açıları, özellikle bu olaya sevinen ve üzülen taraflar olarak, ölümden sonra insanların beklentilerinin neler olabileceği anlatılmaktadır. Atatürk’ün ölümünden sonra, Atatürk İnkılaplarının geleceği, başarısı ve ülke üzerindeki etkilerinin neler olabileceği, halk arasında oluşan olumlu ve olumsuz beklentiler, fikir ayrılıkları üzerinde durulur.
Yazar ulu önder Atatürk’ün cenaze törenini sade ve çok dokunaklı bir dille gözler önüne sermiştir. “Bu tören her türlü tahayyül ve tasavvurun üstünde bir şeydi. Bizim basın karalamacıları ve acemi mikrofon çığırtkanları şöyle dursun – belki Flaubert çapında bir kalem ustası bile sanırım- o hali , o manzarayı bütün heybetiyle tasvire erip yetişemezdi.” Bu satırlarla yazar, toplumdaki her kesimden –Tahinci Zade Hacı Emin Efendi gibiler hariç- insanların Ata’nın son yolculuğundaki hissiyatını aktarmaya çalışmıştır.
Atatürk’ ün ölüm hadisesinin hemen ardından yazar irticanın sembolü Tahinci Zade Hacı Emin Efendi karakterinden yine bahseder. Toplum içindeki yerini ve nüfusunu muhafaza eden karakterimiz malına mal katmaya devam etmektedir. Kendi çapında Atatürk’ün bu vatan için hiçbir şey yapmadığını söyler. Yazar bir başka tehlikeye okuyucunun dikkatini şöyle çekmektedir. Tahinci Zade Hacı Emi Efendi’nin oğlu Tahir Bey Cumhuriyet Halk Partisi İl Başkanlığına tekrar seçilmiştir. Zira Tahinci Zade Hacı Emin -ki yazar ondan sık sık mübarek zat tamlamasıyla bahseder – oğluna büyük bir ısrarla parti il başkanlığına seçilmesi konusunda baskı yapmaktaydı.
İlerleyen bölümlerde Atatürk sonrası Dünya genelindeki değişimler ve II nci Dünya Savaşı nedeniyle yeni ittifak arayışları sonucu oluşan aydınların üzüntüleri anlatılmaktadır. Savaşa girilebileceği ihtimali üzerine ülkenin geriye doğru gideceği düşüncelerinin aydın kesim üzerinde nasıl şekillendiği, bu kesimin endişelerinin boyutları, ülkede yaşayan diğer insanların, savaşla ilgili nasıl gruplaştıkları fikirsel açıdan ortaya konmaktadır. Özellikle savaşta Almanya’nın yanında olmak isteyenlerin, savaş nedeniyle mal stoklayanların, hayat pahalanacak diye panik olanların durumları ile belirli bir grubun savaş karşıtı olarak, savaşa yönelik düşünce akımlarının dışında kalmamız gerektiğini savunduğu önemle üzerinde durularak anlatılır. Bütün bu düşünceler insan manzaraları ile ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Yazarın savaş psikolojisindeki halkın tasviri şöyledir:” Kimi savaşa girelim, kimi girmeyelim diyordu. Sokaktaki adam, pırasanın kilosu 70 kuruşa çıktığı için, homur homur homurdanıyordu; dükkandaki adam , kesatlıktan acı acı sızlanıyordu. Çiftçi, tütünün, pamuğun ya da buğdayın elinde kalmasına kızıyordu; tüccar, alıp satacak mal bulamadığına hırslanıyordu. Öbür yandan ise kesatlık, yoksulluk ve kıtlık ülkesinde bakımsız toprakları kaplayan yabani otlar gibi boyuna milyonerler türemekteydi. Lakin, hikmetinden sual olunmaz , bunlar arasında bir yüzü gülene rast gelinmiyordu. Hepsi bir acayip şaşkınlık, bir gizli endişe, bir korku içinde yaşıyordu ve bu şaşkınlık, bu endişe, bu korku milyonları çoğaldığı oranda artıyor gibiydi. Zira, hiçbiri bu paralarla ne yapacağını , bu paraları nereye koyacağını bilemiyordu. Bankalar emin değildi; çünkü bunlar hep devleti,n elindeydi ve banknot desteleri altın sikke kümeleri gibi yere gömülemezdi. Sonra, bakalım bu banknotlar bugünkü kıymetlerini ne zamana kadar muhafaza edebilecekti? Şimdiden ,Türk lirasının satın alma kudreti, tepesi aşağıya düşmeye başlamıştı. Buna göre milyonerlerin çoğu ehveni şerdir diye paralarını arsaya, emlake yatırmaktan başka çare bulamıyordu ve yangından mal kaçıran kimselerin telaşıyla eski, yeni, sağlam, çürük, ucuz, pahalı demeyip, birbirlerini ite kaka, köşklerin, konakların , yalıların, apartmanların üstüne üşüşüyorlardı.” Bu satırlarla yazar halkın içinde bulunduğu havayı okuyucuya net olarak sunmuştur.
Kendi devrinin olaylarını çok güzel gözlemleyip aktaran yazar aynı savaş psikolojisindeki Avrupa devletlerinden tıpkı Türkiye gibi ikinci dünya savaşına girmemiş İsviçre’de yürütülen “Harp Ekonomisi” politikasını Servet Beyin ailesini emanet edip yurt dışına gönderdiği ve Servet Beyin kızı Sevim’e aşık olan yardımcısı Ragıp Bey ağzından okuyucuya aktarıp ülkemizle İsviçre’yi kıyaslayıp Türkiye’de oynanan oyunlara dikkat çekmiştir. Yazar, adeta “biri, yer, biri , bakar, kıyamet ondan kopar” mesajını zenginin parasına para katıp fakirin daha da fakirleştiğini ibret verici satırlarla sunmuştur. “İsviçre’de “ harp ekonomisi” bürosu, bir iaşe diktatörlüğü demekti. Bu idare, memleketin bütün hububat ambarlarını, deri ve yün depolarını kendi kontrolü altında tuttuğu gibi, şunun bunun evindeki kilerlere ve kümeslere de karışırdı. Olmaya ki, bu kümes sahiplerinden biri, tavuklarının yumurtalarından istifadeye; olmaya ki bir köylü ona haber vermeden ineğini sağmaya ya da domuzu öldürmeğe kalkışısın; iaşe kontrolcüsünün pençesini derhal yakasında bulurdu. Buna rağmen, altı yıl, hiç kimse, ağzını açıp herhangi bir itirazda bulunmadı. “Benim malıma, benim işime gücüme ne hakla karışıyorsun?” demedi ve hileye, dalavereye, karapazar yollarına sapmaktan da çekindi.bu suretle, gerçi oburlar iştahlarına göre yiyip içemediler ama, aç ve çıplak kalan da olmadı. Zengini , fukarası aynı nispette yaşamak için gereken gıdayı , kaloriyi aldı.”
Yazarın politik alanda kaleme aldığı ve Halk Partisinin millet vekili olan Neşet Sabit karakteri ile kendi çıkarı için çalışan sözde politikacıların düşünce yapısını ortaya koymuştur. Nitekim Neşet Sabit bir zamanlar Cumhuriyet Halk Partisinin sözde en ateşli vekillerinden biri iken iyi bir bakanlık uğruna 1946 seçimlerine Demokrat partiden aday olarak katılmıştır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, cumhuriyet rejiminin bu dönemde ne kadar büyük bir tehlikeye maruz kaldığını anlatırken yine irtica sembolü Hacı Emin Tahıncıoğlu’nun – soyadı kanunu ile Tahıncızade Hacı Emin Efendi’nin yeni ismi- dilinden şu satırları okuyucuya aktarmaktadır: “Hacı Emin Efendi, yolu düşüp de (Millet Bahçesi)’nin önünden geçerken gözü Atatürk’ün büstüne ilişir ilişmez mekruh bir şey görmüşçesine başını çeviren ve her defasında, can ve gönülden bir “Lanetullahı Aleyh” demeyi unutmayan bir adamdı”. Yazar bu bölümde etrafı saran sayıları gittikçe artan ve kendi değimiyle İstanbul sokaklarını yabani otlar gibi saran kara sakallı kimselerden bahsetmektedir ve bir Atatürk büstünün yıkılması olayını tüyler ürpertici bir şekilde okuyucuya aktarmaktadır.
Yazarın aydın kesimi temsil eden karakteri Fuat romanın bu bölümünde karşımıza ruh haliyle çıkmaktadır. Fuat karakteri çocukluğunda medreselerin kapatılmasından Şapka Kanununa kadar birçok inkılap yadırgayan ve hurafeleriyle geleneklerine bağlı nice kimseler görüp tanımıştır. Hatta, bunlar arasında pek yakın akrabaları, bunlar arasında kendi annesi ve ninesi bile vardır. Bu insanlar Fuat gözünde çoğu beş vakit namazını kılan ,Ramazan orucunu tutan ve sayılı günlerde ölülerine Yasin okumayı ihmal etmeyen kimselerdir. Yazar Fuat’ın gözünden bu insanların etrafta dolaşan yabani şekillere giren sözde dindar kara sakallılarla şöyle mukayese etmektedir:” Bu insanların ne hür fikirli bir insan olduğunu bildikleri babasını, ne de ailesinin yeni hayat şartlarına göre yetişen gençlerine karşı herhangi bir ters muamelede bulundukları görünmezdi. Olsa olsa, böylelerine acıyarak bakmakla kalırlardı ve hepsinin yüzü annesinin yüzü gibi tertemizdi, hepsi Atatürk öldüğü gün tıpkı annesi gibi yas tutup ağlamışlardı.”
Romanın son kısmı acı ama ibret verici bir olayla son bulmaktadır. Felsefe öğretmeni Ahmet NAZMİ profesör olmuş ve Fuat ile arası biraz açılmıştır. Hele Şehzade başında eski bir ailenin dayalı döşeli konağına iç güveysi olarak girdikten sonra Fuat’ı iyice küçümser olmuştur. Fuat son akşam geç saatlerde Profesör Ahmet Nazmi’nin mektupla daveti üzerine evlerine bir ziyarette bulunmuştur. O gece Fuat, Ahmet Nazmi ve eşine ruh haletini aktarırken çevresindeki yobazların sayılarının gün geçtikçe arttığını, bir çığ gibi üzerlerine geldiklerini, pek yakında bütün heykelleri, anıtları sütun ya da kitapları talan ettikten sonra evlerin içine müdahele edeceklerini anlatmıştır. Hatta Fuat bu yobazların kendileri gibi olmayanlara katli vaciptir damgasını vurup onları öldüreceklerini bile söylemiştir.
Fuat’ın o gece söylediği sözler arasında göze en çarpan ifadeler yazar tarafından şöyle aktarılmaktaydı okuyucuya:” … ve etekleri altında ya bir kazma ya da bir satır gizleyip taşırlar. Bu vahşi aletlerle şimdilik sinsi sinsi Atatürk’ün heykellerine saldırıyorlar; yarın açıktan açığa O’nun yolunda yolunda yürüyenlerin kellelerini uçurmaya kalkışacaklardır. Bunu da hissediyoruz; Ahmet Nazmi Bey de bunu benimle birlikte, benim kadar hissetmekte, bundan benim kadar korkmaktadır.Fakat ne de olsa serde bir entelektüellik gururu var. Korkumuzu belli etmek istemiyoruz ve bunu örtmeye çalışıyoruz. Bizden ötede ise, ne tehlikeye karşı tedbir alma iradesi, ne tehlikeyi olduğu gibi görme istidadı… bizden ötede yalnız politika var.” Bu satırlarla aydınların çaresizliği hazin bir şekilde tasvir edilmiştir.
Nitekim o gece ateşli konuşmalar ardından Fuat rahatlamak için kendini gecenin karanlığına bırakmış ve sokağa fırlamıştır. Arkasından yetişen Ahmet Nazmi ile sessizlikte ilerlerken işittikleri bir uğultuya doğru yönelmişlerdir. Dönemin tekkelerinden birinde ayin yapan kişilere içinde bulunduğu ruh hali ile müdahale eden Fuat ve Ahmet Nazmi çıkan arbede sonucu öldürülmüşlerdir. Böylece Fuat gibi aydınların korktuğu hazin son başlarına gelmiştir. Bu olayın aktarıldığı satırlarda Atatürk Cumhuriyetinde bağnazlığın, nasıl öldürücü bir silah olabileceği ibretle anlatılmaktadır.
Romanın birinci bölümünde yer alan karakterlerden ön plana çıkanların tasvirleri, Cumhuriyet sonrası Türkiye’nin fikirsel oluşumunun birer örneği olarak verilmiştir. Söz konusu karakterlerden en önemlileri, sırasıyla Kurtuluş Savaşının bitimini müteakip kurulan hükümetin Millet Vekillerinden biri olan Neşet SABİT’dir. Neşet SABİT nüfuzunu (uyanık diye geçinen ve kara para aklayan bir zat) kullanarak mal mülk sahibi olmuş politikacı bir karakterdir.
Kişilik açısından farklılık yaratan bir başka zat ise Halil RAMİZ’dir. Kişilik olarak tamamen Neşet SABİT’in ters mizacındadır. Halil RAMİZ aydın bir kişiliğe sahiptir. Atatürk İnkılaplarını savunan, fakat bu inkılapların sağlam bir zemin üzerine oturmadığını inanan bir başka Milletvekili olarak anlatılmaktadır. Halil RAMİZ, Kemalizm inkılabının meydana koyduğu eserin azamet ve mehabetini taktirden vazgeçmeyen fakat bu eseri tepesi yerde, temelleri havada ve her an devrilmek tehlikesinde olduğunu düşünen bir kişiliği anlatmaktadır. Halil Ramiz “işte Yahuda bu; küçük ihtiraslar uğruna Mesih’i bir pula satacak olan bu” düşüncesiyle devrim için asıl tehlikenin kaynağını Neşet Sabit karakterine yükleyerek kendi menfaati için her türlü şeyi yapabilecek sözde devrimcileri işaret etmektedir.
Panorama, özellikle bu iki şahsiyetin bir belediye başkanlığı seçiminde, karşılıklı fikir çatışması ortamı yaratarak olayları nasıl saptırdıkları, bu olumsuz gelişmeler sonucunda, seçim sonuçlarının üzerinde şaibeler oluştuğu ve bu nedenle Ankara’nın olaya el koyması ve seçimleri yeniden yaptırması sürecindeki düşünce yapılarının nasıl birbirleriyle çatışma içerisinde olduğu anlatılmaya çalışılmıştır. Yazar bu olaylar çerçevesinde, kişilerin iki benlik taşıdığını vurgulamaya çalışır, kişilerin karakterlerindeki zaafların, yalnız kaldıklarında bir İnkılapçı, Mecliste ise uysal ve oynak birer politikacı yapısına döndüklerini karakter analizleri içerisinde anlatmaya çalışır.
Romanın ilerleyen bölümlerinde yazarımız halktan değişik karakterleri içeren kesitler sunmaya çalışmaktadır. Bu kahramanlardan en belirgini Tahinci Zade Hacı Efendidir. Bu karakter şapka inkılabından sonra tam on iki yıl evinden dışarı çıkmayan bir yobaz olarak irticayı temsil etmektedir.
Yazar, zor şartlar altında kalan halkın hırsızlık gibi istenmeyen davranış özellikleri gösterdiğini ifade etmek için sokak çocukları karakterlerini okuyucuya sunmuştur. Sokak çocukları, kimsesizliği, unutulmuşluğu ve yarınlarımızın sahipsizliğini gözler önüne sermektedir. Karakola düşen sokak çocuklarının karşılaştıkları davranışlar, Komiser Hamdi Bey karakteri ve düşünce yapısı ile, dönemin özellikleri içerisinde anlatılmaktadır. Komiser Hamdi Beyin sıra dışı aile yaşantısı yalın bir dille kaleme alınmıştır. Yazar Komiser HAmdi Bey gibi toplumda itibar sahibi bir karakterin özel yaşantısındaki çarpıklıkların onda çift kişilik oluşturduğunu, onun yaşantısındaki olumsuz olaylar ve olumsuz davranış özelliklerine karşı, çevresinde farklı tanınan birsi olarak yaşadığı kişilik çatışmaları anlatılmaktadır. Başında üç evlilik geçen Komiser Hamdi Bey üç karısını da evliliğinin daha ilk aylarında kaybetmiştir. Dördüncü karısı da yine yatağında ölü bulununca Komiser Hamdi Bey bu dört kadının da gıdıklayarak katılmasına sebebiyet verdiği gerekçesiyle hapse mahkum edilmiştir.
Yine dönemin ileri gelen karakterlerinden biri olan Bankacı Servet Bey, nüfusunu kullanarak iyi bir mevkiye ve servete sahip olmuştur. Panoramada bu şahsiyetin aile yapısı üzerinde durulmaktadır. Sadece parayı düşünen baba karakteri Servet Bey çok vurdumduymaz bir insan olarak ne eşinin ne oğlunun ne de kızının hayat tarzına önem vermeyen biri olarak anlatılmaktadır. Yemesi ,içmesi ve yaşantısıyla Amerikan artistlerinin kopyası Bankacı Servet Beyin kızı Sevim vatanı ve milletini düşünmeden sadece günü birlik yaşayan bir karakteri canlandırarak Türk İnkılabıyla gerçekleştirilmek istenen değişimi sadece görüntüde yakalamaya çalışan düşünmeden yaşayan vurdumduymaz özenti gençliği temsil etmektedir. Tıpkı Sevim gibi abisi Nedim de sorumsuz ve uçarı yaşam tarzıyla dikkati çekmektedir.Romanda özellikle Servet Beyin ailesinin geçirdiği olumsuz olaylar neticesinde (kızının tecavüze uğraması gibi), ailesinin Avrupa’ya gidişleri ve oradaki yaşantıları, aile dostlarının kanalıyla yurt dışına kaçırdığı paraların yönetimini nasıl gerçekleştirildiği ibret verici bir anlatımla dile getirilmektedir. Sorumsuz bir babanın yetiştirdiği iki genç ve yaşantıları ile yazar gençliğin karşılaşabileceği sorunları yalın ve etkileyici bir dille anlatmıştır.
Sevim ve Nedim karakterlerinin zıddı diğer önemli bir karakter ise, aydın kesimi temsil edenlerin başında gelen Fuat’dır. Fuat, önemli şahsiyetlerden biri olan Osman Nuri Beyin oğludur. Osman Nuri Bey, İnkılap sonrası işlerinin kötü gitmesi nedeniyle tüm servetini kaybetmiş ve sonrasında gelen olumsuz olaylar sonucu intihar etmiş gururlu, dürüst ve ailesini önemseyip çocuklarına tüm zorluklara rağmen iyi bir tahsil imkanı vermeye çalışan bir baba karakteriyle karşımıza çıkmaktadır. Babasının intiharından sonra ailenin yükü istemeyerek Fuat’ın omuzlarına binmiştir. Her şeye rağmen yaşamın zorlukları ile mücadele etmesini öğrenen Fuat, üniversiteyi bitirerek gazeteci olmuştur.
Aydın kemsi temsil eden diğer iki karakterden bir tanesi Diyarbakır Lisesi’nde edebiyat ve felsefe hocası olan Ahmet Nazmi olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer aydın karakter ise İzmir Dış Ticaret Müdürü Cahit Halit’tir. Roman boyunca yazar bu iki aydın arasında geçen mektuplaşmalarla aydın kemsin inkılap için düşündüklerini anlatarak Kemalizm için bir tahlil yapmaya çalışmıştır.
Yazar Diyarbakır’daki Ahmet Nazmi’ni ağzından şu satırları yazmaktadır: “Yıllar yılıdır, geceli gündüzlü haykırıp durduğumuz “inkılap” kelimesini daha “i” harfi bile buraya aksetmemiştir. Kabahat kimde? Bu halkta mı? Hayır, bin kere hayır; kabahat bir inkılabın plansız, teşkilatsız ve tekniksiz yapılabileceği hayaline kapılanlardadır. İki üç maddelik bir kanun, valiye, polise, jandarmaya birer emir…Her şeyi olmuş bitmiş farz ediyoruz; bu kanunların, bu emirlerin –kafaların içi şöyle dursun- hatta dışını bile değiştiremediğini görmek istemiyoruz. Umumi müfettiş bey, -halkı Avrupai yaşayışa alıştırmak için- misafirlerini akşam yemeğine smokinle kabul ediyor; bizim lisenin müdürü ise, bütün gün mektebin içinde ökçesiz terliklerle dolaşıyor; biri, yeni sosyal nizam kurmak, öbürü, öbürü, kafaları işlemek gibi iki çetin vazifeyi üzerine almış bulunan bu adamların her ikisi de bence, başka başka bakımlardan inkılap metodumuzdaki aynı axiome hatasının kurbanıdır. Ne o, ne de bu bir şey yapmaya muvafık olacak; her ikisi de, ağır bir çarkı, boşlukta döndürüp duracak”.
Yine yazar inkılabın temelleri diye kurulan Halkevlerinin düştükleri feci hali Ahmet
Nazmi’nin ağzından şu satırlarla aktarmıştır: “Sana, bu satırları, içinde in cin top oynayan, Halkevi’nin çırılçıplak bir odasında yazıyorum. Bu çizgili kağıtla, içi hareli zarfı biraz evvel aşağıdaki bakkaldan satın aldım. Kusura bakma. Bu kültür ocağında kitap falan şöyle dursun, hatta kağıt kalem bulmak mümkün değil. Bahsettiğim geniş odanın ortasında bir büyük masa duruyor; bunun üstünde, İstanbul’dan, Ankara’dan gelmiş bir takım eski gazetelerle mecmualar hiç el değmeksizin kendi kendine yıpranıp solmaktadır. Tanrım, hepimize sabır ve selamet ihsan eyle!”
Ahmet Nazmi her ne kadar yadın kesimi temsil etse de içine düştüğü ümitsizlik girdabı onu bir hayli üzmektedir. Yazar Türk inkılabının korunup geliştirilmesinde aydın kesimin önemini Cahit Halid’in mektup satırlarından okuyucuya çarpıcı bir dille aktarmaktadır: “Nice çetin zorluklarla, tıpkı bir harp meydanında gibi, savaşacaksın. Dişinle, tırnağınla didişeceksin. Bazen ölesiye yaralanacaksın. Fakat bir an umutsuzluğa düşmeden, bir kere, “Uff!” demeden kavgana devam edeceksin. Yoksa, Türkiye’nin yüz elli yıldan beri dördüncü ve sonuncu olarak giriştiği bu kurtuluş ve kalkınış hamlesi de kendisiyle beraber tarihin uçurumuna yuvarlanıp gider. Dava senin ya da benim, Ali’nin, Veli’nin mutluluğu, rahatı, refahı değil; dava bir makus olaylar selinin durduruluşu , bir büyük eserin yaradılışı davasıdır. Sen ve ben bu dev işinin binlerce adsız ırgatları arasında yer alıp çalışmaya rıza gösterdiğimiz gün, bu memleketin selamet saati çalmış olacak.” Burada aydın diye geçinip toplumda söz sahibi olarak büyük servet sahibi olan Servet Bey gibi karakterlere de bir gönderme yapan yazar yeni kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesini seven, düşünen ve kendi menfaatlerini ikinci plana atarak sadece ülkesi için çalışabilecek aydınlara olan ihtiyacı gözler önüne sermiştir.
Panoramanın ikinci bölümünde ise yazar, birinci bölümde anlatılan insan karakterlerine geri dönüş yapar ve onların 1940’lı yıllardaki yaşamlarından kesitler sunmaya çalışılır. Bu bölümün başlangıcında özellikle Atatürk’ün hastalığı ve ölümü dramatik bir söylemle anlatılır. Romandaki karakterlerin Atatürk’ün ölümü ile ilgili bakış açıları, özellikle bu olaya sevinen ve üzülen taraflar olarak, ölümden sonra insanların beklentilerinin neler olabileceği anlatılmaktadır. Atatürk’ün ölümünden sonra, Atatürk İnkılaplarının geleceği, başarısı ve ülke üzerindeki etkilerinin neler olabileceği, halk arasında oluşan olumlu ve olumsuz beklentiler, fikir ayrılıkları üzerinde durulur.
Yazar ulu önder Atatürk’ün cenaze törenini sade ve çok dokunaklı bir dille gözler önüne sermiştir. “Bu tören her türlü tahayyül ve tasavvurun üstünde bir şeydi. Bizim basın karalamacıları ve acemi mikrofon çığırtkanları şöyle dursun – belki Flaubert çapında bir kalem ustası bile sanırım- o hali , o manzarayı bütün heybetiyle tasvire erip yetişemezdi.” Bu satırlarla yazar, toplumdaki her kesimden –Tahinci Zade Hacı Emin Efendi gibiler hariç- insanların Ata’nın son yolculuğundaki hissiyatını aktarmaya çalışmıştır.
Atatürk’ ün ölüm hadisesinin hemen ardından yazar irticanın sembolü Tahinci Zade Hacı Emin Efendi karakterinden yine bahseder. Toplum içindeki yerini ve nüfusunu muhafaza eden karakterimiz malına mal katmaya devam etmektedir. Kendi çapında Atatürk’ün bu vatan için hiçbir şey yapmadığını söyler. Yazar bir başka tehlikeye okuyucunun dikkatini şöyle çekmektedir. Tahinci Zade Hacı Emi Efendi’nin oğlu Tahir Bey Cumhuriyet Halk Partisi İl Başkanlığına tekrar seçilmiştir. Zira Tahinci Zade Hacı Emin -ki yazar ondan sık sık mübarek zat tamlamasıyla bahseder – oğluna büyük bir ısrarla parti il başkanlığına seçilmesi konusunda baskı yapmaktaydı.
İlerleyen bölümlerde Atatürk sonrası Dünya genelindeki değişimler ve II nci Dünya Savaşı nedeniyle yeni ittifak arayışları sonucu oluşan aydınların üzüntüleri anlatılmaktadır. Savaşa girilebileceği ihtimali üzerine ülkenin geriye doğru gideceği düşüncelerinin aydın kesim üzerinde nasıl şekillendiği, bu kesimin endişelerinin boyutları, ülkede yaşayan diğer insanların, savaşla ilgili nasıl gruplaştıkları fikirsel açıdan ortaya konmaktadır. Özellikle savaşta Almanya’nın yanında olmak isteyenlerin, savaş nedeniyle mal stoklayanların, hayat pahalanacak diye panik olanların durumları ile belirli bir grubun savaş karşıtı olarak, savaşa yönelik düşünce akımlarının dışında kalmamız gerektiğini savunduğu önemle üzerinde durularak anlatılır. Bütün bu düşünceler insan manzaraları ile ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Yazarın savaş psikolojisindeki halkın tasviri şöyledir:” Kimi savaşa girelim, kimi girmeyelim diyordu. Sokaktaki adam, pırasanın kilosu 70 kuruşa çıktığı için, homur homur homurdanıyordu; dükkandaki adam , kesatlıktan acı acı sızlanıyordu. Çiftçi, tütünün, pamuğun ya da buğdayın elinde kalmasına kızıyordu; tüccar, alıp satacak mal bulamadığına hırslanıyordu. Öbür yandan ise kesatlık, yoksulluk ve kıtlık ülkesinde bakımsız toprakları kaplayan yabani otlar gibi boyuna milyonerler türemekteydi. Lakin, hikmetinden sual olunmaz , bunlar arasında bir yüzü gülene rast gelinmiyordu. Hepsi bir acayip şaşkınlık, bir gizli endişe, bir korku içinde yaşıyordu ve bu şaşkınlık, bu endişe, bu korku milyonları çoğaldığı oranda artıyor gibiydi. Zira, hiçbiri bu paralarla ne yapacağını , bu paraları nereye koyacağını bilemiyordu. Bankalar emin değildi; çünkü bunlar hep devleti,n elindeydi ve banknot desteleri altın sikke kümeleri gibi yere gömülemezdi. Sonra, bakalım bu banknotlar bugünkü kıymetlerini ne zamana kadar muhafaza edebilecekti? Şimdiden ,Türk lirasının satın alma kudreti, tepesi aşağıya düşmeye başlamıştı. Buna göre milyonerlerin çoğu ehveni şerdir diye paralarını arsaya, emlake yatırmaktan başka çare bulamıyordu ve yangından mal kaçıran kimselerin telaşıyla eski, yeni, sağlam, çürük, ucuz, pahalı demeyip, birbirlerini ite kaka, köşklerin, konakların , yalıların, apartmanların üstüne üşüşüyorlardı.” Bu satırlarla yazar halkın içinde bulunduğu havayı okuyucuya net olarak sunmuştur.
Kendi devrinin olaylarını çok güzel gözlemleyip aktaran yazar aynı savaş psikolojisindeki Avrupa devletlerinden tıpkı Türkiye gibi ikinci dünya savaşına girmemiş İsviçre’de yürütülen “Harp Ekonomisi” politikasını Servet Beyin ailesini emanet edip yurt dışına gönderdiği ve Servet Beyin kızı Sevim’e aşık olan yardımcısı Ragıp Bey ağzından okuyucuya aktarıp ülkemizle İsviçre’yi kıyaslayıp Türkiye’de oynanan oyunlara dikkat çekmiştir. Yazar, adeta “biri, yer, biri , bakar, kıyamet ondan kopar” mesajını zenginin parasına para katıp fakirin daha da fakirleştiğini ibret verici satırlarla sunmuştur. “İsviçre’de “ harp ekonomisi” bürosu, bir iaşe diktatörlüğü demekti. Bu idare, memleketin bütün hububat ambarlarını, deri ve yün depolarını kendi kontrolü altında tuttuğu gibi, şunun bunun evindeki kilerlere ve kümeslere de karışırdı. Olmaya ki, bu kümes sahiplerinden biri, tavuklarının yumurtalarından istifadeye; olmaya ki bir köylü ona haber vermeden ineğini sağmaya ya da domuzu öldürmeğe kalkışısın; iaşe kontrolcüsünün pençesini derhal yakasında bulurdu. Buna rağmen, altı yıl, hiç kimse, ağzını açıp herhangi bir itirazda bulunmadı. “Benim malıma, benim işime gücüme ne hakla karışıyorsun?” demedi ve hileye, dalavereye, karapazar yollarına sapmaktan da çekindi.bu suretle, gerçi oburlar iştahlarına göre yiyip içemediler ama, aç ve çıplak kalan da olmadı. Zengini , fukarası aynı nispette yaşamak için gereken gıdayı , kaloriyi aldı.”
Yazarın politik alanda kaleme aldığı ve Halk Partisinin millet vekili olan Neşet Sabit karakteri ile kendi çıkarı için çalışan sözde politikacıların düşünce yapısını ortaya koymuştur. Nitekim Neşet Sabit bir zamanlar Cumhuriyet Halk Partisinin sözde en ateşli vekillerinden biri iken iyi bir bakanlık uğruna 1946 seçimlerine Demokrat partiden aday olarak katılmıştır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, cumhuriyet rejiminin bu dönemde ne kadar büyük bir tehlikeye maruz kaldığını anlatırken yine irtica sembolü Hacı Emin Tahıncıoğlu’nun – soyadı kanunu ile Tahıncızade Hacı Emin Efendi’nin yeni ismi- dilinden şu satırları okuyucuya aktarmaktadır: “Hacı Emin Efendi, yolu düşüp de (Millet Bahçesi)’nin önünden geçerken gözü Atatürk’ün büstüne ilişir ilişmez mekruh bir şey görmüşçesine başını çeviren ve her defasında, can ve gönülden bir “Lanetullahı Aleyh” demeyi unutmayan bir adamdı”. Yazar bu bölümde etrafı saran sayıları gittikçe artan ve kendi değimiyle İstanbul sokaklarını yabani otlar gibi saran kara sakallı kimselerden bahsetmektedir ve bir Atatürk büstünün yıkılması olayını tüyler ürpertici bir şekilde okuyucuya aktarmaktadır.
Yazarın aydın kesimi temsil eden karakteri Fuat romanın bu bölümünde karşımıza ruh haliyle çıkmaktadır. Fuat karakteri çocukluğunda medreselerin kapatılmasından Şapka Kanununa kadar birçok inkılap yadırgayan ve hurafeleriyle geleneklerine bağlı nice kimseler görüp tanımıştır. Hatta, bunlar arasında pek yakın akrabaları, bunlar arasında kendi annesi ve ninesi bile vardır. Bu insanlar Fuat gözünde çoğu beş vakit namazını kılan ,Ramazan orucunu tutan ve sayılı günlerde ölülerine Yasin okumayı ihmal etmeyen kimselerdir. Yazar Fuat’ın gözünden bu insanların etrafta dolaşan yabani şekillere giren sözde dindar kara sakallılarla şöyle mukayese etmektedir:” Bu insanların ne hür fikirli bir insan olduğunu bildikleri babasını, ne de ailesinin yeni hayat şartlarına göre yetişen gençlerine karşı herhangi bir ters muamelede bulundukları görünmezdi. Olsa olsa, böylelerine acıyarak bakmakla kalırlardı ve hepsinin yüzü annesinin yüzü gibi tertemizdi, hepsi Atatürk öldüğü gün tıpkı annesi gibi yas tutup ağlamışlardı.”
Romanın son kısmı acı ama ibret verici bir olayla son bulmaktadır. Felsefe öğretmeni Ahmet NAZMİ profesör olmuş ve Fuat ile arası biraz açılmıştır. Hele Şehzade başında eski bir ailenin dayalı döşeli konağına iç güveysi olarak girdikten sonra Fuat’ı iyice küçümser olmuştur. Fuat son akşam geç saatlerde Profesör Ahmet Nazmi’nin mektupla daveti üzerine evlerine bir ziyarette bulunmuştur. O gece Fuat, Ahmet Nazmi ve eşine ruh haletini aktarırken çevresindeki yobazların sayılarının gün geçtikçe arttığını, bir çığ gibi üzerlerine geldiklerini, pek yakında bütün heykelleri, anıtları sütun ya da kitapları talan ettikten sonra evlerin içine müdahele edeceklerini anlatmıştır. Hatta Fuat bu yobazların kendileri gibi olmayanlara katli vaciptir damgasını vurup onları öldüreceklerini bile söylemiştir.
Fuat’ın o gece söylediği sözler arasında göze en çarpan ifadeler yazar tarafından şöyle aktarılmaktaydı okuyucuya:” … ve etekleri altında ya bir kazma ya da bir satır gizleyip taşırlar. Bu vahşi aletlerle şimdilik sinsi sinsi Atatürk’ün heykellerine saldırıyorlar; yarın açıktan açığa O’nun yolunda yolunda yürüyenlerin kellelerini uçurmaya kalkışacaklardır. Bunu da hissediyoruz; Ahmet Nazmi Bey de bunu benimle birlikte, benim kadar hissetmekte, bundan benim kadar korkmaktadır.Fakat ne de olsa serde bir entelektüellik gururu var. Korkumuzu belli etmek istemiyoruz ve bunu örtmeye çalışıyoruz. Bizden ötede ise, ne tehlikeye karşı tedbir alma iradesi, ne tehlikeyi olduğu gibi görme istidadı… bizden ötede yalnız politika var.” Bu satırlarla aydınların çaresizliği hazin bir şekilde tasvir edilmiştir.
Nitekim o gece ateşli konuşmalar ardından Fuat rahatlamak için kendini gecenin karanlığına bırakmış ve sokağa fırlamıştır. Arkasından yetişen Ahmet Nazmi ile sessizlikte ilerlerken işittikleri bir uğultuya doğru yönelmişlerdir. Dönemin tekkelerinden birinde ayin yapan kişilere içinde bulunduğu ruh hali ile müdahale eden Fuat ve Ahmet Nazmi çıkan arbede sonucu öldürülmüşlerdir. Böylece Fuat gibi aydınların korktuğu hazin son başlarına gelmiştir. Bu olayın aktarıldığı satırlarda Atatürk Cumhuriyetinde bağnazlığın, nasıl öldürücü bir silah olabileceği ibretle anlatılmaktadır.
25 Kasım 2013 Pazartesi
Suç ve Ceza, Dostoyevski
Dört aydır evin kirasını verememişti. Evin sahibi onu mahkemeye verecekti.
Uzun süreden beri hasta olmasına rağmen yaşlı Teteri kadının evine gidebilirdi. Daha önceki yüksüğe 1.5 Ruble veren kadın yeni getirdiği saate baktı ve “1.5 Ruble” dedi. Raskonikov kabul etmek zorundaydı çünkü kata çıkana kadar kimseyle karşılaşmamıştı. Yaşlı kadın, kız kardeşi ile beraber kalıyordu evde. Çok zengin olmasına rağmen, kız kardeşi hiç miras bırakmayacaktı. Kız kardeşini çoğu zaman döver, onun her işini takip etmesi gerektiğini düşünürdü.
Raskolnikov 1.5 Rubleyi aldı ve dışarı çıkıp bir meyhaneye gitti. Marmeladov yan masada oturuyor olmasına rağmen taşınıp sohbet etmekten kendini almamıştı. Marmeladov eşini çok seviyordu ve üç çocuğunu da; ama çok içyordu. O kadar ki ailenin geçimi için Sonya fahişelik yapmak zorunda kalmıştı. “Ne kadar fedakar bir kız bu Sonya” diye düşünmekten kendini almamıştı. Raskolnikov. Marmeladov ‘un evine gittiklerinde eşi haykırışla onları yumruklamaya başladı. Hep içiyordu ve evdeki 20 Rubleyi götürüp içkiye vermişti. Marmeladov’a Raskolnikov cebindeki 50 Kapik’i oraya bırakarak uzaklaştı. Eve geldi, yorgundu. Nastasya bir mektup getirdi. Raskolnikov heyecanla okumaya başladı mektubu. Annesinden gelmişti mektup. Annesi kız kardeşi Dunya’dan bahsediyordu. Dunya, Luzhin adında çift memurluğu olan 45 yaşındaki biriyle evlenecekti. Hem Luzhin onların eşyalarıyla beraber Petersbur’ga gelmesi için yardım edecek, gelmelerini sağlayacaktı. Annesi, 60 mil ötedeki tren yoluna gitmek için bir araba ayarladığını, trende ise 3 ncü sınıfta güzel bir yolculuk yaptıktan sonra Petersburg’a gideceklerini ve onu çok özlediğini yazıyordu.
Raskolnikov “Bu evlilik olmayacak” diye düşündü. Dışarı çıktı ve birkaç saat dolaştıktan sonra yorgun düşüp bir yerde uyukladı. Kötü bir rüya gördükten sonra uyandı. Eve gitti. Saat 7’ye yaklaşıyordu. Saat uygundu. Aşağıdaki baltayı alacak kimseye gözükmeden yaşlı tefeci kadının evine gitti. İçeri girerken onu kimse görmemişti. 2 nci katta boya yapan adamlarda onu yukarı çıkarken görmemişlerdi.
Tefeci kadının evine girdi ve ona bir kültablası uzattı. Kadın kültablasına bakarken baltayı kafasına indirmişti. Kadının ölü bedeni yerde yatıyordu. İçeri daldı ve dolaptan sadece rehin verilmiş, birkaç parça altını cebine aldı. Yaşlı kadının kız kardeşiyle içeride karşılaştı. Kızın şaşkın bakışları altında baltayla onu da öldürdü. Doğrusu bir kişinin toplumdaki binlerce kişinin refahı ve mutluluğu için ölmesinin bir zararı yoktu. Üstelik bu tefeci kadın çok kötü biriydi. Kapıda birkaç kişi kapıyı vuruyorlardı. Raskolnikov titriyor, dışarı çıkıp her şeyi itiraf etmek istiyordu ama yapmadı. Dışardakilerden biri kapının içeriden sürgülü olduğunu fark etti. Yaşlı kadına bir şey olduğunun farkına vardılar. İki kişi Kapıcıyı çağırmak için aşağı indi. Bu kaçmak için tam fırsattı, Raskolnikov kapıyı açtı, hızla merdivenlerden inmeye başladı, aşağıdan gürültü gelmeye başlayınca Raskolnikov boyacıların dairesinin kapısının arkasına saklandı ve kapıcı ile üç adam yukarı çıkınca o da dışarı çıkıp değişik bir yoldan eve gitti. Baltayı aldığı yere bıraktı. Çok korkmuştu ve titriyordu. Aldığı mücevherleri ve kıymetli takıları dışarıda bir yerde saklamayı ihmal etmedi.
“2 gün geçti hala uyanmadı” diye düşünüyordu Üniversite arkadaşı Razumihin. Doktor Zozimov hastalığı atıp kendisine geleceğini söylüyordu. Ama Raskolnikov uyanınca arkadaşını ve doktoru isteksiz bir vaziyette evden kovdu ve dışarı gidip bir bara oturdu. Eski gazeteleri okurken yanına gelen bir polis memuru melenkolik ve deli bir ruh haliyle cinayetten bahsedip, üstü kapalı her şeyi anlattı. Korktuğunu, endişelendiğini hiç hissettirmedi.
Ertesi gün eve geldiğinde annesi ve kız kardeşi Dunya’ nın kendisini beklediklerini gördü. Çocuğun halini gören anne şaşkınlıkla titriyordu. Onu ertesi gün bay Luzbinin geleceği görüşmeye çağırırken korkmuştu. Ertesi gün bay Luzbin onları ziyaret etttiğinde, Raskolnikov haklı çıkmanın gururu ile gülüyordu. Bay Luzbin kız kardeşi çok aşağılamış, onların fakir bir aile olduğunu değerlendirerek fazla istekte bulununca evden kovulmuştu. Hemen ardından Raskolnikov “elveda” diyerek evden ayrıldı. İnanamıyordum. Annesi oğlunun bu tavırla doğrusu ağlamaktan başka yapacak bir şeyleri yoktu. Raskolnikov melankolik halde evi terk ederken her nasılsa arkadaşı Razumihin’e onları emanet etmeyi de ihmal etmemişti.
Bay Marmeledov’un cenazesi için evine gittiğinde Sonya’da oradaydı Sonya’ya karşı inanılmaz bir his içindeydi. Ailesi için Sonya’nın yaptığı fedakarlık onun gözlerini büyülemişti. Birkaç gün boyunca Sonya’yı düşündü ve fırsat buldukça onunla konuşmaya çalışarak geçirdi vaktini.
Polis memuru porifiri Raskolnikov’un (Mihailovis adında genç biri cinayeti işlediğini itiraf etmiş olmasına rağmen) cinayet işlediğini biliyor ve onun psikolojik durumunu bildiği için, itiraf etmesi için onu sıkıştırıyor ama tutuklamayacağını söylüyordu. Cinayeti işlediğini Sonya’ya itiraf etmişti. Sonya’da Raskolnikov’a “gidip teslim olmasını, yere kapanıp Allah’tan ve insanlardan özür dilemesini” istiyordu.
Sonuç olarak Raskolnikov vicdanının verdiği acıya dayanamayıp suçunu polise itiraf etti. 1.5 yıldır Sibirya’daydı Raskolnikov. Petersburg’da, Razumuhin ve kardeşi Dunya evlenmişlerdi. Mahkeme Raskolnikov’un iyi hali, parayı kullanmadığı, daha önceki yaşamında verimli bir üniversite öğrenimi yaptığı, fedakar kişiliği ve kendi kendine teslim olmasından dolayı, çok az bir cezayla 8 yıl kürek mahkumiyetine çarptırıldı. Raskolnikov’u Sonya her gün ziyaret ediyordu. Sibirya da ailesi ile sürekli mektuplaşan Sonya, Razumuhin ve Dunya’nın tek haber kaynağıydı. Raskolnikov,Sonya’nın sevgisi ile hayata bağlandı ve geleceğin planlarını beraber hayal etmeye başladılar.
Uzun süreden beri hasta olmasına rağmen yaşlı Teteri kadının evine gidebilirdi. Daha önceki yüksüğe 1.5 Ruble veren kadın yeni getirdiği saate baktı ve “1.5 Ruble” dedi. Raskonikov kabul etmek zorundaydı çünkü kata çıkana kadar kimseyle karşılaşmamıştı. Yaşlı kadın, kız kardeşi ile beraber kalıyordu evde. Çok zengin olmasına rağmen, kız kardeşi hiç miras bırakmayacaktı. Kız kardeşini çoğu zaman döver, onun her işini takip etmesi gerektiğini düşünürdü.
Raskolnikov 1.5 Rubleyi aldı ve dışarı çıkıp bir meyhaneye gitti. Marmeladov yan masada oturuyor olmasına rağmen taşınıp sohbet etmekten kendini almamıştı. Marmeladov eşini çok seviyordu ve üç çocuğunu da; ama çok içyordu. O kadar ki ailenin geçimi için Sonya fahişelik yapmak zorunda kalmıştı. “Ne kadar fedakar bir kız bu Sonya” diye düşünmekten kendini almamıştı. Raskolnikov. Marmeladov ‘un evine gittiklerinde eşi haykırışla onları yumruklamaya başladı. Hep içiyordu ve evdeki 20 Rubleyi götürüp içkiye vermişti. Marmeladov’a Raskolnikov cebindeki 50 Kapik’i oraya bırakarak uzaklaştı. Eve geldi, yorgundu. Nastasya bir mektup getirdi. Raskolnikov heyecanla okumaya başladı mektubu. Annesinden gelmişti mektup. Annesi kız kardeşi Dunya’dan bahsediyordu. Dunya, Luzhin adında çift memurluğu olan 45 yaşındaki biriyle evlenecekti. Hem Luzhin onların eşyalarıyla beraber Petersbur’ga gelmesi için yardım edecek, gelmelerini sağlayacaktı. Annesi, 60 mil ötedeki tren yoluna gitmek için bir araba ayarladığını, trende ise 3 ncü sınıfta güzel bir yolculuk yaptıktan sonra Petersburg’a gideceklerini ve onu çok özlediğini yazıyordu.
Raskolnikov “Bu evlilik olmayacak” diye düşündü. Dışarı çıktı ve birkaç saat dolaştıktan sonra yorgun düşüp bir yerde uyukladı. Kötü bir rüya gördükten sonra uyandı. Eve gitti. Saat 7’ye yaklaşıyordu. Saat uygundu. Aşağıdaki baltayı alacak kimseye gözükmeden yaşlı tefeci kadının evine gitti. İçeri girerken onu kimse görmemişti. 2 nci katta boya yapan adamlarda onu yukarı çıkarken görmemişlerdi.
Tefeci kadının evine girdi ve ona bir kültablası uzattı. Kadın kültablasına bakarken baltayı kafasına indirmişti. Kadının ölü bedeni yerde yatıyordu. İçeri daldı ve dolaptan sadece rehin verilmiş, birkaç parça altını cebine aldı. Yaşlı kadının kız kardeşiyle içeride karşılaştı. Kızın şaşkın bakışları altında baltayla onu da öldürdü. Doğrusu bir kişinin toplumdaki binlerce kişinin refahı ve mutluluğu için ölmesinin bir zararı yoktu. Üstelik bu tefeci kadın çok kötü biriydi. Kapıda birkaç kişi kapıyı vuruyorlardı. Raskolnikov titriyor, dışarı çıkıp her şeyi itiraf etmek istiyordu ama yapmadı. Dışardakilerden biri kapının içeriden sürgülü olduğunu fark etti. Yaşlı kadına bir şey olduğunun farkına vardılar. İki kişi Kapıcıyı çağırmak için aşağı indi. Bu kaçmak için tam fırsattı, Raskolnikov kapıyı açtı, hızla merdivenlerden inmeye başladı, aşağıdan gürültü gelmeye başlayınca Raskolnikov boyacıların dairesinin kapısının arkasına saklandı ve kapıcı ile üç adam yukarı çıkınca o da dışarı çıkıp değişik bir yoldan eve gitti. Baltayı aldığı yere bıraktı. Çok korkmuştu ve titriyordu. Aldığı mücevherleri ve kıymetli takıları dışarıda bir yerde saklamayı ihmal etmedi.
“2 gün geçti hala uyanmadı” diye düşünüyordu Üniversite arkadaşı Razumihin. Doktor Zozimov hastalığı atıp kendisine geleceğini söylüyordu. Ama Raskolnikov uyanınca arkadaşını ve doktoru isteksiz bir vaziyette evden kovdu ve dışarı gidip bir bara oturdu. Eski gazeteleri okurken yanına gelen bir polis memuru melenkolik ve deli bir ruh haliyle cinayetten bahsedip, üstü kapalı her şeyi anlattı. Korktuğunu, endişelendiğini hiç hissettirmedi.
Ertesi gün eve geldiğinde annesi ve kız kardeşi Dunya’ nın kendisini beklediklerini gördü. Çocuğun halini gören anne şaşkınlıkla titriyordu. Onu ertesi gün bay Luzbinin geleceği görüşmeye çağırırken korkmuştu. Ertesi gün bay Luzbin onları ziyaret etttiğinde, Raskolnikov haklı çıkmanın gururu ile gülüyordu. Bay Luzbin kız kardeşi çok aşağılamış, onların fakir bir aile olduğunu değerlendirerek fazla istekte bulununca evden kovulmuştu. Hemen ardından Raskolnikov “elveda” diyerek evden ayrıldı. İnanamıyordum. Annesi oğlunun bu tavırla doğrusu ağlamaktan başka yapacak bir şeyleri yoktu. Raskolnikov melankolik halde evi terk ederken her nasılsa arkadaşı Razumihin’e onları emanet etmeyi de ihmal etmemişti.
Bay Marmeledov’un cenazesi için evine gittiğinde Sonya’da oradaydı Sonya’ya karşı inanılmaz bir his içindeydi. Ailesi için Sonya’nın yaptığı fedakarlık onun gözlerini büyülemişti. Birkaç gün boyunca Sonya’yı düşündü ve fırsat buldukça onunla konuşmaya çalışarak geçirdi vaktini.
Polis memuru porifiri Raskolnikov’un (Mihailovis adında genç biri cinayeti işlediğini itiraf etmiş olmasına rağmen) cinayet işlediğini biliyor ve onun psikolojik durumunu bildiği için, itiraf etmesi için onu sıkıştırıyor ama tutuklamayacağını söylüyordu. Cinayeti işlediğini Sonya’ya itiraf etmişti. Sonya’da Raskolnikov’a “gidip teslim olmasını, yere kapanıp Allah’tan ve insanlardan özür dilemesini” istiyordu.
Sonuç olarak Raskolnikov vicdanının verdiği acıya dayanamayıp suçunu polise itiraf etti. 1.5 yıldır Sibirya’daydı Raskolnikov. Petersburg’da, Razumuhin ve kardeşi Dunya evlenmişlerdi. Mahkeme Raskolnikov’un iyi hali, parayı kullanmadığı, daha önceki yaşamında verimli bir üniversite öğrenimi yaptığı, fedakar kişiliği ve kendi kendine teslim olmasından dolayı, çok az bir cezayla 8 yıl kürek mahkumiyetine çarptırıldı. Raskolnikov’u Sonya her gün ziyaret ediyordu. Sibirya da ailesi ile sürekli mektuplaşan Sonya, Razumuhin ve Dunya’nın tek haber kaynağıydı. Raskolnikov,Sonya’nın sevgisi ile hayata bağlandı ve geleceğin planlarını beraber hayal etmeye başladılar.
17 Mart 2013 Pazar
Beyaz Gemi, Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi: Masumiyeti ve suçsuzluğu temsil eden bir çocuğun ve dolayısıyla dedesinin; devleti ve yönetici kesimi sembolize eden bir insan olan “Orozkul” tarafından zulme uğramasıdır.O yıl yedi yaşını doldurmuş, sekizine basmıştır.Ona önce bir çanta aldılar. Bu çantayı ona dedesi bir gezgin satıcıdan almıştır. Bu satıcılar San-Taş denilen bölgede oturmuşlardır. San-Taş'ta sadece üç aile oturur. Üç ailenin tek oğlan çocuğu olduğu için satıcının geldiğini ilk gören her zaman o olmuştur.
Sıcak bir yaz günüydü. Çocuk, kendisine ait bir gölcükte yüzmektedir. Bu defa, maşin-mağazanın bir toz bulutu kaldırarak geldiğini işte o zaman görür. Bu gölcüğü, ona çayın sığ bir yerini taşlarla çevirerek dedesi yapmıştır. Ninesi onun bir yabancı, bir hiç olduğunu söylemektedir. Bir yabancıyı ne kadar yedirip içirsen, ne kadar baksan, yine yabancı kalırdı.. Bir yabancı! Belki de asıl yabancı ninesidir.
O gün çocuk, maşin-mağazanın, gerisinde toz bulutu bırakarak yamaçtan inmekte olduğunu görmüştür. Sanki kendisine bir çanta alınacağını bilmiş gibi büyük bir sevince kapılır. Hemen sudan çıkarak, pantalonunu alelacele sıska bacaklarına geçirdi. Vücudu ıpıslak ve mosmordu. Maşin-mağazanın geldiğini herkesten önce haber vermek için evlerine doğru koşmaya başladı.
Olanca hızıyla koşuyor, çalıların üzerinden atlıyor, atlayamayacağı kadar büyük olan kayaların yanından dolanıyordu. Ihlamış Deve'nin yanından geçerken Maşin-mağaza geliyor seninle sonra konuşuruz dedi. Normal zamanlarda onun yanından hörgücünü sıvazlamadan geçmezdi.
Arkadaşsız, yapayalnız çocuk, onu kuşatan bu basit, saf çevresinde yaşayıp gidiyordu. Zaman zaman bütün bunları ona unutturan tek şey, gezgin satıcı, onun maşin-arabası idi. Onu görür görmez olanca hızıyla koşmaya başlardı. Söylemeye gerek yok, otlardan ve kayalardan başka bir şeydi bu maşin-mağaza. Neler neler yoktu içinde!
Çocuk eve geldiğinde, araba da evlerin arkasındaki avluya girmek üzere idi. Evlerin yüzü çaya bakıyordu. Bu taraf hafif bir eğimle suya kadar inerdi. Suyun öbür tarafında ise, birden dikleşiyor ve dağlara doğru yükselen ormanda buradan başlıyordu. Bu yüzden giriş yolu evlerin arka tarafındaydı. Çocuk vaktinde yetişip haber vermese, satıcının geldiğini kimse bilemezdi.
O saatte evlerde tek erkek yoktu, sabah erkenden çıkıp gitmişlerdi. Kadınlar ise ev işleriyle meşgul idiler. Çocuk açık duran kapılara koşup bağırmaya başladı:
-Geldi! Geldi! Maşin-mağaza geldi!
Kadınlar telaşlandılar. Önce, herbiri paralarını gizledikleri yere gitti, sonra da dışarı fırlayıp birbirleriyle yarışırcasına arabaya doğru koştular. İşe bakın siz! Nine bile övdü çocuğu:
-Bakın, görün işte, bizim oğlanın gözünden hiçbir şey kaçmaz !
Başka işleri vardı şimdi onların. Ne de çok mal vardı arabada! Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Ama topu topu üç kadın vardı: Çocuğun ninesi, üç evin en önde gelen kişisi olan korucubaşı Orozkul'un karısı olan Bekey hala, bir de kucağında kızcağızı ile gelen Gülcemal. Gülcemal, basit bir işçi olan Seydahmet'in karısı idi. Hepsi bu kadardı işte. Ama mallara bir anda öyle, saldırdılar, karıştırıp öyle alt-üst ettiler ki, satıcı onları uyarmak, her şeyi karıştırmamalarını ve hep birden konuşmamalarını söylemek zorunda kaldı.
Ama satıcıyı dinleyen kim! Kadınlar bütün malları savurmaya, havadan kapmaya, sonra bir bir seçmeye, daha sonra da seçtiklerini geri vermeye başladılar. Çocuk biraz uzakta durup bekliyordu. Satıcının suratı asıldı. Bir şey alacağa benzemiyordu bu kadınlar. Dağ taş demeden uzak yollardan niçin gelmişti buralara kadar? Gerçekten de öyle oldu. Kadınlar arabanın başından çekildiler. Heyecanları geçmiş, hatta biraz da yorulmuşlardı. Birbirlerine karşı ya da satıcıya karşı kendilerini haklı çıkarmaya çalışan sözler ettiler. Genç gelin Gülcemal kendini kurtaracak mazereti buldu. Satıcıya, kocası Seydahmet'in yakında şehre gideceğini orada paraya ihtiyacı olacağını, onu için de kesenin ağzını açmayacağını söyledi.
Kadınlar arabanın önünde biraz daha oyalanıp, satıcının deyimi ile üç kuruşluk mal aldılar. Tabii buna alış-veriş denirse! Sonra hepsi evlerine döndü. Onlar arkalarını döner dönmez satıcı yere tükürmüş, dağıtılan malları toplayıp bir an önce buradan uzaklaşmaya hazırlanıyordu: İşte o sırada çocuğu farketti:
-Ne o yaba kulak? Bir şey mi almak istiyorsun? Alacaksan acele et, kapatıyorum. Paran var mı?
-Hayır amca, param yok.
Bir süre sustular. Sonra satıcı yine sordu:
-Hangi ailedensin sen? İhtiyar Mümin'in mi?
Çocuk evet anlamında başını salladı:
-Onun torunu musun?
-Evet, diye yine başını salladı.
-Annen nerede?
Çocuk bu defa hiçbir şey demedi, Bu konuda konuşmak istemiyordu.
-Annen nerede olduğunu bildirmedi mi? Tanıyor musun onu?
-Bilmiyorum.
-Babanı da mı bilmiyorun? Babandan da haber yok mu?
Çocuk yine bir şey söylemedi. Satıcı işi şakaya getirerek sormaya devam etti:
-Sen de hiç bir şey bilmiyorsun be arkadaş. Öyle olsun, canın da sağ olsun. Al bakalım şunu. (Avucuna şeker doldurarak çocuğa uzattı).
Çocuk utanmıştı, almak istemiyordu.
-Al, al hadi. Bekletme beni, gideceğim.
Çocuk şekerleri alıp cebine koydu.
Satıcıyı uğurlamak için bir süre peşinden koşmayı düşünüyordu. O arada tembel, kıllı köpeği Baltek'i çağırmıştı yanına. Orozkul hep öldürmek isterdi o köpeği. Ne gereği vardı bu işe yaramaz köpeği beslemenin? Dedesi ise yalvaryakar, şimdilik ona dokunmamasını isterdi: Bir çoban köpeği bulur bulmaz Baltek'i bir yere götürüp bırakırız derdi.
Çocuk, satıcıya göstermeden Baltek'e bir şeker attı.Bak, çok koşacağız ha! dedi. Baltek hafif bir ses çıkararak kuyruğunu salladı. Yine şeker istiyordu. Ama çocuk bir tane daha vermeye cesaret edemedi. Satıcı gücenebilirdi. Maşin-mağaza gitmeden gelmesi ne kadar iyi bir raslantıydı! Yoksa o güzel çanta alınmayacaktı. Doğrusu o gün çok şanslı bir gündü çocuk için.
Köydeki aksakalların Kıvrak Mümin diye adlandırdıkları ihtiyarı çevrede herkes tanırdı ve onun da tanımadığı yoktu. Bu lakabı ona, uzak yakın herkesle çok iyi geçindiği, herkese güleryüz gösterip yardıma koştuğu için takmışlardı.
Kısacası, uzaktan torunu ile birlikte yas şölenine gelen bu ihtiyar adam, çay taşır, ayak işlerini yapardı. Onun yerine kim olsa çatlardı kahrından. Ama o hiç aldırmıyordu bunlara. Kıvrak Mümin'in davetlilere hizmet etmesine kimse şaşmazdı. Hayatı boyunca taşıyacağı Kıvrak lakabını onun için vermişlerdi ona. İyi yürekli bir insandı ve böyle olduğunu, ama değerinin bilinmediğini yüzüne bakar bakmaz anlardınız.
Mümin torununu maşin-mağazanın önünde görür görmez onun bir şeylere üzüldüğünü anladı. Ama satıcı gelip geçen bir konuk olduğu için önce ona hitap etti. Atından usulca inerek iki elini birden uzattı:
-Selamünaleyküm büyük tüccar! Dedi yarı şaka yarı ciddi. Kazasız belasız getirdin mi kervanı? Alış-veriş iyi geçti mi? Gülümseyerek satıcının elini sıkıyor, sallıyordu. Görüşmeyeli çok oldu, hoş geldin!
Satıcı Mümin'in konuşmalarına, perişan haline, sahte deriden çizmelerine, karısının diktiği keten pantalona, iyice eskimiş ceketine, yağmurdan ve güneşten rengi solmuş keçe takkesine bakarak ve hoşgörü ile gülümseyerek cevap verdi:
-Kervan iyi, sapasağlam, ama kötü olan şu ki, tüccar ayağınıza kadar geliyor siz ise başınızı alıp ormanlara, derelere gidiyorsunuz. Karılarınıza da Azrail can verir gibi paralarını sıkı sıkı tutmalarını tembih ediyorsunuz. Ne kadar mal getirirsem getireyim, elini kesesine atan çıkmıyor.
Mümin mahcup olmuştu. Özür diledi:
-Boynuzlu Maral Ana adına yemin ederim ki param yok.
Satıcı arabanın kapısını kapatmaya başladı. Tam bu sırada köpeğin kulağından tutup arabanın ardından koşmak için bekleyen çocuğa ilişti gözü. Yine konuştu:
-Bari şu çocuğa bir çanta al. Yakında okula gidecek değil mi? Kaç yaşında şimdi?
Mümin işte bu fikri beğendi. Nihayet bir şey alacaktı bu inatçı satıcıdan. Torununa da gerçekten bir çanta gerekecekti, bu güz okula başlayacaktı çünkü.
-Bak işte bu doğru, nasıl da unuttum. Yedisini bitirdi, sekizine giriyor... Gel bakalım buraya.
Torununu yanına çağıran dede, ceplerini karıştırıp bumburuşuk bir beş ruble çıkardı. Herhalde çoktan beri orada idi bu para. Çocuğa göz kırpan satıcı çantayı ona verdi: Sonra, yeni çantasını beceriksizce tutan torununa baktı, onu çekip bağrına bastı ve alçak sesle:
Bu çok iyi işte, bu güz okula gidersin. İhtiyar nasırlı, ağır elini usulca çocuğun başına koymuştu. Çocuk, birdenbire boğazına bir şeylerin tıkandığını hissetti. O anda dedesinin ne kadar zayıfladığını anladı, elbisesinden gelen her zamanki kokuyu da almıştı. İnsanın öyle bir dedesi, öz dedesi olması çok iyi bir şeydi.
Çocuk, Bekey halasından sonra çantasını Gülcemal'e ve onun kızına göstermek için onların evine doğru koştu. Oradan da olanca hızıyla ot biçen Seydahmet'in yanına gitti. Koşup Ihlamış Deve'nin yanından geçerken hörgücünü okşayacak vakti olmamıştı. Sonra Eyer'in, Kurt'un, Tank'ın yanından ve çayın kıyısından gitti. Daha sonra çaydikenlerinin arasındaki cılgadan geçti. En sonunda, biçildiği için çıplak kalan çayırın şeridinden koşup Seydahmet'in yanına geldi.
Seydahmet ot biçme işinde pek geride kalıyordu. Önceki gün dede bile kendini tutamamış, onu azarlamıştı bu ona dokunmuş olacak, sabahtan beri durmadan tırpan sallıyordu. Arkasında birinin koşup gelmekte olduğunu ayak seslerinden anlayan Seydahmet dönüp baktı, gömleğinin yeniyle alnındaki terleri sildi ve:
-Ne istiyorsun? Dedi. Beni mi çağırıyorlar?
-Hayır. Bak, bir çantam var benim. Dedem aldı, okula gideceğim.
-Yaa, bunun için mi koşa koşa geldin buraya? Bir kahkaha altıktan sonra devam etti konuşmaya: Mümin dede böyledir zaten Sen de onun yolunda gideceksin galiba. Ver de bir bakalım şu çantaya!
Çantayı aldı, kilidini açıp kapadı, evirip çevirip baktı. Sonra yine çocuğa uzatarak alaylı alaylı başını salladı:
-Peki, hangi okula gideceksin bakalım? Neredeymiş okulun?
-Hangi okula olacak? Fermadaki okula elbet.
-Celesay'a mı gideceksin yani? dedi şaşırarak Seydahmet.. Dağın ötesinde, en az beş kilometrelik bir yoldan gidilir mi oraya?
-Olsun, dedem atla götürüp getireceğini söyledi.
-Hergün götürüp getirecek ha! Delirmiş senin ihtiyar. Seninle beraber o da okula başlasa iyi eder. Aynı sıraya oturursunuz, dersler biter bitmez de dönersiniz...
Seydahmet katıla katıla gülüyordu. Mümin'in torunuyla aynı sırada oturması düşüncesi pek komik gelmişti ona.
Çocuk suratını asıp sustu.
-Darılma, dedi Seydahmet, ben gülmek için öyle konuştum. Seydahmet böyle derken çocuğun burnuna acıtmadan bir fiske vurdu ve kasketinin siperini alnına indirdi. Çocuğun başındaki kasket, dedesinin resmi korucu kasketiydi.
Seydahmet'in dedesini aşağılaması çok ağırına gitmişti çocuğun. Başındaki kasketi düzeltti. Seydahmet ona bir fiske daha vurmak isteyince hemen geri çekildi ve öfkeyle çıkıştı:
-Çek elini!
-Vay canına! Huysuzun tekiymişsin meğer! dedi gülerek. Hadi hadi, kızmana gerek yok. Çantan çok güzel. (Böyle derken omuzunu sıvazladı). Ama şimdi uç bakalım, benim daha çok işim var...
Bundan sonra elini tükrükleyerek tırpana yapıştı. Çocuk geldiği patikadan yine koşarak ve aynı taşların yanından geçerek evin yolunu tuttu. Ama taşlarla gevezelik edecek vakti yine yoktu. Şimdi çantasıydı önemli olan.
Kendi kendisiyle konuşmayı severdi. Ama şimdi bir çantası vardı ve onunla konuşuyordu. Konuşa konuşa evine dönüyordu. Çok hoş bir şeydi çantayla konuşmak. Bu konuşmayı uzatmak, kendisi hakkında çantanın bilmediği birçok şeyi anlatmak istiyordu. Ama engel oldular. Yan tarafında bir atın ayak seslerini duydu. Az sonra ağaçların arasından boz atına binmiş biri çıktı. Bu gelen Orozkul idi. O da evine dönüyordu. Ondan başkasını sırtına almayan boz atı Alabaş'a gümüş kayışlı eyerini, şıngır şıngır öten bakır üzengilerini vurmuştu.
Orozkul, parlak meşin çizmelerinin burnunu üzengiye dayamış, eyerinin üzerine yığılmışçasına, ağır ağır ilerliyordu. Çocuk çantasını kaldırıp ona doğru koşunca, az daha yuvarlanıp düşecekti atın üzerinden.
-Orozkul enişte, bak bir çantam var benim! Dedem aldı, okula gideceğim..
-Ay senin...
Korkusu geçmemiş olan Orozkul güçlükle dizgine asılarak çocuğa bir küfür savurdu.
Sonra, sarhoşluktan ve uykusuzluktan kanlanmış gözlerini çocuğa çevirerek:
-Sen de nereden çıktın? Nereden geliyorsun? dedi.
Çocuğun coşkusu, neşesi kaçmıştı. Birden kısılan sesiyle cevap verdi:
-Eve dönüyorum.. Şey.. çantam var, onu Seydahmet'e gösterdim de..
-Peki, peki.. Hadi git oyna.
Eyerin üzerinde güçlükle durarak sallana sallana yoluna devam etti. Başkalarına düzine düzine çocuk veren Allah, bu talih küskününe kendi kanını taşıyan bir yavrucak vermemişti.
Orozkul derin bir iç çekti, sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir yandan, bu dünyadan hiçbir iz bırakmadan ayrılacağı için kendine acıyor, bir yandan da öfkeden kuduruyordu. Öfkesi kısır karısına idi. O lanet karı, yıllardan beri ona bir çocuk doğurmuyordu...
Karağıl dağının tepesinden, dört yönde ta ufuklara kadar uzanan engin bir manzara görünüyordu. Yüzükoyun yere yatan çocuk, dürbünü gözlerine ayarlamaya başladı. Çok uzakları gösteren güzel bir sahra dürbünü idi bu. Onu dedesine, uzun yıllar ormanda görev yaptığı için armağan olarak vermişlerdi. Ama bizim ihtiyar Gözlerimin nesi var? Diye onu yanında taşımak istememiş, torununa vermişti. Çocuğun en sevdiği oyuncaktı bu.
O gün dağın tepesine dürbünle birlikte çantasını da götürdü. Dürbünün yuvarlak, küçük penceresinde, önce her şey oynaştı, birbirine karıştı, sonra her şey yerli yerine oturdu ve netleşti. Bunu yapmak çok hoşuna gidiyordu çocuğun. Görüntü netleşince ayarı bozmamak için bir süre soluğunu tutup seyretti. Sonra başka yere çevirdi dürbünü. Her şey yeniden birbirine karıştı ve çocuk bir daha ayarladı dürbünü.
Her yeri, her şeyi görüyordu buradan. Üzerlerine ancak göğün çıkabildiği yüksek dağların karlı dorukları bile görünüyordu. Bunlar, dünyayı kaplayan yüksek dağların ardında ve onlardan daha yüksekteydiler. Onlardan daha alçak olan dağların tepeleri çam ormanlarıyla kaplıydı. Eteklerdeki gür orman ise geniş yapraklı ağaçlardan oluşuyordu.
Çocuk uzun uzun baktı. Sonra, Beyaz Gemi daha görünmüyor dedi çantasına. Hadi okulumuza bir defa daha bakalım. Çocuğun boğazı ağrıdığı için dedesi bir gün onu burada yardımcı hekime götürmüştü. Şimdi dürbünü ile, kiremitleri kararmış, bacası eğilmiş ve önündeki bir levhaya el yazısıyla Mektep yazılmış o binaya dikkatle bakıyordu. Çocuk çevresine baktı. Dürbünü ufka çevirdi ve birden nefesini tuttu. Tamam! Geliyordu! Gemiyi görür görmez her şeyi unuttu: Taa orada, Isık-Göl'ün mavi, masmavi yüzeyinde, büyük, beyaz gemi süzülüp geliyordu.. Hey güzel gemi, hey? Sıra sıra bacaları olan, uzun, güçlü, güzel gemi! Sanki iple çekiliyormuş gibi dümdüz ilerliyordu. Çocuk alelacele gömleğinin ucuyla dürbünün camını sildi, güzelce ayarladı. Uzun uzun baklı gemiye. Ne zaman bir balığa dönüşeceğini, çaya atlayıp yüze yüze ona, o beyaz gemiye ne zaman ulaşacağını düşünüyordu hep. Günlerden bir gün, Isık-Göl'de gemicilik yapan babasının da bu beyaz gemide olabileceğini, orada çalıştığını düşünmüştü.
Sonra bu düşünceye tamamiyle inandırdı kendisini. Çünkü böyle olmasını yürekten istiyordu, bunun doğruluğuna ihtiyacı vardı. Aslında ne babasını hatırlıyordu ne de annesini. Kendini bildi onları hiç görmemişti. Onlar da bir defacık olsun onu görmeye gelmemişlerdi. Ama babasının Isık-Göl'de gemicilik yaptığını, anasının da babasından ayrıldıktan sonra onu dedesinin yanına bırakıp şehre gittiğini biliyordu. İşte o zamandan beri bir haber alamamışlardı annesinden.
Dedesi Mümin o uzak şehre bir defa patates satmaya gitmiş, tam bir hafta kalmıştı orada. Dönüşünde çayını içerken, Bekey halasına ve ninesine, o şehirde kızını, yani çocuğun annesini gördüğünü söylemişti. Büyük bir dokuma fabrikasında çalışıyormuş. Orada tekrar evlenmiş, yeni bir yuva kurmuş, iki kızı olmuş. Çalıştığı için çocuklarını bir yuvaya vermiş ve onları ancak haftada bir defa görebiliyormuş. Büyük bir binanın küçücük bir odasında oturuyormuş.
O gün, o çay saatinde, çocuğun babasından da söz etmişlerdi. Dedesinin duyduklarına göre, eski damadı, yani çocuğun babası, yine bir gemide çalışıyormuş, o da yeni bir yuva kurmuş, iki ya da üç çocuğu olmuş. İskelenin yakınında oturuyormuş. Dediklerine göre içkiyi de bırakmış artık. Seferden her dönüşünde karısı onu çocuklarıyla birlikte iskelede karşılıyormuş... Bu olayı hatırlayan çocuk Onlar Beyaz Gemi'yi, benim gördüğüm gemiyi karşılıyorlardır herhalde diye geçirdi aklından.
Beyaz gemi uzaklaşıyordu. Dürbünde bacaları bile görünmüyordu artık. Az sonra tamamen gözden kaybolacaktı. Şimdi çocuk, babasının gemisiyle yapacağı yolculuğun sonunu düşünmeli, bir son uydurmalıydı. O ana kadar her şey çok iyi gitmişti ama işin sonunu getiremiyordu bir türlü.
Ya babası onu almazsa. Haydi aldı diyelim, karısı ne der o zaman? Bu çocuk da nerden çıktı? Burda ne işi var? demez mi? Hayır, hayır, en iyisi babasıyla gitmemekti.
Ve işte gemi artık görünmez oldu. Beyaz gemi masalı da böylece son buldu. Şimdi eve dönmesi gerekiyordu. Çocuk yerden çantasını aldı, dürbünü koltuğunun altına sıkıştırdı. Evin eşiğinden adımını atarken yüreği küt küt atıyordu.
Ama evde tuhaf bir sessizlik vardı, avluda da kimseler yoktu, sanki ev terkedilmişti. Sonra anladı. Mümin dedesi bir kere daha çılgına dönen damadını yatıştırmak istemiş, yalvarıp yakararak Orozkul'un bileğini tutmaya çalışmıştı. Ama yine de kızının dövülmesi utancına, yara bere içinde kalmasına, acıdan inlemesine engel olamamıştı. Babasının yanında en ağır küfürleri savuruyordu Orozkul. Kısır kancık, dölsüz katır, lanet karı! diye bağırıyordu. Ve kızı da kaderine lanet okuyarak çığlıklar atıyor, bas bas bağırıyordu: Allah çocuk vermiyorsa suçum ne benim! Yeryüzünde koyun gibi doğuran ne çok kadın var, ben ise lanellenmişim! Niçin, niçin? Neydi benim günahım da böyle kısır bırakıldım! Öldür beni canavar adam, öldür! Vur, vur. Gebereyim daha iyi!.
Çocuk, bir parça ekmekle çanağındaki yoğurdu çabuk çabuk yedi, hiç ses çıkarmamaya çalışarak pencerenin dibine oturdu, lambayı yakmamış, dedesini rahatsız etmek istememişti. Düşünceleriyle başbaşa kalsındı dedesi. Çocuk da düşünüyordu. Bekey halanın kocasına votka vererek onu şımartmasına akıl erdiremiyordu bir türlü. Adam onu pestilini çıkarıncaya kadar dövüyordu. Dayağı yedikten sonra o, yarım litrelik bir şişeyi daha sürüyordu önüne...
Çocuğa ilkokul çantasının alındığı gün işte böyle geçti.
O akşam bu masalı bir defa daha dinlemeyi öyle istiyordu ki! Ama dedesini rahatsız etmek istemedi. Onun masal anlatacak durumda olmadığını anlıyordu.
Çocuğu okula dedesi götürüp getiriyordu. Orozkul buna çok sinirleniyordu. Hatta bir keresinde kavga bile etmişlerdi. Orozkul kızına da devamlı eziyet ediyordu. Eve iyice yaklaşmışlardı. Neler olmuştu? Orozkul yine dövmüş müydü zavallı Bekey'i? Zil zurna sarhoş muydu yine? Başka neler olmuştu? Korkusunu belli etmemeye çalışıyordu. Çocuk çantasını sallaya sallaya eve girerken Mümin onu durdurdu:
-Bekle, beraber gideriz.
Alabaş'ı ahıra götürüp bağladı, sonra çocuğun elinden tutarak eve doğru yürürken ona şöyle dedi:
-Dinle oğlum, eğer beni azarlar, bağırıp çağırırlarsa sakın korkma, söylediklerine hiç aldırma. Bunlar seni ilgilendirmez. Senin işin okula gitmek. O kadar.-
Ama bekledikleri gibi olmadı. Onlar içeri girince, Nine, suçlayan bakışlarla uzun uzun süzdü Mümin'i. Sonra dudaklarını büzerek, dikişine devam etti. Mümin de onunla hiç konuşmadı. Huzursuz, sıkıntılı bir halde bir süre odanın ortasında dikilip durdu. Sonra, içinde lakşa çorbası bulunan büyük bir tencereyi ocaktan indirdi. Ekmek ve kaşıkları da getirdi. Dede-torun geciken öğle yemeklerini yemeye başladılar.
Çocuk odadan çıktı. Oda kapısını henüz kapamıştı ki nine bar bar bağırmaya başladı:
-Nereye gidiyorsun?
-Gidip tomruğu çıkaracağım. Çayda kayalara sıkışıp kaldı.
-Yaa, şimdi mi aklın başına geldi! Sen önce git de kızını gör. Gülcemal'in evinde şimdi. Kimin ihtiyacı var kısır bir karıya.. Git de kendisi anlatsın sana başına gelenleri. Kocası onu uyuz köpek gibi kovdu evinden. İhtiyar çok üzgündü: Çocuk yatağa girdiği zaman hala titriyordu. Uzun zaman uyuyamadı. Dışarıya gecenin karanlığı çoktan çökmüştü. Başı ağırıyordu çocuğun, ama ağzını açıp tek kelime söylemedi. Hasta olduğunu kimse bilmiyordu. Unutmuşlardı onu. Öyle bir durumda nasıl unutmasınlar ki! Çocuk kendini çok fena hissetmeye başladı. Yine titriyordu şimdi. Kâh yanıyor, kah terliyor, kah donup tiril tiril titriyordu. Kalkıp dedesinin yanına gitmek istedi ama buna gücü yetmedi. Çocuk onlardan ayrılıp yine kendinin hayal dünyasına daldı.
Dedesi onu daldığı hayalden kurtardı: -Hey, niye dikilip kaldın öyle? Haydi gidiyoruz. Bin bakalım, vakit geçiyor. Eyerin üzerinde eğilip çocuğun ata binmesine yardım etti. Onu kürkünün eteğiyle sımsıkı sarmalarken sordu:
-Üşüdün mü?
O zamanlar okula gitmiyordu. Ama şimdi, o sıkıntılı uykusundan arada bir uyanıyor, büyük bir üzüntü içinde -Yarın okula nasıl gideceğim? Hastayım, kendimi hiç iyi hissetmiyorum... diye düşünüyordu.
Çocuk, ertesi sabah, erkenden, bir elin alnına dokunmasıyla uyandı. Dedesinin eliydi bu. Soğuktu, çünkü dışarıdan gelmişti. Çocuğun elini hohlayarak ısıtmaya çalışıyor, alnını tutuyor, göğsünü yokluyordu. İçini çekti ve üzgün bir sesle:
-Yat yavrum, dedi, kalkma! Vah vah! Çok hastasın, ateşin var. Ben de okul vakti geldiği halde hala niçin kalkmadığını merak etmiştim..
-Hemen kalkıyorum, dedi çocuk başını yastıktan kaldırarak. Ama başı döndü, gözleri karardı ve kulakları uğuldadı. Dede onu usulca yatırarak:
-Yat yavrum, kalkmayı düşünme. Hasta hasta seni okula götürür müyüm hiç? Çıkar dilini de bir bakayım. Çocuk kalkmak istiyordu.
-Öğretmen kızacak, dersi kaçıranları hiç sevmiyor.
-Kızmaz yavrum, ben gider anlatırım ona. Göster bakayım dilini.
Dede, çocuğun diline ve boğazına dikkatle baktı. Uzun uzun nabzını dinledi. Nasırdan kaskatı olan parmaklarıyla çocuğun ter içinde, ateşten yanan bileğini tutup atardamarını bulabilmesi bir mucizeydi doğrusu. Nasıl olduysa, kendisini biraz rahatlatan bir sonuç çıkarmıştı:
-Allah büyüktür. Çok önemli değil, sadece soğuk almışsın. Bugün yataktan çıkma. Akşam sıcak kuyruk yağıyla göğsünü ve ayaklarını ovarım. Bir güzel terlersin ve Allah'ın yardımıyla yarın tarpan tay gibi kalkarsın ayağa.
İhtiyar adam, torunun başucunda oturarak dün olanları ve bugün de onu bırakmayan olayları hatırladı, kaygılandı, içini çekti ve düşünceye daldı. Allah'ından bulsun! Diye mırıldandı. Sonra yine çocuğa döndürdü başını:
-Ne zaman hastalandın? Bana niye söylemedin? Dün akşam mı?
-Evet, dün akşam üzeri, çayın öbür kıyısında maralları gördüğüm zaman. Koşup senin yanına geldim. Sonra üşüdüm.
Mümin dede kendisini suçlar gibi:
-Yaa, peki yavrum, sen yat, benim gitmem gerek:
Dede kalktı ama çocuk onu bırakmak istemiyordu:
-Hadi bakalım koca adam, sen de git oraya! diye bağırdı.
Mümin başını eğdi. Pek üzgündü, acınacak haldeydi. Nine ise konuşmaya devam etti:
-Çaydaki tomruğu kamyonla çekip çıkaracaklarmış. Sen de git ve ne derlerse yap... Hay Allah, süt kaynatacaktım..
Böyle dedi ve koşup ocağı yaktı, bir hayli kap kacak sesi duyuldu. Mümin'in suratı asıktı. Karısına bir çift laf edip cevap verecekti ama o buna da fırsat bırakmadı:
Mümin'in sabrı taştı. Kapıya doğru yürürken:
-Yeter artık! diye bağırdı. Sen çocuğa sıcak süt ver hastalandı, yatıyor!
-Peki, peki, veririm, daha dikilip durma, git Allah aşkına, git!
Kocasını dışarı çıkarıp nihayet yola saldıktan sonra kendi kendine söylenmeye devam etti: Ne oldu bu adama böyle? Kimseye karşı gelmezdi, ağzını açıp tek kelime söylemez, isteneni yapardı. Çıldırdı mı ne! Yetmiyormuş gibi Orozkul'un atını al, dörtnala koştur! -Çocuğa öfkeli bir bakış yönelterek- Hem kimin için alıyor kendisini suya, ateşe!..
Böyle dedi ama çocuğa sıcak sütle erimiş taze tereyağ getirdi. Süt dudaklarını yakıyordu çocuğun. Nine içmesi için zorladı:
-Sıcak sıcak iç, hadi korkma. Soğuk algınını yalnız kaynar şeyler söküp atar!
Ağzı yanan çocuğun gözlerinden yaş geldi. Bunun üzerine nine de birden yumuşadı:
-Peki öyleyse, biraz soğutarak iç. Tam hastalanacak zamanı buldun sen de! diye içini çekti.
Çocuk sıkışmıştı, çişini yapmak için dışarı çıkmak ihtiyacını duyuyordu. Usulca kalktı. Bütün vücudunda tuhaf ama hoş bir gevşeme duyuyordu. Nine sıkıntısını anladı:
-Ne var, çişini mi yapacaksın?
-Evet, dedi çocuk.
-Dur kalkma, bir leğen getireyim.
Çocuk yatağında rahat rahat yatıyordu. Ninesine karşı kendisine baktığı için minnet duyuyor, yarına kadar iyileşip mutlaka okula girmesi gerekliğini düşünüyordu. Orada arkadaşlarına ormanda gördüğü üç maralı da anlatacaktı.
Çocuk uyuyordu. Sadece bir defa bir tüfek sesiyle uyandı ama hemen sonra yine uykuya daldı. Bir gün önceki uykusuzluk ve rahatsızlıktan dolayı bitkindi ve o yüzden derin bir uykuya dalmıştı. Yine de uyku arasında rahat bir yatakta yattığını hissediyor, ateşi ya da titremesi olmadığı için seviniyordu. Ninesi ve Bekey halası olmasa daha uzun zaman yatacaktı. Nine ve hala yavaş sesle konuşmaya çalışsalar da, kap-kacak gürültüsü çocuğu uyandırmıştı.
Nine alçak sesle konuşuyordu:
-Şu derin çanağı sen al. Şu tabağı da götür. Ben de kova ile eleği alıyorum. Uff belim! Ölüyorum yorgunluktan.
Çok iş gördük. Ama, Allah'a şükür, çok seviniyorum.
-Ah eneke, ben de öyleyim. Dün ölümü göze almıştım. Gülcemal olmasa belki kendimi öldürürdüm.
-Bırak bu saçmalıkları! dedi nine. Karabiberi aldın mı? Hadi gidelim! Sizi barıştırmak için bu armağanı Allah gönderdi bize. Gidelim!
Çıkıp giderlerken Bekey hala sordu:
Çocuk ne durumda? Hala uyuyor mu?
-Bırakalım biraz daha uyusun. Hazır olunca sıcak sıcak çorba içiririm ona.
Ama artık çocuğun uykusu kaçmıştı. Dışarıdan konuşmalar ve ayak sesleri duyuluyordu. Bekey hala sesli sesli gülüyor, Nine ile Gülcemal de aynı şekilde gülerek cevap veriyorlardı. Bu arada yabancı adamların seslerini de duydu O akşam gelenler olmalı, demek ki daha buradalar diye düşündü. Ama dedesini görememişti ve sesini de işitmiyordu. Neredeydi? Ne yapıyordu dedesi?
Çocuk sabırsızlıkla dedesini bekliyor ama dedesi bir türlü gelmiyordu. Az sonra, dedesi değil de Seydahmet geldi. Memnun görünüyordu. Pek neşeliydi. Yürürken biraz sallanıyor ve kendi kendine gülümsüyordu.
-Şuna bak sen! Yahu bana senin hasta olduğunu söylediler! Hiç de hasta değilsin sen. Çıkıp dışarıda oynasana. Hiç böyle yatılır mı?
Böyle dedi ve kendini çocuğun yatağı üzerine bıraktı. Nefesi içki, elleri ve elbisesi ise taze kesilmiş çiğ et kokuyordu. Çocuğu sarsa sarsa öpüyordu yanaklarından. Bir haftadır tıraş görmemiş yüzünün sert kılları çocuğun yanağına batıyordu:
-Tamam, tamam Seydahmet emmi, yeter artık, dedi çocuk. Peki dedem nerde, onu görmedin mi?
-Deden mi? Şeyde.. işte.. orda.. Dedi. Hadi kalk.
-Ama dedem hiç yataktan çıkma, dedi.
-Ne demek yataktan çıkmamak? Haydi gel. Böyle bir günde olur mu hiç! Her zaman göremezsin böyle günü.. Ziyafet var ziyafet.. Kap yağlı, kaşık yağlı, ağız yağlı.. Haydi kalk!
Sarhoş sarhoş çocuğu giydirmeye başladı.
-Bırak Seydahmet emmi, kendim giyinirim, dedi çocuk onun kolundan sıyrılmaya çalışarak.
-Dışarı çıktılar avluda dedesini gördü. Çocuk, ocağın önünde diz çökmüş odunları karıştıran dedesinin yanına gelmişti. Arkasında durup seslendi:
-Dede!
Dedesi onu duymadı.
-Dede! diye bağırdı çocuk omuzundan tutarak.
Yaşlı adam dönüp baktı ve çocuk onu tanıyamadı. O da sarhoştu çünkü. Yaşlı adam dönüp torununa baktı. Ama uzak, tuhaf, yabancı bir bakışla. Yüzü yanıyordu, kıpkırmızıydı. Torununu görünce daha da kızardı. Kızardı ama hemen sonra da sapsarı oldu. Doğruldu. Çocuğu kucaklayıp bağrına basarak ve kekeleyerek:
-Sana ne oldu? Ne istiyorsun? dedi.
Bundan başka bir şey söylemiyordu. Konuşmasını unutmuşru sanki. İhtiyarın heyecanı çocuğa da geçti:
-Dede, sen hasta mısın yoksa? diye sordu çocuk kaygıya kapılarak.
-Yok.. yok.. şey.. bir şeyim yok.. diye kekeledi Mümin. Şey ediyorum da.. Şu ateşi şey edeceğim.. Hadi sen dolaş biraz...
Çocuğu neredeyse iterek yanından uzaklaştırmış, sonra herkese arkasını çevirip ateşin başına çökmüştü. Diz çökmüş öylece duruyor, hiçbir tarafa bakmıyor, kendi düşüncelerine dalıyor ve ara sıra odunları karıştırıyordu. Neye uğradığını şaşıran torununun avludan geçip odun kırmakta olan Seydahmet'e doğru gittiğini görmekti. Dönüp bakmamıştı çünkü.
Çocuk, ne dedesinin başına geleni, ne de avluda olup bitenleri anlıyordu. Hangara birkaç adım kala, tüylü tarafı alta gelecek şekilde serilmiş bir derinin üzerinde taze kesilmiş et yığınını farkediverdi. Derinin kenarlarından hala rengi bozulmuş kan sızıyordu. Biraz ötede, köpek, hırlaya hırlaya bir barsağı çekiştirmekteydi. Kaya gibi, iri-kara bir adam da oturuyordu et yığınının başında. Koketay idi bu. Elinde bir de bıçak vardı. Yine orada bulunan Orozkul'la etleri paylaşıyorlardı. Acele etmeden, rahat bir şekilde kemikleri kırarak ayırdıkları parçaları, birer birer yanlarında iki ayrı kümeye atıyorlardı.
Bu korkunç manzarayı ürpererek, içi parçalanarak seyrediyordu çocuk. Gözlerine inanamıyordu: Toz toprak içinde sürünen bu kesik baş, Boynuzlu Maral Ana'nın başıydı!
Hızla koşup kaçmak istedi oradan. Ama ayakları onu dinlemedi. Orada kılımdamadan duruyor, gözlerini maralın kesik başından ayıramıyordu. Daha dün çay kıyısında karşılaştıkları zaman kendisine tatlı tatlı bakan, düşünce yoluyla konuşarak, ondan, çıngıraklı, sihirli bir beşik getirmesini istediği Boynuzlu Maral Ana mıydı bu? Aynen ona benziyordu. Bir anda nasıl çirkin bir et yığını, soyulmuş bir deri, kesilmiş ayaklar, fırlatılıp atılmış bir kelle haline gelirdi!
Seydahmet Orozkul'un yanına sokuldu:
-Böyle giderse boynuzu da kıracaksın, ver baltayı ben yapayım...
Orozkul baltayı savura savura hırıltılı bir sesle cevap verdi:
-Çekil başımdan! Kendim yaparım, sen parçalayamazsın!
-Nasıl istersen.
Seydahmet böyle derken yere tükürdü ve evine doğru yürüdü. O iri yarı kara adam da kendi payına düşen etleri bir torbaya koyrup sırtlamış, onun ardından yürüyordu.
Orozkul sarhoş inadıyla hala Boynuzlu Maral Ana'nın kafasını koparmaya çalışıyordu. Nice zamandır beklediği fırsatı yakalamış da, şimdi intikam alıyor, hıncını çıkarıyordu.
Balta darbesiyle sıçrayıp ayakları dibine düşen kafayı tekmeliyor, sanki anlayacakmış gibi ağzı köpüklene köpüklene küfürler savuruyordu ona:
-Seni alçak! Namussuz! Al sana! Al sana! Aldatırsın ha! Seni paramparça etmezsem bana da Orozkul demesinler!
Baltayı indirmeye devam ediyordu. Sonunda maralın kafası çatladı, etrafa kemik kırıkları sıçramaya başladı.
-Al sana! Al sana!
Balta birden maralın gözüne isabet etti. Çocuk bir çığlık attı. Patlayan gözden sarı, yapışkan bir sıvı aktı. Şimdi hayvanın gözü de ölmüştü. Orozkul vahşi bir kin ve kudurganlıkla mırıldanıyordu:-Bundan da büyük kafaları kıracağım! Bundan da büyük boynuzları parçalayacağım!
Evin önünde Bekey hala çıktı karşısına. Halası gülünç bir şekilde giyinip süslenmişti ama, yüzü gözü Orozkul'dan yediği dayağın morartılarıyla doluydu ve çok zayıftı. Yersiz bir neşe içinde o büyük et ziyafeti için eli yağlı dolanarak oraya buraya koşuyordu.
-Neyin var senin? diye çocuğu durdurdu.
-Başım ağrıyor.
-Vah yavrum vah! Hastasın demek!
Coşkun bir sevgi gösteriyordu çocuğa. Yanaklarından şapur şupur öptü. O da ötekiler gibi sarhoştu. Onun nefesinden de ötekilerde olduğu gibi tiksindirici bir votka kokusu geliyordu.-Başı ağrıyormuş yavrumun! Ah canım benim! Herhalde karnın da açtır?
Hayır, aç değilim. Yatmak istiyorum.
-Peki, gel öyleyse seni yatırayım. Yapayalnız kalacaksın ama! Bak, herkes bizim evde toplandı. Konuklar da, bizimkiler de. Et de pişti zaten. Çocuğu razı etmişti. Elinden tutup eve doğru götürdü onu.
Ocağın önünden geçerlerken Orozkul göründü. Ter içindeydi. Yüzü inek memesi gibi şişik ve kızarıktı. Elindeki maral boynuzunu, zafer kazanmış gibi bir kurumla Mümin dedenin yanına fırlattı. İhtiyar hafifçe doğruldu.
Orozkul ona dönüp bakmadı bile. Orada bulunan su dolu bir kovayı kaldırıp, üstüne başına döke döke içmeye başladı. Bir ara ağzını kovadan ayırarak:
“-Artık ölebilirsin! Dedi birdenbire.
Sonra yine başını kovaya daldırdı.
Çocuk, dedesinin dili dolaşa dolaşa cevap verdiğini duydu:
-Sağ ol oğul, sağ ol. Artık ölüm beni korkutmaz. Demek bana da saygın varmış, ben de şerefleniyorum...
Çocuk bir halsizlik hissetti vücudunda:
-Ben eve gideceğim, dedi.
Bekey halası bırakmadı:
-Orada tek başına yapacağın bir şey yok! diye nerdeyse zorla onu kendi evine götürdü ve odanın bir köşesindeki yatağa yatırdı.
Çocuk, hiç ses çıkarmadan yatıyordu köşesinde. Sinirleri gerilmiş, eli ayağı tutmaz haldeydi. Yine üşümeye, titremeye başlamıştı. Kalkıp gitmek istiyordu ama yataktan çıkar çıkmaz kusmaktan korkuyordu. Biraz hareket etse, boğazına gelip tıkanan şey dışarı fırlayacaktı çünkü.
O sırada kadınlar Seydahmet'i dışarı çağırdılar. Seydahmet gitti ve az sonra döndü. Elindeki kocaman sırlı tepsi tepeleme et doluydu ve etler duman duman tütüyordu. Tepsiyi iki eliyle ve güçlükle taşıyarak, Orozkul'la Koketay'ın önlerine usulca koydu. Onun ardından da kadınlar çeşit çeşit yemekleri taşıyarak içeri girdiler.
En son Mümin dede girdi içeriye. Tuhaf bir durumdaydı. Her zamankinden daha küçük, daha bitkin görünüyordu. Boynunu kısıp bir kenara ilişmek istedi ama, iri-yarı Koketay yüce gönüllü davranarak yanına oturmasını rica etti:
-Haydi Aksakal, dedi, içelim. Bu uğurlu av şerefine kaldıralım kadehlerimizi. İlk sözü siz alın.
Mümin dede, öksürüp boğazını temizlemeye çalıştıktan sonra kadehini kaldırarak konuştu:
-Bu evde huzur olması dileğiyle. Huzur olan evde mutluluk da olur.
-Çok doğru, çok doğru.. diye onu onayladılar ve herkes kadehini ağzına götürdü, birkaç yudum içti.
Koketay, Mümin dedenin şerefe kadeh kaldırdığı halde içkisini içmediğini gördü ve sitem etti:
-Ama olmadı.. Damadınıza ve kızınıza mutluluk dileyerek kadeh kaldırıyor, sonra da içkinizi içmiyorsunuz!
Dede biraz telaşlandı:
-Madem ki onların mutluluğunu istiyoruz, ben de içerim elbet.
Ve Mümin dede, herkesin şaşkın bakışları arasında, ağzına kadar votka dolu kadehi bir solukta içip bitirdi ve sonra başını iki yana salladı.
-Yaşasın! İşte bu görülecek şey!
-Dedemizin eşi yoktur!
-Aferin dedeye, yaman bir adammış doğrusu!
Herkes gülüyor ve Mümin dedeye övgü yağdırıyordu. Odanın içi iyice ısınmış, boğucu bir hava ile dolmuştu.
Çocuk hayalinde Kulubeg'i yardıma çağırdı. O da kamyonunu hızla sürerek geldi. Makineli tüfeğini alarak sürücü koltuğundan atladı:
-Nerdeler?
-Şurada!
İkisi birden Orozkul'un evine koştular. Bir tekme vurarak kapıyı açtı Kimse yerinden kımıldamasın! diye makineliyi üzerlerine doğrulttu. Son lokmaları boğazlarında kaldı. Ağızları yüzleri yağ içinde, ellerinde ise yedikleri yağlı etin iri kemikleri, karınları iyice doymuş sarhoş adamlar, kımıldamadan duruyorlardı. Kulubeg makineli tüfeğini Orozkul'un şakağına dayadı:
-Rezil herif! Ayağa kalk!
Orozkul baştan ayağa titreyerek ve Kulubeg'in ayaklarına kapanarak kekeleye kekeleye yalvarmaya başladı:
-Aa a cı ba na! Öö öl dür me beni!
Kulubeg acımadı:
-Dışarı çık köpek! Sonun geldi artık!
-Yüzünü duvara dön! Boynuzlu Maral Ana'yı öldürdüğün için, ucuna sihirli beşiği takıp getirdiği boynuzunu kestiğin için öleceksin!
-Peki öyleyse, onu öldürmeyelim, dedi çocuk. Ama buradan defolup gitsin ve bir daha hiç görünmesin. Onun gibi bir adamın hiç işi yok burda.
Orozkul ayağa kalktı, pantalonunu düzeltti, ardına bakmaya bile cesaret edemeden yürüdü. Boynunu iyice kısmıştı. Perişandı. Şiş göbeği sallanıyor, pantalonu sarkıyordu. Ama Kulubeg durdurdu onu:
-Dur bakalım! Sana son bir sözümüz daha var! Hiç çocuğun olmayacak! Çünkü sen kötü, pis bir yaratıksın! Burada seni hiç kimse sevmiyor. Orman sevmiyor, ormanın ağacı, bir tek otu sevmiyor seni. Bir faşistsin sen. Hadi defol ve sakın bir daha buralara ayak basayım deme! Çabuk kaybol!
Orozkul ardına bile bakmadan hızlandı.
-Ee, sonra ne oldu?
-Hadi anlat!
Orozkul gülmekten kırılıyordu. Ölecekti nerdeyse. Ahlar uflar arasında:
-Şey... şunu bir kere daha anlat.. Sonra sen ne dedin de bu kadar korktu? Uf.. çok gülünç.. dayanamayacağım.. Seydahmet hiç nazlanmadan anlatmaya başladı:
-Bakın nasıl oldu: Marallara yaklaştık. Onları ormanın ağaçsız bir yerinde görmüştük. Üçü de oradaydılar. Tam atları bir ağaca bağlamıştık ki bizim ihtiyar ellerime yapıştı: -Marallara ateş edemeyiz! dedi, Biz Buğuluyuz, Maral soyundanız, Boynuzlu Maral Ana'nın soyundan... Küçük bir çocuk gibi saf saf bakıyordu bana. Gözleriyle yalvarıyordu. Katıla katıla gülmek geldi içimden ama kendimi tuttum. Üstelik çok ciddi bir tavırla: Ne oluyor sana, yoksa sen hapsi boylamak mı istiyorsun? Dedim. Yoo dedi: Bilirsin ki bu eski masallar Beğ'ler zamanında yoksul halkı sindirip sömürmek için uydurulmuş!. dedim. İhtiyarın ağzı açık, dona kaldı. Yahu sen ne diyorsun? Dedi. Ne dediğimi duydun: Sen şimdi bırak bu bey masalını, bay masalını. Yoksa bir yetkiliye iki satır yazı yazarım, hiç yaşına bakmadan tutuklarlar seni!
-Kah! Kah! Kah!
Herkes birden katıla katıla gülüyordu. En çok gülen deOrozkul idi. Çünkü herkesten fazla onu neşelendiriyordu buolay. Seydahmet anlatmaya devam etti:
-Sonra marallara yavaş yavaş sokulduk. Başka birhayvan olsa bizi görür görmez bir iz bile bırakmadan kaçıpgiderdi ormana. Ama bu enayi marallar hiç kaçmıyor. Çünkü onları hiçkorkutmamışlar -Sarhoş Seydahmet biraz farfarlık ediyordu- Ben, elimdetüfek, önden gidiyordum, ihtiyar da peşimden.. İşte o sırada beni birşüphe aldı. Çünkü o güne kadar ben bir serçe bile vurmamıştım. Doğrusöylüyorum, şaka değil, bir serçe bile vurmamıştım. Eğer maralı vuramazsam ormana dalıp kaybolacaklardı. Sonra, yakala yakalayabilirsen! Geçidi aşargiderler. Böyle bir avı kaçırmak da aptallık olurdu. Ama bu bizim ihtiyareski avcılardandır.
-Eskiden ayı avına çıkardı. Bunu bildiğim için ona dedim ki: Dede, al şu tüfeği, sen ateş et! . Olmaz, sen yap o işi dedi. Görmüyor musun, zil-zurna sarhoşum ben dedim. Ayaklarımınüzerinde duramıyormuşum gibi sallanmaya başladım. Zaten tomruğu sudançıkardığımız zaman birlikte bir şişe votka içtiğimizi görmüştü. Onun içinsarhoş numarası yapıyordum...
Yine bir kahkaha koptu odada: Kah! kah! kah!..
-Ona dedim ki: Ben bu işi asla başaramam, eğer maralları kaçırırsak birdaha hiç gelmezler. Elimiz boş dönmektense hiç dönmeyelim daha iyi.Biliyorsun değil mi sebebini? Düşün biraz: Niçin gönderdiler bizi buraya?.Bir şey demedi. Ama tüfeği de bir türlü almıyordu eline. Pekala, nasıl istrsen dedim. Tüfeği elimden düşürüp, dönüpgidiyor numarası yaptım. O da peşimden geldi. Bak, dedim, Orozkul benikovarsa pek önemli değil, ama senin gibi bir ihtiyar nerede iş bulur?. Yinebir şey demedi. Ben ise, tabloyu tamamlamak, numaramı pekiştirmek içinşarkımı mırıldandım:
-Sarhoş olduğuma iyice inanmıştı. Tüfeği almak içinonu bıraktığım yere yürüdü. Biz böyle tartışırken marallarımız birazuzaklaşmıştı. Dikkat et, dedim, kaçırırsak bir daha hiç yakalayamayız. Ürkütmeden ateş edeceksin. İhtiyar tüfeği aldı. Yavaş yavaş yaklaştık. O,aptal aptal mırıldanıyordu: Bağışla beni Boynuzlu Maral Ana! Bağışla!.Ben ısrar ettim: Bak söylüyorum, vuramazsan sen de o marallarla kaç git.Çünkü hiç eve gelmemen daha iyi olur o zaman.
Çocuk dedesinin üzerine eğildi, omuzundan tutarak sarstı:
Dede, kalk eve gidelim, haydi kalk, gidelim! dedi.
İhtiyar adam cevap vermedi. Sanki çocuğun sesini duymamıştı. Hem cevap vermeye kalksa ne söyleyebilirdi?
Çocuk yalvarıyordu:
-Kalksana dede, haydi kalk eve gidelim!
Çocuk, dedesinin burada toza-toprağa uzanarak yatışının asıl sebebini biliyor muydu? Torununa Boynuzlu Maral Ana'nın kutsallığını anlatmıştı. Onu buna inandırmıştı.
Sonra da bütün anlattıklarına, telkinlerine kendisi ihanet etmişti. Hem de bunu talihsiz kızı ve torunu için yapmıştı. İşte bunun için, rezil olduğu için ölü gibi yatıyordu burada. Bunun için cevap veremiyordu.
-Dede, bari başını kaldır, diye yalvarıyordu çocuk.
Rengi iyice kaçmış, hareketleri zayıflamış, elleri dudakları titriyordu:
-Dede, benim ben! Duyuyor musun? Çok fenayım, başım ağrıyor, çok ağrıyor..
diye ağlıyordu.
İhtiyar inledi, kımıldadı ama kalkamadı.
Çocuk gözyaşlarını sel gibi akıtarak dedesini sarsıyordu:
-Dede, Kulubeg gelecek mi? Söyle gelecek mi?
Çocuk, zorlanarak da olsa dedesini yüzüstü çevirdi. Onun toza belenmiş yüzünü, seyrek yapışık sakalını görünce irkildi. Biraz önce Orozkul'un baltasıyla parçalanan Boynuzlu Maral Ana'nın başı canlandı gözünde ve korkudan kenara sıçradı. Biraz uzakta durup:
-Balık olacağım ben, duyuyor musun dede, balık olacağım ve yüzüp gideceğim buralardan. Kulubeg gelirse ona benim balık olduğumu söyle. Dede cevap vermedi.
Çocuk güçlükle yoluna devam etti, çaya gitti ve hemen suya girdi. Acele ediyor, ayağı kayıyor, düşüyor ama hemen kalkıyor, suyun sığ yerinde titreye titreye koşmaya devam ediyordu. Çayın hızlı akışlı derin yerine geldi ve akıntı alıp götürdü onu. Burgaçlarda çırpınıyor, yüzüyor, nefesi kesiliyordu. Gittikçe daha çok üşüyordu...
Çocuğun balık olup çay boyunca yüzüp gittiğini henüz kimse bilmiyordu.
Sen artık bu şarkıyı duyamazsın. Su boyunca yüzüp gittin çocuğum. Kendi efsaneni de alıp götürdün. Yüzüp gittin. Kulubeg'in gelmesini beklemedin. Yazık, çok yazık! Beklemedin Kulubeg'i. Niye koşup yola çıkmadın? Yola çıkıp koşsaydın mutlaka görecektin onu. Daha uzaktan görür görmez tanırdın onun kamyonunu. Elini kaldırınca o hemen dururdu.
-Nereye gidiyorsun? derdi Kulubeg.
-Senin yanına, diye cevap verirdin.
Seni hemen şoför kabinine alır, yanına oturturdu. Beraber giderdiniz. Sen ve Kulubeg. Önünüzde hiç kimsenin görmediği Boynuzlu Maral Ana koşardı. Ama sen görürdün onu...
Ama sen yüzüp gittin. Hiçbir zaman balık olamayacağını biliyor muydun? Isık-Göl'e kadar yüzemeyeceğini, beyaz gemini göremeyeceğini ve ona Selam Beyaz Gemi, ben geldim, ben! Diyemeyeceğini biliyor muydun? Çay boyunca yüzüp gitin çocuğum.
Şimdi ben sana yalnız şunu söyleyebilirim: Çocuk kalbinin, çocuk ruhunun bağdaşamadığı her şeyi reddettin. İşte beni teselli eden de budur. Bir şimşek gibi yaşadın sen. Bir defa çaktın ve söndün. Şimşeği çaktıran göktür. Ve gök ebedidir. İşte budur beni teselli eden. Bir başka tesllim daha var: İnsandaki çocuk vicdanı, tohumdaki öz gibidir. Ve o öz olmadan tohum filizlenmez, gelişmez. Yeryüzünde bizi neler beklerse beklesin, insanoğlu doğdukça ve öldükçe, insanoğlu yaşadıkça, hak ve doğruluk denen şey de var olacaktır...
Sana, senin sözlerini tekrarlayarak veda ediyorum:
Merhaba Beyaz Gemi, ben geldim.
Roman, yazarın daha önceki eserlerinde rastlanmayan bir konuyu, insanların inanç ve inanma ihtiyacını merkez almaktadır. Bu merkez konu etrafında üç nesli temsil eden insanlar vardır. Bunlardan Mümin dede, yaşlı ve pasif, zayıf, güçsüz ve tepkisiz, çaresiz yaşlı neslin temsilcisidir. Yine aynı nesle mensup olan nine ise etrafına karşı hırçın davranışları, isimsiz küçük çocuğa kötü davranan birisidir. Ara neslin temsilcileri, Mümin dedenin damadı Orozkul, karısı Bekey ve diğer orman işçileridir. Genç veya küçük nesli ise ismi bile konulmamış sekiz yaşlarında ve okula yeni başlayan küçük çocuk temsil eder. Yazar kahramanlarını bu şekilde tasnif ederken nesillerin hayatı algılayış biçimini ve hayat felsefesini ortaya koymaya çalışmıştır.
İnsanlar zor hayat şartlarına rağmen yaşanan iyiliğe kalplerini açar. Adsız Oğlan da böyle hisseder, alır dürbünü gözlerinin önüne, Isık Göl’de yüzen beyaz gemi’yi izlemeye koyulur. Romanın sonunda küçük çocuğun kötü ölümü ile kötülüğün galip gelmediğini aksine iyiliğin; ölümsüzleştiğini belirtmiştir. Bu konu hala tartışmalara açıktır. Fakat gözlerden kaçan ve üzerinde pek fazla durulmayan konu yazarın eserini okuyucunun hayal gücüne bırakarak bitirmesidir. Tipki post-modern romanlarda oldugu gibi!.. Yillar sonra Pekin'e yaptığı bir gezi sırasında kendisini birisinin aradığını ve Beyaz Gemi'deki isimsiz çocuk olduğunu söylediğini anlatır Cengiz Aytmatov. Bu küçücük hikâyecik, isimsiz çocuğun hafızalarda yer ettiğini, herkesin kendisinden bir şeyler katarak onu besledigini gösterir. Şüphesiz ki bu da yazarın kalem gücünü ortaya koymaktadır. Kitabın ana fikri “kötülüğe kötülükle değil, iyilikle karşılık vermeliyiz” düşüncesidir. Mümin Orozkul’un her türlü kötülüğüne karşı iyi davranmaya devam ediyor. Aslında bu, bizim manevi değerlerimizle de uyuşmaktadır. Çocuk iyiliği ve saflığı temsil eder. Romanın başkahramanıdır. Kötülüğe (Orozkul) karşı sadece dayanmakla yetinebilmiştir. Çünkü o bir çocuktur. Sonuçta ölüme doğru yol almıştır. Bu kötülüğe yenildiği anlamına gelmez.
Yazar “Beyar Gemi'de çocuğun ölümünü anlatırken, hiçbir zaman kötülüğün iyiliğe ağır basmasına uğraşmıyorum. Amacım, hayatın köklerini sağlamlaştırmaktır. Bu, kötülüğün en kabul olunmaz biçimiyle reddi oluyor ve kahramanım ölüyor. Bunda başarılı olup olmadığımı bilemem. Ancak şunu iyi biliyorum, zafer hiçbir zaman Orozkul'un değildir. Kötülüğün iyiliği yenmesi burada bile göstermeliktir. Evet, çocuk ölüyor, ama ahlak üstünlüğü yine onda kalıyor. Ben, hikâyenin yazarı olarak bunda direniyorum” diyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)