19 Kasım 2013 Salı

Destursuz Bağa Girenler, Orhan Şaik Gökyay

Orhan Şaik Gökyay’ın, yayımları uzun yıllara dağılmış olan yazılarını “Destursuz Bağa Girenler” adlı eserinde toplamış, bundaki maksadının da bir bölüğü pek aşırı olan yanlışlarını sergilemek değil, yüzyıllara serpilmiş olan ve türlü açılardan değer taşıyan kültür ürünlerimizin, gelişi güzel, çoğu kez çetin olan bir emeği göze almadan bugünün diline çevrilemeyeceğini ve okuyuculardan bu alanda çalışacakların dikkatini çekmek olduğunu vurgulamıştır.
        Yazarın kaleme aldığı eleştiri yazılarında gerek dönemin yazarlarını gerekse de eserlerini eleştirirken son derece ince bir üslup kullanmış ve tenkit sanatının tam olarak hakkını vermiştir diyebiliriz. Sayısı elliye yakın  olan bu yazılarının derlendiği kitapta, daha ön plana çıkan bazı yazılarını incelemeye çalışacağız.
        Orhan Şaik Gökyay, Hüseyin Namık Orkun’a ait “Oğuzlara Dair” eserini eleştirirken hakkında daha önce birçok eserin yazılmış olmasına rağmen bu kadar büyük bilgi birikiminin yeterince kullanılmadığını, alıntı yapılan kaynakların ise eserde belirtilmediğini, kelimelerin kökenini araştırırken bu konuda yazılmış kitaplarda bulunmasına rağmen yer verilmediğini, kitapta tek yeni olan şeyin ise Oğuz boylarının adını taşıyan yerlerin, Dahiliye Vekaleti’nin neşrettiği Köylerimiz isimli esere dayanarak tespit edilmesinden ibaret olduğunu belirtmektedir.
        Yazar, “Bir Kemküm” adlı yazısında yine Hüseyin Namık Orkun’un kendisi hakkında yaptığı bir tenkit yazısına inceden inceye alay ederek karşılık vermektedir. Hüseyin Namık Orkun tenkit yazısında Orhan Şaik Gökyay’a ait “Dede Korkut”un daha önce İstanbul’da basılmış olan eseri sadece Latin harflerine çevirerek yazmış olmasından ibaret olduğunu iddia etmekte ve eserle ilgili birçok eleştiride bulunmaktadır. Buna karşılık Orhan Şaik: “Kısa cümleler yazınız, yoksa cümlenin ucunu kaybediyorsunuz; fiiller ile mef’uller birbirini tutmuyor. Gerçi siz farkında değilsiniz, fakat görüyorsunuz ki neşriyat aleminde ne yazdığını bilenler ve okuduğunu anlayanlar da var. Sonra bu yanlışları iddialı bir alime bağışlayacak kadar müsamahakar olanlar da pek yoktur.” şeklinde cevap vermektedir. Gökyay cevabında Orkun’un özellikle dil konusunda daha birçok  hatasını yüzüne vurmaktadır.
        Yazarın “Bir Hata ve Sevap Cetveli” başlıklı yazısında son yıllarda birçok eserin türediğini fakat bu eserlerin çoğunun ölen büyük şairlerin terekesinden bir türlü mirasa konarak neşriyat sahasını istila etmekte olduğunu ve yine bu eserlerin çoğunun seviyesiz, hazıra konarak ve emek harcanmadan oluşturulduğunu dile getirmektedir. Örneğin Sadi Irmak tarafından yeni harflerle bastırılan Makber’in bu sınıflandırmanın dışında tutarak, anlaşılması böyle zor bir eseri insanlara yeniden tanıtacağını ve duyuracağını düşünerek büyük bir sevinç ve ümitle karşıladığını, fakat eseri inceledikten sonra büyük bir hayal kırıklığına uğradığını belirtmekte hele ki lugatçeyi bitirdiğinde bunun Hamit’in Makber’i değil sadece kadavrası olabileceğini söylemekte ve eserde yer alan anlam bozukluklarından tutun yazım hatalarına kadar birçok yanlışlıklar olduğunu okuyucularla paylaşmaktadır.
        Divan edebiyatının en ateşli savunucularından biri olarak gördüğü Abdülbaki Gölpınarlı’nın yalnız divan edebiyatını değil bütün edebiyatımızı başından sonuna kötüleyen bir kitap çıkardığını ve bu kitabında Baki, Fuzuli, Nef’i, Nedim, Galip gibi şimdiye kadar isimleri ve büyük şairlikleri üzerinde mutabık olunanlar dışında Tanzimat devrinin Ziya Paşa, Namık Kemal, Hamid gibi yalnız şairlik yönünden değil, milleti uyandırmak için gördükleri daha nice hizmetlerle de vatansever olan isimleri de yersiz birtakım hükümlerle inkar ettiğini belirten yazar “Bu da Divan Edebiyatı Beyanındadır” isimli yazısıyla Abdülbaki Gölpınarlı’yı eleştirmektedir.
        Dünya edebiyatında ayrı bir yer tutan Şehname, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi profesörlerinden Necati Lügal tarafından dilimize çevrilmiş ve Doçent Kemal Akyüz tarafından düzenlenmiştir. “Şehname ve Türkçe Tercümeleri” isimli yazıda bu tercümenin oldukça uzatıldığını ve her cildin sonuna konan açıklamaların yetersiz olduğunu belirtmektedir.
        Doç.Dr. Faruk K. Timurtaş’ın “Şeyhi’nin Hüsrev ü Şirin’i” adlı yayımladığı eser ile ilgili yazarın birtakım olumlu değerlendirmelerinin yanında bazı eleştirilerini de görmek mümkündür. Şöyle demektedir yazar: “Bu çalışmalar yerindedir; ancak böylesine ciddi çalışmalar yapıldıkça, birtakım basma kalıp ve kuşaktan kuşağa tekrarlanagelen yargılardan kurtularak edebiyat tarihimizin belli devirlerini ve kişilerini aydınlığa çıkarabiliriz.” demekte diğer taraftan: “Hüsrev ü Şirin’in yaklaşık üçtebirinin Nizami’den çeviri olduğunu görüyoruz; üçtebiri çeviri olan bir eserde müelliflik payı bir hayli azalmaktadır.” diyerek yazarı ve eserini eleştirmektedir.
        Yazar “Divanları Okurken” isimli yazısında Şair Necati’nin henüz yayımlamış olduğu karşılaştırmalı eseriyle ilgili olarak Önsöz’ün dilini ve bu dille yürütülen düşüncelerin tam olarak kavranamadığını, üslubunun ise geri kalmış bir üslup olduğunu söylemektedir. Ayrıca yazmaların künyelerini veren bölümde bu yazmalara hiç değinmediğini; doğrulukları, yanlışlıkları, eksiklikleri, okunaklı olup olmadıklarını belirtmediğini, tarihsiz nüshalar için de hiçbir bilgi vermediğini dile getirmektedir.
        “Çağrışımlar ve Ötesi…” isimli yazısında kendisine oldukça dikkatli ve bilgili bir okuyucu tarafından gönderilen ve yazarı ince bir üslupla eleştiren mektuba karşılık yine kendi üslubuyla verdiği cevap yeralmaktadır.
        Orhan Şaik “Düçentname” adlı yazısında kendisinin yazmış olduğu Dede Korkut kitabını eleştiren, başlangıçta ismini vermediği, fakat daha sonra anlaşıldığı kadarıyla Hamit Arslanlı’ya vermiş olduğu cevap yeralmaktadır. Yazar eleştirildiği her konuda Arslanlı’ya sivri bir dille yanıt vermektedir.
        Yazar “Türkçe Üzerine Konuşmak Yetkisi ve Sim Gümüş” adlı yazısında şu ifadelere yer vermektedir: “Eskiyi bilmeden, dilin bunca yüzyıllık gelişme yolundaki uğraklarını tanımadan, onun işlenmesi içinde değişip gelen anlamlarını gereği gibi kavramadan, cümle içindeki yerlerine göre kaç türlü ve kaç kavram için işimize yaradığını, kelime, deyim ya da terim olarak dilde aldığı yeri inceden inceye bilip araştırmadan, her istediğimize uygun, tutunma gücü olan karşılıkların hemen bulunabileceğini sanmıyoruz. Onun için başta yazarlarımız olmak üzere, kamuya sunduğumuz yeni kelimeler üzerinde enikonu düşünmek, tartışmak gerektiğini anlamak güç değildir. Nitekim bunların bir bölüğü “uydurma” olarak geri çevrilmekte ve benimsenmemektedir. Ancak yeni karşılıklar bulup öne sürerken olsun; dilin kendi kaynağında yaşayanları; halkın ağzından yahut yeni, eski metinlerden çıkarıp ortaya atarken olsun, bu yolda çalışanlardan direnerek istediğimiz özeni ve alın terini, bu çalışmaların karşısına dikilenlerden de istiyoruz. Oysa bir bölük azınlık, oturdukları yerden, bir sözlük açıp bakmayı, halkın konuşmasına kulak vermeyi gerekli görmeden, şöylece edindikleri yarım bilgilerine güvenerek, bu karşılıkları küçümsemekten, bu çabaları alaya almaktan geri durmamaktadırlar.”
        “Sırça Köşk” adlı yazısında yazar, Yılmaz Öztuna’nın ünlü tarihçi Kemal Paşaoğlu tarafından yazılan ve çevirisi Dr. Şerafettin Turan tarafından yapılan, Fatih çağının anlatıldığı Tevahir-i Ali Osman isimli eseri sadeleştirirken yapmış olduğu bir düzine hatadan bahsetmektedir.
        Orhan Şaik “Beşik Uleması”nda Şemsettin Sami’ya ait olan Türkçe Sözlüğü; Kamus-ı Türki’sine eleştiri oklarını yöneltmekte ve bu sözlükteki hataları ortaya koymaktadır. Genelde kelimelerin kökenleri ile ilgili yapılan yanlışlıklara değinirken diğer yandan da yapılan imla hataları, yanlış okumalar, eksik ve yanlış açıklamalar ve uydurma kelimelere dikkat çekmektedir. Şöyle demektedir yazar: “Bu düzensizlikler ve yanlışların başlıca nedenlerinden biri, Kamus-ı Türki’yi yeni harflerle aktaranların, eski harflerden elif harfiyle başlayan kelimelerin bu harfin üzerine med denilen işaretin konduğu zamanki söylenişi ile medsiz olduğu zamanki söylenişleri arasındaki ayrımı bilmemelerinden doğuyor. Buna bir de Türkçede ve Farsçada bulunmayıp da yalnız Arapçada bulunan ayn harfiyle başlamış kelimeleri katarsak, yanlışların neden ortaya çıktığı anlaşılır. Çünkü onlar bu ayn harfini de tanımamakta, onunla başlayan kelimeleri bir türlü doğru okuyamamaktadırlar.”
        “Hümayun Müzesi” adlı yazıda yazar, Halil Ethem’in Elvah-ı Nakşiyye Koleksiyonu adlı kitabın bugünkü dile çevirisinde yaptığı hatalara değinmektedir. Orhan Şaik’e göre kültür hazinemizin değerleri olarak bu eserlerin, Eski Eserleri ve Anıtları Koruma Derneği’nin alanına giren ve göz bebeğimiz sayılan köprülerden, camilerden, türbelerden, sebillerden farklı olmadığını, tarih değeri olan yapıların bir taşı, bir tuğlası üzerine titrerken, bir sebilin kurumuş lülesini korumak için bunca özen gösterirken, onlarla aynı değerde olan kitaplarımıza da aynı önemin verilmesi gerektiğini anlatmaktadır.
        Orhan Şaik; “Körün Bellediği Değnek: Neden, Nedeniyle, Neden Olmak” başlıklı yazısında bu üç kelimenin kullanılmasına şiddetle karşı çıkmakta, bu kelimelerin yerine kullanılması gerekenlerin ise cümlenin anlamına göre “sebep, dolayısıyla, yüzünden, yol açmak” gibi kelimeler olduğunu vurgulamaktadır.
        Daha çok gemiciler için yazılmış olan Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye adlı eserinin Deniz Harp Okulu ve Lisesinin 200. Kuruluş dönem yılını kutlamak üzere günümüz Türkçesine çevrilerek çıkarılan kitaba değinen yazar, kitabın Piri Reis’in bu ana yapıtıyla uzaktan yakından ilgisi olmadığını, baştan başa yanlışlarla dolu olduğunu söylemektedir. Özellikle kitapta geçen özel yer adlarının karşılaştırılması için bir atlasın yer almadığını bunu tamamen okuyucuya bırakıldığını, bunun dışında yanlış okumadan kaynaklanan yanlış çevirilerin ve yer adlarının yazılışındaki eksik ve yanlışların olduğundan bahsetmektedir.
        Orhan Şaik, Dedem Korkut kitabı üzerinde, başta Türkçe olmak üzere bugüne değin türlü dillerde pek çok incelemelerin yapılmış, hikayelerin türlü yönlerden ele alınmış, ancak İngiliz dilinde bu konuya yeterince önem verilmemiş olduğunu belirtmektedir. Fakat yakın zamanda Birleşik Amerika ve İngiltere’de birbiri ardına çıkan iki çeviri hakkında Orhan Şaik şu yorumda bulunmaktadır: “Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin biri tarihçi, biri İngiliz dili ve edebiyatı okuyan ve folklorcu iki Türk profesörü ile yine folklorcu olarak tanıdığımız Amerikalı bir profesörün koyduğu bu çevirinin, günümüze değin yapılan araştırmalar, yayımlanan incelemeler göz önünde tutulunca bir yenilik getirmese bile, kendinden önceki çalışmalardan yararlanılarak daha az eksik ve daha az yanlışla hazırlanmış olacağı ve bize bir güven verebileceği düşünülebilir. Ne var ki çeviriyi okuyup bitirdiğimiz zaman, bunun bağışlanamayacak denli yanlışlarla yüklü olduğunu görmekten üzülmüşüzdür. Kendi alanlarında yetkili saydığımız kimselerin, birbirlerini tarih, dil ve folklor yönünden üç yüzlü çevirilerinde, ufak tefekleri bir yana nasıl yapılabildiğini bir türlü anlayamadığımız yanlışlarla karşılaşmak hayal kırıklığına yol açmıştır.” Yazar yine bu çeviriler hakkında, böyle her bakımdan yüklü bir kitabın, bir destanın çevirisinde, yabancı bir dili bilmenin yetmeyeceğini, ondan çok ileride, bir destan dili konuşmak ve yazmanın da gerekli olduğunu, yoksa kitabın havasından çok şey yitirilmiş olacağını vurgulamaktadır.

Selvi Boylum Al Yazmalım, Cengiz Aytmatov

Selvi Boylum Al Yazmalım, Cengiz Aytmatov. Genç bir genç kız ile o civardaki bir ulaştırma merkezinde çalışan kamyon şoförü arasında geçen aşk anlatılmaktadır.

Yazar kitabın ilk bölümlerinde kendi ağzından hikayeyi aktarırken müteakip bölümlerde İlyas’ın ağzından sonraları da Baytemir’in ağzından hikayeyi kurgulamıştır. Eser, yazarın gazetecilik yaptığı yıllarda Narin’deyken Frunze’ye gitmek için çıktığı yolculukla başlamaktadır. Yazar Frunze’ye gitmekte olan otobüsü kaçırınca acele gitmesi gerektiği için yoldan geçen herhangi bir arabayla gitmek durumunda kalmıştır. Hemen benzin istasyonunda aracına benzin dolduran bir şoför görür ve ondan kendisini Frunze’ye götürmesini rica eder fakat şoför red eder. Şoförün reddederkenki tavırlarına- elini yüzüne sürmesi,derin derin iç çekmesi- anlam veremez. Şoför en fazla otuz yaşında genç bir adamdır. Şoför daha sonraları kendisine bu aşk hikayesini anlatacak olan İlyas’tır. Gazeteci daha sonraki bir zamanda görev için Güney Kırgızistan’ın Oş şehrine trenle giderken, kompartmanına yerleşme esnasında içerdeki camdan dışarıyı seyreden kişinin kendisini kamyonuna almayan İlyas olduğunu fark eder,şoför de onu tanımıştır. Birbirlerini hatırlarlar. Tanışmalarından sonraki ilk konuşmalarında şoför gazeteciden özür diler ve kendisini affettirmek için onu bir dahaki sefere nerede görürse kamyonuna alabileceğini söyler. İlyas gazeteciye,onu kamyonuna  almayışının sebebini aşağıdaki  hikayeye bağlamıştır.
İlyas askerden yeni dönmüş, en yakın arkadaşı Alibek’in yanında Tian-Şan’da bir ulaştırma merkezinde çalışmaya başlar. Daha sonra bir gün bir köye iş için gittiğinde Aysel’i görür. Aysel’i kamyonuna alır ve tanışırlar. İlk bakışta her ikisi de bir birlerine aşık olmuşlardır. Ancak bu tatlı rastlantının sonrasındaki buluşmaların olduğu dönemde Aysel ile evlenmek isteyen bir başkası daha vardır. Ve tanışmak hatta onu ailesinden istemek için evlerine gelmek üzeredirler. Annesinin düşüncesi ise kızını maddi imkanları iyi olan bu adaya vermekten yanadır. Annesi bu konuyu Aysel’e açar Aysel de çaresiz ama belli etmeyen tavırlarla konuyu İlyas’a aktarır. İlyas ise adeta yıkılır ancak ümidini kaybetmez ve buluşmaları yinede devam eder.
Kitapta geçen önemli unsurlardan olan ulaştırma merkezi ise şu şekilde anlatılmıştır. Burada Kadiça isimli genç bir kız çalışmaktadır. Kadiça İlyas’ı sevmekte ,şoförlerin görev planlamaları ile ilgili olarak İlyas’a kolaylıklar sağlamakta ve bundan karşılık beklemektedir. İlyas ise Kadiça’ya  zaman zaman karşılık vermektedir (bu tavır  Aysel’e aşık olduktan sonra değişecektir). Erkek çalışanlardan  Cantay ise İlyas ile iyi geçinmemekte , Kadiça’ya aşık olduğu için İlyas’ı kıskanmaktadır. Kadiça İlyas’ı odasına davet ettiği günlerden birinde karşılık bulamayınca İlyas’ın görev planlamasını onun istemediği Kolhoz’a yapar. İlyas Aysel’i düşünerek görevi kabul etmek zorunda kalır. Kadiça İlyas’ın bir bayan ile birlikte olduğunu ve onu sevdiğini anlar ve kıskançlığı sonucunda İlyas’ın görevini müteakip günlerde Sintzan’a yaptırır. İlyas’ın yerine Kolhoz’a artık Cantay gidecektir. İlyas bu duruma sinirlenir. Görücülerin beklendiği gün Aysel’i kaçırır. En iyi arkadaşı olan Alibek, İlyas’a kalacakları bir ev ayarlar. İlyas ile Aysel evlenir. Bir dönem sonra Samet adında bir oğulları dünyaya gelir. İlyas bir gün aracı ile ilgili yardım isteyen Baytemir Ake isimli yaşlı bir şahısa yardım eder ve onunla tanışır.
Evliliğin ilk dönemleri çok mutlu gitmektedir. Fakat daha sonra İlyas’ın iş yeri ile ilgili hırsı ve gururu yüzünden evinde mutsuzluk başlar. Bu huzursuzluğun kaynağında ise daha önce yaptığı gibi kamyonuna römork bağlayarak Tiyen-Şan bölgesinden geçebileceği iddiasını kanıtlamak istemesi, bunu başaramayınca da başta işyerindeki arkadaşları ve en yakın arkadaşı Alibek ile arasının açılması bulunmaktadır. Hatta bu iddianın sebep olduğu ,kendisine göre onurunun zedelenmesi ise onu işyerinden koparan başlıca sebeptir. İlyas ,Kadiça’nın da etkisiyle evinden iyice uzaklaşır. İlyas’a göre Kadiça kendisini anlayan ve seven tek kişidir. Aysel ise onu anlayamamaktadır. Zamanını Kadiça ile geçirmeye başlar. Aysel olanları hissetmekte ancak emin olamamaktadır. Bir gün işyerine gider ve Kadiça’dan ilişkisini itiraf etmesini ister. O da anlatır. Bunun üzerine Aysel oğlunu da alarak evi terk eder. İlyas ise eve döndüğünde Aysel’in evde olmadığını,evi terk etmiş olduğunu anlar Kadiça’ya durumu sorduğunda durumu Kadiça anlatır. Çaresizlik içinde dostu Alibek’e gider ama o yüzüne dahi bakamaz. Sonunda aklına Aysel’in köyü gelir ve annesinin yanına gider ancak orada da Aysel yoktur. Dönüşte köylünün taşlı tepkisiyle karşılaşır.
Zaten uzun dönemdir alkole olan bağımlılığı iyice had safhaya varmıştır. Kadiça’nın Anarhay’daki evinde yaşamaya başlar. Ancak hala Aysel’i unutamamaktadır. Kadiça ise bunun farkındadır ve istediği aşkın tüm bu yaşananlara rağmen karşılığını bulamadığını düşünür ve İlyas’ı terk ederek Kuzey Kazakistan’a gider. İlyas ise Aysel’i bulma ümidiyle tekrar annesinin köyüne gider. Aysel’in kardeşi İlyas’a ablasının evlendiğini söyler, İlyas yıkılır. Köyden dönerken yolda rastladığı asker arkadaşı ona tekrar eski iş yerinde çalışmayı teklif eder. İş yerinde,müdürün değişmesi, Cantay’ın gitmesi gibi birçok değişiklik İlyas’ı işyerinde yeniden başlamaya sevk eder. Ancak acısı hala devam etmektedir. Yine alkolün dozunu çok kaçırdığı günlerden birinde eve dönüş yolunda kaza yapar.
Kaderin çizdiği garip bir tesadüfle bir zamanlar yolda kalmış aracına yardım ettiği adam karşısına çıkmıştır. Baytemir de onu kurtarır ve evine götürür, yaralarını sarar. Yine bir garip tesadüf sonucu uzun bir dönemden beri bir türlü izini dahi bulamadığı aşkı olan Aysel’i görür. Aysel artık Baytemir ile evlidir. İlyas oğlu ve Aysel’e karşı yapmış olduğu hataların yarattığı pişmanlık duyguları ile onları gördüğünde kalbi sızlar. İlyas Baytemir’e olan minnettarlık duyguları ile evi ziyaret etmeye başlar. Fakat Baytemir’in hiçbirşeyden haberi yoktur. Ancak daha sonraları İlyas’ın Aysel’in eski kocası olduğunu anlar. Ama ne Aysel’e ne de İlyas’a bir şey söylemez. Aysel’in de İlyas’a karşı olan aşkının bitmediğini bilmekte ve kendisinin seçilmesini istemektedir. Bu yüzden Aysel’in  kendi kararını kendisinin vermesini istemektedir. İlyas ise hergün oğlunu Aysel’den ve Baytemir’den habersiz görmektedir.Ve bir gün Samet’i kaçırmaya karar verir. Fakat oğlunun seçimi Baytemir’den yanadır ve onu babası olarak sevmektedir, ondan ayrılmak istemez. Aysel de seçimini yeni kocasından yana yapar. Ve artık İlyas’a geri dönmeyeceğini belli eder, bu İlyas’ı yıkmıştır. Pamirler bölgesine yeni bir hayata başlamak üzere Aysel’e, Tiyen-Şan bölgesine veda ederek oradan ayrılır.                                                         

Mehmet Akif Ersoy, Safahat

Mehmet Akif Ersoy'un şiirlerini topladığı yedi kitaplık külliyâtın genel adıdır.
Birinci kitap, yalnız "Safahat" adını taşır. Müstakil ciltler hâlinde ve farklı zamanlarda basılmış olan kitaplar, Latin harfli baskılarından önce bir arada basılmamıştır. Yedi kitabın ilk altısının bütün baskıları İstanbul’da,  yedinci kitabınki ise Kahire’de yapılmıştır.
Safahat'ı teşkil eden yedi kitabın baskı tarihleri ile Mehmet Akif’in tashihinden geçen son baskılarına göre ihtiva ettikleri manzume ve mısraların sayısı şöyledir:
Safahat (1911, 1918, 1928 / 44 şiir, 3084 mısra), Süleymaniye Kürsüsünde (1912, I916, 1918 / Tek şiir, 1002 mısra), Hakkın Sesleri (1913, 1918, I928 / 10 şiir, 482 mısra), Fatih Kürsüsünde (1414 üç baskı, 1924 / Tek şiir, 1692 mısra), Hâtıralar (1917, 1918, I928 / 10 şiir, 1314 mısra), Asım 1924, 1928 / Tek şiir, 2242 mısra),  Gölgeler (1933 / 41 Şiir , 1374 mısra).
"Safahat", "safhalar, devreler, dönemler" ve biraz geniş bir mânâlandırma ile "görünüşler, manzaralar" demek olan bu kelime, önce, birinci Safahat'ta bulunan yirmi iki manzumeye, dergi¬deki neşirleri sırasında genel başlık olan "Safahât-ı Hayattan" ter¬kibinde kuIlanılmıştı. Fatih Câmi’i, Hasta, Küfe... gibi "Hayattan Manzaralar” ihtiva eden bu manzumelerin bulundukları ilk cilde, "Safahat" adı verilmesinin sebebi budur.
Safahat'ı teşkil eden manzumelerin tamamı aruz vezni İle yazılmıştır. Şiirlerin uzunluğu bir kıt'adan, 2292 mısraya (Asım) kadar değişmektedir.
Mehmet Akif, şiirleri üzerinde, yeni baskıları yapıldığı sırada bâzı tashihlerde bulunmuştur. Bu düzeltmelerin, daha çok, kitapların son baskıları sırasında yapıldığı görülmektedir. Son bas¬kıları 1928'de olan kitaplarda bu tashihler daha çoktur. “Asım" ve "Gölgeler"de mevcut şiirlerin son zamanlarda yazılmış olanları¬nın lisanlarında görülen sadeleşme gibi, Mehmet Akif'in eski yaz¬dıklarını da sadeleştirmek istediği anlaşılmaktadır.
BİRİNCİ KİTAP: SAFAHAT
Bu manzumelerde beşerî ve içtîmâî dert ve meseleler ele alınır, okuyucunun dikkati çekilerek, bunları düşün¬mesi, üzülmesi ve neticede, çare araması istenir. Fakirlik, hastalık, acizlikle beraber, yardım, iyilik ve ümidin de yolu gösterilir. Cahil¬lik ve istibdat ile meyhane ve kahvehane nefret uyandıracak ayrın¬tılarıyla tasvir edilir. İnsan, aczi ve geçim sıkıntısı karşısındaki ça¬resizliği canlandırılırken, çalışmaya ve azme davet edilir.
Bu kitapta şâir, fakirlik, hastalık ve hürriyetsizlik karşısında duyduğu ızdırabı dile getirmekte, ancak henüz vatanın ve bütün milletin uğradığı bir felâket olmadığı için sesini yükseltmemekte¬dir. 1908'den sonra gelen "hürriyet" beklediği gibi çıkmamakla be¬raber, daha ümidini kesmemiş görünmekte veya sıkıntısını henüz dışarıya vurmamaktadır. Yalnız, Mart 1910'da çıkan ve cemiyetteki bozukluğu ifade eden "Köse İmam" şiiri, Akif in bundan sonraki kitaplarda görülecek olan üslûbunu haber veren bir manzumedir.
İKİNCİ KİTAP: SÜLEYMANİYE KÜRSÜSÜNDE
Gelen "hürriyetin” beklendiği gibi memleketi kurtarama¬yacağı, çünkü yanlış anlaşıldığı ve doğrusunu anlamaya da -önce aydınlar olmak üzere- hazır olunmadığını görmüştür. Başta gazete¬ler, herkes birbirine sövüp karalamakta, partiler ve ırkçılık cereyan¬ları milleti parçalamaktadır. Aydınlar  millî olan her şeyi bırakıp Avrupa'nın izinden gitmeyi istemekte, halk ise faydalı da olsa bü¬tün yeniliklere karşı çıkmaktadır. Aydınlar dini yanlış anlayıp orta¬dan kaldırmaya çalışırken, halk da dinin aslını bırakıp hurafelerle oyalanmaktadır.
Mehmed Akif, dostu Abdürreşid İbrahim Efendinin ağzından, Süleymaniye Camiinde verilmiş bir va'az şeklinde, bütün bu yanlışları ve bu hâl devam ederse milletin başına gelecek felâketleri sayar. Önce, bütün İslâm âlemini dolaştığını söyleyerek Rusya, Türkistan ve Hindistan'ı son¬ra da Japonya'yı anlatan, buralardaki halkın iyi ve kötü hallarını tasvir eden vaiz, 1908'de Kanûn-i Esâsi’nin ilân edildiğini duyun¬ca, sevinerek İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'u, daha önceki gelişinde gördüğünün aksine uyanmış ve çalışır bir halde bulmayı bekler¬ken, hayal kırıklığına uğramıştır. Bütün bunları anlatan ve tasvir eden şair, sözlerini, bu halden kurtulmak İçin tutulması gereken yolu göstererek biti¬recektir.
ÜÇÜNCÜ KİTAP: HAKKIN SESLERİ
Mehmet Akif’in  Süleymaniye Kürsüsünde haber verdiği kötü akibet gelip çatmıştır. Balkan Harbi (8 Ekim 1912-30 Mayıs 1913) patlak vermiş; Parti ve kavmiyet kavgaları yüzünden birbiri¬ne yardım etmeyen ordu birlikleri, müthiş şekilde bozularak kaç¬mış; birkaç sene öncesine kadar idare etmekte olduğumuz küçük Balkan devletlerine yenilmiştir.
93 Harbi'nden sonra ikinci defa Rumeli halkı -müslüman nüfusu azaltmak için- çocuk, kadın ayırt edilmeden katl edilmektedir. İstanbul yine "muhacir" dolmuştur. Edirne beş ay muhasarada, düşman gülleleri altında aç ve ölerek yaşamış, Selimiye Câmi'i topa tutulmuş ve Bulgarlar şehre girmiş¬tir.
Mehmet Akif, bu kitabı teşkil eden on şiirinde ızdıraptan çıldırmış gibidir:
Yine hicran ile çılgınlığım üstümde bugün,
Ağzım kurusun yok musun ev adl-i İlâhî.
Irkçılığa karşı meşhur şiirini, Arnavut ayrılıkçılarına karşı yazar:
"Hani ey kavm-i esâret-zede muhtâriyyet?"
Fakat bütün felâketlerin, cehaletten, kötülüklere mâni ol¬mayı bırakmaktan ve tembellikten ileri geldiğini görerek, yine îtidâle döner.
DÖRDÜNCÜ KİTAP: FATİH KÜRSÜSÜNDE
Eser, Haziran 1913-Temmuz 1914 tarihleri arasında yayın¬lanmıştır. "İki Arkadaş Fâtih Yolunda" ve "Vaiz Kürsüde" başlıklı iki bölümden meydana gelir.
322 mısralık birinci bölüm, Galata Köprüsünde vapurdan inen iki arkadaşın, Fâtih Câmi'ıne kadar olan yol boyunca, konuş¬malarıdır. Bu sırada pek çok cemiyet ve kültür meselesi, nükteli bir üslûpla dile getirilmiştir.
İkinci bölümdeki vaizin konuşması, Akif’in Balkan Harbi günlerinde bu câminin kürsüsündeki konuşmasına benzer. Gökte ve yerde her şey çalışmak¬tadır. Küçük bir parçanın vazifesini yapmaması, kâinatın  altüst ol¬masına sebep olur. Netice:
"Bekayı  hak tanıyan sa'yi bir vazife bi¬lir;
 Çalış, çalış ki, bekaa sa'y olursa hakkedilir"
İnsanlar da aynı kanuna tâbidir: İşte çalışkan Garp, yere göğe hükmediyor ve işte tembel Şark miskinlik içinde... Sonunda leşini bir çukura atacaklar...
"Ecdat da böyle miydi" diyerek mazideki büyüklükleri anan vaiz, milleti bu hâle getiren "kötülükleri, "kader" ve "tefekkürün” yanlış anlaşılmasına ve buna sebep olan cehalete bağlar.
Bütün bu hâllerin sebebi cehalettir ve İlkokullar açarak cehaletin giderilmesine başlanmalıdır. Bu bilgisizlik yüzünden birtakım câhiller, dinde içtihada kalkışmakta, ırkçılık taassubu yapılmakta, müslümanlar birbirinin felâketinden habersiz, hissiz ve yabancıla¬rın elinde esir yaşamaktadır.
Milleti, hiç bir şeye aldırmayan avam, her şeyden ümidi kesmiş bedbinler, Batının rezillikleri peşinde dolaşan züppeler ve eğlenceden başka bir şey düşünmeyen sefihler olarak dörde ayıran vâiz, eğlence düşkünlerine "Alın eğlenin!" diyerek, birkaç "sahne" gösterir.
Bunlar, üzerine Bulgar bayrağı çekilmiş Edirne kalesi, Me¬riç'le Tunca'nın üstünde yüzen ceset kümeleri, aylarca kandan kıpkızıl akan Arda ve Gümülcine'de süngülerle karnı deşilen, alnı¬na haç çizilen müslümanlardır.
Sahneler, üzerinde sarhoşların tepindiği Kosova şehitliği, Vardar'da boğulan masumlar, kandan kızaran Selanik ovası, ceset¬ler, cesetler ve cesetlerle devam eder.
BEŞİNCİ KİTAP: HATIRALAR
Balkan Harbi'nin hemen arkasından gelen Birinci Cihan Harbi felâketleri, Mehmet Akif’e yine "Hakkın Sesleri'ndeki gibi şiirler yazdırır.
Kitabın büyük kısmını 698 mısralık "Berlin Hâtıraları" teşkil eder. 1914 yılı sonu ve 1915 başlarında Berlin'de bulunan Mehmet Akif, oradaki müşâhade ve tefekkürlerinin neticesi olarak mühim bir fikir eseri olan bu manzumeyi yazmıştır.
Eserin giriş kısmında, Berlin'de arkadaşıyla beraber bir kahveye giden şâir, kahvede karşılarındaki masada oturan, oğulları savaşta öl¬müş bir Alman ailesinin ızdirâbı, bilhassa annenin tavrı, şâire İslâm diyarlarındaki acılı kadınları hatırlatır.
Kendi zihninde, hayâlen konuş¬maya dalan şâir, İslâm dünyasının şimdiye kadar Batılılardan çek¬tiklerini, zulmün müslümanlara karşı olunca makbul sayıldığını anlattıktan sonra, Alman cemiyetinin yükseliş sebeplerini, burada ruh ile maddenin, din ile dünyanın elele yürüdüğünü tesbit ederek, bunun tam aksi olan bizim durumumuzu düşünür. Bu arada maa¬rif sistemimiz, gençlerin hayattan uzak ve tüketici olarak yetişmele¬ri, eski edebiyatın milleti uyuşturduğu, yeni edebiyatın ise ahlâksız¬lık yaydığı, neticede İngiliz'in aramıza soktuğu ırkçılık da buna ek¬lenince müslümanların parçalandığı ve düşmanın donanmasıyla Çanakkale'ye dayandığı anlatılır... Zihnî konuşmasının burasına gelen şâir birden uyanarak, cereyan etmekte olan savaşın aleyhimize neticelenmiş olması kor¬kusuyla, Boğaz'da çarpışan gâzilere dayanmaları için seslenir:
"Huda rızâsı için ey mücâhidîn-i kiram!"
Eser, Çanakkale gazilerinin Akif’e hitabı ile biter:
"Kork¬ma, cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz..."
Hatıraların son parçası 204 mısralık "Necid Çöllerinden Medine'ye" şiiridir.
ALTINCI KİTAP: ASIM
2292 mısralık bu manzume, Mehmet Akif’in üzerinde en fazla çalıştığı eseridir. Eser baştan sona kadar konuşma şeklindedir. Konuşanlar Köse İmam ve Hocazâde (Akif) ile Köse İmam'ın oğlu Asım 'dır.
"Köse îmanı" tipi, Mehmet Akif’in eserlerinde yaşattığı en önemli ideal kahramanıdır. "Asım", ondan sonra gelir. Daha doğ¬rusu, bu ikisi, Akif in idealindeki aynı şahsın, yaşlı ve genç hâlini temsil ederler.
Şâir, Asım'ın ruh ve beden yapısına, ahlâkına, bilgisine, mertliğine ve heyecanına hayrandır. Köse İmam ise, yanılmaz irfan ve basiretin temsilcisidir. İnsanın zih¬ninde, gönlünde fırtınalar kopabilir, ama cemiyet, "Asım’ın yum¬ruğu değil, Köse İmam'ın  itidali ve gösterdiği ilim ve kanun yoluyla ıslah edilecektir. Eser İki bölümde incelenebilir:
1. Köse İmam'la Hocazâde'nîn konuşmaları: Eserin büyük kısmını teşkil eder. Burada, yakın çevreden başlanarak hemen bü¬tün beşerî ve içtimaî mesele ve dertler münakaşa edilir. Her ikisi de dindar, hürriyetçi ve yenilik taraftarı olmakla beraber, Köse İmam, daha muhafazakâr ve tenkitçi, Hocazâde ise biraz daha ye¬nilikçi ve müsamahakârdır. Hocazâde, yaşlı Köse İmam'a karşı yeni nesilleri müdafaa eder. Bu ikisinin nüktelerle dolu münakaşala¬rı ve atışmaları sayesinde; eskilerin ve yenilerin hata ve sevapları ortaya dökülür.
Köse İmam'ın "ahlâk bozukluğu içindeki bu halk ile, bu memleketi, kimin kurtaracağı" sorusuna, Hocazâde'nin "Asım'ın nesli!" cevabı, konuşmaları Asım ve nesli üzerine çevirir. Bundan şüphesi olan Köse İmam'a karşı "Asım'ın neslinin meziyetlerini ve gösterdiği kahramanlıkları sayan Hocazâde, genç nesli öven heye¬canlı hitabesini "Çanakkale Şehitleri" şiiriyle bitirir:
Şu boğaz harbi nedir, var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların, yükleniyor dördü beşi

Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar taşlar...
O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,

Yaralanmış tertemiz alnından uzanmış yatıyor;
Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...
Bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi...

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvara yetmez o kitab...
Seni ancak ebediyyetler eder istiab.

"Bu, taşındır" diyerek Kabe'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle,
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan;

Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına,

Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanı Salahaddin'i,

Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
Sen ki islamı kuşatmış, doğuyorken hüsran,

O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;

Sen ki; a'şara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.

2. Hocazâde ile Asim'ın konuşmaları: Bu bölümde Hoca¬zâde, Asım'a cemiyetimizin neden geri kaldığını ve bir cemiyeti yükselten âmilleri anlattıktan sonra, bugün kendisinden beklene¬nin yumruk kullanmak değil, ilim tahsil etmek olduğunu söyler. Maddî gelişmeler tek başına toplumu mutlu kılmaz; fakat maddî güce sahip olmayan milletler de ahlâk ve faziletlerini koruyamaz¬lar. O halde, Batı'ya ezilmemek, şimdi olduğu gibi onun maddî gücüne boyun eğerek, manen de sefalete düşmemek için, onların bulunduğu seviyeye yükselmek, elde etmeye çalıştıkları "atom" il¬mini müslüman milletler adına öğrenmek lâzımdır... Eser, Akif’in sözünü dinleyen Asım'ın arkadaşlarıyla birlikte Almanya'ya tahsil¬lerini tamamlamak üzere gitmeye razı olmasıyla sona ermektedir.
YEDİNCİ KİTAP: GÖLGELER
İlk şiirler, "Hakkın Sesleri"ndekilere benzer. Ge¬ce, Hicran, Secde  şâirin, birinci Safahat'taki bâzı şiirlerde görü¬len, manevî iç dünyasının ve gönül âleminin ortaya çıktı¬ğı şiirlerdir. Cemiyetin dertleri, savaşlar, felâketlerle uğraşan, inleyen Akif, gönlünün öz duygularını bu üç şiirinde açığa vurmuştur.
Bu kitabın ve Safahat külliyâtının en son şiiri ise 1933’te ya¬zılmış olan, 208 mısralık "San'atkâr”dır. Akif bu şiirinde, "Sanatkâr'ın ağzından, kendisinin hayal kırıklığı ve acılarla geçen ömrünü, duygu âlemini, İslâm dünyasının üzüntü ve ızdırapla dolu hayatını, çok tesirli bir lisanla, kaderine teslim olmuş ama acılı bir edâ ile dile getir¬miştir.

Mor Salkımlı Ev, Halide Edip Adıvar

Mor Salkımlı Ev, Halide Edip Adıvar’ın çocukluğundan 1918’e kadar yaşadığı dönemin hatıratıdır. Yazarın hatıralarının ikinci cildini oluşturan Türkün Ateşle İmtihanı isimli eser ise 1918 – 1923 yılları arasını kapsamaktadır.

        "İçimde mor salkımlı bir ev var, Beşiktaş taraflarında idi. Çocukluğum o evde geçti. Gittim, aradım, bulamadım, yanmış... Onu yazacağım." Halide Edip

    Mor Salkımlı Ev ilk olarak 1955 yılında Yeni İstanbul Gazetesi’nde hatırat olarak yayımlanmıştır. Eser 1963 yılında kitap olarak basılmıştır. Halide Edip’in İngilizce hatıratında bulunan fakat Mor Salkımlı Ev baskılarında yer almayan epilog bölümü de bilahare tercüme edilerek eserin sonuna eklenmiştir.
    Yazarın anıları çocukluk yıllarından 1918 yılına kadar olan dönemde ve çoğunlukla İstanbul’da geçmektedir. Yazarın sabit bir yaşamı yoktur. İstanbul’un çeşitli semtlerinde çok sayıda ev değiştirerek yaşamış, bununla da yetinmeyip Anadolu’nun farklı şehirlerinde ve Mısır, İngiltere ve Arabistan gibi yabancı memleketlerde hayatını geçirmiştir.
    Yazar küçükken yaşadıklarının her anını hatırladığını belirterek kitaba başlamaktadır.
İlk hatırladığı Beşiktaşta’ki Mor Salkımlı Ev ve annesidir. Küçük Halide’nin annesi ile ilgili anıları pek fazla değildir. Çünkü yazar annesini küçük yaşta kaybetmiştir. Annesinin ölümüyle ilgili hatırladığı en belirgin imge cenazesinde gördüğü safran rengi örtüdür. Bu yüzden hayatındaki korkularında ve nefretlerinde hep safran rengi vardır. Annesinin ölümünden sonra babası Edip Bey tekrar evlenmiş ve Halide ile birlikte başka bir eve taşınmıştır. Edip Bey sarayda memur olarak çalışmaktadır. Evin diğer efradı Rasim Dadı ve Ali Lala’dır. Yazar kendisine kötü davranan Rasim Dadı’yı sevmemektedir. Rasim Dadı ve Ali Lala bu durumun ailenin kulağına gitmesinden ve işlerinden olmaktan korktukları için Halide’ye baskı yapmaktadır. Bir gün işi ileriye götürüp Halide’yi döverken büyükannesi olanları görür ve ikisini de evden attırır. Öksüz Halide rahat bir nefes almıştır. Annesinin vefatı küçük Halide’yi sessizleştirmiştir. Onun ölümünden sonra en sevdiği iş, babasının atının üstünde saraya gidişini izlemektir. Babasına ayrı bir muhabbet beslemekte, belki de onu anne yerine koymaktadır. Bir gün aniden, nöbete kalan babasını görmek istemesi, ağlayıp sızlayarak evin seyislerine kendini saraya götürtmesi ve sonunda babasına ulaşması tatlı bir hatıra olarak anlatılmaktadır. Halide yeni annesiyle çabuk anlaşır ancak Mor Salkımlı Ev’e olan özlemi dinmemektedir. Bu sırada geçirdiği ağır bir hastalıktan sonra doktorlar ailenin Mor Salkımlı Ev’e dönmesini tavsiye ederler.
    Mor Salkımlı Ev’e dönüş Halide’nin okuma iştahını kabartmış, babası da beş yaşını bitirince bir öğretmen tutmuştur. Mor Salkımlı Ev’deki ikinci perde Halide için güzel çocukluk hatıraları ile doludur. Mektebe ilk gidişini, babasından işittiği ilk azarı, en iyi arkadaşı Şayeste ile geçirdiği bayramları, bayramda kesilen hayvanlar için beslediği merhamet duygusunu ayrıntıları ile hatırlamaktadır. Mor Salkımlı Ev’de geçirilen bu saadetli zamanlarda Halide’nin Nilüfer adında bir de kardeşi dünyaya gelmiştir. Ancak hayat bazı yenilikleri getirdiği gibi bazı alışılmışları da alıp götürmektedir. Halide çok sevdiği dayısı ve büyükbabasını aynı hafta içinde toprağa vermiştir. Haminne olarak tanıdığı büyükannesi evladını ve eşini kaybettiği bu evde daha fazla durmak istememektedir. Artık Mor Salkımlı Ev’den taşınma vaktidir. Edip Bey ailesini Üsküdar’a taşımaya karar vermiştir.
    Yazar, Üsküdar’da okumuş ve güngörmüş bir delikanlı olan Eğinli Ahmet ile tanışmıştır. Ahmet, Türk Halk Edebiyatı’nı çok sevmekte ve bu konudaki merak ve birikimini sıklıkla Halide ile paylaşmaktadır. Dindar bir Mevlevi olan haminnesi ile Avrupa hayranı babasının atmosferinde yetişen yazar, o şartlarda Türk Edebiyatının ruhunu kavrayabilmişse bunu Eğinli Ahmet’e borçludur. Bu arada Halide’nin ikinci kardeşi Nigar dünyaya gelmiştir. Bir süre sonra da babası, daha önce de Haminneyle yaşayan Saraylı Teyzeyi ikinci eş olarak almıştır. Bu evlilikten sonra evde büyük bir huzursuzluk başlamıştır. İki üvey anne birbirleriyle anlaşamamıştır. Edip Bey, çaresiz, Halide’nin “abla” olarak hitap ettiği birinci eşini çocuklarıyla birlikte Mor Salkımlı Ev’e geri göndermiştir. Haminne, Halide ve diğerleri de İcadiye'de başka bir eve taşınmışlardır. Halide bu evdeyken Amerikan Koleji'ne başlamış; ancak yaşı tutmadığı için öğretmenlerin telkini ile bir sene sonra okuldan ayrılmıştır.
     Halide’nin koleji bırakmasından sonra, Edip Bey ailesini tekrar taşımıştır. Fakat bu sefer Halide’yi yanında götürmemiş ve Mor Salkımlı Ev’e göndermiştir. Halide'yi orada kendisine tahsis edilen iki oda ve Reşe adında Habeşli bir halayık beklemektedir. Babasının evi dekore ederek kendisiyle ilgilendiğini hissettirmesi yazarı duygulandırmıştır. Yine de Halide çok sevdiği Mor Salkımlı Ev’den eskisi gibi zevk alamamaktadır.
    Mor Salkımlı Ev’deki bu üçüncü dönemde, yazar kendini geliştirmek için uygun ortam ve zaman bulmuştur. Halide çok yönlü okumaktadır. Aldığı Arapça dersleri sayesinde okuduğu sureleri anlamakta ve bundan haz almaktadır. İlgi alanı Şark ilimleri ile mahdut değildir. Bir İngiliz Hoca’dan aldığı dersler de çok ilgisini çekmiş ve Batı ilimlerindeki bilgilerini geliştirmiştir.
    Daha sonra Saraylı Teyze’nin bir oğlu olması üzerine, bütün aile Sultantepesi'nde yeni bir eve taşınmıştır. Mor Salkımlı Ev’deki maceralar bir kez daha son bulmuştur. Halide bu evdeyken onbeş yaşına geldiğinde yatılı olarak tekrar Amerikan Koleji'ne başlamıştır. Halide’nin yaşı genç olmasına rağmen, küçüklüğünden beri olgun insanlarla ve yaşlılarla içli dışlı olduğu için onlar gibi düşünebilmektedir. Üvey annelerin, halayıkların ve taşınmaların arasında diğer gençlerin yaşadığı türden bir gençlik yaşayamamıştır.
    İkinci kolej hayatı genç Halide için çok faydalı olmuştur. Kolejdeki gayrimüslim hoca ve öğrencilerle teşrikimesaisi arttıkça diğer dinlere olan merakını tatmin etmeye başlamıştır. Hatıratının bu bölümünde hocalarını detaylı olarak anlatmakta ve değerlendirmektedir. Halide’nin matematik haricindeki tüm derslerdeki başarısı örnek seviyededir. Sevmediği bu dersin hocası Salih Zeki Bey’den evlenme teklifi almış ve babasının muhalefetine rağmen kabul etmiştir. Yazar, Salih Zeki Bey ve Salih Zeki’nin önceki eşinden olan oğluyla yaşamaya başlarlar. Halide Hanım üvey oğlu ile mutlu bir hayat sürmekte ve anne olmak istemektedir. Ancak anne olmak için yirmi yaşına kadar bekler ve yirmisinden sonra iki erkek çocuk sahibi olur: Ayetullah ve Zeki Hikmetullah.
    Salih Zeki Bey siyaseten aktif bir insandır. Bu yüzden de evleri sürekli gözetim altında bulundurulmaktadır. Çocuklarının doğumundan sonra İstanbul dışında bir eve taşınıp siyasetten uzaklaşmak istemişlerdir. Daha sonra tekrar İstanbul'a dönüp normal hayatlarına devam ederken Sultan Abdülhamit’in kararıyla Birinci Meşrutiyet ilan edilmiştir. Meşrutiyetin ilanı toplum hayatında büyük bir tesir meydana getirmiştir. Yazarın çevresindeki insanların bir kısmı Meşrutiyeti alkışlarken bir kısmı da şiddetle muhalefet etmektedir. Halide Edib’in yazıya başlaması da Meşrutiyet sevincinin İstanbul halkını sarması ile olmuştur. Yazar ilk yazı tecrübesini “Tanin” gazetesinde edinmiştir. Meşrutiyeti müdafaa edici yazılar neşreden Halide Hanım, meşrutiyet muhaliflerinden çok sayıda tehdit almıştır. Kendisini çok korkutan bu tehditlerden yılmamıştır.  Tehditlerden dolayı önce evinden hiç çıkmamaya başlamış, sonra bildiği bir dergaha sığınmış en son olarak da çareyi Amerikan Koleji’ne sığınmakta bulmuştur. Halide Edip için saklanarak yaşamak büyük bir çiledir. Bardağı taşıran son damla olan 31 Mart Vak’ası’ndan sonra, bu sıkıntılardan kurtulmanın yolunu yurt dışına gitmekte bulmuştur. Yeni mesken Mısır’dır. Mısır’a çocuklarıyla giden yazar, bir dost vasıtasıyla otele yerleşmiştir.  O sırada etkili olan  kızamık salgınına çocuğu da kapılmıştır. Hastalık üzerine Salih Zeki Bey’i Mısır’a çağırmıştır. Kocası ile uzun süre düşünerek dostlarının bulunduğu İngiltere’ye gitmeye karar vermiştir. İngiltere’de eski dostu Miss Fry’ın yanına yerleşmiştir.
    Halide Edip, Meşrutiyet’e karşı ayaklanmalar bastırıldıktan sonra İstanbul’a dönmüştür. O sıralarda pedagoji üzerine yazmaktadır. Tifoya yakalanan çocuğuna bakarken yazdığı “Seviye Talip” adlı romanını da bastırmış ve çeşitli eğitim kurumlarından gelen iş tekliflerini değerlendirmiştir.
    Bu sırada, Avrupa ve Balkanlar’da Türk şehirleri işgal edilmektedir. Özellikle Bosna-Hersek’in işgali yazarı derinden yaralamıştır. Yazar ve arkadaşlarının girişimi ile Türkler Avusturya mallarını boykot etmişlerdir. Feslerin çoğu Avusturya’dan ithal olduğu için fes giyimi neredeyse sona ermiştir. Trablusgarp’ın işgaliyle de İtalyan malları ve makarna boykot edilmiştir. Bu türlü faaliyetlerin örgütlenmesinde bazen ön planda bazen perde arkasında bulunan yazar bu meşguliyetinin arasında acı bir olay yaşamıştır. Salih Zeki Bey ikinci bir kadınla evlenmek istemektedir. Halide Hanım bunu kabullenmemiş ve dokuz yıllık evliliğini üzülerek sona erdirmiştir.
    Yazar, Balkan Harbinde yaralıların tedavisi için çalışmıştır. Harp felaketle neticelenmiştir. İttihatçılar yapıcılığını kaybetmiş ve ülkeyi çöküşe götürmektedir.Yapılmaya çalışılan reformlar çoğu alanda fiyasko ile sonuçlanmıştır. Bu yenilik ve değişim gayretleri içinde, Halide Hanım da eğitim teşkilatında ilerlemiştir. Ancak Şükrü Bey’le anlaşamayıp istifa etmiştir. Tüm bunlar olurken Halide Edip’i derinden sarsan bir olay vuku bulmuştur.  Gittikçe ağırlaşan hastalıkları nedeniyle yatağa düşen Haminne on gün direndikten sonra vefat etmiştir. Halide Hanım üzüntüsünü içine gömmüş ve yakın çevresiyle birlikte belli kursları birleştirerek bir vakıf okulu kurmuştur. Bu okulda idareci ve eğitimcilik vazifelerini yüklenmiştir.
    Balkan Harbi’nin yaraları sarılmadan Birinci Dünya Savaşı patlak vermiştir. Savaşın acılarını yakından müşahede etme imkanı bulan Halide Edip, hatıratında millet için zaruri olmadığı sürece savaşa girilmemesi gerektiğini savunmuştur. Buna rağmen savaşa girilmiştir.
    Savaş devam ederken, Cemal Paşa, Halide Hanım’dan birkaç öğretmen arkadaşıyla beraber Arap Diyarı’na gitmesini, oradaki eğitim ve öğretim hakkında inceleme yapmasını, ve Lübnan, Şam ve Suriye’de okul açmasını istemiştir. Eserin ikinci bölümü bu diyarlarda geçen hatıralardan müteşekkildir. Yazar çölleri aşıp birçok Arap ve İsrail şehrine gitmiştir. Tetkiklerini müteakip bir rapor yazarak Türkiye’ye göndermiştir. Türkiye’den gelen cevapta çocukların bakımsızlıktan hastalandığı ve bitlendiği Ayin Tura adındaki bir yetimhaneye hoca olması istenmiştir. Halide Hanım hocalık yerine müfettiş olmayı tercih etmiştir. Yazılan raporlar sayesinde Arap Diyarı’nda bir çok yeni okul açılmış, eğitim alanında önemli adımlar atılmıştır. Halide Hanım, Arap Diyarı’ndaki rahibelerin barınabilmesi için bir tesis açılmasına da önayak olmuştur. Bütün bunlar olurken, Halide Hanım ile Doktor Adnan Adıvar ile Bursa’da evlenmiştir. Halide Edip ve beraberindeki ekip işleri yoluna koymak üzere iken okulun çevresinde savaş olabileceği haberi gelmiştir. Ancak Halide Hanım ve beraberindeki öğretmenler okullar tatil olmadan hiçbir sebeple burayı terk etmeyeceklerini ifade ederek okullarını bırakmamışlardır. Müteakiben, yazarın gayretiyle okul en kısa zamanda tatil edilmiş ve çocuklar Kızılay’a bırakılmıştır. Okul kapanırken yetimlerin hazırladığı ve oynadığı tiyatro yazarı çok sevindirmiştir. Bundan dolayı çocukları aktör olarak adlandırmaktadır. Okul kapandıktan sonra yazar ve arkadaşları İstanbul’a dönmüştür.
    Mondros Mütarekesi ile İttihatçıların devri nihayete ermiştir. İttihat ve Terakki’nin başarısızlıkları zillet,  başarıları ulviyet getirmiştir. Ancak artık Türkiye'de yeni bir dönem başlamaktadır. Aslında, Avrupa’nın en büyük destanlarından biri başlamaktadır. Bunun artık başka bir hikaye olarak yazılması gerekmektedir. Bu hikayeyi Halide Edib'in "Türkün Ateşle İmtihanı" kitabında okuyabilirsiniz.

Küçük Ağa, Tarık Buğra

Küçük Ağa, Tarık Buğra: Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı Devleti eski gücünü,heybetini kaybetmeye başlamış,isyanlar ve işgallerle zayıf duruma düşmüştür.Kitapta , bir Anadolu kasabası olan Akşehir'den yola çıkılarak ,kurtuluş mücadelesinin bir bölümü ve İstanbul ile Kuva-i  Milliye ikilemi anlatılmaktadır.
1. Dünya Savaşı sonrası Akşehir’de durum:Dünya Savaşı resmen sona ermiş olmakla birlikte , Osmanlı Devleti üzerinde yarattığı etkiler tüm gücüyle devam emektedir.Savaş sonrası bir çok asker memleketlerine geri dönmüştür.Zayiatın büyüklüğü evlerine dönen erlerin çoğunun gazi oluşuyla daha da iyi anlaşılmıştır.Bu erlerden biri de Salih adlı Akşehirli bir askerdir.Memleketine döndüğünde kaybettiği kolunun acısıyla beraber , ülkenin durumunu daha acı bir şekilde anlayan Salih gittiğinden beri çok şeyin değiştiğini görür.Önceleri dost olarak yaşayan Rumlar ve kendi halkı şimdi birbirinden soğumuştur.Salih’in samimi arkadaşı olan Niko da bir Rum dur ve gelişmelerden o da etkilenmiştir.Yavaş yavaş Yunan ve İngiliz ordularının işgal haberleri gelmekte ve iki halkın birbirine olan düşmanlığı artmaktadır.Salih ise yüzyıllardır Osmanlı himayesinde rahatça yaşayan Rumların bu davranışını bir ihanet olarak görmekle beraber arkadaşı Niko’dan kopamamaktadır.Rumlarla olan dostluğu kasabalı tarafından fark edilir ve kasabalı Salih’i dışlar.Salih artık sürekli Niko ve O’nun çevresiyle dolaşır olmuştur.Artık Osmanlı ve Padişaha olan güvenci de sarsılmıştır.Kaybettiği kolunun hayatına tesiri büyük olmuştur.Kimsenin O’na hak ettiği saygıyı göstermediğine inanan Salih kendini namazdan niyazdan çekmiştir.Öte yandan halk işgallere tepkisiz kalmama kararı almıştır fakat bunun kimin önderliğinde yapılacağı karmaşası vardır.
2. Hoca’nın gelişi ve Kuva-i Milliye-Hoca çatışması: Salih günler geçtikçe kendi kasabalısının tepkisini kazanmış ve artık istenilmeyen biri olmuştur.Bu sırada kasabaya İstanbullu Hoca adında bir hoca gönderilir.İstanbul’dan gönderiliş amacı kasabada padişaha ve Osmanlı’ya bağlılığı teşvik edici düşünceyi sağlamaktır.Hoca gerçekten de çok etkili bir insandır ve halkın büyük beğenisini ve takdirini kazanır.Vaazlarda cemaate Osmanlı padişah ve din lehinde düşüncelerini aktarmaktadır.Bu sırada memlekette Hoca’nın düşüncesine tam ters olmamakla birlikte , kurtuluş ümidi olabilecek bir örgüt kurulmaktadır.Kuva-i Milliye adı verilen bu örgüt Anadolu’da işgalleri önlemek ve İstanbul ve padişah yönetiminin boyunduruğundan kurtulmak için kurulmuştur.Fakat Kuva-i Milliye’nin işi çok güçtür.Memlekette işgallere karşı veya işgallerden yana bir çok örgüt vardır. Kuva-i  Milliye önce bu örgütleri kendi tarafına çekmeli veya bertaraf etmelidir.Hocanın vaazları da Kuva-i Milliye ilkelerine ters düşmektedir.Hoca her fırsatta padişaha bağlılıktan bahsetmektedir , Kuva-i Milliye ise padişahtan kurtulmak ,yeni bir yönetim kurmak amacını gütmektedir.İşte bütün bu ihtilaflar dolayısıyla Kuva-i Milliye yandaşları ve Hoca arasında bir elektriklenme ve zıtlaşma meydana gelir.Hoca ise halka kendini çok sevdirmiştir  çünkü her yönüyle iyi ve doğru bir insandır.Fakat Hoca da kendi içinde bir yandan yaptığı işin gerçekten doğru olup olmadığının sorgulamasını, padişaha olan güvencinin doğruluğunun şüphesini yoklamaktadır.Kuva-i Milliyecilerle Hoca arasındaki çatışma zamanla  iyice açık şeklini alır ve vaazlarda karşıt fikirler açıklanır.
3. Salih’in Kuva-i Milliye’ye katılışı ve Hoca’nın kaçışı: Olaylar gelişirken Salih ise unutulmuşluk ve terkedilmişlikten bir kaçış olarak Kuva-i Milliye’ye katılmaya verir.O’nu bu kararı vermeye zorlayan başka bir şey ise yakın arkadaşı Niko’nun da sonunda Osmanlıya karşı savaşta yer almasıdır.Salih bu ihanetin öcünün peşinden koşacak ve kurtuluş mücadelesinde büyük rol oynayacaktır. Kuva-i Milliye bir türlü hizaya gelmeyen Hoca hakkında ölüm emri çıkartır.Hoca evliliği ve çocuğu ve en önemlisi de halkın zorlamasıyla Akşehir’den kaçar ve çete reislerine sığınır. Kuva-i Milliye ile arasında yaşanan kovalamacadan sağ kurtulur ve kendi başına yanına adam da alarak bir kasabaya sığınır. Kuva-i Milliye ise Hocayı kaçırdığı için üzgündür ve Salih’i O’nu bulmakla görevlendirir.Hoca ise şimdi hangi tarafta yer almak gerektiğinin hesabını yapmaktadır.Kuva-i Milliye ise her geçen gün başarı kazanmakta ve güçlenmektedir.Salih Hoca’yı bulur ve O’nu padişah hizmetinden vazgeçerek Kuva-i Milliye yararına çalışmaya ikna eder.Beraberce Çerkez Ethem’in kardeşi Tevfik Bey’in çetesine katılırlar. Çerkez Ethem ve kardeşleri milli mücadelede en büyük rollerden birini üstlenmiş ve gerek düşman işgallerine gerekse ayaklanmalara karşı başarılar sağlamışlardır.Fakat şimdi düzenli ordu ve İsmet Paşa’nın emri altına girmek söz konusu olunca Çerkez Ethem ve kardeşleri zıt bir tavır takınarak Kuva-i Milliye’ye ve Ankara’ya karşı isyan bayrağı açmıştır.Hoca ise bu yolun yanlış olduğuna inanır ve onları bu yoldan döndürmek için planlar kurar.Hoca’nın amacı Çerkez Ethem ve kardeşlerini Kuva-i Milliye’ye karşı cephe almaktan vazgeçirmek olmasa bile olası bir isyan halinde güçlerini zayıflatmaktır.Bu sırada Hoca Salih’ i haber edinmek için  Akşehir’e yollar.Akşehir’de ise Hoca öldü bilinmektedir.Oysa Hoca hayattadır ve yeni kimliği “Küçük Ağa” ile Kuva-i Milliye yararına çalışmaktadır.Hoca’nın Kuva-i Milliye yararına çalıştığı haberi Salih tarafından Akşehir’de sadece Kuva-i Milliyeci olan birkaç kişiye duyrulur ve memnuniyet yaratır. Başta Kuva-i Milliye hareketine büyük hizmet vermiş Doktor olmak üzere Kuva-i Milliyecilar Hoca’nın kendi saflarına katılışından büyük haz duyarlar.
4. Hocanın Ethem’e ihaneti ve Ankara’ya daveti: Hoca Ethem’in İsmet Paşa hizmetine girmemek için yapacağı en büyük saldırı olan Kütahya saldırısında O’na bir oyun oynayarak başarısızlığını sağlar ve Kuva-i Milliye’ye en büyük hizmetini vermiş olur. Ethem ise Yunanlılara sığınacaktır. Hoca ise bütün bu ihtiras ve gücü elinde bulundurma tutkusuna kapılan insanlardan nefret etmektedir.Artık savaş alanından başka bir cephede de mücadele verilmektedir , şimdi iktidar çekişmeleri büyük tehdit oluşturmaktadır. Hoca bunu acıyla farkeder. Ankara ise Hoca’nın başarılarından haberdardır ve kendisini Ankara’ya davet eder.Daveti kabul eden Hoca Ankara’nın durumunu yakından görür ve cephede savaşmanın , bu iktidar kavgasında yanlış düşünenlere ve  hainlere verilecek savaştan daha kolay olduğunu düşünür. Fevzi Paşa Hoca’ya yakınlık gösterir. Hoca bütün bu kişiliklerin önemini daha iyi anlamaktadır.Memleket zafere doğru gitmektedir ve bu noktada Ankara ve Melis’e büyük iş düşmektedir.Bu sırada Küçük Ağa yani İstanbullu Hoca Ankara'da kendisini Akşehir'den tanıyan ve bir zamanlar zıt fikirleri yüzünden tartıştığı Kuva-i Milliyeci Doktor ile buluşur. Doktor böyle saygıdeğer birinin kendi saflarına katılışından duyduğu mutluluğu Hoca’ya söyler ve asıl kimliğini bilenin sadece kendisi olduğunu , kendisi dışındakilerin O’nu Küçük Ağa diye tanıdıklarını anlatır.Hoca ise artık özlediği eşi ve çocuğunun özlemiyle yanmaktadır.
5. Hoca’nın Akşehir’e dönüşü ve Mehmet’i buluşu: Küçük Ağa Fevzi Paşa ile birlikte Akşehir’e gelir ve burada da tanınmadığını ve Küçük Ağa olarak bilindiğini görür.Eşi ve çocuğu hakkında bilgi alır ve çocuğunu bulur fakat eşinin durumu kötüdür. Eşine geldiğini haber eder fakat kadın ölmek üzeredir ve oğlunu Hoca’ya emanet ettiğini söylemekle kalır ve günler sonra da ölür. Hoca daha sonra Ankara’ya döner ve mücadeleye devam eder.

İlk Öğretmen, Cengiz AYTMATOV

İlk Öğretmen, Cengiz AYTMATOV, Elips Kitabevi, Temmuz 2005, Ankara

    Kitapta olaylar; anlatıcı konumunda bir ressam, köyün eski öğretmeni Duyuşen ile ünlü bir felsefe profesörü olan Altınay Süleymanova arasında geçmektedir.
Hikâye, ressam ve Profesör Süleymanova’nın köydeki okul açılışı için köye davet edilmeleri ile başlamaktadır. Ressam’da Profesör’de uzun zamandır köye gitmedikleri için    2–3 gün kalmak üzere daveti memnuniyetle kabul ederler. Köy ahalisi Profesör Süleymanova’yı törenle karşılar ve onu memnun etmeye, sevgilerini göstermeye çalışırlar. Coşkun bir hava vardır. Bu durum artık köyün postacılığını yapmakta olan eski öğretmen Duyuşen’in okul açılışı için telgrafları getirmesine kadar devam eder. Törene davet edilmesine rağmen Duyuşen teslim edilmesi gereken telgraflar olduğunu bahane ederek, içeri girmez ve gider. Profesör Süleymanova, Duyuşen’in adını duyunca tedirgin olur ve o gün köyü terk eder. Köylüler bu nedensiz ayrılışa çok üzülürler ancak Profesör Süleymanova’yı da kalması için ikna edemezler. Acaba Profesör Süleymanova neden böyle acele etmiştir?              Ressam, bu olaydan birkaç gün sonra Profesör Süleymanova’dan bir mektup alır. Mektupta Profesör Süleymanova neden köyden ayrılmak için acele ettiğini ve geçmişine dair birçok itirafları anlatmaktadır. Ressam’da kitabın geri kalanında bütün olanları Profesör Süleymanova’nın ağzından çıktığı gibi anlatır.
Yıl 1924,  Profesör Süleymanova o zamanlar 14 yaşında genç bir kızdır. Anne ve babası öldüğü için amcasının yanında oturmaktadır. O günlerde, köye sırtında asker kaputu olan, genç bir yabancı gelir. Üniformalı birinin belirmesi köyde büyük bir olaydır. Gencin adı Duyuşen’dir. Hükümet tarafından köye okul açmaya, çocuklara ders vermeye gönderilmiştir. O zamanlar ‘okul’, ‘öğretim’ gibi kelimelerin anlamını kimse bilmemektedir. Duyuşen köy halkını toplayarak kendisinin buraya çocukları okutmak için görevli olarak gönderildiğini söyler ve tepedeki eski tavlanın onarılmasını teklif eder. Köy halkı çocuklarının okumasına karşı çıksa da Duyuşen’in Sovyet yönetiminden gelen yazılı emir kâğıdını göstermesi üzerine korkarak kendilerinden bir şey istenmemesi şartı ile çocuklarının okula gitmelerini kabul ederler. Duyuşen de bu durumu çaresiz kabul eder. Tek başına tavlayı onarmaya başlar. O günlerde Süleymanova arkadaşları ile birlikte dağda tezek toplamaktadır. Duyuşen onları görür ve onlarla çok sıcak, içten bir şekilde ilgilenir. Bu durum çevresindekilerden hep kabalık gören Süleymanova’yı çok etkiler. Duyuşen okulu tamir eder ve eğitime başlar. Her gün bıkmadan tek tek çocukları evlerinden toplayarak okula götürmektedir. Aslında Duyuşen bu işe plansız programsız, eğitim yöntemlerinden habersiz başlamıştır. Zaten kendisi de okuma yazmayı askerde öğrenmiştir. Doğru düzgün alfabeyi bile bilmemektedir. Yine de kendisi bütün bildiklerini büyük bir sabırla anlatır öğrencilerine. Her öğrencinin ayrı ayrı başına geçerek kalemin nasıl tutulacağını, daha anlamadıkları bir sürü şey anlatır. Duyuşen aynı zamanda büyük bir Lenin hayranıdır. Sık sık öğrencilerine onun ne kadar büyük bir lider olduğunu anlatmaktır. Bütün bu yaptıklarından dolayı Süleymanova, Öğretmen Duyuşen’i büyük bir kahraman olarak görmektedir..
Süleymanova yaşça diğerlerinden büyük olması nedeniyle de oldukça çabuk öğrenmekte, Duyuşen’inde takdirini kazanmaktadır. Süleymanova’nın Duyuşen’e olan hayranlığı her geçen gün artmakta, onla beraber geçirdiği her an onu çok mutlu etmektedir. Duyuşen de aynı şekilde Süleymanova üzerine çok titremektedir. En büyük hayali ise onun şehirde öğretimine devam etmesidir.
Bir gün Süleymanova’nın amcasının evine kaba saba yabancılar gelir. Süleymanova oldukça tedirgin olur. Bir şeyler olacağından korkmaktadır. Nitekim yengesi onu evlendirmek için kararlıdır. Süleymanova okula gider. Duyuşen bu durum nedeniyle onu eve göndermez. Beraber kaldığı yaşlı bir ailenin yanına götürür. Kendisini sonuna kadar savunacağına dair söz verir. Ertesi gün okula teyzesi ve yabancılar gelir. Süleymanova’yı zorla almak isterler. Karşı çıkan Duyuşen’i de oldukça hırpalayarak, Süleymanova’yı alıp giderler. Artık Süleymanova o kaba saba adamın karısıdır. Hem de ikinci karısı. Süleymanova bu duruma ancak üç gün dayanabilir. Üçüncü gün kaçmaya çalışırken Duyuşen iki jandarmayla beraber ansızın çıkagelir. Kaba saba adamı tutuklatarak Süleymanova’yı geri alır. Ertesi gün yönetimle görüşerek Süleymanova’yı okuması için kente götürür. Ayrılırken Duyuşen Süleymanova’ya ondan hiç ayrılmak istemediğini, ancak buna hakkı olmadığını, onun gerçek bir öğretmen olmasını çok istediğini belirterek çok üzüntülü bir şekilde ayrılırlar. Süleymanova daha sonra işçi üniversitesini bitirir. Moskova’ya gider, enstitüye başlar. Öğrenim yıllarında çok güçlükle karşılaşır, umutsuzluğa kapılır. Ancak böyle zamanlarda öğretmeni Duyuşen’i hatırlayarak önüne çıkan bütün güçlükleri yener. Üniversite de iken Süleymanova Duyuşen’e mektup yazar ancak karşılık alamaz. Yıllar geçer, öğrenim hayatı, savaş yılları nedeniyle Süleymanova köye uzun yıllar gidemez. Duyuşen’den de hiç haber alamaz. Savaş zamanında köyden ayrıldığını, ancak geri dönmediğini hatta bazılarının onun ölmüş diye söylediğini duyar. Yine de Süleymanova, Duyuşen’i hiç unutmaz, hayalinden çıkaramaz onu. Gördüğü insanları ona benzetir.
Yıllar geçer, artık Süleymanova evlenmiş, tanınmış bir felsefe profesörüdür. Mektubunda, uzun bir aradan sonra okul açılışı için köye geldiğinde Duyuşen’le karşılaşınca çok utandığını, onu yıllarca yeterince araması nedeniyle çok üzüldüğünü belirtir. Ayrıca kendisine gösterilen sevgi yüzünden suçlar kendini. Bu törende en önemli yerde kendisi olmamalıdır. Bu ilk öğretmen Duyuşen’in hakkıdır. Bu yüzden çok üzülmüş ve utanmıştır. Duyuşen gençlere mutlaka anlatılmalıdır. Bunun için  köye geri döneceğini ve yeni açılan okula ‘Duyuşen’in Okulu’ adını verilmesini teklif edeceğini belirterek mektubuna son verir.

ANLATIMA HAZIRLIK-ANLATIMA HAZIRLIK YAPMA-ANLATIM ÖNCESİ HAZIRLIK

ANLATIMA HAZIRLIK,ANLATIMA HAZIRLIK YAPMA,ANLATIM ÖNCESİ HAZIRLIK, 10.sınıf dil ve anlatım, anlatıma hazırlık nasıl yapılır,anlatıma hazırlık yapmanın sebepleri,anlatıma niçin hazırlık yaparız,anlatıma neden hazırlık yaparız
ANLATIMA HAZIRLIK

Bir duyguyu, düşünceyi, konuyu yazı ya da söz ile ifade etmeye anlatım denir. Tabi ki bir anlatım yapabilmek için kişinin birtakım hazırlıklar yapması gerekir. 
Anlatıma hazırlanmak için yapılacak eylemler şunlardır:

- Bilgi Toplamak: Anlatım yapacağımız konu ile ilgili olarak kitaplar okumak, ansiklopedi ve internet gibi kaynaklardan araştırma yapmak, uzman kişilerin görüşlerine başvurmak, notlar çıkarmak, alıntı yapmak, özet çıkarmak gerekir.

- Dinlemek: Dinlemek, iyi bir anlatım için önemli bir eylemdir. Karşımızdaki kişileri dikkatli bir şekilde dinlemek ve bu konuşulanlardan notlar çıkarmak önemlidir.

- Okumak: Okumak, algı kapasitemizi geliştirir. Kaliteli bilgi toplamanın bir yolu da okumaktır. Okuma, süreklilik, sabır ve düzenlilik isteyen bir eylemdir. Bu bakımdan hiç de kolay bir eylem değildir.

-Araştırma: Anlatacağımız konu ile ilgili bazı kaynaklardan araştırmalar yapılmalıdır.

- Gözlem: Konu ile ilgili varlıkları, durumları veya olayları gözleyerek ulaştığımız sonuçlara gözlem denir. İyi bir anlatım yapabilmek için iyi, dikkatli bir gözlem şarttır. İyi ve dikkatli bir gözlem için bütün duyu organlarımız aktif olarak çalışmalıdır.