Benim Adım Kırmızı, Orhan Pamuk
Osmanlı döneminde, nakkaşlar arasında yaşanan bir cinayetin aydınlatılması sırasında gelişen olaylar ve olayların içinde bir aşk hikayesi anlatılmaktadır. Tüm bu yaşananların arka planında da 16’ncı yüzyıl resim ve sanat anlayışının aktarılmaktadır.
16’ncı yüzyılda Osmanlı Devleti’nde geçen olaylar nakkaşlar arasında işlenen bir cinayetle başlar ve bu cinayetin perde arkasında dönen olaylarla örgülenir. Enişte Bey padişah tarafından gizli bir kitap hazırlamakla görevlendirilir. O da nakkaşhanenin baş ustaları ile anlaşır. Bu kitap resim ve nakışlarla süslenecek ve bu resimlerin hikayeleri ile bütünleşerek bir sanat eseri olarak ortaya konacaktır. 16’ncı yüzyılda resim sanatı dinen hoş görülmemektedir. Erzurumlu bir hoca da bu konularda devamlı vaazlar vermekte frenk sanatı olarak görülen bu sanatla uğraşanları hedef göstererek bu kişileri küfre girmekle suçlamaktadır. Nakkaşlar arasında da bu hocanın görüşlerini paylaşanlar vardır. Zarif Efendi de bu hocanın görüşlerini paylaşan bir tezhip ustasıdır ve bir gece gizemli bir şekilde öldürülür.
Şeküre, Enişte Beyin kızı, iki çocuklu güzel bir kadındır. Kocası savaşa gitmiş ve dört yıldır geri dönmemiştir. Hasan, Şeküre’nin kayınbiraderidir. Abisi savaşa giden Hasan Şeküre’ye aşıktır ve zaman zaman onu sıkıştırmaktadır. Şeküre de Kayınpederinin yanında sıkıntılı günler geçirmeye başlayınca çocuklarını alır ve babasının yanına taşınır. Kayınpederi ve kayınbiraderi Hasan geri dönmesini istemektedirler.
Romanın baş kahramanı Kara, Şeküre’ye aşkını erken açıklayınca Eniştesi tarafından evden kovulur. Aşkını açıkladığı zaman Şeküre 12, kendisi 24 yaşındadır. Evden kovulan ve aşkına kavuşamayan Kara, Anadolu’nun değişik yerlerinde devlet kurumlarında ve paşaların yanında katiplik yapmış kitaplar hazırlamış resimle uğraşmıştır. On iki yıl sonra Enişte Bey tarafında İstanbul’a çağrılır. Çağrılış maksadı Enişte Bey’in hazırlattığı resimlerin hikayelerini yazması ve Zarif Efendinin ölümü ile ilgili nakkaşlar arasında olup biteni ve konuşulanları Enişte Beye aktarmasıdır.
Kara, İstanbul’a gelince yıllardır hayalini kurduğu eski aşkına yeniden kavuşmak ister. Enişte Beyin evine girer ama sadece Enişte Beyle görüşebilmektedir. Bu zamanlarda da resim sanatı ve hazırlanacak kitapla ilgili konuşabilmektedir. Şeküre yan odadan onu gizli gizli izlemekte ama yanaşmamaktadır. Ester adında yahudi bir bohçacı kadın aralarında haberleşmelerini sağlar. Yavaş yavaş aralarındaki irtibat yeniden kurulur ama Şeküre tereddütler içindedir. Bir tarafta kocasının ölüm haberi gelmediği için onu beklemekte, diğer tarafta ise eski aşkına karşı yeniden yakınlaşmak istemektedir. Bunların yanında kendisi için çok önemli olan babasının düşüncelerini de bilmemektedir.
Üstat Başnakkaş Osman, Nakkaşhanenin başında yer almaktadır. Enişte Beyden çok hoşlanmamakta hatta nefret etmektedir. Başnakkaş eski usül resim ve sanat taraftarıdır. Resimlerde ünlü ressam Behzat gibi eski usüllerin kullanılmasını istemektedir. Enişte Bey ise frenk usülü resim ve sanatı getirmek istemektedir. Padişah için hazırladığı kitapta da frenk usül ve teknikleri kullanmayı planlamaktadır. Eski usülde sanatkar, eserini sanatın gereklerine uygun olar yapmaktadır. Başkaları beğensin diye veya para kazanmak için resim ya da nakış yapmamaktadır. Nakkaş sanatına aşıktır. Sanatı için nakış yaparken kör olması onu yüceltmektedir. Resimde, görünenin aynısını yapılması değil sanatçının gördüğünün yapılması esastır. Resim görünenin içine mana katılarak resmedilir. Hele portre gibi resimler perspektif gibi teknikler hem bir frenk usülü hem dinen yasak metotlardır. Üstat Osman, padişahın bir frenk ressama yaptırdığı portresini Enişte Bey yüzünden taklide zorlanmış bunu çok aşağılayıcı bir iş olarak algılamıştır. Bu nedenle Enişte Beye çok kızgındır.
Enişte Bey yeni usülleri getirmek ve bu usüllerle hazırlayacağı kitabı Venedik krallarına da göndermek ve padişahın büyüklüğünü göstermek istemektedir. Bu sayede padişahın gözüne girecektir. Ayrıca bu sayede adının da ölümsüzleşmesini istemektedir. Nakkaşhanenin en usta nakkaşlarını evine çağırarak her birinden resimlerin ayrı ayrı yerlerini kendi anlattığı tarzda yapmalarını istemektedir. Hiçbir nakkaş resmin tamamını görememektedir.
Dört ayrı nakkaş bu resimler için çalışmaktadır. Her biri farklı konuda kendini çok iyi yetiştirmiştir. Kimi çizimde kimi renklerin kullanılmasında kimi de süsleme sanatında ustadır. Zarif Efendi de süsleme ve tezhip işinde ustadır. Resim sayfalarının kenarlarını işlemektedir. Bu nakkaşların hepsi Üstat Osman’ın çıraklıktan itibaren yetiştirdiği ustalardır. Üstat Osman her birine, yeteneklerine göre farklı isimler vermiştir. İsimleri Zeytin, Kelebek, Leylek ve Zarif’tir. Hepsi kendi alanında en iyi olduğunu düşünen, bununla birlikte değişik beklenti ve hırsları olan nakkaşlardır.
Zarif Efendi Enişte Beyin evine gidişlerinden birinde çizilen son resmi görmüştür. Son resimde frenk usüllerinin kullanıldığını ve resmin içinde bir portrenin yer alacağını öğrenmiştir. Erzurumlu hocanın vaazlarını hiç kaçırmayan Zarif Efendi bu duruma karşıdır ve küfre girildiğini düşünmektedir. Evden çıkışta nakkaşlardan biri ile karşılaşır ve durumu ona anlatır. Karşılaştığı nakkaş onunla aynı düşüncedeymiş gibi konuşarak durumu ve düşüncelerini iyice öğrenir. Bu nakkaş, Zarif Efendinin nakkaşhane hakkında dedikodu yayacağını ve Erzurumlu hocanın adamlarına nakkaşları hedef göstereceğini anlar. Hem düzenlerinin bozulmasını hem de nakkaşların gözden düşmesini istemediğinden onu kandırarak karanlık bir köşede öldürür.
Bu arada bohçacı Ester, Şeküre ile Kara arasında haber götürüp getirmekte ve aşklarını canlanmasında vasıta olmaktadır. Kara, Enişte Beyin evine devamlı gelir gider olmuştur. Enişte Beyin de Kara hakkında düşünceleri değişmiş onu beğenmeye başlamıştır. Kitabı bitirebilmek için Kara’ya ihtiyaç duymaktadır. Bu sebeplerle aklından kızını bile ona vermeyi düşünmeye başlamıştır. Bu arada savaşa giden kocanın durumu hala netlik kazanmamıştır. Bu nedenle kadı önünde Şeküre hala evlidir ve kayınbiraderi Hasan onun eve dönmesini istemektedir.
Kara, nakkaşlar arasında gidip gelerek nakkaşları yakından tanıma fırsatı bulur. Resim ve sanat hakkındaki düşüncelerini, nakkaşların dünyaya bakış açılarını uzun uzadıya konuşur. Bu arada katilin kim olduğunu araştırmaya da devam etmektedir.
Şeküre ile Kara bir gün komşunun terkedilmiş evinde buluşur ve duygularını birbirine açar. Bu sırada evde yalnız olan Enişte Beyin evine Zarif Efendinin katili gelmiştir. Kimse yokken onunla konuşmaya ve çok merak ettiği son resmi görmeye gelmiştir. Katil, Enişte Beyin evine devamlı olarak gelen nakkaşlardan biri olduğu için önce şüphe uyandırmaz. Resimlerden konuşurken son resimde ne olduğunu sorar. Enişte Bey resimler bitmeden kimseye göstermek istemez. Çok istemesine rağmen resmi göremeyen katil sinirlenir. Kendi hakkında ve resimler hakkında konuşurken Zarif Efendiyi kendisinin öldürdüğünü itiraf eder. Zarif Efendiyi, bütün nakkaşları ve Enişte Beyi düşünerek öldürdüğünü söyler. Enişte Beyin son resmi göstermemesi ve onu küçük gören konuşmaları nedeniyle hiddetlenen katil Enişte Beyi elindeki resim hokkasıyla öldürür. Son resmi de yanına alır ve gider. Evde babasının ölüsüyle karşılaşan Şeküre kendi kendine ağıtlar yakar ama sahipsiz kalıp kayınpederinin evine geri dönmek zorunda kalacağı için babasının öldürüldüğünü kimseye söylemez.
Şeküre, Ester ile Kara’ya haber gönderir. Kara’dan evlenmek istiyorsa hemen gelerek gerekli hazırlıkları yapmasını ister. Kara birkaç yalancı şahitle kadıyı ayarlar ve Şeküre’nin boşanmış kabul edilmesini sağlar. Aynı akşam evlenirler ve ertesi gün Enişte Beyin eceliyle öldüğünü söylerler. Durumu öğrenen kayınbirader kapıya gece yarısı dayanır ve gerçeği bildiğini Kara’nın, Enişte Beyi Şeküre ile ortak olup öldürdüğünü bunu da kadıya anlatacağını söyler.
Kara, çareyi durumu saraya anlatmakta bulur. Enişte Beyin öldüğünü duyan padişah, Üstat Osman’ı yanına çağırır ve durumun aydınlatılmasını yoksa bütün nakkaşların işkenceye tabi tutulacağını söyler. Katilin bulunması için üç gün mühlet verir. Zarif’in karısı, bohçacı Ester’e kocası öldüğünde cebinden içinde at resmi çizili bir kağıt çıktığını söyler ve bunu Kara’ya gönderir. Kara da Üstat Osman ile birlikte kağıttaki bu at resminden ve resimdeki atın çizim üslubundan yola çıkarak katili bulmaya çalışırlar. Üslubu ortaya çıkarmak ve katile ulaşmak için Üstat Osman’la birlikte sarayın hazine dairesinde resimlere bakmak zorunda kalır ve bu süre zarfında evine gidemez. Kara ile ilgili dedikodulardan ve evinde yalnız kalmaktan korkan Şeküre eski kayınpederinin yanına gider. Kara Saraydan çıktıktan sonra Şeküre’nin yanına gider. Kadının kararını haklı bulmayan kayınpeder evine gelmiş olan Şeküre’yi göndermek istemez. Bunun üzerine Kara, çevresine topladığı adamlarla birlikte zor kullanarak Şeküre’yi evine götürür.
Kara, aynı gece kaybolan son resmi bulmak için nakkaşların evlerine sıra ile gider ve zorla evlerini arar. Önce Kelebek’in evini arar. Kelebek’te son resmi bulamayınca Zeytin’in evine birlikte giderler. Zeytin’i evde bulamazlar ama evini ararlar. Evde aradıkları resmi bulamazlar. Leylek’in evinde de resimleri bulamayınca birlikte Zeytin’in devamlı gittiği kapatılmış olan tekkeye giderler. Zeytin, tekkede namaz kılmaktadır. Tekkeyi üçü birden ararlar ama bir şey bulamazlar. Hiç kimsede resim bulunamamıştır. Sohbete başlar ve geçmişten konuşurlarken Kara, Leylek ve Kelebek birden Zeytin’in boğazına çökerler ve hançeri dayarlar. Üçü de Zeytin’den şüphelendikleri için itiraf etmesini isterler. Biraz zorlamadan ve gözüne de nakkaşlara ait bir resim iğnesini soktuktan sonra Zeytin dayanamaz ve hem Zarif’i hem de Enişte Beyi öldürdüğünü itiraf eder. Zeytin İtiraf ettikten sonra üçünün boş bulunmasından istifade ederek Kara’yı elindeki hançeri alarak altına alır. Hançer ile Kara’yı ağır şekilde yaralar. Nakkaşlarda biri kaçar. Zeytin diğerine bir şey yapmadan yıllardır biriktirdiği altınları ve resimleri alarak kaçmaya başlar. Her şeyi ayarlamış Hint ülkesine gidecektir. Yolda tesadüfen kayınbirader Hasan ile karşılaşır. Hasan Zeytin’in elinde Kara’dan aldığı kendisine ait hançerini görünce sinirlenir. Kara hançeri Şeküre’yi götürürken kayınpederinin evinden almıştır. Şeküre’nin evinden zorla götürülmesine sinirlenmiş olan Hasan elindeki kılıç ile bir darbede Zeytin’in boynunu keser.
Katil bulunmuş ve öldürülmüştür. Sabah, Şeküre Kara’yı ağır yaralı vaziyette bulur. Kara yaralarını temizlenince hayatta kalır ama boynundan aldığı darbe tam olarak iyileşmediği için ömrü boyunca rahatsız kalır. Şeküre geri kalan hayatını Kara ile geçirir. Şeküre’ye kavuşamayan ve Zeytin’in katili olan Hasan şehri terk eder ve bir daha görünmez. Zeytin, hayallerine ulaşamadan yolda öldürülmüştür. Kelebek geri kalan hayatını halılara havlulara nakışlar çizerek geçirir. Üstat Başnakkaş Osman hep hayali olan resimlere bakarken kör olur ve iki yıl sonra ölür. Leylek bir sonraki başnakkaş olur. Eniştenin hayatıyla ödediği ve bitirilmesini vasiyet ettiği padişahın istediği kitap bitirilememiştir. Padişahın ölümünden sonra yeni padişah resim sanatına eski önemi vermemiştir. Bundan sonra resimler üzerindeki derin tartışmalar yapılmaz olmuştur çünkü artık resim de çizilmez olmuştur.
tarihi roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarihi roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
12 Ocak 2014 Pazar
25 Kasım 2013 Pazartesi
Şu Çılgın Türkler, Turgut Özakman
Şu Çılgın Türkler, Turgut Özakman. Eser, dönem olarak 1’nci Dünya Savaşının sonları ve Kurtuluş Mücadelemizin ilk yıllarından başlamaktadır. Detaylı olarak Kütahya-Eskişehir Savaşını, Sakarya Savaşını, Büyük Taarruzu ve sonrasını ele almaktadır.
Kişilerin büyük çoğunluğu gerçek kişilerdir, konuşmaların ve olayların çoğunluğu kaydedilmiş ve aktarılmış gerçek konuşmalardır.
Mustafa Kemal Paşa, kongre yapmak ve Kurtuluş’u şekillendirmek üzere, Erzurum' a gelişinden beş gün sonra, 8/9 Temmuz 1919'da, “Sine-i millette bir ferd-i mücahit (milletin bağrında bir mücahit kişi) olarak çalışmak üzere" çok sevdiği askerlik mesleğinden ve görevinden istifa eder. Artık milletin bir bireyi olarak; milletten kuvvet, kudret ve ilham alarak tarihi görevine devam edecektir. Daha sonra, 23 Nisan 1920’de TBMM Başkanı seçilecek ve sadece bu sıfatı olacaktır. Halbuki, dost ve düşmanın kabul ettiği gibi, Kurtuluş’u planlayan ve yürüten güç O’dur.
Rütbesi olmayan Mustafa Kemal’e, orduyu tam yetkiyle idare etmek ve geliştirmek üzere, sonradan uzatılan üç aylık bir dönem için, 5 Ağustos 1921 günü TBMM gizli birleşiminde, Meclis yetkilerini kullanması kaydıyla, Başkomutanlık yetkisi verilir. Üç ay süreyle Başkomutan seçilen ve Meclis'in yetkilerini kullanması kabul edilen Mustafa Kemal, milletin maddi kaynaklarını savaşın emrine verebilmek için çıkardığı 10 maddelik Tekalif-i Milliye (Milli Yükümlülük) emirlerinin altısını 7 Ağustos 1921’de yayımlar.
“Topyekun Harp” başlar. Millet her şeyini seferber ediyordu. Ordu kuruluyor ve geliştiriliyordu. Bir Millet, varlığı ve hürriyeti için her şeyini ortaya koyuyordu. Bu savaş, Mustafa Kemal'in öteden beri gördüğü gibi topyekun bir savaştı: “Harp, yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla ve ellerindeki her şeyle, bütün elde tutulur ve tutulmaz güçleriyle birbirleriyle karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması demektir. Bundan dolayı, bütün Türk milletini, cephede bulunan ordu kadar fikren, hissen ve fiilen ilgilendirmeliydim. Milletin her ferdi, yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyde evinde, tarlasında bulunan herkes, silahla vuruşan savaşçı gibi kendini ödev almış hissederek, bütün varlığını mücadeleye verecekti.”
Bu gerçeği yıllarca sonra keşfetmiş olan Churchill, Mustafa Kemal'in elinde yeteri kadar deve ve öküz bulunmadığı için, taşıt işlerinde cephedeki erlerin karılarından ve kızlarından nasıl yararlandığını anlatır. Kadınların seferber edilmesi milli duygunun geliştirilmesinde büyük bir rol oynamış; asker, sivil herkesin topyekün gayret göstermesi ihtiyacını iyice belirtmişti. Sivas, Erzurum, Diyarbakır ve Trabzon gibi dağınık, merkezlerden toplanan silahlar, saman yığınlarının altına yüklenerek kağnılarla taşınıyordu. Şalvarlı, dolaklı köylü kadınları da Sümerler zamanındaki gibi, gıcırtılı sesler çıkaran kağnılarını sürerek saatte ancak beş kilometre hızla, dağ tepe demeden yüzlerce kilometrelik yolları aşıyor, cepheye doğru ilerliyorlardı. Çoğu, emzikteki çocuklarını, sıkıca sırtlarına bağlamışlardı. Top mermilerini, halat kulplu cephane sandıklarını, kucaklarında taşıyarak arabalara yükleyip indiriyor, iki omuzlarına birer gülle yüklüyor, çok kez tapaları bozulmasın ya da ıslanmasın diye, çocuklarını açıkta bırakmayı bile göze alarak, üzerlerini örtüyle kapatıyorlardı. Tekerleklerin kırılıp kağnının yolda kaldığı da oluyordu. Evlerinde kalanlar at, hayvan ve araçlara el konmuş olmasına bakmadan, çapa çapalıyor, tohum ekiyor, ekin biçiyor, orduya yiyecek yetiştiriyorlardı.
Refet Paşa, Milli Müdafaa Vekilliğine geçmiş, bütün enerjisi ve buluşlarıyla çalışmaya başlamıştı. Öküz arabasıyla yapılan taşımayı, yeni bir menzil sistemi kurarak daha hızlı hale getirdi. Artık köylülerin alışık oldukları gibi her kasabaya gelince araba değiştirecek yerde, belirli yerlerde öküzler değiştiriliyor ve taşıtlar, doğruca savaş alanına kadar gelebiliyordu. Kilimlerden askerlere kaput, gaz tenekelerinden ilaç kutusu yaptırdı. Un bulunmazsa, köylülere, değirmenleri tamir edilinceye kadar, buğdayı kaynatarak ya da havanda döverek yemelerini söyledi. Çorak yaylada odun bulunmadığından, ahşap evleri yıktırıp, tahtalarını lokomotiflerde yakıt olarak kullandı.
Saban demirlerinden kılıç yapılıyordu. Ankara'daki demiryolları atölyesi süngü ve hançer fabrikası haline sokulmuştu. Bir tek bozuk silah kalmaması için her yerde tamir atölyeleri kurulmuştu. Refet Paşa yurdun en ücra köşelerinden bile orduya asker topluyordu. Halk, minarelerden askere yazılmaya çağrılıyordu. Orduya katılmak isteyenler çoğu kez haydutların kasıp kavurduğu yerlerden geçerek; yüzlerce kilometre yaya yürümek zorundaydılar. Geldikleri zaman da kendilerine verilecek silah bulunmadığı olurdu. Bu erlere, cepheye giderken, düşmandan başka, yaralı ve ölülerin silahlarını almaları söylenirdi. Bu arada askerden kaçanlar yakalanıp şiddetli cezalara çarptırılıyor, silah altına yeni sınıflar alınıyor; Adana bölgesinden, Doğu illerinden, Karadeniz' den ve daha başka uzak yerlerden takviyeler getiriliyordu.
Türklerin, kendilerini bekleyen önemli savaşa hazırlanmak için ancak üç hafta kadar vakitleri vardı. Ankara, bu haftaları endişe içinde geçirdi. Sivillerin morali adamakıllı çökmüştü. Varlıklı eşraf ve tüccarlar, yanlarına ailelerini ve servetlerini alarak Kayseri'ye göç ettiler. Daha başka kimseler de göç hazırlığına girişti, hatta resmi görevi olanlar bile. Şehir, asker kaçaklarıyla, boş gezenlerle dolmuştu; Yunanlıların çok yakına geldikleri söyleniyordu; kimsede güven kalmamıştı. Kadınlar, çarşafları sırtlarında, yola çıkmaya hazır, sabırla bekliyorlardı. Evlerini, barklarını bırakıp göç etmek zorunda kalacaklar mıydı acaba?
Mustafa Kemal de, Genelkurmay Başkanı olan Fevzi Paşa ile birlikte cepheye hareket etti. Karargâhını Ankara'nın seksen kilometre kadar güneybatısında, demiryolu üzerindeki Polatlı'da kurmuştu. Buraya varınca, atıyla, çevreye hakim bir tepe olan Karadağ'a çıktı; attan inerek düşmanın izlemesi muhtemel olan hücum yönünü görmek istedi. Tekrar atına binerken bir sigara yaktı. Hayvan, kibritin alevinden ürkerek geri tepince, Mustafa Kemal şiddetle yere düştü. Kaburga kemiklerinden biri kırılmıştı; bir an için, ciğerlerini sıkıştırarak, nefes almasına ve konuşmasına engel oldu. Yanındaki doktor, kendisini ciddi şekilde uyardı: “Devam ederseniz hayatınız tehlikeye girer !”
Mustafa Kemal: “Savaş bitsin, o zaman iyileşirim.” diye yanıt verdi.
Tedavi için Ankara'ya döndü. Fakat yirmi dört saat sonra yine cephedeydi. Yarası ona acı veriyordu; güçlükle yürüyebiliyor, çok kez bir masaya dayanarak dinlenmek zorunda kalıyordu…
Halide Edip bazen bu toplantılarda Mustafa Kemal'i bir roman yazarına benzetirdi. O da sanki heyecanlı bir konu üzerinde çalışıyor gibiydi. Bu romanın ana konusu savaştı, harita üstündeki iğneler de kahramanları. Her birinin özellikleri, genel plana uygun düşmeli ve hikayenin gelişmesine yardımcı olmalıydı. Mustafa Kemal, düşmanın kuvvetini de kendi birlikleri kadar yakından inceliyordu. Savaşın çok önemli bir anında alınan bir istihbarat raporunda, Yunanlıların kuvvetli bir yığınak yapmış oldukları, Türklerin tuttuğu mevziin savunulmasının güçleştiği ve bırakılması gerekeceği bildirilmişti. Mustafa Kemal hemen: “Bana Yunan birliklerinin hareketlerine dair geçen haftaki raporları getirin !” diye, emir verdi. Bu raporları bir daha gözden geçirdikten sonra: “Bizim istihbarat yanılıyor !“ dedi. “Yenilen biz değiliz, düşmandır !”
Zaman zaman, taktik icabı, askerlik bilimine uygun olarak, geri çekilmeler de yapılıyordu. Hatta gereğinde Ankara bile boşaltılabilecekti. Ancak Başkomutan gereksiz ve çarpışılmadan geri çekilmeleri affetmiyordu.
Sakarya Savaşı'nın 5. gününde, 27 Ağustos 1921 de, çarpışmalar şiddetini artırarak devam ediyordu. Cephenin sol ucundaki Güzelcekale'nin yüksek tepeleri Yunanlıların eline geçti. Türkler, sert bir savunma yaparak adım adım çekildi.
Daha önceki günlerde bu yeni stratejiyi geliştiren Mustafa Kemal, Alagöz köyündeki karargahında Yusuf İzzet Paşa'ya, "Savunma hattı yoktur, savunma sathı vardır. O satıh bütün vatandır. Yurdun her karış toprağı, yurttaşın kanıyla ıslanmadıkça düşmana bırakılamaz. Her birlik, ilk durabildiği noktada düşmana karşı yeni bir cephe kurup savaşmayı devam ettirir..." dedi. Daha sonra da bu yeni stratejiyi orduya günlük emirler arasında yayınladı.
Mustafa Kemal'in savunma hatları, kısım kısım kırılıyordu. Fakat derhal kırılan her kısım, en yakın bir mesafede yeniden tesis ettiriliyordu. Böylece Yunanlılar, her ne kadar toprak kazanıyorlarsa da, ilerlemeleri gayet yavaş oluyordu. On günlük bir savaş sonunda, topu topu on beş kilometrelik yer kazanmışlardı. Papulas'ın hücumda, Mustafa Kemal'in savunmada uyguladığı ilkeleri uygulamasına olanak yoktu. Türk hatlarında bir gedik açabilen bir Yunan birliği, durup komşu birliklerin de aynı hatta varmalarını bekliyor, bu da Türklere takviye alıp toparlanmak için vakit kazandırıyordu.
Ancak Türklerin durumu yine de tehlikeliydi. Yunanlılar saldırıyı, merkeze doğru yöneltmişken, bir kere daha sola doğru kaydırdılar. Hala Türk ordusunu yandan çevirip Ankara'ya doğru yürümeye uğraşıyorlardı. Bu cephede bazı ilerlemeler kaydederek Türkleri mevzilerinden çekilmek zorunda bıraktılar. Türk Cephesi, şimdi kendi mihveri üzerinde dönmüştü. Artık kuzeyden güneye değil, doğudan batıya uzanıyordu. Öyle ki, doğu ucundaki Yunan kuvvetleri, Ankara'ya, batı ucundaki Türklerden daha yakındılar.
Savunmanın başarısı ve dolayısıyla Ankara'nın korunması, Çal Dağ'ın elde tutulmasına bağlıydı. Türklerin esaslı iki savunma mevzii arasında, üç yüz metre yükseklikteki bu geniş ve uzun silsile, Ankara'ya ulaşan tren yoluna ve bütün savaş alanına hakim durumda bulunuyordu. Bir sürüngenin sırt kemikleri gibi girintili çıkıntılı olan Çal Dağ, üzerinde gizlenilmesi ve savunulması güç olan bir yerdi. Mustafa Kemal: “Çal Dağ'ı almadıkları sürece korkulacak bir şey yok !” diyordu. “Ancak, alacak olurlarsa, çok dikkatli davranmamız gerekecek. Çünkü kolayca Haymana'yı işgal edebilir ve bizi kapana kıstırabilirler !”
Ankara'dakiler; Çal Dağ düşse de onun arkasında daha bir sürü tepe bulunduğunu düşünerek, kendilerini avutabiliyorlardı. İçlerinden biri: “Biz her tepede bu kadar ölü verdirdikten sonra, düşman buraya gelinceye kadar elinde bir avuç asker kalır. Onları da sopa ile döveriz!” demişti. Ama cephede herkes, durumun çok nazik olduğunu biliyordu.
Netice olarak vuruşmalar ve muharebeler kazanıldı. Churchill'in özetlediği gibi, “Yunanlılar, kendilerini öyle bir siyasi ve askeri duruma sokmuşlardı ki burada nihai zaferden başka her şey bir yenilgi demekti. Türkler içinse, nihai yenilgiden başka her şey bir zafer sayılabilirdi. Türklerin başındaki savaşçı başbuğ, bu durumun hiçbir yönünü gözünden kaçırmıyordu.”
Mustafa Kemal şimdi Fevzi ve İsmet Paşaların önerisi üzerine, Meclis tarafından Müşirliğe (Mareşalliğe) yükseltilmiş, ayrıca kendisine Gazi unvanı verilmişti. Böylece artık rütbesi bulunan bir subay, bir Başkomutan olmuştu.
19 Mayıs 1919’da başlayan, çok önceden planlanan ve hazırlıklarına girişilen ulusal direniş, yokluklara rağmen başarıyla bitirildi. 1919 yılı direnişin şekillenmesiyle, 1920 yılı ulusal gayretlerin düzene girmesiyle, 1921 yılı son darbeye hazırlık savaşlarıyla, 1922 yılı da bu son darbe için hazırlıklar ve kesin zaferle sona erdi.
1923 yılı ise yeni devletin uluslararası ve ulusal planda şekillenmesi ile sürdü ve Cumhuriyetimiz ilan edildi.
19 Kasım 2013 Salı
Mor Salkımlı Ev, Halide Edip Adıvar
Mor Salkımlı Ev, Halide Edip Adıvar’ın çocukluğundan 1918’e kadar yaşadığı dönemin hatıratıdır. Yazarın hatıralarının ikinci cildini oluşturan Türkün Ateşle İmtihanı isimli eser ise 1918 – 1923 yılları arasını kapsamaktadır.
"İçimde mor salkımlı bir ev var, Beşiktaş taraflarında idi. Çocukluğum o evde geçti. Gittim, aradım, bulamadım, yanmış... Onu yazacağım." Halide Edip
Mor Salkımlı Ev ilk olarak 1955 yılında Yeni İstanbul Gazetesi’nde hatırat olarak yayımlanmıştır. Eser 1963 yılında kitap olarak basılmıştır. Halide Edip’in İngilizce hatıratında bulunan fakat Mor Salkımlı Ev baskılarında yer almayan epilog bölümü de bilahare tercüme edilerek eserin sonuna eklenmiştir.
Yazarın anıları çocukluk yıllarından 1918 yılına kadar olan dönemde ve çoğunlukla İstanbul’da geçmektedir. Yazarın sabit bir yaşamı yoktur. İstanbul’un çeşitli semtlerinde çok sayıda ev değiştirerek yaşamış, bununla da yetinmeyip Anadolu’nun farklı şehirlerinde ve Mısır, İngiltere ve Arabistan gibi yabancı memleketlerde hayatını geçirmiştir.
Yazar küçükken yaşadıklarının her anını hatırladığını belirterek kitaba başlamaktadır.
İlk hatırladığı Beşiktaşta’ki Mor Salkımlı Ev ve annesidir. Küçük Halide’nin annesi ile ilgili anıları pek fazla değildir. Çünkü yazar annesini küçük yaşta kaybetmiştir. Annesinin ölümüyle ilgili hatırladığı en belirgin imge cenazesinde gördüğü safran rengi örtüdür. Bu yüzden hayatındaki korkularında ve nefretlerinde hep safran rengi vardır. Annesinin ölümünden sonra babası Edip Bey tekrar evlenmiş ve Halide ile birlikte başka bir eve taşınmıştır. Edip Bey sarayda memur olarak çalışmaktadır. Evin diğer efradı Rasim Dadı ve Ali Lala’dır. Yazar kendisine kötü davranan Rasim Dadı’yı sevmemektedir. Rasim Dadı ve Ali Lala bu durumun ailenin kulağına gitmesinden ve işlerinden olmaktan korktukları için Halide’ye baskı yapmaktadır. Bir gün işi ileriye götürüp Halide’yi döverken büyükannesi olanları görür ve ikisini de evden attırır. Öksüz Halide rahat bir nefes almıştır. Annesinin vefatı küçük Halide’yi sessizleştirmiştir. Onun ölümünden sonra en sevdiği iş, babasının atının üstünde saraya gidişini izlemektir. Babasına ayrı bir muhabbet beslemekte, belki de onu anne yerine koymaktadır. Bir gün aniden, nöbete kalan babasını görmek istemesi, ağlayıp sızlayarak evin seyislerine kendini saraya götürtmesi ve sonunda babasına ulaşması tatlı bir hatıra olarak anlatılmaktadır. Halide yeni annesiyle çabuk anlaşır ancak Mor Salkımlı Ev’e olan özlemi dinmemektedir. Bu sırada geçirdiği ağır bir hastalıktan sonra doktorlar ailenin Mor Salkımlı Ev’e dönmesini tavsiye ederler.
Mor Salkımlı Ev’e dönüş Halide’nin okuma iştahını kabartmış, babası da beş yaşını bitirince bir öğretmen tutmuştur. Mor Salkımlı Ev’deki ikinci perde Halide için güzel çocukluk hatıraları ile doludur. Mektebe ilk gidişini, babasından işittiği ilk azarı, en iyi arkadaşı Şayeste ile geçirdiği bayramları, bayramda kesilen hayvanlar için beslediği merhamet duygusunu ayrıntıları ile hatırlamaktadır. Mor Salkımlı Ev’de geçirilen bu saadetli zamanlarda Halide’nin Nilüfer adında bir de kardeşi dünyaya gelmiştir. Ancak hayat bazı yenilikleri getirdiği gibi bazı alışılmışları da alıp götürmektedir. Halide çok sevdiği dayısı ve büyükbabasını aynı hafta içinde toprağa vermiştir. Haminne olarak tanıdığı büyükannesi evladını ve eşini kaybettiği bu evde daha fazla durmak istememektedir. Artık Mor Salkımlı Ev’den taşınma vaktidir. Edip Bey ailesini Üsküdar’a taşımaya karar vermiştir.
Yazar, Üsküdar’da okumuş ve güngörmüş bir delikanlı olan Eğinli Ahmet ile tanışmıştır. Ahmet, Türk Halk Edebiyatı’nı çok sevmekte ve bu konudaki merak ve birikimini sıklıkla Halide ile paylaşmaktadır. Dindar bir Mevlevi olan haminnesi ile Avrupa hayranı babasının atmosferinde yetişen yazar, o şartlarda Türk Edebiyatının ruhunu kavrayabilmişse bunu Eğinli Ahmet’e borçludur. Bu arada Halide’nin ikinci kardeşi Nigar dünyaya gelmiştir. Bir süre sonra da babası, daha önce de Haminneyle yaşayan Saraylı Teyzeyi ikinci eş olarak almıştır. Bu evlilikten sonra evde büyük bir huzursuzluk başlamıştır. İki üvey anne birbirleriyle anlaşamamıştır. Edip Bey, çaresiz, Halide’nin “abla” olarak hitap ettiği birinci eşini çocuklarıyla birlikte Mor Salkımlı Ev’e geri göndermiştir. Haminne, Halide ve diğerleri de İcadiye'de başka bir eve taşınmışlardır. Halide bu evdeyken Amerikan Koleji'ne başlamış; ancak yaşı tutmadığı için öğretmenlerin telkini ile bir sene sonra okuldan ayrılmıştır.
Halide’nin koleji bırakmasından sonra, Edip Bey ailesini tekrar taşımıştır. Fakat bu sefer Halide’yi yanında götürmemiş ve Mor Salkımlı Ev’e göndermiştir. Halide'yi orada kendisine tahsis edilen iki oda ve Reşe adında Habeşli bir halayık beklemektedir. Babasının evi dekore ederek kendisiyle ilgilendiğini hissettirmesi yazarı duygulandırmıştır. Yine de Halide çok sevdiği Mor Salkımlı Ev’den eskisi gibi zevk alamamaktadır.
Mor Salkımlı Ev’deki bu üçüncü dönemde, yazar kendini geliştirmek için uygun ortam ve zaman bulmuştur. Halide çok yönlü okumaktadır. Aldığı Arapça dersleri sayesinde okuduğu sureleri anlamakta ve bundan haz almaktadır. İlgi alanı Şark ilimleri ile mahdut değildir. Bir İngiliz Hoca’dan aldığı dersler de çok ilgisini çekmiş ve Batı ilimlerindeki bilgilerini geliştirmiştir.
Daha sonra Saraylı Teyze’nin bir oğlu olması üzerine, bütün aile Sultantepesi'nde yeni bir eve taşınmıştır. Mor Salkımlı Ev’deki maceralar bir kez daha son bulmuştur. Halide bu evdeyken onbeş yaşına geldiğinde yatılı olarak tekrar Amerikan Koleji'ne başlamıştır. Halide’nin yaşı genç olmasına rağmen, küçüklüğünden beri olgun insanlarla ve yaşlılarla içli dışlı olduğu için onlar gibi düşünebilmektedir. Üvey annelerin, halayıkların ve taşınmaların arasında diğer gençlerin yaşadığı türden bir gençlik yaşayamamıştır.
İkinci kolej hayatı genç Halide için çok faydalı olmuştur. Kolejdeki gayrimüslim hoca ve öğrencilerle teşrikimesaisi arttıkça diğer dinlere olan merakını tatmin etmeye başlamıştır. Hatıratının bu bölümünde hocalarını detaylı olarak anlatmakta ve değerlendirmektedir. Halide’nin matematik haricindeki tüm derslerdeki başarısı örnek seviyededir. Sevmediği bu dersin hocası Salih Zeki Bey’den evlenme teklifi almış ve babasının muhalefetine rağmen kabul etmiştir. Yazar, Salih Zeki Bey ve Salih Zeki’nin önceki eşinden olan oğluyla yaşamaya başlarlar. Halide Hanım üvey oğlu ile mutlu bir hayat sürmekte ve anne olmak istemektedir. Ancak anne olmak için yirmi yaşına kadar bekler ve yirmisinden sonra iki erkek çocuk sahibi olur: Ayetullah ve Zeki Hikmetullah.
Salih Zeki Bey siyaseten aktif bir insandır. Bu yüzden de evleri sürekli gözetim altında bulundurulmaktadır. Çocuklarının doğumundan sonra İstanbul dışında bir eve taşınıp siyasetten uzaklaşmak istemişlerdir. Daha sonra tekrar İstanbul'a dönüp normal hayatlarına devam ederken Sultan Abdülhamit’in kararıyla Birinci Meşrutiyet ilan edilmiştir. Meşrutiyetin ilanı toplum hayatında büyük bir tesir meydana getirmiştir. Yazarın çevresindeki insanların bir kısmı Meşrutiyeti alkışlarken bir kısmı da şiddetle muhalefet etmektedir. Halide Edib’in yazıya başlaması da Meşrutiyet sevincinin İstanbul halkını sarması ile olmuştur. Yazar ilk yazı tecrübesini “Tanin” gazetesinde edinmiştir. Meşrutiyeti müdafaa edici yazılar neşreden Halide Hanım, meşrutiyet muhaliflerinden çok sayıda tehdit almıştır. Kendisini çok korkutan bu tehditlerden yılmamıştır. Tehditlerden dolayı önce evinden hiç çıkmamaya başlamış, sonra bildiği bir dergaha sığınmış en son olarak da çareyi Amerikan Koleji’ne sığınmakta bulmuştur. Halide Edip için saklanarak yaşamak büyük bir çiledir. Bardağı taşıran son damla olan 31 Mart Vak’ası’ndan sonra, bu sıkıntılardan kurtulmanın yolunu yurt dışına gitmekte bulmuştur. Yeni mesken Mısır’dır. Mısır’a çocuklarıyla giden yazar, bir dost vasıtasıyla otele yerleşmiştir. O sırada etkili olan kızamık salgınına çocuğu da kapılmıştır. Hastalık üzerine Salih Zeki Bey’i Mısır’a çağırmıştır. Kocası ile uzun süre düşünerek dostlarının bulunduğu İngiltere’ye gitmeye karar vermiştir. İngiltere’de eski dostu Miss Fry’ın yanına yerleşmiştir.
Halide Edip, Meşrutiyet’e karşı ayaklanmalar bastırıldıktan sonra İstanbul’a dönmüştür. O sıralarda pedagoji üzerine yazmaktadır. Tifoya yakalanan çocuğuna bakarken yazdığı “Seviye Talip” adlı romanını da bastırmış ve çeşitli eğitim kurumlarından gelen iş tekliflerini değerlendirmiştir.
Bu sırada, Avrupa ve Balkanlar’da Türk şehirleri işgal edilmektedir. Özellikle Bosna-Hersek’in işgali yazarı derinden yaralamıştır. Yazar ve arkadaşlarının girişimi ile Türkler Avusturya mallarını boykot etmişlerdir. Feslerin çoğu Avusturya’dan ithal olduğu için fes giyimi neredeyse sona ermiştir. Trablusgarp’ın işgaliyle de İtalyan malları ve makarna boykot edilmiştir. Bu türlü faaliyetlerin örgütlenmesinde bazen ön planda bazen perde arkasında bulunan yazar bu meşguliyetinin arasında acı bir olay yaşamıştır. Salih Zeki Bey ikinci bir kadınla evlenmek istemektedir. Halide Hanım bunu kabullenmemiş ve dokuz yıllık evliliğini üzülerek sona erdirmiştir.
Yazar, Balkan Harbinde yaralıların tedavisi için çalışmıştır. Harp felaketle neticelenmiştir. İttihatçılar yapıcılığını kaybetmiş ve ülkeyi çöküşe götürmektedir.Yapılmaya çalışılan reformlar çoğu alanda fiyasko ile sonuçlanmıştır. Bu yenilik ve değişim gayretleri içinde, Halide Hanım da eğitim teşkilatında ilerlemiştir. Ancak Şükrü Bey’le anlaşamayıp istifa etmiştir. Tüm bunlar olurken Halide Edip’i derinden sarsan bir olay vuku bulmuştur. Gittikçe ağırlaşan hastalıkları nedeniyle yatağa düşen Haminne on gün direndikten sonra vefat etmiştir. Halide Hanım üzüntüsünü içine gömmüş ve yakın çevresiyle birlikte belli kursları birleştirerek bir vakıf okulu kurmuştur. Bu okulda idareci ve eğitimcilik vazifelerini yüklenmiştir.
Balkan Harbi’nin yaraları sarılmadan Birinci Dünya Savaşı patlak vermiştir. Savaşın acılarını yakından müşahede etme imkanı bulan Halide Edip, hatıratında millet için zaruri olmadığı sürece savaşa girilmemesi gerektiğini savunmuştur. Buna rağmen savaşa girilmiştir.
Savaş devam ederken, Cemal Paşa, Halide Hanım’dan birkaç öğretmen arkadaşıyla beraber Arap Diyarı’na gitmesini, oradaki eğitim ve öğretim hakkında inceleme yapmasını, ve Lübnan, Şam ve Suriye’de okul açmasını istemiştir. Eserin ikinci bölümü bu diyarlarda geçen hatıralardan müteşekkildir. Yazar çölleri aşıp birçok Arap ve İsrail şehrine gitmiştir. Tetkiklerini müteakip bir rapor yazarak Türkiye’ye göndermiştir. Türkiye’den gelen cevapta çocukların bakımsızlıktan hastalandığı ve bitlendiği Ayin Tura adındaki bir yetimhaneye hoca olması istenmiştir. Halide Hanım hocalık yerine müfettiş olmayı tercih etmiştir. Yazılan raporlar sayesinde Arap Diyarı’nda bir çok yeni okul açılmış, eğitim alanında önemli adımlar atılmıştır. Halide Hanım, Arap Diyarı’ndaki rahibelerin barınabilmesi için bir tesis açılmasına da önayak olmuştur. Bütün bunlar olurken, Halide Hanım ile Doktor Adnan Adıvar ile Bursa’da evlenmiştir. Halide Edip ve beraberindeki ekip işleri yoluna koymak üzere iken okulun çevresinde savaş olabileceği haberi gelmiştir. Ancak Halide Hanım ve beraberindeki öğretmenler okullar tatil olmadan hiçbir sebeple burayı terk etmeyeceklerini ifade ederek okullarını bırakmamışlardır. Müteakiben, yazarın gayretiyle okul en kısa zamanda tatil edilmiş ve çocuklar Kızılay’a bırakılmıştır. Okul kapanırken yetimlerin hazırladığı ve oynadığı tiyatro yazarı çok sevindirmiştir. Bundan dolayı çocukları aktör olarak adlandırmaktadır. Okul kapandıktan sonra yazar ve arkadaşları İstanbul’a dönmüştür.
Mondros Mütarekesi ile İttihatçıların devri nihayete ermiştir. İttihat ve Terakki’nin başarısızlıkları zillet, başarıları ulviyet getirmiştir. Ancak artık Türkiye'de yeni bir dönem başlamaktadır. Aslında, Avrupa’nın en büyük destanlarından biri başlamaktadır. Bunun artık başka bir hikaye olarak yazılması gerekmektedir. Bu hikayeyi Halide Edib'in "Türkün Ateşle İmtihanı" kitabında okuyabilirsiniz.
Etiketler:
halide edip adıvar,
hikaye,
roman,
tarihi roman
Küçük Ağa, Tarık Buğra
Küçük Ağa, Tarık Buğra: Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı Devleti eski gücünü,heybetini kaybetmeye başlamış,isyanlar ve işgallerle zayıf duruma düşmüştür.Kitapta , bir Anadolu kasabası olan Akşehir'den yola çıkılarak ,kurtuluş mücadelesinin bir bölümü ve İstanbul ile Kuva-i Milliye ikilemi anlatılmaktadır.1. Dünya Savaşı sonrası Akşehir’de durum:Dünya Savaşı resmen sona ermiş olmakla birlikte , Osmanlı Devleti üzerinde yarattığı etkiler tüm gücüyle devam emektedir.Savaş sonrası bir çok asker memleketlerine geri dönmüştür.Zayiatın büyüklüğü evlerine dönen erlerin çoğunun gazi oluşuyla daha da iyi anlaşılmıştır.Bu erlerden biri de Salih adlı Akşehirli bir askerdir.Memleketine döndüğünde kaybettiği kolunun acısıyla beraber , ülkenin durumunu daha acı bir şekilde anlayan Salih gittiğinden beri çok şeyin değiştiğini görür.Önceleri dost olarak yaşayan Rumlar ve kendi halkı şimdi birbirinden soğumuştur.Salih’in samimi arkadaşı olan Niko da bir Rum dur ve gelişmelerden o da etkilenmiştir.Yavaş yavaş Yunan ve İngiliz ordularının işgal haberleri gelmekte ve iki halkın birbirine olan düşmanlığı artmaktadır.Salih ise yüzyıllardır Osmanlı himayesinde rahatça yaşayan Rumların bu davranışını bir ihanet olarak görmekle beraber arkadaşı Niko’dan kopamamaktadır.Rumlarla olan dostluğu kasabalı tarafından fark edilir ve kasabalı Salih’i dışlar.Salih artık sürekli Niko ve O’nun çevresiyle dolaşır olmuştur.Artık Osmanlı ve Padişaha olan güvenci de sarsılmıştır.Kaybettiği kolunun hayatına tesiri büyük olmuştur.Kimsenin O’na hak ettiği saygıyı göstermediğine inanan Salih kendini namazdan niyazdan çekmiştir.Öte yandan halk işgallere tepkisiz kalmama kararı almıştır fakat bunun kimin önderliğinde yapılacağı karmaşası vardır.
2. Hoca’nın gelişi ve Kuva-i Milliye-Hoca çatışması: Salih günler geçtikçe kendi kasabalısının tepkisini kazanmış ve artık istenilmeyen biri olmuştur.Bu sırada kasabaya İstanbullu Hoca adında bir hoca gönderilir.İstanbul’dan gönderiliş amacı kasabada padişaha ve Osmanlı’ya bağlılığı teşvik edici düşünceyi sağlamaktır.Hoca gerçekten de çok etkili bir insandır ve halkın büyük beğenisini ve takdirini kazanır.Vaazlarda cemaate Osmanlı padişah ve din lehinde düşüncelerini aktarmaktadır.Bu sırada memlekette Hoca’nın düşüncesine tam ters olmamakla birlikte , kurtuluş ümidi olabilecek bir örgüt kurulmaktadır.Kuva-i Milliye adı verilen bu örgüt Anadolu’da işgalleri önlemek ve İstanbul ve padişah yönetiminin boyunduruğundan kurtulmak için kurulmuştur.Fakat Kuva-i Milliye’nin işi çok güçtür.Memlekette işgallere karşı veya işgallerden yana bir çok örgüt vardır. Kuva-i Milliye önce bu örgütleri kendi tarafına çekmeli veya bertaraf etmelidir.Hocanın vaazları da Kuva-i Milliye ilkelerine ters düşmektedir.Hoca her fırsatta padişaha bağlılıktan bahsetmektedir , Kuva-i Milliye ise padişahtan kurtulmak ,yeni bir yönetim kurmak amacını gütmektedir.İşte bütün bu ihtilaflar dolayısıyla Kuva-i Milliye yandaşları ve Hoca arasında bir elektriklenme ve zıtlaşma meydana gelir.Hoca ise halka kendini çok sevdirmiştir çünkü her yönüyle iyi ve doğru bir insandır.Fakat Hoca da kendi içinde bir yandan yaptığı işin gerçekten doğru olup olmadığının sorgulamasını, padişaha olan güvencinin doğruluğunun şüphesini yoklamaktadır.Kuva-i Milliyecilerle Hoca arasındaki çatışma zamanla iyice açık şeklini alır ve vaazlarda karşıt fikirler açıklanır.
3. Salih’in Kuva-i Milliye’ye katılışı ve Hoca’nın kaçışı: Olaylar gelişirken Salih ise unutulmuşluk ve terkedilmişlikten bir kaçış olarak Kuva-i Milliye’ye katılmaya verir.O’nu bu kararı vermeye zorlayan başka bir şey ise yakın arkadaşı Niko’nun da sonunda Osmanlıya karşı savaşta yer almasıdır.Salih bu ihanetin öcünün peşinden koşacak ve kurtuluş mücadelesinde büyük rol oynayacaktır. Kuva-i Milliye bir türlü hizaya gelmeyen Hoca hakkında ölüm emri çıkartır.Hoca evliliği ve çocuğu ve en önemlisi de halkın zorlamasıyla Akşehir’den kaçar ve çete reislerine sığınır. Kuva-i Milliye ile arasında yaşanan kovalamacadan sağ kurtulur ve kendi başına yanına adam da alarak bir kasabaya sığınır. Kuva-i Milliye ise Hocayı kaçırdığı için üzgündür ve Salih’i O’nu bulmakla görevlendirir.Hoca ise şimdi hangi tarafta yer almak gerektiğinin hesabını yapmaktadır.Kuva-i Milliye ise her geçen gün başarı kazanmakta ve güçlenmektedir.Salih Hoca’yı bulur ve O’nu padişah hizmetinden vazgeçerek Kuva-i Milliye yararına çalışmaya ikna eder.Beraberce Çerkez Ethem’in kardeşi Tevfik Bey’in çetesine katılırlar. Çerkez Ethem ve kardeşleri milli mücadelede en büyük rollerden birini üstlenmiş ve gerek düşman işgallerine gerekse ayaklanmalara karşı başarılar sağlamışlardır.Fakat şimdi düzenli ordu ve İsmet Paşa’nın emri altına girmek söz konusu olunca Çerkez Ethem ve kardeşleri zıt bir tavır takınarak Kuva-i Milliye’ye ve Ankara’ya karşı isyan bayrağı açmıştır.Hoca ise bu yolun yanlış olduğuna inanır ve onları bu yoldan döndürmek için planlar kurar.Hoca’nın amacı Çerkez Ethem ve kardeşlerini Kuva-i Milliye’ye karşı cephe almaktan vazgeçirmek olmasa bile olası bir isyan halinde güçlerini zayıflatmaktır.Bu sırada Hoca Salih’ i haber edinmek için Akşehir’e yollar.Akşehir’de ise Hoca öldü bilinmektedir.Oysa Hoca hayattadır ve yeni kimliği “Küçük Ağa” ile Kuva-i Milliye yararına çalışmaktadır.Hoca’nın Kuva-i Milliye yararına çalıştığı haberi Salih tarafından Akşehir’de sadece Kuva-i Milliyeci olan birkaç kişiye duyrulur ve memnuniyet yaratır. Başta Kuva-i Milliye hareketine büyük hizmet vermiş Doktor olmak üzere Kuva-i Milliyecilar Hoca’nın kendi saflarına katılışından büyük haz duyarlar.
4. Hocanın Ethem’e ihaneti ve Ankara’ya daveti: Hoca Ethem’in İsmet Paşa hizmetine girmemek için yapacağı en büyük saldırı olan Kütahya saldırısında O’na bir oyun oynayarak başarısızlığını sağlar ve Kuva-i Milliye’ye en büyük hizmetini vermiş olur. Ethem ise Yunanlılara sığınacaktır. Hoca ise bütün bu ihtiras ve gücü elinde bulundurma tutkusuna kapılan insanlardan nefret etmektedir.Artık savaş alanından başka bir cephede de mücadele verilmektedir , şimdi iktidar çekişmeleri büyük tehdit oluşturmaktadır. Hoca bunu acıyla farkeder. Ankara ise Hoca’nın başarılarından haberdardır ve kendisini Ankara’ya davet eder.Daveti kabul eden Hoca Ankara’nın durumunu yakından görür ve cephede savaşmanın , bu iktidar kavgasında yanlış düşünenlere ve hainlere verilecek savaştan daha kolay olduğunu düşünür. Fevzi Paşa Hoca’ya yakınlık gösterir. Hoca bütün bu kişiliklerin önemini daha iyi anlamaktadır.Memleket zafere doğru gitmektedir ve bu noktada Ankara ve Melis’e büyük iş düşmektedir.Bu sırada Küçük Ağa yani İstanbullu Hoca Ankara'da kendisini Akşehir'den tanıyan ve bir zamanlar zıt fikirleri yüzünden tartıştığı Kuva-i Milliyeci Doktor ile buluşur. Doktor böyle saygıdeğer birinin kendi saflarına katılışından duyduğu mutluluğu Hoca’ya söyler ve asıl kimliğini bilenin sadece kendisi olduğunu , kendisi dışındakilerin O’nu Küçük Ağa diye tanıdıklarını anlatır.Hoca ise artık özlediği eşi ve çocuğunun özlemiyle yanmaktadır.
5. Hoca’nın Akşehir’e dönüşü ve Mehmet’i buluşu: Küçük Ağa Fevzi Paşa ile birlikte Akşehir’e gelir ve burada da tanınmadığını ve Küçük Ağa olarak bilindiğini görür.Eşi ve çocuğu hakkında bilgi alır ve çocuğunu bulur fakat eşinin durumu kötüdür. Eşine geldiğini haber eder fakat kadın ölmek üzeredir ve oğlunu Hoca’ya emanet ettiğini söylemekle kalır ve günler sonra da ölür. Hoca daha sonra Ankara’ya döner ve mücadeleye devam eder.
25 Mart 2012 Pazar
Kurt Kanunu, Kemal Tahir
Kurt Kanunu, Kemal Tahir, İthaki Yayınları, 2005,İstanbul
Mustafa Kemal Atatürk’e yapılmak istenen İzmir süikastinin İttihatçilerin gözüyle romanı.
Kemal Tahir’in roman serilerinden dördüncüsü olan olan Kurt Kanunu Cumhuriyet tarihindeki en karmaşık duyguları, yol ayrımında bulunan insanları, yapılmak istenen İzmir suikastine bir şekilde bulaşmış olan insanların İstiklal mahkemelerinden kaçma mücadelesini anlatmaktadır.
Roman İstanbul ve çevresinde geçmektedir. Genel olarak ittihatçilerin günlük ilişkilerini yaşayanların dilleri ve üsluplarıyla anlatmaktadır. Günümüz Türkçesinde kullanılmadığını değerlendirdiğim birçok ifade kitapta yer almaktadır.
Kitap üç ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümün adı “Kanlı Tuzak”tır. Bu bölümün ana karakterleri İttihatçıların karanlık işlerini yapan Abdülkerim Bey, Laz İsmail’in karısı Ballı Naciye, kadın pazarlayan Camgöz Halil, Rum garson Polibis, Baytar Mirala Rasim, Lazistan Mebusu Ziya Hurşit, “Küçük Efendi” diye de bahsi geçen Kara Kemal Bey, Sarı Efe ve “Sarı Paşa” olarak adlandırılan Mustafa Kemal Atatürk. Romanın bu bölümünde ki ana karakter Abdülkerim Bey’dir. Uçkuruna epeyce düşkün olan Abdülkerim Bey, Kara Kemal Bey’e sadık birisidir. Kara Kemal Bey İttihatçı olmakla beraber Abdülkerim Bey’in Sarı Paşa’ya yapmayı tasarladıkları işlerden haberi yoktur. Ballı Naciye İttihatçılardan Laz İsmail’in karısıdır. Her konuda çok maharetlidir. Erkeklerin başlarını döndüren cinsten fettanlığı vardır. İstanbul Polis Teşkilatı bir takım ihbarlar üzerine bazı yerleri gözetlemeye başlar. Bu arada Lazistan Mebusu Ziya Hürşit ve adamları “Gülcemal” isimli vapurla İzmir’e gitmektedirler. Olayları kısmen sezinleyen Abdülkerim Bey Kara Kemal Bey’i uyarır ve kaçmaya ikna eder.
İkinci bölümün adı “Sürek Avı”dır. Bu bölümde birinci bölüme ilave olarak romanda geçen karakterler Gurbet Hala, Kara Kemal Bey’in sağ kolu Hasip, haber kaynakları Niyazi, kömür yakıcısının karısı Hayriye, Derviş Kahya, Hacı Yunus Efendi, Sarı Çavuş’tur. Bu bölümde romanın gidişatından suikastın başarısız olduğu 11 kişinin tutuklandığı Abdülkerim Bey ve Kara Kemal Bey’in ise kaçak olarak arandığı anlatılmaktadır. Abdülkerim Bey’in uçkuruna düşkünlüğü Hayriye’de yine tazahür etmektedir. Hükümet, kaçakları yakalayana bin lira vaat etmektedir. Kaçaklar Gurbet Hala’nın çifliğine sığınmışlar, bir şekilde deniz yolu ile yurt dışına kaçmanın yolunu aramaktadırlar. Sarı Çavuş bunların peşine düşmüş olan, toptancılık yaparak geçinen ve ödülle zengin olamayı hayal eden bir ganimet avcısıdır. Hayriye, Abdülkerim Bey ve Kara Kemal Bey’in hayatlarını kurulan pusuyu haber vererek kurtarır. Çatışmada Derviş Kahya vurulur.
Üçüncü bölümün adı “İnsanlık Sorunu”dur. Bu bölümün karakterleri Emin Bey, Gazeteci Murat, Doktor İhsan Bey, Emin Bey’in kız kardeşi Perihan’dır. Kaçaklardan Kara Kemal Bey Emin Bey’in evine Perihan’ın müsadesiyle sığınmıştır. Güçsüz, bakımsız ve hasta bir haldedir. Bu arada İstanbul Polis Teşkilatı yoğun bir araştırma halindendir. Nihayetinde Emin Bey’in evine yapılan bir baskında Kara Kemal Bey kendisini vurmuş ve ölü olarak ele geçirilmiş, Emin Bey ise tutuklanarak İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir. İstiklal Mahkemesi yakalanan 11 kişinin idamına hükmetmiş, darağaçları hazırlanmıştır. Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Bele ise tutuklanmışlardır. İstiklal Mahkemesi Emin Beyin beratine karar verir. Asılacak olanlar; Şükrü Bey, Eskişehir Mebusu Miralay Akif Bey, Sarohan (Manisa) Mebusu Abidin Bey, eski Adliye Vekillelerinden Trabzon Mebusu Hafız Memet, Erzurum Mebusu Rüştü Paşa, Eski Lazistan Mebusu Ziya Hurşit Bey, Baytar Miralaylarından Rasim Bey, Sarı Efe Edip Bey, Laz İsmail, Gürcü Tahsin, yedek subaylıktan emekli Çopur Hilmi ve Abdülkerim Bey’dir. Abdülkerim Bey halen firardadır. Kitabın sonlarında yapılan baskının ayrıntıları yer almaktadır. Romanın sonunda Emin Bey’in evinin kapısı çalınır. Kapıyı Perihan açar. Gelen Abdülkerim Bey’dir. Perihan ağabeyinin çektiği sıkıntıları düşünerek evdekilerin taşındığını söyler, içeri almaz. Bunu öğrenen Emin Bey, Abdülkerim Bey’i İstanbul sokaklarında aramaya koyulur. Roman böylece son bulur.
Kemal Tahir’in roman serilerinden dördüncüsü olan olan Kurt Kanunu Cumhuriyet tarihindeki en karmaşık duyguları, yol ayrımında bulunan insanları, yapılmak istenen İzmir suikastine bir şekilde bulaşmış olan insanların İstiklal mahkemelerinden kaçma mücadelesini anlatmaktadır.
Roman İstanbul ve çevresinde geçmektedir. Genel olarak ittihatçilerin günlük ilişkilerini yaşayanların dilleri ve üsluplarıyla anlatmaktadır. Günümüz Türkçesinde kullanılmadığını değerlendirdiğim birçok ifade kitapta yer almaktadır.
Kitap üç ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümün adı “Kanlı Tuzak”tır. Bu bölümün ana karakterleri İttihatçıların karanlık işlerini yapan Abdülkerim Bey, Laz İsmail’in karısı Ballı Naciye, kadın pazarlayan Camgöz Halil, Rum garson Polibis, Baytar Mirala Rasim, Lazistan Mebusu Ziya Hurşit, “Küçük Efendi” diye de bahsi geçen Kara Kemal Bey, Sarı Efe ve “Sarı Paşa” olarak adlandırılan Mustafa Kemal Atatürk. Romanın bu bölümünde ki ana karakter Abdülkerim Bey’dir. Uçkuruna epeyce düşkün olan Abdülkerim Bey, Kara Kemal Bey’e sadık birisidir. Kara Kemal Bey İttihatçı olmakla beraber Abdülkerim Bey’in Sarı Paşa’ya yapmayı tasarladıkları işlerden haberi yoktur. Ballı Naciye İttihatçılardan Laz İsmail’in karısıdır. Her konuda çok maharetlidir. Erkeklerin başlarını döndüren cinsten fettanlığı vardır. İstanbul Polis Teşkilatı bir takım ihbarlar üzerine bazı yerleri gözetlemeye başlar. Bu arada Lazistan Mebusu Ziya Hürşit ve adamları “Gülcemal” isimli vapurla İzmir’e gitmektedirler. Olayları kısmen sezinleyen Abdülkerim Bey Kara Kemal Bey’i uyarır ve kaçmaya ikna eder.
İkinci bölümün adı “Sürek Avı”dır. Bu bölümde birinci bölüme ilave olarak romanda geçen karakterler Gurbet Hala, Kara Kemal Bey’in sağ kolu Hasip, haber kaynakları Niyazi, kömür yakıcısının karısı Hayriye, Derviş Kahya, Hacı Yunus Efendi, Sarı Çavuş’tur. Bu bölümde romanın gidişatından suikastın başarısız olduğu 11 kişinin tutuklandığı Abdülkerim Bey ve Kara Kemal Bey’in ise kaçak olarak arandığı anlatılmaktadır. Abdülkerim Bey’in uçkuruna düşkünlüğü Hayriye’de yine tazahür etmektedir. Hükümet, kaçakları yakalayana bin lira vaat etmektedir. Kaçaklar Gurbet Hala’nın çifliğine sığınmışlar, bir şekilde deniz yolu ile yurt dışına kaçmanın yolunu aramaktadırlar. Sarı Çavuş bunların peşine düşmüş olan, toptancılık yaparak geçinen ve ödülle zengin olamayı hayal eden bir ganimet avcısıdır. Hayriye, Abdülkerim Bey ve Kara Kemal Bey’in hayatlarını kurulan pusuyu haber vererek kurtarır. Çatışmada Derviş Kahya vurulur.
Üçüncü bölümün adı “İnsanlık Sorunu”dur. Bu bölümün karakterleri Emin Bey, Gazeteci Murat, Doktor İhsan Bey, Emin Bey’in kız kardeşi Perihan’dır. Kaçaklardan Kara Kemal Bey Emin Bey’in evine Perihan’ın müsadesiyle sığınmıştır. Güçsüz, bakımsız ve hasta bir haldedir. Bu arada İstanbul Polis Teşkilatı yoğun bir araştırma halindendir. Nihayetinde Emin Bey’in evine yapılan bir baskında Kara Kemal Bey kendisini vurmuş ve ölü olarak ele geçirilmiş, Emin Bey ise tutuklanarak İstiklal Mahkemesine sevk edilmiştir. İstiklal Mahkemesi yakalanan 11 kişinin idamına hükmetmiş, darağaçları hazırlanmıştır. Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Bele ise tutuklanmışlardır. İstiklal Mahkemesi Emin Beyin beratine karar verir. Asılacak olanlar; Şükrü Bey, Eskişehir Mebusu Miralay Akif Bey, Sarohan (Manisa) Mebusu Abidin Bey, eski Adliye Vekillelerinden Trabzon Mebusu Hafız Memet, Erzurum Mebusu Rüştü Paşa, Eski Lazistan Mebusu Ziya Hurşit Bey, Baytar Miralaylarından Rasim Bey, Sarı Efe Edip Bey, Laz İsmail, Gürcü Tahsin, yedek subaylıktan emekli Çopur Hilmi ve Abdülkerim Bey’dir. Abdülkerim Bey halen firardadır. Kitabın sonlarında yapılan baskının ayrıntıları yer almaktadır. Romanın sonunda Emin Bey’in evinin kapısı çalınır. Kapıyı Perihan açar. Gelen Abdülkerim Bey’dir. Perihan ağabeyinin çektiği sıkıntıları düşünerek evdekilerin taşındığını söyler, içeri almaz. Bunu öğrenen Emin Bey, Abdülkerim Bey’i İstanbul sokaklarında aramaya koyulur. Roman böylece son bulur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)