deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ocak 2014 Pazar

Beş Sevgi Dili, Gary CHAPMAN

Kitabın içeriği çok güzel fakat gerçek hayatta,günümüzde uygulamaya geçirilemeyecek kadar ayakları yerden kesen öneriler ve görüşler var. bu kitabın önceki bölümlerini okuyup üzerinde düşündükten sonra.eşinizi de aynı şeye teşvik edin.bu noktada, alıştırmaları birlikte yapmaya hazırsınız demektir.bütün “önemli düşünceler” ve sorular, eşlerin her ikisine de yöneltilmiştir.bu kitabı okuduktan sonraya da bu alıştırmaları yapma sürecinde.her birinizin birincil sevgi dilinizi.diyalektini ve güçlü ikincil dilinizi keşfedeceğinizi umuyorum . Böylece bütün diller ve bölümler her iki tarafa eşit şekilde uymayacaktır . bütün sorular , o bölümde bulunan materyalle doğrudan ilgilidir.
Özellikle  evliliğinizde sorunlar yaşıyorsanız , eşiniz  çeşitli nedenlerle bu çalışma rehberine katılmak istemeyebilir . öyle ise bu kitabın faydalarını gerçeğe dönüştürmek için alıştırmaları kendi başınıza uygulayabilirsiniz . aynı zamanda ağır buradaki sorulara göre davranırsınız eşiniz daha önceki bölümleri okumadan veya çalışma rehberine tartışmadan da olumlu bir şekilde karşılık verebilir .     
Dr. Gary CHAPMAN bu kitabında nasıl olduğunu anlamadan, sevginin eşsiz ab dillerini konuşmayı, anlamayı ve eşler arasındaki sevgi iletişimini etkili bir şekilde göstererek, karşılığında gerçek sevgiyi bulmayı anlatmaktadır. Yazar ömür boyu mutlu bir beraberlik için gerekli olan sevgi dilinin keşfinden yola çıkarak uzun ömürlü ve sevgi dolu bir evliliğin anahtarlarını vermektedir.
Sevgiyi canlı tutabilmek için ikinci bir sevgi dilinin öğrenilmesi gerektiği üzerinde önemle durulmaktadır.Yazarın amacı sevgi kelimesini çevreleyen karışıklığı gidermek değil, duygusal sağlığımız için esas olanın, sevgi türüne odaklanmamız olduğu gerçeğini ortaya koymaktır. Bu noktadan hareketle, maddi şeylerin duygusal sevginin yerini asla dolduramayacağı, insanın varlığının merkezinde samimi olmak ve başkaları tarafından sevilmek arzusunun yeraldığı vurgulanmaktadır. Evliliğin, yakınlık ve sevgi için duyulan bu gereksinimleri karşılamak üzere tasarlandığı savunulmakta ve sevgi deposunu dolu tutmak için çok önemli olduğu belirtilmektedir.
Çoğu kişinin evliliğe "aşık olarak" başladığını, evlilik öncesi hayallerin evlilikte saadetle ilgili olduğunu, aşık olunduğunda başka hayat tarzına inanılmasının zor olduğunu, aşk hayatı doğal akışını tamamladığında da dünya gerçeklerine dönüldüğünü ve kişilerin kendilerini öne sürmeye başladığını açıklamaktadır.
Bazı araştırmacıların aşık olma yaşantısının "sevgi" olarak adlandırılmasının yanlış olduğunu ve bunlardan Dr. Peck'in aşık olmanın üç nedenden dolayı gerçek sevgi olamayacağı kararına vardığı belirtilmektedir. Bu nedenlerden birincisi aşık olmanın iradi bir fiil yada bilinçli bir seçim olmadığı gerçeği, ikincisi aşık olma halinin çaba göstermeden yaşandığı için gerçek sevgiyi yansıtmadığı ve üçüncüsü ise aşık olan kişinin diğer kişinin gelişimine yardımcı olmada gerçek anlamda ilgili olamayacağıdır. Dr. Peck bu bağlamda aşık olmayı "çiftleşme davranışının genetik olarak belirlenmiş içgüdüsel bir ögesi" olarak nitelemektedir. Bu sonuçla ister hemfikir olunsun ister olunmasın, aşık olma yaşantısının başka hiç bir şeyle kıyaslanmayacak şekilde kişileri duygusal bir yörüngeye fırlattığı konusunda genel bir fikir birliği bulunmaktadır.
Evlenmemiş yetişkinlerin eşlerinde şefkat ve sevgi hissetmeyi özlediği, eşlerin birbirlerini kabul ettiğinden, istediğinden ve kendilerini birbirlerinin iyiliğine adadığından emin olmaları halinde güvenli hissedecekleri belirtilmektedir. Fakat bu tutkunun da sonsuza kadar sürmesi amaçlanmamıştır. Kitabın ana fikri akılcı, iradeli sevgidir. Eğer sevgi bir seçimse "aşk" tutkusu bitip gerçek dünyaya dönüldükten sonra da sevme kapasitesinin bulunduğu savunulmaktadır.
Yazara göre insanlar, sevgiyi farklı şekillerde ifade ederler ve algılarlar. Yazar bunları beş sevgi dili olarak belirlemiştir. Bunlar;
    1.Onay sözleri
    2.Nitelikli beraberlik
    3.Armağan alma
    4.Hizmet davranışları
    5. Fiziksel temastır.
Birinci sevgi dili olan "onay sözleri" nde yazar sevgiyi duygusal olarak ifade etmenin yolunun, onu oluşturacak sözleri kullanmak olduğunu belirtmektedir. Sözlü iltifatlar veya takdir sözleri sevgiyi güçlü bir şekilde iletir. Sevginin hedefi, istenilen bir şeyi elde etmek değil, sevilen kişinin saadeti için bir şeyler yapmaktır. Sözel iltifatlarda bulunmak, eşlere onaylayıcı sözleri ifade etmenin yalnızca bir yoludur. Eşlerin kendilerini güvensiz hissettiği alanlardaki gizli potansiyeli, cesaret verici sözlerle harekete geçebilir. Kişilerin sahip olduğu bir ilgi alanını geliştirmesi için cesaret verici sözlere ihtiyaçları vardır. Cesaret verme, duyguları sezinlemeyi ve dünyayı eşlerin gözüyle görmeyi gerektirir. Bu nedenle öncelikle eşlerin bir birleri için neyin önemli olduğunun arayışı içinde olmaları gerektiğinin önemine değinilmektedir. Sevginin sevecen olduğu, sevecen sözlerin kullanılması gerektiği, yüksek, sert bir sesle ifade edilen sözlerin sevgiyi değil, bir yargılama ve kınama ifadesini yansıtacağı üzerinde durulmaktadır. Hiç kimsenin mükemmel olmadığı noktasından hareketle, yakın bir ilişki geliştirilmesi için kişilerin arzularının bilinmesinin önemine değinilmektedir. Arzuların ifade edildiği yolun çok önemli olduğu, arzunun talepler olarak algılanması halinde yakınlık olasılığının silindiği ve eşlerin birbirinden uzaklaştığı, fakat ricalar şeklinde belirtildiğinde iletişimin çok daha rahat kurulduğu gerçeği vurgulanmaktadır. Onaylayıcı sözler alındığında, karşılıkta bulunmak için güdülenmenin daha doğal olduğuna işaret edilmektedir.
İkinci sevgi dili nitelikli beraberlikte, esas olan birisine bütün dikkatin verilmesidir. Bu sevgi dilinin ana yönü, birisi ile birlikte olmaktır. Bu da odaklanmış ilgi ile mümkündür. Nitelikli sohbet onay sözlerinden farklıdır. Onay sözleri söylenilenler üzerinde odaklanır. Oysa nitelikli sohbet işitilenler üzerinde odaklanmıştır. Bu konuda dikkat edilmesi gereken hususlar; konuşurken göz temasının sürdürülmesi, dinlerken başka bir şeyle meşgul olunmaması, duyguların açığa çıkmasına özen gösterilmesi, vücut dilinin gözlemlenmesi ve konuşanın sözünün kesilmemesidir. Nitelikli sohbetin yalnızca anlayarak dinlemeyi değil, aynı zamanda kendini açıklamayı da gerektirdiği açıklanmaktadır. Nitelikli faaliyetler kişilerin ilgi duyduğu her şeyi kapsayabilir. Amaç birlikte bir şey yaşamak ve bu yaşantıyı tamamlamaktır. Bu sevgidir ve sevginin sesidir. Nitelikli faaliyetlerin en önemli yan ürünü, gelecekte yararlanılacak bir hatıra bankası sunmalarıdır. Kazanılacak şey sevildiğini hisseden bir eşle yaşamak ve onun sevgi dilini akılcı bir şekilde konuşmayı öğrenmenin zevkidir.
İncelenen her kültürde, armağan verme, sevgi-evlilik sürecinin bir parçasıdır. Armağanın kendisi hatırlama düşüncesinin bir sembolüdür. Birisine bir armağan vermek için onu düşünüyor olmak gerekir. Armağanın kendisi bu düşüncenin bir sembolüdür. Armağanın para ile alınıp alınmadığı önemli değildir. Önemli olan yalnızca zihindeki düşünce değil, armağanı fiilen alma ve onu bir sevgi ifadesi olarak sunma düşüncesidir. Armağanlar sevginin yükselişinin sembolleridir. Semboller duygusal değer taşırlar. Armağanlar ne pahalı olmak zorunda, ne de her hafta verilmek zorundadır. Bu öğrenilmesi en kolay sevgi dilidir.
Hizmet davranışları sevilen kişinin yapılmasından hoşlandığı şeyleri yapmasıdır. Bu davranışlar eşlerin birbirine hizmet ederek memnun etmeye, birbirleri için bir şeyler yaparak sevgilerini ifade etmeye çabalamalarıdır. Ricaların sevgiye yön verdiği ama taleplerin sevgi akışını engellediği ifade edilmektedir. Evlilikten önce eşlerin bir birleri için yaptıklarının, evlilikten sonra yapacaklarının göstergesi olmadığı belirtilmektedir. İnsanlar eşlerini en çok kendilerinin en derin duygusal gereksinimleri olduğu alanlarda yüksek sesle eleştirirler. Eleştiriler, sevgi için yalvarmanın etkisiz bir yoludur. Bu anlaşılırsa, onların eleştirilerine daha yapıcı birşekilde yaklaşılmasının gerektiği ortaya çıkar denilmektedir. Eleştirinin çoğunlukla açıklama gerektirdiği, böyle bir sohbeti başlatmanın eleştiriyi sonunda bir talepten ricaya dönüştürdüğü gerçeği ortaya atılmaktadır. Hizmet davranışı sevgi dilini öğrenmenin kişilerin karı koca rollerini yeniden incelemelerini gerektirdiği üzerinde durulmaktadır. Fiziksel temas sevgiyi iletme yollarından birisidir. Evlilikteki sevgiyi iletmek için de güçlü bir  araçtır ve bazı insanlar için öncelikli sevgi dilidir. Bazı insanlar fiziksel temas olmadan sevildiklerini hissetmezler. Onunla sevgi depoları doludur ve eşlerinin sevgisi konusunda kendilerini güvende hissederler. Bir ilişkiyi yaratan da bozan da fiziksel temastır. Bu dil sevgiyi olduğu kadar nefreti de iletebilir Yazar çeşitli nedenlerle özellikle evliliklerinde mücadele yaşayan çiftler için böyle bir çalışma rehberi hazırlamıştır. Eşle arasındaki sevgi dilini öğrenmek ve konuşmak için yoğun çaba harcanmalıdır

9 Ocak 2014 Perşembe

Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar

Beş Şehir, Ahmet Hamdi TANPINAR, Dergah Yayınları, İstanbul, 2005
Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul şehirlerinin  yazarın gözü ile anlatılması.

Allah’ın Süngüleri-Reis Paşa, Attila İlhan

Attila İLHAN’ın  1920 ve 1921 yıllarının İstanbul’unu, Anadolu’sunu anlattığı Allah’ın Süngüleri adlı romanı belirli bir tarih altyapısına sahip olunarak okunduğu takdir de anlam kazanmaktadır. Ülkenin karşı karşıya kaldığı yurt içi ve yurt dışından kaynaklanan sıkıntılar, buhranlar romanın alt yapısını oluşturmuştur. Tarih kitaplarından aşina olunan İsmet İNÖNÜ, Mareşal Fevzi ÇAKMAK, Halide Edip ADIVAR, Yunus NADİ, Çerkes ETHEM gibi şahsiyetler ve onlarla alakalı o yıllara ait hadiseler özenle seçilmiştir.
Romanın geneline bakıldığında yazarın anlaşılmama kaygısı yaşamadan eski Türkçe kelimeleri seçmiş olması dikkate değer bulunmaktadır. Aslında o dönemi anlatmak için yapılması gerekende budur. Olayların eski kelimeler kullanılarak anlatılması, mistik bir hava kazandırmıştır.
Öncelikle kitabın adının niçin Allah’ın Süngüleri olduğunu ifade etmekte yarar vardır. Mustafa Kemal, ülkenin işgalini en son haçlı seferi olarak nitelendirmektedir. Anadolu’yu da İslam’ın son kalesi olarak değerlendirmektedir. Yazar bir anlamda Haçlılara karşı Allah’ın Süngülerinin mücadelesi olarak düşünmüştür.
Roman, İstanbul’un işgali ile başlayan dönemi anlatılıyor. İstanbul’un işgali oldukça dramatize edilmiştir. Toplar şehre çevrili kruvazörler, hedef gözetmeksizin acımasızca ateş eden taretler, dehşete düşmüş halkın, kadın çocuk, genç ihtiyar kaçışmaları akıcı bir şekilde anlatılmıştır. Konuya ilişkin kitaptan  bir bölüm:
“Kalın ve karanlık bir pus, dersaadeti kaplamıştı.Şehrin soğuk ışıkları, yer yer, bu dağınık su tozu dalgınlığında belirip kayboluyor:16 Mart 1336 (1920) sabaha karşı, Boğaziçi’nde Dolmabahçe’den Beykoz’a Müttefik Donanmasının o bunaltıcı dretnot kruvazör, muhrip ve destroyer kalabalığı. İngiliz Amiral Gemisi bunların arasında arduvaz grisi bir heyulâ güvertesindeki yerinden gemilere ışıkla işaret veren Bahriyeli muhabere neferi. Öteki İngiliz gemilerinden yanıp sönen cevap işaretleri zor fark ediliyor. Havada duman kokusu , siren sesi motor uğultuları.
Muhtelif zırhlılardan ayrılmış donanma çatanaları Bahriye silahendazları ve Hindu Gurkha’larla yüklü olarak Dolmabahçe, Sirkeci, Galata, Rıhtımlarına yol alıyorlar. Savaş gemileri de askerleri taşıyan çatanalarda yoğun sis ve serin sabah alacasında korkulu bir rüyanın müphem hayalleri âdeta görünmüyor; varla yok arası, sadece hissediliyor.
Desaadet. Beykoz. ”Ahval-i hâzıra dolayısıyla“, Şirket-i Hayriye vapurlarının işlemeyişi; iskele çevresinde müteheyyiç ve mütecessis bir kalabalığın birikmesine neden olmuş; kalıplı kalıpsız, fesler; birisi âbani iki sarık: eflatun ipek çarşafı içinde gözlüğü altın çerçeveli, “saraylı” Hanım; kulaktan kulağa, aynı fısıltı: “- ... İngiliz, şehri işgale tevessül etmiş: bir hayli şehit ve mecruh .....”
Namluları kıyıya çevrilmiş İngiliz kruvazörü birden ateşe başladı bütün taretleri ile salvo ateşi! Önce ne olduğu, niçin olduğu anlaşılmacaktır; ahali dehşete düşmüş, sağa sola kaçışır; kadın ve çocuk çığlıkları, dualar! Hedef yüksekçe bir tepedeki, büyükçe bir bina: Beykoz Eytam (yetimler) Yurdu. Sabah sislerinden, henüz tam arınamamış; camlarında buğu, pancurlarında çiğ pırıltıları, evlerin az uzağında, yalnız ve münzevi mermiler sağına soluna düştükçe; ufukta yankılanan infilâkları çıtırtılı ateşin ve duman sarmalının, dehşetini çoğaltmaktadır.”
İşgal kuvvetleri ile teşriki mesai içinde çalışan Damat Ferit hükümeti ve padişah yanlısı basının içinde bulunduğu ihanet çemberi yalın bir dille romanda yer almıştır. Bu çemberi tamamlayan bir diğer önemli halka ise, azınlıkların diz boyu hainlikleridir. Kitapta İstanbul  öyle tasvir edilmiş ki; Türk olarak o dönemde orada yaşasaydınız azınlık psikolojisine girmekten kendinizi alamazdınız. Dükkanlarda İngiliz ve Yunan bayrakları, sosyetenin akıl almaz vurdum duymazlığı ve bu insanlarla Anadolu’daki halk arasındaki kopukluğa dikkat çekilmiştir.
Dönemin yürekli vatanperver aydınları ise, her nevi tehlikeyi göze tabiri yerindeyse kelle koltukta olarak  Mustafa Kemal’in etrafında toplanmışlar. Halide Edip’in Adnan Beyin (ADIVAR) ve Yunus Nadi’nin Ankara’ya doğru meşakkatli yolculuğu dudak ısırtacak şekilde ifade edilmiştir. Kitaptan bir Bölüm:
“ Öndekilerin durduğunu görünce Miralay Kâzım Bey , atını sürüp gruptan ayrılarak Halide Edip’e ve Arslan Kaptan’a yaklaştı; ayazın yaladığı yüzü âdeta, donmuş zor konuşuyor;
“-- .... Kaymakam Hüsrev Bey’le, Dr. Adnan Bey, “yorulduk” diyorlar; ” bir adım daha atamazlarmış!...” ötekilerde bunlara uyarsa ?... “ Sustu endişeyle ekledi: “--... Halbuki bu gece muhakkak Adapazarı’na varmalıyız!...”
Arslan Kaptan da böyle düşünmüştü; Hâlide Hanım’ın yüzüne sorguyla bakarak :” ... doğrusu budur!...” dedi.
Miralay Kâzım Bey biraz merak biraz endişe Hâlide Edip Hanım’a dönüyor: ”--... Hanımefendi siz nedersiniz?....”
Halide Edip Hanım atına yol vermişti bile, tipinin anaforları içinde kaybolurken, azimli ve kararlı, kesip attı: :”--... yola devam etmeliyiz!....”
Kitapta Atatürk’ün bazı tespitleri dikkat çekicidir. Mesela, İttihatçılık ile ilgili şöyle diyor “.... nankör olmayalım! İttihatçılık bir ocaktır; yetişmemizde dahli var, bu... bu gayr-i kâbil-i inkar bir hakikat!... Ne var ki, onlar Garplılaşmak temâyülündeydi, biz medeniyetçi olacağız....Onlar komitacıydı biz inkılâpçıyız.... Onlar Osmanlılaşma taraftarıydı biz milliyetçiyiz” İşte Atatürk’ün batılılaşma anlayışı…
 Kerameti meclisten mi bekleyeceğiz diyenlere Mustafa Kemal “ ... evet  ben kerameti Meclisden bekleyenlerdenim, bir devre yetiştik ki, meşruiyet esastır, bu da ancak milli kararlara istinat etmekle mümkün olabilir” diyerek demokratik kişiliğini ortaya koymaktadır.
Kendisi ve Kuvay-ı Milliye aleyhine fetvalar çıkararak “din” kartını oynayan Ferit Paşa’ya karşı Mustafa Kemal, aynı kozu “İslamın son kalesi de elden çıkmak üzeredir” diyerek daha etkili bir şekilde kullanmıştır. Yunanlılar tarafından içinde “Halife-i ruy-i zemin Padişah Efendi’nin devlete isyan edenlerin idama mahkum edildiğinin yazıldığı beyannamelerin uçaklar dolusu olarak göklerden boşaltılması da, başka bir “Bilgi Destek Harekatı” uygulaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, uçaklardan boşaltılanlar; birde yerdeki hainlerin azınlıklar ile kolkola dağıttıkları beyannameler unutmamak gerekir. Fevzi Paşa’nın ifadesi ile “asıl amaç Kuvay-i milliye karşısına fetva kuvveti olan kuvay-i inzibatiyeyi çıkararak, bir tek İngiliz askerinin burnu bile kanamadan kendi insanımızı birbirine kırdırmak”. 11 Nisan 1336 (1920) da yazılmış olan “Fetva-yı Şerife :
“.... İslam şehirlerinde, bazı kötü adamlar birleşip anlaşarak ve kendilerine bir baş seçerek halkı kandırıp buyruksuzca asker toplamaya başvurup; zâhiren askerin ihtiyacı için, hakikatte ise ceplerini doldurma hevesiyle, haraç ve vergiler koyup türlü tazyik ve eziyetle, halkın mal ve eşyalarını ellerinden aldıkları; böylece Tanrı kullarına kötülük ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bâzı şehir ve kasabalara saldırıp, onları yerle bir ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bazı şehir ve kasabalara saldırıp, onları onları yerle bir ettikleri ve devletine bağlı nice yurttaşları öldürdükleri, usûlünce tayin olunmuş, bâzı asker ve sivil memurları vazifelerinden affedip, yerlerine kendi adamlarını getirdikleri, hükümet buyrklarının yerine getirilmesine engel oldukları, pâyitahtı ülkeden ayırıp halifenin gücünü azaltmak istedikleri, böylece hainlikte bulundukları;devletin nizamını ve şehirlerin asayişini bozmak için yalanlarla halkı kandırdıkları, açığa çıkıp gerçekleşen elebaşılarla, bunların adamları, devlete başkaldırmış kimseler olup haklarında çıkarılan pâdişah buyruğundan sonra da kötülüklerinde ısrar eder ve onları devam ettirirlerse, onların kötülüklerinden memleketi temizlemek ve tebaayı kurtarmak için öldürülmeleri gerekirmi?
Şehülislam: Gerekir.
Bu sebeple memlekette savaşa ve dövüşe gücü yeten müslümanların Halife Mehmet Vahdettin’in çevresinde toplanıp yapılacak davetlere verilecek emre uyarak sözü edilenlerle savaşmaları gerekir mi ?
Şeyhüliislam: Gerekir.
Halife tarafından asilerle savaştırılmak istenen askerler savaştan kaçarlarsa; dünyada şiddetli cezayı ve öldüklerinden sonra eziyete müstehak olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.
Halifenin askeri olupta ayaklananları öldürenler gâzi ve asilerce öldürülenler şehit olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.
Asilerle savaşılması için verilen padişah buyruğuna uymayan müslümanlar suç işlemiş bulunur ve cezaya müstehak olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.”
Yazarın o dönemin İstanbul tespitleride  ilginç: “ Costantinople” neresinden bakılırsa bakılsın Kâhire ile “ kâbil-i kıyas “ bir yer sayılamaz. Burası bir “metropol” minarelerine rağmen sanki batılı bir şehir; hele Müttefiklerin yönetimine intikalinden” sonra büsbütün böyle! “ Parisiana’nın”  Paris’deki bir gece kulubünden farkı nedir? Ya da Gülistan Satvet’in “Mondaine” bir Fransız “mademoiselle” inden farkı ?
Atatürk, Moskova’nın desteğini alabilmek maksadıyla temas kurma ihtiyacı hissetmekte fakat bu temas için resmi bir sıfatı bulunmamaktadır. TBMM’nin kendisini reis seçmesiyle bu da hallolmuş olur. İngiliz emperyalizmine karşı mazlum İslam devletlerinin desteğini ve Bolşeviklerin desteğini kullanmak ister. Fakat Bolşeviklerin yeni başlayan mücadelenin başarısından emin olmayan moskova aranın desteği verme de biraz çekingen ve tutuk davranır. Kitapta, Bolşeviklerin parasal yardım ve askeri malzeme desteğine karşılık Azerbaycan hükümetinin Bolşevik devletler grubuna sokulmasının taahhüt edilmesi  konusu araştırılması gereken bir konu olarak öne çıkmaktadır. Yazarın, Atatürk’ün Selanik yıllarında iken hatıra defterine  “ mutlaka socialiste olmalı...... maddeyi anlamalı “ şeklinde yazdığını iddia etmesi de ayrı bir inceleme konusudur.

 Yazar Çerkez Ethem’in özellikle Düzce-Hendek-Adapazarı, Yenihan-Yozgat-Boğazlıyan, Konya’da Delibaş Mehmet isyanını bastırmadaki başarılarını anlatıyor. Bu dönemde Çerkes Ethem alenen Ankara’yı faaliyetsizlikle ve kifayetsizlikle  suçluyor. Kitaptan bir bölüm:
“Söylediklerinin üzerine basarak İsmet Bey (İNÖNÜ) diyorduki:
“-- ... ne kadar acı, ne kadar jahredici olsa da aramızda hakikatleri itiraf etmemiz, bence en doğrusu olacaktır: Maatteessüf, Yozgat ve havalisindeki asileri tedîbe kâfi bir kuvvetimiz kalmamıştır; hadise vahim ve endişeyi mucip görünüyor; şu var ki Kuvay-i Seyyare gibi, maneviyatı son derece yüksek bir kuvvet için....”
Ethem Bey dik ve kendinden Emin sözünü kesti; yüksek sesle fakat, kimsenin yüzüne bakmadan konuşuyordu:
“ --... bu bir itiraf, kabul! Fakat geç kalmış bir itiraf! Heyeti temsiliye bir senedir, ne iş yaptı ? Niçin merkezinizi takviye etmediniz. Tebliğ-i resmi neşretmekle konferanslar tertiibiiyle, bu işleri halletmek mümkünmüdür?..”
“ Sustu, şikayetçi bir sesle ilave etti: “--... nihayet biz düşmanı bırakıp geride sizin işlerinizle uğraşmaktayız...”
Tevfik Bey, dudaklarında yanlış bir gülümseme, “ başını tasvip makamında” sallayarak Fevzi Paşanın gözlerinde cevap arıyor, paşanın cevabı alçak sesle aynı kelimelerin tekrarından ibaret: “--.... evet efendim! “ Yaptığı  sert çıkıştan Ethem Bey, galiba rahatsız olmuştu: Sigara yakmaya davranırken, daha düşük bir sesle dedi ki:
“--... affınıza mağruren, söyledim, serzenişten maksadım gafletlerinizin devamına mani olmaktır, daha Düzce’de bulunduğum sırada sarahatle ifade etmiştim ki....”
 Ethem Yozgat isyanından sonra “Mustafa Kemal’i meclisin önünde asmalı” diyor. Ethem’in ağabeyi Reşit Bey, kardeşine göre biraz daha hırslı olarak göze çarpıyor.Reşit Beyin niyeti başarıları karşılığında kendisine Erkân-ı Harbiye Umum Reisliğinin verilmesi, bunu hakettiğini beyan ediyor. Ethem Garp Cephesinde İsmet Paşa’nın emri altında çalışmak istemiyor aralarında ciddi görüş ayrılıkları var, Ethemin başına buyruk hareket etmek istemesi önceki alışkanlıklarının doğal bir sonucu.  Ethem ile Mustafa Kemal arasındaki husumet sonraları git gide derinleşiyor ve bir ara Ethem suikaste dahi yelteniyor.  Kitaptan bir bölüm.
“ Reis Paşa’nın odasındaki “musâfaha” gittikçe daha sert bir “münâkaşa” ya    
dönüşmüştü Tevfik Rüştü Beyin ir gözleri, gözlük camlarının ardında sonuna kadar açık ikisininde ellerinin, silahlarına, ne kadar yakın durduğunu gördükçe içi titriyor, uzaklardan o mahcup gük gürültüleri; camlarda, iri çekirdekli yağmur ve tıpırtısı!...
    Ethem Bey iri ve kaba kol hareketleri ile düpedüz bağırarak diyordu ki:
    “-- ... İsmet Bey ile mizacımız uyuşmuyor; geçinemeyeceğimiz kat’iyyen anlaşılmıştır; onu, başımızdan alınız yerine daha münasip, daha mülayim bir kumandan tayin edilsin... her halükârda bize suhûlet gösterecek bir zat olmalı; bu takdirde eminin ki her şey düzelecektir...”
Bu romanda Halide Edip Hanım ile Yunus Nadi Bey önemli bir rol oynuyorlar. Halide Edip’in bir dönem Amerikan mandası taraftarlığı, daha sonra ise Mustafa Kemal ve milli mücadele taraftarlığı ortaya konmuş. Halide Edip Mücadelenin medya tarafı ile daha çok ilgili görünüyor. Yunus Nadi ise mecliste Tevfik Rüştü ile birlikte Mustafa Kemalin isteği ile Komünist Fırkasını kurarlar. Bolşevizm ile ilgili olarak Mustafa Kemal şunları söyler "Bolşevik olmak başkadır. Bolşevikler ile  teşrik - i mesai etmek başkadır. Biz ikinci yolu seçtik". Kitaptaki çarpıcı konulardan biri de düzenli ordunun kurulmasında Troçki’nin Kızılordusundan esinlenildiği savıdır.
O dönemde mecliste Bursa’nın işgali vekiller arasında ciddi galeyana sebep olmuş ve Mustafa Kemal aleyhtarları seslerinin iyiden iyiye yükseltme zemini yakalamışlardır. O bu noktada gerçekçi kişiliğini ortaya koyarak şunları söyler “....efendiler! Vaziyeti muhakeme ederken ve tedbir düşünürken ...acı da olsa ... hakikati görmekten bir an fariğ olmamak lazımdır... Kendimizi ve birbirimizi aldatmak için lüzum ve mecburiyet yoktur...Hey’eti Vekile bu tarihteki şeraite göre, seferberlik  yapabilmeyi acaba düşünebilirmiydi?..... Memleketin baştanbaşa halifenin fetvası hükmünde olduğu bir sırada..... milleti askere davet etmek, caiz ve mümkün görülebilirmiydi”.
 Kitapta Bursa’nın Yunan tarafından işgalinin faturası can ve mallarını selamette görmek isteyen “Burjuva” ya kesilmiş. Yunanlıyı Bursa eşrafının adeta davet ettiği yazılmıştır.
Dikkat çekici bir diğer konuda Çerkeslerin Anadolu’da muhtar bir devlet kurmasına yönelik iddiadır. Kitapta, İzmir’de bu amaca dair bir cemiyet kurduklarından bahsetmektedir.
Romanda Atatürk’ün yer yer Rumeli ağzı ile konuşmaları göze çarpmaktadır. Ayrıca, Atatürk’ün yurt dışı görevlerde tanıdığı yabancı bayanlarla ilişkileride yer almaktadır. Aşklarının arasında Fikriye Hanıma olan tutkusu hususiyet kazanmıştır.
Kitabın son bölümünde birinci İnönü muharabesi ve Çerkes Ethem’in ihaneti yer almaktadır. Mustafa Kemal İnönü zaferi için “kendisi küçük ganimeti büyük “ diye ifade etmektedir.

19 Kasım 2013 Salı

Destursuz Bağa Girenler, Orhan Şaik Gökyay

Orhan Şaik Gökyay’ın, yayımları uzun yıllara dağılmış olan yazılarını “Destursuz Bağa Girenler” adlı eserinde toplamış, bundaki maksadının da bir bölüğü pek aşırı olan yanlışlarını sergilemek değil, yüzyıllara serpilmiş olan ve türlü açılardan değer taşıyan kültür ürünlerimizin, gelişi güzel, çoğu kez çetin olan bir emeği göze almadan bugünün diline çevrilemeyeceğini ve okuyuculardan bu alanda çalışacakların dikkatini çekmek olduğunu vurgulamıştır.
        Yazarın kaleme aldığı eleştiri yazılarında gerek dönemin yazarlarını gerekse de eserlerini eleştirirken son derece ince bir üslup kullanmış ve tenkit sanatının tam olarak hakkını vermiştir diyebiliriz. Sayısı elliye yakın  olan bu yazılarının derlendiği kitapta, daha ön plana çıkan bazı yazılarını incelemeye çalışacağız.
        Orhan Şaik Gökyay, Hüseyin Namık Orkun’a ait “Oğuzlara Dair” eserini eleştirirken hakkında daha önce birçok eserin yazılmış olmasına rağmen bu kadar büyük bilgi birikiminin yeterince kullanılmadığını, alıntı yapılan kaynakların ise eserde belirtilmediğini, kelimelerin kökenini araştırırken bu konuda yazılmış kitaplarda bulunmasına rağmen yer verilmediğini, kitapta tek yeni olan şeyin ise Oğuz boylarının adını taşıyan yerlerin, Dahiliye Vekaleti’nin neşrettiği Köylerimiz isimli esere dayanarak tespit edilmesinden ibaret olduğunu belirtmektedir.
        Yazar, “Bir Kemküm” adlı yazısında yine Hüseyin Namık Orkun’un kendisi hakkında yaptığı bir tenkit yazısına inceden inceye alay ederek karşılık vermektedir. Hüseyin Namık Orkun tenkit yazısında Orhan Şaik Gökyay’a ait “Dede Korkut”un daha önce İstanbul’da basılmış olan eseri sadece Latin harflerine çevirerek yazmış olmasından ibaret olduğunu iddia etmekte ve eserle ilgili birçok eleştiride bulunmaktadır. Buna karşılık Orhan Şaik: “Kısa cümleler yazınız, yoksa cümlenin ucunu kaybediyorsunuz; fiiller ile mef’uller birbirini tutmuyor. Gerçi siz farkında değilsiniz, fakat görüyorsunuz ki neşriyat aleminde ne yazdığını bilenler ve okuduğunu anlayanlar da var. Sonra bu yanlışları iddialı bir alime bağışlayacak kadar müsamahakar olanlar da pek yoktur.” şeklinde cevap vermektedir. Gökyay cevabında Orkun’un özellikle dil konusunda daha birçok  hatasını yüzüne vurmaktadır.
        Yazarın “Bir Hata ve Sevap Cetveli” başlıklı yazısında son yıllarda birçok eserin türediğini fakat bu eserlerin çoğunun ölen büyük şairlerin terekesinden bir türlü mirasa konarak neşriyat sahasını istila etmekte olduğunu ve yine bu eserlerin çoğunun seviyesiz, hazıra konarak ve emek harcanmadan oluşturulduğunu dile getirmektedir. Örneğin Sadi Irmak tarafından yeni harflerle bastırılan Makber’in bu sınıflandırmanın dışında tutarak, anlaşılması böyle zor bir eseri insanlara yeniden tanıtacağını ve duyuracağını düşünerek büyük bir sevinç ve ümitle karşıladığını, fakat eseri inceledikten sonra büyük bir hayal kırıklığına uğradığını belirtmekte hele ki lugatçeyi bitirdiğinde bunun Hamit’in Makber’i değil sadece kadavrası olabileceğini söylemekte ve eserde yer alan anlam bozukluklarından tutun yazım hatalarına kadar birçok yanlışlıklar olduğunu okuyucularla paylaşmaktadır.
        Divan edebiyatının en ateşli savunucularından biri olarak gördüğü Abdülbaki Gölpınarlı’nın yalnız divan edebiyatını değil bütün edebiyatımızı başından sonuna kötüleyen bir kitap çıkardığını ve bu kitabında Baki, Fuzuli, Nef’i, Nedim, Galip gibi şimdiye kadar isimleri ve büyük şairlikleri üzerinde mutabık olunanlar dışında Tanzimat devrinin Ziya Paşa, Namık Kemal, Hamid gibi yalnız şairlik yönünden değil, milleti uyandırmak için gördükleri daha nice hizmetlerle de vatansever olan isimleri de yersiz birtakım hükümlerle inkar ettiğini belirten yazar “Bu da Divan Edebiyatı Beyanındadır” isimli yazısıyla Abdülbaki Gölpınarlı’yı eleştirmektedir.
        Dünya edebiyatında ayrı bir yer tutan Şehname, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi profesörlerinden Necati Lügal tarafından dilimize çevrilmiş ve Doçent Kemal Akyüz tarafından düzenlenmiştir. “Şehname ve Türkçe Tercümeleri” isimli yazıda bu tercümenin oldukça uzatıldığını ve her cildin sonuna konan açıklamaların yetersiz olduğunu belirtmektedir.
        Doç.Dr. Faruk K. Timurtaş’ın “Şeyhi’nin Hüsrev ü Şirin’i” adlı yayımladığı eser ile ilgili yazarın birtakım olumlu değerlendirmelerinin yanında bazı eleştirilerini de görmek mümkündür. Şöyle demektedir yazar: “Bu çalışmalar yerindedir; ancak böylesine ciddi çalışmalar yapıldıkça, birtakım basma kalıp ve kuşaktan kuşağa tekrarlanagelen yargılardan kurtularak edebiyat tarihimizin belli devirlerini ve kişilerini aydınlığa çıkarabiliriz.” demekte diğer taraftan: “Hüsrev ü Şirin’in yaklaşık üçtebirinin Nizami’den çeviri olduğunu görüyoruz; üçtebiri çeviri olan bir eserde müelliflik payı bir hayli azalmaktadır.” diyerek yazarı ve eserini eleştirmektedir.
        Yazar “Divanları Okurken” isimli yazısında Şair Necati’nin henüz yayımlamış olduğu karşılaştırmalı eseriyle ilgili olarak Önsöz’ün dilini ve bu dille yürütülen düşüncelerin tam olarak kavranamadığını, üslubunun ise geri kalmış bir üslup olduğunu söylemektedir. Ayrıca yazmaların künyelerini veren bölümde bu yazmalara hiç değinmediğini; doğrulukları, yanlışlıkları, eksiklikleri, okunaklı olup olmadıklarını belirtmediğini, tarihsiz nüshalar için de hiçbir bilgi vermediğini dile getirmektedir.
        “Çağrışımlar ve Ötesi…” isimli yazısında kendisine oldukça dikkatli ve bilgili bir okuyucu tarafından gönderilen ve yazarı ince bir üslupla eleştiren mektuba karşılık yine kendi üslubuyla verdiği cevap yeralmaktadır.
        Orhan Şaik “Düçentname” adlı yazısında kendisinin yazmış olduğu Dede Korkut kitabını eleştiren, başlangıçta ismini vermediği, fakat daha sonra anlaşıldığı kadarıyla Hamit Arslanlı’ya vermiş olduğu cevap yeralmaktadır. Yazar eleştirildiği her konuda Arslanlı’ya sivri bir dille yanıt vermektedir.
        Yazar “Türkçe Üzerine Konuşmak Yetkisi ve Sim Gümüş” adlı yazısında şu ifadelere yer vermektedir: “Eskiyi bilmeden, dilin bunca yüzyıllık gelişme yolundaki uğraklarını tanımadan, onun işlenmesi içinde değişip gelen anlamlarını gereği gibi kavramadan, cümle içindeki yerlerine göre kaç türlü ve kaç kavram için işimize yaradığını, kelime, deyim ya da terim olarak dilde aldığı yeri inceden inceye bilip araştırmadan, her istediğimize uygun, tutunma gücü olan karşılıkların hemen bulunabileceğini sanmıyoruz. Onun için başta yazarlarımız olmak üzere, kamuya sunduğumuz yeni kelimeler üzerinde enikonu düşünmek, tartışmak gerektiğini anlamak güç değildir. Nitekim bunların bir bölüğü “uydurma” olarak geri çevrilmekte ve benimsenmemektedir. Ancak yeni karşılıklar bulup öne sürerken olsun; dilin kendi kaynağında yaşayanları; halkın ağzından yahut yeni, eski metinlerden çıkarıp ortaya atarken olsun, bu yolda çalışanlardan direnerek istediğimiz özeni ve alın terini, bu çalışmaların karşısına dikilenlerden de istiyoruz. Oysa bir bölük azınlık, oturdukları yerden, bir sözlük açıp bakmayı, halkın konuşmasına kulak vermeyi gerekli görmeden, şöylece edindikleri yarım bilgilerine güvenerek, bu karşılıkları küçümsemekten, bu çabaları alaya almaktan geri durmamaktadırlar.”
        “Sırça Köşk” adlı yazısında yazar, Yılmaz Öztuna’nın ünlü tarihçi Kemal Paşaoğlu tarafından yazılan ve çevirisi Dr. Şerafettin Turan tarafından yapılan, Fatih çağının anlatıldığı Tevahir-i Ali Osman isimli eseri sadeleştirirken yapmış olduğu bir düzine hatadan bahsetmektedir.
        Orhan Şaik “Beşik Uleması”nda Şemsettin Sami’ya ait olan Türkçe Sözlüğü; Kamus-ı Türki’sine eleştiri oklarını yöneltmekte ve bu sözlükteki hataları ortaya koymaktadır. Genelde kelimelerin kökenleri ile ilgili yapılan yanlışlıklara değinirken diğer yandan da yapılan imla hataları, yanlış okumalar, eksik ve yanlış açıklamalar ve uydurma kelimelere dikkat çekmektedir. Şöyle demektedir yazar: “Bu düzensizlikler ve yanlışların başlıca nedenlerinden biri, Kamus-ı Türki’yi yeni harflerle aktaranların, eski harflerden elif harfiyle başlayan kelimelerin bu harfin üzerine med denilen işaretin konduğu zamanki söylenişi ile medsiz olduğu zamanki söylenişleri arasındaki ayrımı bilmemelerinden doğuyor. Buna bir de Türkçede ve Farsçada bulunmayıp da yalnız Arapçada bulunan ayn harfiyle başlamış kelimeleri katarsak, yanlışların neden ortaya çıktığı anlaşılır. Çünkü onlar bu ayn harfini de tanımamakta, onunla başlayan kelimeleri bir türlü doğru okuyamamaktadırlar.”
        “Hümayun Müzesi” adlı yazıda yazar, Halil Ethem’in Elvah-ı Nakşiyye Koleksiyonu adlı kitabın bugünkü dile çevirisinde yaptığı hatalara değinmektedir. Orhan Şaik’e göre kültür hazinemizin değerleri olarak bu eserlerin, Eski Eserleri ve Anıtları Koruma Derneği’nin alanına giren ve göz bebeğimiz sayılan köprülerden, camilerden, türbelerden, sebillerden farklı olmadığını, tarih değeri olan yapıların bir taşı, bir tuğlası üzerine titrerken, bir sebilin kurumuş lülesini korumak için bunca özen gösterirken, onlarla aynı değerde olan kitaplarımıza da aynı önemin verilmesi gerektiğini anlatmaktadır.
        Orhan Şaik; “Körün Bellediği Değnek: Neden, Nedeniyle, Neden Olmak” başlıklı yazısında bu üç kelimenin kullanılmasına şiddetle karşı çıkmakta, bu kelimelerin yerine kullanılması gerekenlerin ise cümlenin anlamına göre “sebep, dolayısıyla, yüzünden, yol açmak” gibi kelimeler olduğunu vurgulamaktadır.
        Daha çok gemiciler için yazılmış olan Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye adlı eserinin Deniz Harp Okulu ve Lisesinin 200. Kuruluş dönem yılını kutlamak üzere günümüz Türkçesine çevrilerek çıkarılan kitaba değinen yazar, kitabın Piri Reis’in bu ana yapıtıyla uzaktan yakından ilgisi olmadığını, baştan başa yanlışlarla dolu olduğunu söylemektedir. Özellikle kitapta geçen özel yer adlarının karşılaştırılması için bir atlasın yer almadığını bunu tamamen okuyucuya bırakıldığını, bunun dışında yanlış okumadan kaynaklanan yanlış çevirilerin ve yer adlarının yazılışındaki eksik ve yanlışların olduğundan bahsetmektedir.
        Orhan Şaik, Dedem Korkut kitabı üzerinde, başta Türkçe olmak üzere bugüne değin türlü dillerde pek çok incelemelerin yapılmış, hikayelerin türlü yönlerden ele alınmış, ancak İngiliz dilinde bu konuya yeterince önem verilmemiş olduğunu belirtmektedir. Fakat yakın zamanda Birleşik Amerika ve İngiltere’de birbiri ardına çıkan iki çeviri hakkında Orhan Şaik şu yorumda bulunmaktadır: “Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin biri tarihçi, biri İngiliz dili ve edebiyatı okuyan ve folklorcu iki Türk profesörü ile yine folklorcu olarak tanıdığımız Amerikalı bir profesörün koyduğu bu çevirinin, günümüze değin yapılan araştırmalar, yayımlanan incelemeler göz önünde tutulunca bir yenilik getirmese bile, kendinden önceki çalışmalardan yararlanılarak daha az eksik ve daha az yanlışla hazırlanmış olacağı ve bize bir güven verebileceği düşünülebilir. Ne var ki çeviriyi okuyup bitirdiğimiz zaman, bunun bağışlanamayacak denli yanlışlarla yüklü olduğunu görmekten üzülmüşüzdür. Kendi alanlarında yetkili saydığımız kimselerin, birbirlerini tarih, dil ve folklor yönünden üç yüzlü çevirilerinde, ufak tefekleri bir yana nasıl yapılabildiğini bir türlü anlayamadığımız yanlışlarla karşılaşmak hayal kırıklığına yol açmıştır.” Yazar yine bu çeviriler hakkında, böyle her bakımdan yüklü bir kitabın, bir destanın çevirisinde, yabancı bir dili bilmenin yetmeyeceğini, ondan çok ileride, bir destan dili konuşmak ve yazmanın da gerekli olduğunu, yoksa kitabın havasından çok şey yitirilmiş olacağını vurgulamaktadır.

15 Şubat 2013 Cuma

Yaşadığım Gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar

Ahmet Hamdi Tanpınar (1901 – 1962), Türk edebiyatının en önemli şair ve yazarlarından biridir. O, batı edebiyatını çok iyi tetkik etmiş, çok iyi anlamış, ama Türk kültürünün, Türk edebiyatının ateşli bir savunucusu, etkili bir tanıtıcısı olmuş, gerçek bir vatanseverdir. Kendisi milliyetçi bir yazardır, ancak milliyetçiliği doktriner değil, Türk milletine, Türk kültürüne karşı duyduğu derin alaka ve aşktan kaynaklanan bir kültür milliyetçiliğidir. Şimdi özetini arz edeceğimiz eseri, onun bir ömür boyu Cumhuriyet, Ülkü, Ulus, Oluş, vs gibi gazete ve dergilerde yayınlanmış çeşitli konulardaki bilgi, görgü ve görüşlerini ortaya koyduğu deneme yazılarının, kendisi vefat ettikten sonra toplanmasıyla oluşturulmuştur.
Kitap; içindekiler, giriş ve önsözlerin bulunduğu bölüm hariç yedi bölümden oluşmaktadır:
a.    İnsan ve Cemiyet
b.    İnsan ve Ötesi
c.    Üç Şehir
ç.     Paris Tesadüfleri
d.    Türk Dili ve Edebiyatı (mülakatlar)
 f.    Musiki
 g.   Plastik Sanatlar

2.     BÖLÜMLERİN ÖZETİ:
a.    İnsan ve Cemiyet:
Bu bölümde yazarın , insan – toplum ilişkisi, doğu ve batı arasındaki esaslı farklar, kültür ve sanat yollarında gösterdiğimiz devamsızlık, insanın inkılaplar karşısındaki iç dünyası, aydınların durumu, Bulgar göçmenleri, kitaplardan duyulan korku, edebiyatta bitmeyen çıraklık, Musolini, savaş ve barış, Atatürk’ten alınacak dersler gibi konulardaki görüşleri yer alıyor.
    İnsan – toplum ilişkisiyle ilgili yazısında, insanların fert halinde toplumsallıktan uzaklaştıkça bir zaaflar bütünü olduğunu, cemiyet hayatına yaklaştıkça zaaflardan kurtulduğunu dile getiriyor. Şark  ile garp arasındaki temel farkın yaptığı işi şahsen yaşamak noktasında olduğunu, şarklının her olaya yüzeysel yaklaştığını, garplının ise o işi yaşadığını ifade ediyor. Kültür ve sanat yollarında gösterdiğimiz devamsızlığı ele alırken büyük bir kültür, sanat ve insan buhranı içinde bulunduğumuzu, on sene sonra daha başka şeyleri de kaybedebileceğimizi vurguluyor. İnsanın inkılaplar karşısındaki iç dünyası bahsi içerisinde Tanzimattan beri süregelen inkılaplar karşısında insanımızın duruşu ve eski ve yeniye karşı yaklaşımı tasvir ediliyor. Aydınların, bir ağacın köklerinden beslendiği gibi geçmişten güç almasını, bunu çağdaş düşünce ile harmanlamasını tavsiye ediyor. Bulgaristan’dan göç etmek zorunda kalan soydaşlarımızın bizim için taşıması gereken manevi değeri ortaya koyduktan sonra, toplumumuzun bu felaket karşısındaki duyarsızlığını eleştiriyor.  Edebiyatta bitmeyen çıraklık konulu yazıda, edebiyatçılarımızın bir türlü halkın nabzına etki edememesinin sebebi olarak, yazarlarımızın hangi kariyere sahip olursa olsun Türk gibi düşünüp Frenk gibi anlatmaları gösteriliyor. İkinci dünya savaşından uzak kalışımızı büyük bir zafer olarak addediyor, Musolini’nin dev bir cüce olduğunu, yeni bir barışın ilk cümlesinin savaşı yasaklaması gerektiğini vurguluyor. Yazarın Atatürk hakkında da bir çok yazısı mevcut, kendisi tam bir Atatürk hayranı olup, bunu her vesile ile ortaya koyuyor.
b.    İnsan ve Ötesi: Önceki bölüme nazaran daha kısa olup, yazarın insanlar ve manevi yönleriyle ilgili, gözlemlerden yola çıkarak duygu ve düşünceleri bu bölümde aktarılıyor.
    “İnsan ve ötesi” başlıklı (bölüm başlığıyla aynı) insan manzaralarının yazarda uyardığı duygular; hiçbir şeyin görüldüğü gibi basit olmadığı, her birinin bir hikayesi olduğu anlatılıyor.
    İkinci deneme olan “Güzel ve Sevgi Arasında” başlıklı yazı, güzel ile sevgi arasında yazarın yarattığı bir diyalog olup, güzelin ne kadar sığ ve geçici, sevginin ne kadar derin ve ebedi olduğunu, ama güzel ve sevginin ne kadar birbirine bağlı olduğunu gözler önüne seriyor.
    “Aşka Dair” ve “Aşk ve Ölüm” başlıklı yazılarda ise, aşkın ruhlarda nasıl yankılandığını biraz da mistizme kayarak anlatıyor.
c.    Üç Şehir: Üç şehir (İstanbul, Bursa ve Kahramanmaraş – özellikle de İstanbul) ile ilgili duygu ve düşüncelerini, tarihi olaylara da telmihler yaparak, halkın nabzından aldığı veriler ve bugünkü durumları da göz önüne alarak ortaya koyuyor.
    “İstanbul’un Mevsimleri ve Sanatlarımız” başlıklı yazıda, her mevsimi bir başka güzel olan İstanbul’umuzun yüzyıllar boyu Türk edebiyatında, Türk resim sanatında, Türk musikisindeki yerini biraz da nostaljik ve duygusal bir dille anlatıyor.
    “Karanlıkların Tadı” başlıklı yazıda 1940’larda elektriğin ve sokak aydınlatmasının yeni yeni yaygınlaşmasıyla, bu alışılmadık durumun çağrıştırdığı eskiye ve yolların karanlığına karşı özlem dile getiriliyor.
    “Lodosa, Sise ve Lüfere Dair” isimli yazıda İstanbul’da yaşanan yoğun bir sis olayının, lodosun ve bu olaylardan etkilenen balıkçıların yazarda uyandırdığı duygular anlatılıyor.
    “Yaklaşan Büyük Yıldönümü” başlıklı bölümde İstanbul’un fethinin 500’üncü yıldönümünün uyandırdığı duygular, tarihsel ve sanatsal bir perspektif içinde anlatılıyor, bütün bunları anlatırken de, her cümlesiyle İstanbul’un ne kadar bizim olduğuna dair vurgu yapılıyor, Erzurum, Konya, Van, Bursa ne kadar vatansa, İstanbul’un da Türkün en fazla emek verdiği şehir olarak o kadar vatan olduğu haykırılıyor.
    “İstanbul’un Fethi ve Mütareke Gençleri” başlıklı yazıda ise, İstanbul’un işgali yıllarında yazarın kendisinin de içinde bulunduğu Türk İstanbul gençlerinin duygu ve düşünceleri, yaşanan canlanış, yapılan mücadeleler ve Yahya Kemal’in o zamanki gençlik üz erindeki manevi etkisi yansıtılıyor.
    “Türk İstanbul” ve “İstanbul’un  İmarı” adlı denemelerinde ise İstanbul’un tanzimattan sonraki safhalarda aldığı şekiller, mimari tarzlardaki değişiklikler, günümüzdeki durum ve bunların gönüllerde uyardığı etkiler dile getiriliyor. Bununla birlikte, şehrin imarı için de imarın şehirleşme uzmanları tarafından yapılması, boğazın imarına özel dikkat gösterilmesi, hiçbir çirkinliğe meydan verilmemesi gibi tavsiyelerde bulunuluyor.
    “İbrahim Paşa Sarayı Meselesi” konulu yazıda, yıkılması tasarlanan İbrahim Paşa Sarayının sahip olduğu güzellikler tasvir ediliyor, Sultanahmet meydanı civarındaki bu sarayın yıkılmasının oradaki güzelliği bozacağı vurgulanıyor.
    “Şehir” yazısında ise, şehirleşme sürecindeki İstanbul’un inkılaplar arasında yapısının bozulması, özünün mahiyetinin değişmesi konusunda bir arkadaşıyla yaptığı diyaloglar anlatılıyor.
    “Kenar Semtlerde Bir Gezinti” konulu yazısında; İstanbul’un kenar semtlerinden birinde dolaşırken yaşadığı hislerini kaleme almış yazarımız. Bunu, “İstanbul’un izbe mahallelerinde dolaşmak kadar öğretici bir şey pek azdır” satırlarıyla ifade ediyor. Oralarda çocukların görünüşleri, oyunları, olası hikayeleri yazarı çok etkilemiş ve bunları yazıya dökmüş.
    Diğer bir yazısı olan “Bursa’nın Daveti” bizlere, Bursa’daki o manevi ortamı anlatıyor. Selçuklu tarihinden başlayıp kendi yaşadığı güne kadar Türk tarihini sanat tarihi açısından ele alıp tartıştıktan sonra; Bursa şehrimizin nasıl bu tarihle, bu sanatla dopdolu olduğunu, Bursa’da ataların nasıl bir manevi ortam yarattıklarını ve bu yönüyle manevi bir merkez oluşunu gözler önüne seriyor.
    Bir sonraki yazısı olan “Bursa Yangını” da Bursa’da Ağustos 1958’de Ulucami ve Kapalıçarşı civarında çıkmış ve büyük maddi zarara ve tarihi eserlerde ziyana yol açan yangınla ilgili düşünceler, tarihe saygı ve muhafaza, şehirleşme konularındaki fikirlerle birlikte aktarılıyor.
    Maraş’ın (şimdiki Kahramanmaraş) kurtuluşunun 26’ncı yıldönümündeki izlenimlerini anlattığı 1 Mart 1946 tarihli yazısında ise, bu kahraman şehrin destanlaşan mücadelesine yaraşır şekilde, o zamanki şehitlerin çocukları ve gaziler tarafından tertiplenen kutlamaların ihtişamı, bu “bayramı” nasıl coşkuyla kutladıkları, nasıl yeniden o kurtuluş günlerindeki gibi yek vücut oldukları, onlardan biri gibi yaşanan bir heyecanla naklediliyor.
    ç.     Paris Tesadüfleri: Yazar değişik zamanlarda çok kereler Paris’e gidip gelmiştir. Fransız kültür ve edebiyatını çok iyi şekilde tetkik etmiştir ve birçok Fransız dostları vardır. Kitabın bu bölümünde Paris anıları ve Fransız dostlarıyla ilgili yazıları vardır. Bu bölümün ilk yazısı olan “Bir Uçak Yolculuğundan Notlar” başlıklı yazıda, 1958’de ömründe ilk kez uçakla Paris’e giderken yaşadığı duyguları, insanlığın medeniyet tarihinden esintilerle birlikte aktarıyor.
    Sonraki yazıları “Paris’te İlk Günler” ve “Dolu Bir Gün” 1954 seyahatindeki ilk günlerini ve Paris’te bulunan birçok dostuyla paylaşımlarını anlatıyor. Paris’te hemen her milletten insanların olması yazarın dikkatini çekmiş. Bu kültür ve sanat şehrinde bulunmaktan tatlı bir sevinç duyduğu da yazdıkları arasında.
    “Bir Dostu Uğurlarken” başlıklı yazısında 2’nci Dünya Savaşı sırasında Paris’ten Türkiye’ye sığınmış, 1955’e kadar İstanbul’da çeşitli kültürel faaliyetler ve Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yapmış bir Fransız dostunu Paris’e uğurlarken hissettiklerini, kendisiyle dostluğunun temellerini ve anılarını da anlatarak aktarıyor.
    d.     Türk Dili ve Edebiyatı (Mülakatlar): Tanzimat Edebiyatı konusunda akademik kariyer yapmış (Tanzimat Edebiyatı profesörü), batı edebiyatını çok iyi tetkik etmiş ve anlamış, her türlü sanatla ilgili bilgi sahibi, edebiyatımızda ölmez eserlere imza atmış olan yazarımızın Türk Dili ve Edebiyatıyla ilgili çeşitli yayın organlarında yer almış röportajları, konuşmaları bu bölümde yer alıyor:
    İlk röportaj Şahap Sıtkı tarafından yapılmış ve “Varlık” dergisinin 1 Şubat 1947 tarihli sayısında “Ahmet Hamdi Tanpınar’la Konuştum” başlığıyla yayınlanmış. Şiire dair bu röportajda yazar o günkü şairlerin sanatsal özelliklerini, batı ile Türk şiirinin münasebetlerini, edebiyatımızın Tanzimat, Fecriati, Servetifünun devrelerindeki gelişimini kısaca özetledikten sonra, Türk şiirinin geleceğine dair tahminlerde bulunuyor ve ümitsiz bir tablo çiziyor.
    “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor ki…” başlığıyla “Yücel” dergisinin Ağustos 1950 sayısında yayınlanan röportajında daha çok sosyal içerikli olarak, köyün kültürümüz, ekonomimiz bakımından önemi, köylerin kalkınması, köy enstitüleri, aydınlar ve üniversitelerin köye olabilecek katkılarına dair sorulara cevaplar veriyor. Köyün kültürümüz, ekonomimiz bakımından önemi konusunda köye çok önem verilmesi gerektiği ve bunun milli bir görev olduğunu anlatıyor. Köylerin kalkınmasıyla ilgili olarak, iyi bir eğitimin bu konuda yeterli olmadığını, aydınların bu konuda bir şeyler yapması gerektiğini, devletin de köylünün hayatını kolaylaştırma yolunda çalışması gereğini vurguluyor. Köy enstitüleri için, memleket realiteleriyle yoğrulmamış olduklarını söylüyor. Her yöreye göre ayrı ayrı düzenlenmesi gerektiğini vurguluyor. Aydınlar ve üniversitelerin köye olabilecek katkıları ile ilgili olarak, aydın ve üniversitelinin ancak milli davanın hastası olmak şartıyla köye faydalı olabileceğini düşünüyor.
    “Ahmet Hamdi Tanpınar’la Bir Konuşma” başlığıyla “Varlık” dergisinin 1 Aralık 1950 tarihli sayısında yayınlanan yazı tamamıyla Türk edebiyatına dairdir. Edebiyatımızın gelişimi için milletini ve dünyayı çok iyi anlamış, milli ve geniş bir ufka sahip edipler gerektiğini anlatıyor.  Edebiyatımızın dünya edebiyatında bir yeri olabilmesi ve dünyaya açılabilmesi için de, kendi köklerine daha fazla bağlı kalması, daha fazla milli olması, mukallitlikten sıyrılması ve kendini yeniden bulması gerektiğini vurguluyor.
    “Ahmet Hamdi Tanpınar Anlatıyor” başlıklı müteakip yazı yine “Varlık” dergisinde, 1 Aralık 1951 tarihli sayısında yayınlanmıştır ve o devrin bir başka yazarı olan Yaşar Nabi’nin edebiyatımızdaki kısırlığı giderebilmek için yapılabileceklere dair anketine cevap olarak yazılmış bir mektuptur. Yazarın buradaki ana fikri şu satırlarıyla özetlenebilir: “O (halk) tutarsa her şey vardır. Devlet ancak bazı şeyleri o isterse ve karar verirse kolaylaştırır. Şunu da söyleyeyim ki, devletin bir edebiyatı tam benimsemesi hiçbir yerde görülmemiştir ve fayda da vermemiştir. Münevverlerimiz edebiyatımıza hiç olmazsa Abdülaziz ve Abdülhamit devirlerindeki bakışla, o sevgiyle dönerlerse edebiyatımız değişir. Fakat bunun için kendimizi bugünkünden daha başka türlü sevmeliyiz.”
    “Ahmet Hamdi Tanpınar Diyor ki” başlıklı yazı “Hisar” dergisinin 1 Mayıs 1953 tarihli sayısında çıkmış. Bu yazıda da edebiyatımızın sorunları tartışılıyor. O günkü şiirimizin en büyük meselesinin gençlerin vezni büsbütün bırakmış görünmeleri olduğunu değerlendiriyor. Şiirin bir milletin öz malı olduğunu, hangi şekilde olursa olsun dilin çiçeği olduğunu ve herkesin malı olan bir ölçü istediğini ifade ediyor.
    Kitabın 315’inci sayfasından 353’üncü sayfasına kadar yazarın yukarıdakilere benzer düşüncelerine dair  muhtelif dergilerde muhtelif zamanlarda yayınlanmış mülakatlar mevcuttur. Birbirine benzer düşünceler olduğundan burada yer verilmeyip “Musiki” bölümüne geçilmiştir.
    f.     Musiki: Yazarın bu konuda da geniş bir dağarcığı olduğunu, edebiyatta olduğu gibi batı müziğini de tanıdığını, ancak Türk musikisinin gerçek bir hayranı olduğunu ve bu konuda da milliliği savunduğunu görüyoruz. Aşağıdaki paragraflarda onun bu husustaki yazılarında yer alan  genel düşünce tarzı anlatılacaktır:
    Bu bölümdeki ilk yazının başlığı “Musiki Hülyaları”. Yazar burada müziğin çeşidini belirtmeden o viyolonsellerin, o flütlerin, o davulların, o piyanonun vs. dinlerken verdiği hazzı her biri için ayrı bir paragraf açarak dile getiriyor. O çalgıların ahenkle anlattıkları her ritmin, her melodinin ruhunda yarattığı dalgalanmayı, her birinin neler çağrıştırdığını tasvir ediyor.
    Bir sonraki yazısı “İstanbul Konservatuarı ve Musikimiz”. Yazar bu yazısında, 1941 yılında İstanbul Konservatuarının tarihi musikimizi unutulmuşluktan kurtarmak maksadıyla uzman sanatçılardan bir heyet teşkil etmesini ve hazırlıklar bitince halk için yerli konserler düzenleyecek olmasını takdirle karşılıyor; tarihte kalan o muazzam hazinenin gün yüzüne çıkarılacak ve halka mal edilecek olmasını mutlulukla karşılıyor.
    Klasik Türk musikisinin son üstadı İsmail Itri Dede Efendi’nin hayatını, sanatını, Osmanlı’daki sanat anlayışını ve sanatkara verilen önemi “İsmail Dede” başlıklı yazısında dile getiriyor. Itri’nin en önemli özelliklerinden birinin halk ağzına, halk hayatına daima açık olması olduğunu, Mesnevi kadar Yunus Divanına da bağlı olduğunu ve ikisinden de beslendiğini, aynı zamanda Tuna boyu ve şehir türkülerini de bildiğini anlatıyor.
    “Yahya Kemal ve Türk Musikisi” başlığıyla kitapta yer alan yazı, birçok şiiri bestelenmiş ve ölümsüzleşmiş olan Yahya Kemal’in ölümünden sonra eserlerinden oluşan bir konser nedeniyle yaptığı bir radyo konuşmasının tam metni. Yahya Kemal‘in bir talebesi olarak, Türk edebiyat tarihinden başlıyor ve Yahya Kemal’in sanatını ve edebiyatımıza katkılarını anlatıyor.
    g.    Plastik Sanatlar: Bu bölümde yazarın resim ve heykel sanatıyla ilgili görüşleri ve çeşitli sanatçılara dair düşünceleri yer alıyor:
    “Anavatan Topraklarındaki Türk Eserlerinin Ortaya Konması” başlıklı yazıda Anavatan topraklarındaki Türk eserlerinin ortaya konması şerefinin Türk sanatkarına bırakılması gerektiğini, bu yapılmadığı takdirde Türk heykeltıraşlığının gelişmeyeceğini, cılız ve çelimsiz kalacağını vurguluyor.
    Bu bölümdeki bir diğer yazı olan “Kendi Kendimize Doğru”; milli tarihimizin hemen hemen hiç uğraşılmamış bir konusu olan Türk tezyinî sanatları hakkında çalışmalar yapmaya başlayan bir şahsa duyulan minnetten bahisle İstanbul’un Fethinden önceki dönemde ve Selçuklu döneminde Türk sanatının ne kadar muazzam olduğunu, o zamanki Türklerin bunlarla ne kadar iç içe olduğunu ve hayatlarının ne kadar normal bir parçası olduğunu dile getiriyor.
    “Resim ve Heykel Müzesi” başlıklı yazı 1938’de kurulan resim ve heykel müzesinin kurulmasının Cumhuriyet tarihimiz açısından önemini vurguluyor. Bu müzenin Türk resim ve heykel sanatına yapacağı olumlu etkileri anlatıyor.
    “Sanatkarı da Hatırlayalım” başlığıyla yayınlanan yazısında ise, sanatı takdir eder izlerken sanatçıyı da hatırlamanın, sanatçıya sevgi ve alaka göstermenin öneminden bahsediyor. Başka ülkelerde böyle yetenekler için neler yapılabildiğini bizdeki gibi alakasız kalınmadığını belirterek bu sevgi ve alakanın sanatımızı geliştireceği vurgulanıyor.
    “Güzel Sanatlar Akademisi Sergisi” başlıklı yazısında yazar, Güzel Sanatlar Akademisi sergisinin Türk güzel sanatlarının gelişimi için ümit verici eserlerle dopdolu olduğunu anlattıktan sonra sanatçının mesajını topluma nasıl ileteceği,  nasıl tüm topluma mal olabileceği konusunda bilgiler veriyor. Bir sonraki “Gençlerin Sergisi ve Sanat Meselemiz” başlıklı yazıda ise, bir başka sergi ile ilgili benzer görüşlere yer veriliyor. Yazının sonunda, sergide yer alan eserleri yaratan sanatçılara takdir olarak “bu memleketin ne parlak, ne doğurgan ne yaratıcı istidatlara gebe olduğunu, bu sergi yarım saatte insana öğretebilir” ifadesi yer alıyor.
    Kitapta sayfa 412’den 449’a kadar yazarın gezdiği çeşitli ressamların sergilerine dair izlenimleri yer alıyor. Sayfa 450’de ise, “Çocuk ve Resim” başlığı altında bir köy enstitüsünde çocukların yaptığı resim sergisiyle ilgili izlenimler yer alıyor. Bu köy çocuklarının tamamına yakınının ressam gibi resim yaptığı ve yazarın bu sergiden çok etkilendiği anlatılıyor.
    “Çocuk Dünyası” başlığı altında ise, yazarın bir yılbaşı etkinliği olarak “Doğan Kardeş” dergisinin tertiplediği resim ve yazı yarışmasının yazı jürisinde yer alması, bu yarışmada görülen güzellikler anlatılıyor. Yazar bu etkinliği çok eğlenceli ve düşündürücü bulmuş. Bu yarışmada gördüklerinden sonra geleceğe dair daha bir ümitlendiğini belirtiyor.
    “Fotoğraf ve Resme Dair” yazısında, fotoğraf sanatının hayatımıza katkıları anlatıldıktan sonra fotoğraf ve resim sanatları arasında bir karşılaştırma yapılıyor. Fotoğraf ve resim arasındaki farklar, fotoğrafın imkan – kabiliyetleri ve zayıf yanları, resim sanatının imkan – kabiliyetleri ve zayıf tarafları mukayeseli olarak ortaya konuyor.
    Kitaptaki son yazı “Füreya’nın Seramik Sergisi” başlığını taşıyor. Yazar bu yazısında Türk sanatının bütün bir köşesini (seramik sanatı) dolduran dostunun sergisine dair izlenimlerini aktarıyor.

12 Nisan 2012 Perşembe

Şeytan’la Konuşmalar, Hilmi Ziya Ülken

Şeytan’la Konuşmalar, Hilmi Ziya Ülken, 2003, İstanbul

     Yazar Şeytan’ı kişiselleştirerek eserinde O’nunla konuşmalarına yer vermiş. Kutsal kitaplarda geçen, insanların kendisinden korktuğu ve kendisinin şerrinden Tanrı’ya sığındığı bu yaratığın insan suretinde yazarın çalışma odasına girerek kendisiyle konuşması ile konulara giriş yapmış. Her ne kadar insanlar kendisinden korksa da, yazarımız korkmamakla birlikte O’nu tanıyan, tanımaya çalışan ve O’nunla yaptığı konuşmalarla da yazacağı, araştıracağı ve inceleyeceği konulara yön veren bir yaklaşım sergilenmektedir.
    Şeytan’ın odasına bir kış gecesi izinsiz girmesine karşı yazar soğukkanlılıkla Şeytan’ı bir an evvel göndermek ister, ancak şeytan musallat olur ve gitmek istemez. Aradan biraz zaman geçer. Şeytan’ın elinde topaç ve hacıyatmaz  vardır. Yazar bunların anlamını ve ne işe yaradıklarını sorar. Şeytan bu iki şeyin kendi marifetleri olduğunu teşbihlerle açıklar.
    Marifetlerinin en önemlileri olan bu iki sanatı ile Şeytan güya toplumsal olayları, çok önemli meseleleri topaç gibi çevirmekte, ne yapılsa ne edilse de daima hacıyatmaz gibi ayakta kaldığını anlatmaktadır. Şeytan diyor ki “Sultan Mecit devrinde kuleli vakasından sonra bunu yere attım : herkes devrildi, o ayaktaydı. Sultan Aziz zamanında yine öyle oldu. Adamcağızı kestiler mi, kendini mi vurdu, ortalık karmakarışık oldu. Düşenin devrilenin sayısını Allah bilir: Bizim hacı yatmaz yine ayakta.  Ali Suavi vakasında da yine hacıyatmazım oynadı.”
    Bu ilk konuşma faslında Şeytan marifetlerini sergiledikçe halinden çok memnun olur kahkahalarla güler. Hilmi Ziya Ülken kitabında yazar başrolündedir ve yarın için kendisinden beklenen yazılar için endişelidir. Bu sebeple bu münasebetsizi bir an önce def etmek için çareler aramaktadır. Ancak şeytan kendisine havadisler getirdiğini ve işe yarar şeyler olduğunu iddia eder ve yazarı maharetli bir şekilde kendisini dinlemeye razı eder. Hakikat odur ki Şeytan ve yazarımız eskiden beridir tanışmaktadırlar. Üstelik Şeytan yazarı sevmektedir. Şeytan  “Ne beni sevenleri ne de benden korkanları sizin kadar seviyorum. Mağlup olmadığınızı gördükçe size karşı hürmetim arttı.” Demektedir. Şeytan yazacakları şeyler hakkında yazara yardımcı olmak ister. İki şahısta birbirlerini gayet iyi derecede tanımaktadırlar ve bu sebeple yazar Şeytan’ı dinlemeye razı olur. Ancak Şeytan’ın hilesinden korunmanın kabil olunmadığı görüşündedir.
    Yazar eserini konu başlıkları altında toplamış. Bunlardan ilki fazilete dair olan şeytanla konuşmasıdır. Bu bölümde yazar kendi başına bir şeyler yazmak üzere işe başlar ancak şeytan yine işbaşındadır ve müdahalede bulunur. Yazarın işine burnunu sokar. Ancak o kadar mantıklı iddialarda bulunur ki yazar şeytanı göz ardı etmez ve O’ndan istifade eder fikirlerinin bazılarına katılır, bazılarını ise reddeder. Şeytanın iddiasına göre kendisi bütün kötülüklerin membaı olsa da aslında samimi ve dürüsttür. İnsanlara şehveti kendisi öğretmiştir. Aşkın, içkinin, kumarın, debdebe ve tantananın, şöhretin, hiçbir şeyden doymamak ve her şeyi araştırmanın, ebedi olmak rüyasının sarhoşluğunu kendisi tattırmıştır. Ama kendisi mesul değildir.  Peygamberler dahil olmak üzere filozoflar ve büyük devlet adamları kendi yaptıkları hataları Şeytan’a itham etmektedirler. Kendisi dürüsttür. Asla riyakar değildir. Şeytan insanlara üç şey hediye etmiştir. Delilik, yalan ve fazilet.  Şeytan tabiata tezadı getirerek çarpışmaları başlatmış. Oradan hareket, yaradış, şuur ve şüphe uyanmış ve bu süreçten ızdırap, rüya ve saadet ortaya çıkmış. Sonuçta tezat büyüdükçe (bunu Şeytan yapıyor) açlık ve şehvet insanların eline tutuşturuluyor. Zümreler çarpıştırılıyor. Sınıflar doğuyor. İsteklerle iradeler karşı karşıya getiriliyor. Bu çatışmalardan türlü türlü insanlar çıkartılıyor.
İstekler ve iradeler birbirini eziyor delilik doğuyor. İstekler iradelerin altında gizleniyor ve yalan doğuyor. İrade ve istekler kavuşuyor, fazilet doğuyor. Bu iddiaya göre insanlar bu üç gruba ait olabilir. Deli, yalancı ve faziletli.  Bu bölümde aslında din eleştiriliyor. İnsanların din olmadan da faziletli olabilecekleri söylenmektedir. Erdem kavramı felsefe sahnesine Sokrates ve Platonla çıktığı için, söz bu filozoflara getiriliyor. Şeytan Platon’u eleştiriyor. Onun Menon diyaloğu’nda erdemi anlatırken, kaçamaklı bir dil kullandığını, kesin konuşamadığını söylüyor. Şeytan’a göre Platon’un idealizmi şeytanlığın ta kendisidir. Peki erdem nedir ? “Erdem eylemin sağlıklı ve tutarlı oluşudur. Hareketlerinde içtenlikten uzak kalanlar, zamanın rüzgarına uyup fırıldak gibi dönenler, hacıyatmaz gibi her dönemde ayakta kalabilenler erdemli olamazlar.” deniliyor.
    İkinci bölümde telif ve tercüme konusuna yer veriliyor. Hilafet zamanında telif ve tercüme konusundaki kıpırdanışların “küçük sokak” tabir edilen yerlerde başladığı ve gelişme gösterdiği konusuna yer veriliyor. Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi kişilerin koskoca bir feodal imparatorluğun içinde bin senelik dünyaya karşı yeni kıpırdayan hareketin tecrübesiz, zayıf öncüleri olduğu ifade ediliyor. Bu öncülük mücadelesinde ise oldukça yalnız oldukları iddia ediliyor. Önemli olanın meydana çıkarılan eserden ziyade ortaya konan mücadelenin olduğu bu bölüm örneklerle açıklanıyor.   
        Diğer bölümlerde sırasıyla ;
   
    Sıhhate ve aşka dair,
    Nizam-ı aleme dair,
    Nesre dair,
    Şiire dair,
    Tiyatroya dair,
    Tefahür ve acze dair,
    Fikre ve harekete dair,
    İştikaka dair,
    Romana dair,
    Kitaba ve hayata dair
    Resme dair,
    Tembelliğe dair,
    Tenkide dair,
    Geçmiş zamana dair,
    Akl-ı selime dair ,
başlıkları altında  konular ele alınıyor ve yazar ve şeytan arasında bazen benzerlikler, bazen de zıtlıklar ifade eden görüşler öne sürülüyor.    
    Kitapta dünya tarihi de eleştiri konusudur. Eski Türk düz yazısında konu kıtlığı olduğu belirtilmekte : “Sıfat bolluğundan geçilmeyen, düşünce yönü zayıf, cansız, kansız bir dünyamız vardı.” Denilmektedir.
    Yazar Şeytan’a şu soruyu sorar:
“15’inci yüzyıldaki Sinan Paşa’nın, Fuzuli’nin, Kınalızade’nin, Cevdet Paşa’nın düz yazılarını da beğenmiyor musun?”
    Şeytan onları da beğenmez. Hepsini ayrı ayrı eleştirir. Nurullah Ataç’ın, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, Abdulbaki Şinasi’nin, Falih Rıfkı Atay’ın yazılarını beğenmesine karşı yeterli bulmamaktadır. Şeytan’ın beğendiği düzyazı coşkun olmalıdır. Fırtınaları, tezatları, feryatları içermeli, sesi alanları doldurmalıdır. Halkı coşturup arkasından koşturmalıdır. Her ne kadar bunlar yazarın düşünceleri olsa da Şeytan bunları biraz daha vurgulayarak dile getiriyor.
    Düzyazıdan şiir konusuna geçiliyor. Yazar’a göre şair rüya halinde olmalıdır; bu rüya öyle olmalıdır ki, gerçeğin ta kendisini dile getirmelidir. Şairin rüyada olması onun agoraya borçlu olmasını önlemez. Çünkü şair içinde bulunduğu rüyanın değil, yaşadığı dünyanın kahramanıdır.
    Yazar Hilmi Ziya ÜLKEN  şiir tarihimizi gözden geçirince kimi gerçekler ortaya çıkmaktadır. Şeyh Galip’ten sonra şiirimizde bir  çöküntü olmuştur. Çünkü tam o sırada ekonominin düzeni değişmiş, İstanbul ekonomisine Beyoğlu sarrafları egemen olmaya başlamıştır. Bu çöküntünün üzerine ancak yıllar sonra Yahya Kemal’le köprü kurabilmiş, geleceğin sağlam yönlerini sürdürme yoluna girebilmiştir. Zira sanat en devrimci durumlarda bile “gelenek” demektir.  Ustalık çıraklık ilişkisi ister.
           Yahya Kemal’de hem gelenek, hem de yeni bir biçim vardır. Önemli olan, Türk şiirini dizeden poem’e yükseltmektir. Yahya Kemal bütün bunların bilincindeydi. “Ahmet Haşim’de, Nazım Hikmet’te bile Yahya Kemal etkisi görüldü.”
    Yazar’ın  Düşünce Kahramanları  kimlerdir?
    Yazar, düşünce kahramanı olarak Sokrates, Galilei, Campanella, Babeuf ve filozof Condercet’nin adlarını saymakta, az sonra bunlara Platon, Aristoteles, K. Marx gibi felsefecilerin adlarını eklemektedir.
    Hilmi Ziya Ülken düşünce kahramanı olarak kabul ettiği insanlar için, “Yüzyılların duvarlarında yansıyarak, dünyayı baştan başa kaplayan sesler” demektedir. Ama yine de eksik olan bir şey vardır bu seslerde : “ Kimse insandan söz etmemiştir.”
    İnsan denilince kimi Hint esirini, kimi Rus işçisini anlamıştır. “ Şimdi dalga dalga büyüyen bir şey var” diyor Ülken. “Dalga dalga büyüyen bir şey var ve insandan söz edilecek zaman yakındır.”
    Böylece çok sayıdaki kitabında gördüğümüz “hümanist Hilmi Ziya” burada da karşımıza çıkıyor.
    Yazar iyi bir kitap severdir. Şeytanla konuşurken de kitaptan, kitap kavramından saygı ile söz ettiğini, kitapları savunduğunu görüyoruz. “Kitapları suçlamak kadar saçma bir şey olamaz. Şimdiye kadar yazılan bütün kitapları toplasanız bir bina dolusu kağıt eder. Bu da şimdiye kadar öldürülen insanların, yıkılan kentlerin yanında damla kadar bir şey demektir. Kitaplardan korkmayınız, saygı duyunuz onlara. Onlar olmasaydı yılların nice bilgi birikimi yok olur giderdi” demektedir.
    Kitabın resimle ilgili bölümünde, dünya resim tarihi ustalıkla özetlenmiş, resimlere toplumsal açıdan bakılarak incelenmiştir.
    Tembellik bölümünde “ Tembel olanlar çoğunlukla zadeganlar ve burjuvalardır. Bunlar tembelliklerini sürdürebilmek için halkı afyonla uyutarak çalıştırırlar. Ama bu hep böyle gitmeyecektir. Bir gün işin eziyeti, çekilen acılar afyondan üstün gelip de halk gözünü açarsa, tembellerin hilesi meydana çıkacaktır. O zaman halkın büyüyen sesi kulakları sağır edecek, onun yaktığı ateş karşısında tembeller şaşkına dönecek, kendi kazdıkları kuyuya düşeceklerdir. Bunu olacağı gün hiç de uzak değildir.” Denilmektedir.
    Kitap bir eleştiri kitabıdır ama “eleştiri” konusu bir kavram olarak ayrı bir bölümde ele alınmıştır. Ülken’e göre eleştirmenler yeni başlayanların hevesini kırmamalıdırlar. Aylandızları biçeyim derken  taze başaklara kıyılırsa iyi olmaz. Şeytan bu bağlamda şu ilginç sözleri söylemektedir :
    “Her eleştiride biraz şeytanlık vardır. Eleştirmenler bir şey yaratamaz ama, bir şey yaratmaya çalışanlarla oyuncak gibi oynar. Güçleri küçüklere yeter, dilleri büyüklere pek uzamaz.”
    Yazarın en kapsamlı, en alay dolu eleştirileri kitabın sonunda yer almaktadır. Bu eleştirilerde üniversitelere ve aydınlara veryansın edilmektedir.
    Son bölüm “sağduyu” konusuna ayrılmış. Özetleyecek olursak şunların söylendiğini görürüz: Sağduyu dediğimiz şey basit bir kuvvettir ama arandığı zaman bulunamaz. Bilimle, uzmanlıkla, para ile alınmaz. Nice kitaplıklar devirmiş bilginlerin böyle şeyden haberleri yoktur. Nice ülkeler fethetmiş kahramanlar ondan uzak kalmışlardır.
    Aslına bakılırsa, sağduyuya en uygun şey yine bilimdir. Ne var ki, bilim kurumsaldır. Sağduyu ise pratiktir.(Yani uygulamaya yönelik) Birincisi önerir, ikincisi ise önerilerden birini seçer ve uygular. Aklın uygulayıcı işleyişinden doğan bir özellik olduğu için sağduyu toplumsal sayılır. Kimi toplumlar ve dönemler onu geliştirir, kimileri ise yok etmeye çalışır, mahveder. Romantik felsefe “ miskin zihinlerin piçi” diyerek onu hor görür.
    Masallardaki cüce gibidir sağduyu. Önemsiz gibi görünür ama, devleri bile yenecek güçtedir. Çünkü o pratik aklın ta kendisidir ve sağlıklı toplumlarda ortaya çıkar. Bir toplum demokrasinin asıl özelliklerini taşıyorsa, insanı düşünüyorsa sağduyunun gelişebilmesi için her şeyi yapmalıdır. Bu iş en başta eğitim ile olur.

1 Nisan 2012 Pazar

Umrandan Uygarlığa, Cemil Meriç

Umrandan Uygarlığa, Cemil Meriç, Ötüken Yayınevi, 1974,İstanbul
Uygarlık kavramına ışık tutularak 70'li yıllardaki batılılaşma-çağdaşlaşma-uygarlık tartışmaları ve kültürel yozlaşma anlatılmaktadır.
        Bütün Kur'an'ları yaksak, bütün camileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani, İslâm. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın! Zavallı Türk aydını... Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser. Dev papağanlaşır. "Çağdaşlaşmayla batılılaşma arasındaki fark" ne demek? Batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye, daha doğrusu aynı nâzenin taze bir makyajla arz-ı endâm etti: çağdaşlaşma. Intelijansiyamızın uğrunda şampanya şişeleri patlattığı bu ihtiyar kahpe, Tanzimat'tan beri tanıdığımız Batı'nın son tecellisi. Çağdaşlaşma, karanlık, kaypak, rezil bir kavram. Rezil, çünkü tehlikesiz, masum, tarafsız bir görünüşü var. Çağdaşlaşmanın kıstası ne? Hippilik mi, bürokrasi mi, atom bombası imal etme gücü mü? Çağdaşlaşmak, elbette ki Avrupalılaşmaktır. Avrupalılaşmak, yani yok olmak. Avrupa bizi çağdaş ilan etti, Avrupa, daha doğrusu onun yerli simsarları. Zira apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız, düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin. İki yüzyıldır bir anakronizm'in utancı içindeyiz, sözüm ona bir anakronizm. Haykıramadık ki, aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlık, neden Hıristiyan ve kapitalist Batı'nın abeslerine perestiş olsun? Fani ve mahalli abesler. Bu, kendi derisinden çıkmak, kendi tarihine ihanet etmek ve köleliğe peşin peşin razı olmak değil midir? Çağdaşlaşmanın halk vicdanında adı da asrîleşmektir, asrîleşmek yani maskaralaşmak, gavurlaşmak.
Hangi Batı
    Çapkın, çakırkeyif, derbeder bir üslup. Şımarık, atak, serazad bir zeka. Kırdırdığı zaman bile sevimli. Hangi Batı bir facianın hikayesi: iki yüzyıldan beri kurbanı ve kahramanı olduğumuz bir facianın. Bu milli dram, şairin kalemiyle 'féerique'leşmiş. Düşüncelere gelince...Bu haşarı üslup, düşünce yumağı ile oynayan sevimli bir kedi yavrusu: koşuyor, zıplıyor, saklanıyor, tekrar fırlıyor bir köşeden. Kâh açılıyor, kâh düğümleniyor yumak. Arada bir koptuğu da oluyor.
'Çağdaşlaşma'yla batılılaşma arasındaki fark' ne demek!
    İlhan, çağdaşlaşmak 'sorununu', 'çağdaş yöntemlerle ulusal uygarlık bileşimi yapmak' diye alıyor. Çağdaş yöntem ne demek! Başka bir medeniyetin hazırladığı, başka bir medeniyetin hakimiyet kurmasına yarayan karanlık güçlerin bütünü değil mi! Bu yöntemler, ülkeden ülkeye aktarılabilir mi! Çok titiz, çok sabırlı bir ayıklamadan geçirilmeleri, ehlileştirilmeleri gerekmez mi! 'Ulusal uygarlık' ağacına nasıl aşılayacağız bu yöntemleri! İki yüzyıldan beri aşılamaya çalışmıyor muyuz! Çağdaşlaşmak belli tedaileri olan bir kelime, cıvık, sinsi, kaypak,
    Sevimli şair, felaketlerimizin kaynağını araştırırken Tanzimat ve sonrası, bize, Batılıların önerdiği ve denetlediği bir batılılaşma düzenidir diyor. Bu düzen imparatorluğu batırmış, çünkü endüstrileşmeyi sağlayan değil, engelleyen bir tutum içermektedir. Şüphe var mı! Dört kıtayı sömürerek palazlanan kapitalizm canavarı, bindiği dalı kesecek değildi ya! Sonra hatalarımızın altını çiziyor İlhan: 'Bir kere yaptığımız batılılaşmak değildi, ikincisi Batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü Batı'nın ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.' Bu şahane tespitlere bazı müdahaleler yapalım: yaptığımız batılılaşmak değildi, çünkü batılılaşamazdık.. Batı bizim sandığımız gibi değildi, iddiasına gelince hem doğru hem yanlış. Biz kimiz! Ã'tıf Efendi mi, Sadullah Paşa mı, Fuat Paşa mı... Emin Bülent mi, Celal Nuri mi, Abdullah Cevdet mi!
    Batı'nın çıkmaza saplandığını ispat için, Batı yazarlarından fetva getirmeye lüzum var mı! Ne de olsa İlhan da bizden, yani Avrupalı. Önsözün kefere isimleriyle bitmesi hastalığın vehametini göstermiyor mu!
    Birinci bölüm: ' Neuilly'de bir Pencere'. Bir şiir başlığı değil mi! Vaitkâr ve cazip. İlhan bir hatırasıyla giriyor bölüme: 'Genç bir ozan hatırlıyorum. Yumruğunu göğsüne vura vura 'Ben, demişti, Türk olmak istemiyorum. Çevremde gördüğüm her şey kızgın bir demir dehşetiyle etime yapışıyor. Sanatımla ve duygulanma gücümle başka ve Batılı bir ortama aidim ben''. Bu parçalanışın başka bir milletin tarihinde benzerine rastlayamayız. Sadullah Paşa'nın Paris perdesi... Genç Osmanlılardan, genç sosyalistlere kadar bütün Türk aydınları bir hıyanet psikozu içindedir...Bu bir alınyazısı mı! Yani, haşin ve kaçınılmaz bir muayyeniyet mi söz konusudur! Elbet. İmparatorluğun yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir, zevkleri ile, zilletleri ile, mukaddesleri ile, acıları ile... Kadıdır, müftüdür, tahribat katibidir vs. Toplumun herhangi bir ferdiyle aynı camide namaz kılar, aynı kahvede dinlenir, aynı sofrada yemek yer. Ne imtiyazı vardır, ne imtiyaz peşindedir. Tanzimat'tan sonra durum değişir. Aydın, kendi tarihinden koptuğu ölçüde aydındır; kendi tarihinden, yani kendi insanından. Batı'nın temsilcisi olduğu ölçüde aydın. Batı medeniyetine bağlanmak, deri değiştirmekle olmaz. Daha köklü, daha uzvî bir istihale gerek. Aydın, bu istihaleyi başardığı, yani ihanette muvaffak olduğu ölçüde benimsenir Batı tarafından. Padişah halktır. Gerçi, o da hastalığa yakalanmıştır. 'Frengi hastalığı'na, ama yine de halk. Bâbıâli, Reşit Paşa'dan itibaren Avrupa'yı temsil eder. Saraydan da, halktan da kopmuş bir bürokrasi. Aydın da bir bürokrattır: o da mütevazı bir temsilcisi bulunduğu içtimai zümre gibi şöhret ve itibarını yeni efendilerine, yani Avrupa'ya borçludur.
    İdeololoji, hakim sınıfları, hakim sınıfın ideolojisidir, diyor kitap. Hakim sınıf: İngiliz, Fransız burjuvazisi. Padişah son mukavemet kalesi. İstese de istemese de, kalabalığı korumak mecburiyetindedir. Bâbıâli, bir hân-ı yağma grubu. Halkla en küçük bir teması yok. Batan bir gemide... Ve ufukta rüyaların en muhteşemi: Avrupa. Aydın, kadın gibidir, hercai, kaprisli, tembel. Azgın iştahları vardır. Avrupa, memnu meyveleriyle karşısındadır, dudaklarında büyüleyici bir tebessüm, şarkılar fısıldar ona, davetkar şarkılar. Yüzlerce mektep, binlerce keşiş, elçiliklerle balolar, ekalliyetler, ikide bir Beyoğlu'nu zevk panayırı haline getiren şuh aktrisler ve... mürebbiyeler (Hasan Sabbah'ın cenneti kaç para eder! ). Bu kesif hücum karşısında, o dev cüsseli ve dev iştihalı intelijansiyamız nasıl dayanabilirdi!
    Halk mâziye çivili. Bu, ahmakça bir taassup değil, insiyakî bir nefis müdafaası. Aydınların ihanetini biliyor. Korkuyor ve seziyor ki, hayatını idame ettirmenin tek şartı hareketsizlik Bir başka lisan konuşmaktadır aydınlar, halktan nefret etmektedirler. Padişahı, kendilerini dünya zevklerinden ayıran bir hâil olarak görmektedirler. Padişah olmasa, Avrupa'nın emrinde ve Avrupa'nın inayetiyle Türkiye'yi kendileri yönetecek. Kalabalığı savaşa hazırlamak mı, ne savaşı! Kalabalık Caliban'dır, sevimsiz, pis, ahmak Caliban.
    İntelijansiya, ülkesiyle her türlü bağlarını koparmış. İlhan doğru söylüyor. Okumak kopmaktır. Okuduğumuz ölçüde yabancıyız. Şairi dinleyelim: 'Yeni Türk sanatçısı, kendisini Batılı diye alır. İçinde yaşadığı toplumu doğulu diye küçümser. Küçük aydınlar, hatta biraz gözü açık mahalle kızları, yalnız çeviri roman okumakla, Türk filmlerine gitmemekle, basbayağı övünürler. Büyük şehirlerimizin, o Allah muhafaza, sanat çevrelerinde Fransa resmi, İngiliz şiiri, Rus müziği, İtalyan sineması herhangi bir Türk sorunundan önce konuşulur. Sonra, Pondiché'den, Antiller'den söz ediyor yazar. Ve oklarını aydın kardeşlerinin iman tahtasına saplıyor insafsızca: 'Antilli yazar, halkına olmayan bir geçmiş bulmaya çalışadursun, biz rahatça var olan, hem de nasıl var olan, koskoca bir geçmişe sövmekteyiz. O kadar ki, yeni, Batılı, üstelik de ilerici sandığımız bir yazara, elin Bulgar'ı sizin klasikleriniz nedir, diye sorunca bizim klasiklerimiz yoktur, cevabını alır. Konuşan şiirin ta kendisi, şiirin yani mâşeri vicdanın. Sonra yine nesre geçiş, nesre yani ukalalığa. Bir alay kefere ismi, sevimsiz ve lüzumsuz. Şahin, hep aynı yükseklikte kanat çırpamıyor. Ama bir kanat darbesiyle tekrar yükselebiliyor hakikata: 'Yok, yok, genç sanatçı Batılı olmanın Türk olmamak demeye gelmediğini anlamalıdır. Uygarlığımızı değiştirmek ne lâf! Türk'üz, Türk kalacağız.
    Uygarlığımızı çağdaş ölçülerle yeniden değerlendirmesini bileceğiz ( biraz karanlık değil mi! ). Batılılık bu (neden batılılık olsun, insanlık). Yoksa yarım yırtık bir yabancı dil belleyip bir yabancı uygarlığın kuyruğuna eklenmek değil'.
    Az sonra, şairin çok şairane bir hayretiyle karşı karşıyayız. Bir orta mektep tarih kitabında, Sümerleri, Hititleri hatta Etrüskleri bulamayınca afallıyor. Unutuyor ki tarih düpedüz bir ideolojidir. Avrupalının yazdığı tarih, Hristiyan Avrupa'nın gururunu okşayacak bir masallar yığınıdır. Hele orta mektep seviyesindeki tarih! Her içtimai sınıfın, her milletin, her medeniyet camiasının kendine göre bir tarihi vardır, hatta her tarihçinin diyecektim. Şairin elinde kelimeler zaman zaman, karanlıkları aydınlatan birer şimşek parıltısı oluveriyor. Yeni roman, gerçeküstücülük vs. hep belli bir bünyenin hastalıkları. Biz mecbur muyduk bunları ithale! İlhan doğru söylüyor: ' Türk edebiyatının en önemli sorunu, bugün için bir öz kişiliğini bulma sorunudur'.
    İkinci bölüm: 'Kuşku Kapısı'. Yalanla beslenen bir neslin ızdıraplarıyla karşı karşıyasınız; ızdırapları, isyanları ve arayışlarıyla. 'Yirmi yıldır her toplumsal sınavda çaka çaka başımız döndü' diyor şair. Sonra, intelijansiyamızı Baytekin'in uşağı Kolu'ya benzeterek faciayı bir mizaha beşerileştiriyor. Severek okuyacaksınız o sayfaları. Asırlık faciayı üç kelimeye hapsetmiş: 'Uşaklaşmayı uygarlaşmak sanmak'. Sonra coşuyor İlhan ve yeniden bir vicdanın sesini duyuyorsunuz: 'Çinhindi'nde tam Fransızlaşmak, tam Amerikalılaşmak için nasıl bir takım Kolu'lar çekik gözlerini ameliyatla düzeltmeğe uğraşıyorlarsa, sen de tut dilini iğdiş et, sanatını imge düzenini boz, ses uyumunu kır, sonra da artık Batılı oldum diye övün! Seni beğense beğense tek kişi beğenir: Avcı Baytekin' Nur ol aziz şair!
    Birden Metternich'in öğüdünü hatırladım; tarihin derinliklerinden gelen bir dost sesi:
    Devlet-i Aliyye günden güne zayıflamaktadır. Niçin saklamalı: Onu bu hale düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma gelir. Temellerini III. Selim'in attığı bu zihniyeti, derin cehaleti ve sonsuz hayalperestliği yüzünden, II.Mahmut son haddine vardırır. Babıali'ye tavsiyemiz şu: hükümetinizi dini kanunlarınıza saygı esası üzerine kurun. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. İdraklerinizi düzene sokun, ıslah edin. Ama yerine, size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın. Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Türk kalınız. Avrupa'nın temel kanunları, Doğu'nun örf ve adetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler'.
Umrandan Uygarlığa
    Muhtevası çağdan çağa, ülkeden ülkeye, yazardan yazara değişen kaypak ve karanlık kelime : 'civilisation'. Batı irfanının ikiyüz yıldır sabit bir tarife hapsedemediği bu ele avuca sığmaz mefhumun hayat hikayesine kısaca göz atalım.
    Avrupa dillerinde zarafeti, çelebiliği -kısaca medeniliği ifade eden kelime 'police' idi. 'Police' XVII. Asırdan itibaren bugünkü mânâda kullanılmaya başlanır: Zaptiye. Ve yerini yeni bir kelimeye bırakır: 'Civilisation'. Aydınlıklar çağının ümitlerini dile getiren, terakki inancını bayraklaştıran iki kelime bu. İnsanlık düşe kalka ilerleyen bir kervandır. Avrupa: kılavuz. 'Civilisation' dünyaya yayıldıkça savaşlar sona erecek, sefalet kölelik ortadan kalkacaklar. Bir gerçekten çok, bir amaç.
    Her insan topluluğunun kendine göre bir medeniyeti vardır, az veya çok zengin, az veya çok eski bir medeniyet. Milletlerin üstünlük iddiası zavallı bir vehim, bir kendini beğenmişlik.  Ama Batı intelijansiyası imtiyazlarıyla sarhoş, şımarık bir çocuktur. İlmin ifşalarına ancak işine geldiği zaman ve işine geldiği ölçüde itibar eder. Evet... birçok medeniyetler vardır dünyada, medeniyet daha doğrusu medeniyet müsveddeleri. Gerçek medeniyet Hıristiyan medeniyetidir, kapitalizmdir, sosyalizmdir.
    Almanlar 'civilisation' mefhumunu 'kultur'la karşılar. Kelimeyi Amerikanca'ya sokan Tylor'a (1871) göre kültür ve medeniyet: 'İlimleri, inançları, sanatları, ahlakı, kanunları, âdetleri ve insanın toplum hayatında kazandığı değer kabiliyet ve alışkanlıkları kucaklayan girift bir bütündür'. Amerikan 'culture'u Almanca 'kultur'a cihanşümullük sağlar; Avrupa'nın bütün dilleri benimser kelimeyi. Yalnızca Fransızca 1930'lara kadar bu nevzuhur kültüre itibar etmez, kendi 'culture' ve 'civilisation'una sadık kalır. Yeni kelimenin Alman veya Amerikan içtimai ilimlerine büyük bir vuzuh getirdiği de iddia edilemez. Bir bakarsınız kültürle medeniyet aynı mefhumun iki ayrı ifadesi, bir bakarsınız aralarında dağlar kadar fark var. Kimine göre kültür, insanın olgunlaşmak için harcadığı çaba; medeniyet, dünyayı değiştirmek için giriştiği hareketler; biri amaç öteki araç. Kimine göre iki mefhum arasında yalnız bir hacim farkı var. Kimi, 'Ne münasebet, diye sesini yükseltir. Almanca 'kultur'u İngilizce ve Fransızca'ya maddî medeniyet diye çevirmeliyiz'.
    Bizim için kültür, yakın zamanlara kadar 'hars'tı. Antropologlarımız Amerikan irfanını yurdumuza cömertçe taşıyalı beri kültürden ne anlayacağımızı şaşırdık. İrfan değil bu kültür, maarif değil, galiba medeniyet de değil. Peki, ne! Ama...önce civilisation'u tanıyalım.
    Civilisation, lugat hazinemize Reşit Paşa'nın armağanı, Batı'nın bir çok mefhum ve müesseseleri gibi. Paşa, Paris'ten yolladığı resmî yazılarda (1834) Türkçe karşılığını bulamadığı bu kelimeyi 'terbiye-i nâs ve icray-ı nizâmat' olarak tarif eder.
    Tanzimat aydınlarına dönelim... Yeni tanıdıkları bir dünyanın şaşasıyla gözleri kamaşan hayalperest nesilller için, medeniyet bir teslimiyet ve temessüldür..
    Tarih denilen muammanın iki anahtarı vardı İbn Haldun'a göre: Uman ve asabiyet. Umran, bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimai ve dini düzen, âdetler ve inançlar. Umran, tarihi ve insanı bütün olarak ifade eden bir kelime. Avrupa'nın hiçbir zaman ve hiçbir kelimesiyle kucaklayamayacağı bir bütün. Tarihi inkişafın muharrik kuvveti: asabiyet, yani içtimai tesanüt. Umran, iki şekilde tezahür eder: bâdiye hayatı, şehir hayatı. Bedevîlik umranın ilk merhalesi, kendi kendini aşacak olan bir merhale. Haderiyetin de çeşitli merhaleleri var.
    Umran'ı 'içtimaî hayat'la karşılayabiliriz, en geniş mânâda içtimai hayat. İbn Haldun için temeddün'le umran farklı. Temeddün: şehir medeniyeti. Umran, hem bedevîliği hem haderîliği kucaklar: kültür ve medeniyet.
    Kaynaklarından kopan bir intelijansiyanın kaderi, bir mefhum hercümerci içinde boğulmak. Umrandan habersizdik, medeniyete de ısınamadık. İnsanlığın tekâmül vetiresini ifade için kendimize lâyık bir kelime bulduk: uygarlık. Mâzisiz, musikisiz bir hilkat garibesi.
Büyücü Çırağı
    Altın çağ ne zaman sona erdi, bilen yok. Üstureler ezelden beri karamsar: şairler ezelden beri ümitsiz. Tevrat da Upanişatlar gibi korkunç kehanetlerle dolu. Mazide tufan, istikbalde kıyamet. Ve dünya bir gözyaşı vadisi, bir vehim, bir rüya.
    Gök sağır, toprak düşman, insan zavallı. Gerçeği inkar, gerçek ile savaşın tek yolu. Bedbinlik bir zırh eski çağlarda.
    Sonra diz çöker canavarlar, uysallaşan tabiat, zaferden zafere koşan insan.
    Dünya ile bir savaş başlar, Michelet'ye göre, dünya ile sona erecek bir savaş: insanın tabiatla, ruhun maddeyle, hürriyetin kaderle savaşı. Tarih, bu sonsuz kavganın hikayesidir. Üstünlük insanda. İki düşmandan biri hep aynı, öteki boyuna güçleniyor. Alpler büyümediler fakat biz Simplon'u aştık. Rüzgarlar ve dalgalar yine eskisi kadar coşkun, ama artık söz geçiremiyorlar buharlı gemilere.
    Batı Avrupa yüz milyonlarca nüfuslu bir şehir. Bütün diğer ülkeler, bu şehrin banliyösü. Görevleri: dev şehrin sanayi mamullerini alıp, ona hammadde hazırlamak. Sombart, birbuçuk asırdan beri Batı Avrupa ile Amerika'da olup bitenlere akıl erdirmek için şeytan'a inanmak lazım, diyor. Bizi gökten koparıp, maddenin esaretine sokan o.
    Avrupa insanı Galile'ye kadar kosmosla kendi arasında muhteşem bir ahenk vehmediyordu: dünya kainatın merkezi idi, insan dünyanın şerefi. Bu inancın sarsılışı, kalabalığın şuurunda büyük yankılar uyandırmaz.
    İnsan, alelade bir hayvan olduğunu geçen asrın ortalarına doğru öğrendi. Biyolojik tekamül nazariyesi, yeryüzü değerlerini altüst ediyordu, ama yüceltiyordu da insanı. Bir fetih müjdecisiydi Darvinizm. Terakki inancını ilmileştiren bir nazariye. Avrupalı tabiatı da, tekamül olduğuna inanır. 1815'den 1940'a kadar Batı düşüncesine ferman dinleten inanç bu.
    Batı insanı, kendisi ile kosmos arasında hiçbir münasebet olmadığını ilk defa atom çağında anlar. Alimler afallar, romancılar şaşırır. Artık en sık duyulan kelimeler; nisbetsizlik, abes, akıl-dışılık. Tek kainat (univers) değil, bir çok kainatlar (plurivers) var, ilme göre. Büyüğü yöneten kanunlar başka, küçüğü yönetenler başka. Kainat bir ürperti, bir tesadüf, bir akış. Sonsuz bir düzensizlik içinde, geçici bir düzen. Kosmos'un doğuşu oldukça yeni bir macera. Hiroşima'daki patlayışa benzeyen bir oluşum, ama çok daha yavaş. Bilinmeyen bir andan itibaren, dört dönen bir bulutsu (nebülöz) sağnağı. Sonra üzerinde bulunduğumuz garip toz yığını. Belki de daha birçok yıldızlarda beliren hayat. Ve boyuna gelişen nebatlar, hayvanlar başağı. Nihayet nasıl ve niçin doğduğu bir türlü anlaşılmayan insanoğlu.
    İlmin son sözü, ümitsizlik mi! Kosmos Tanrı'nın olmadığını mı haykırıyor! İnsan, tabiattaki topyekün tekamülün anahtarı. Kendi şuuruna varan tekamül. Eskiden soyunun kainatla sona ereceğine inanıyordu. Sonra yeryüzü ile birleştirdi akıbetini: ısı değişecek, atmosfer başkalaşacak, yaşamak imkansızlaşacaktı. Nihayet anladı ki, kökünü kurutacak kurt kendi içinde. Bu korkunç yalnızlık, bu bir başına kalış, yeise sürüklüyor Avrupalıyı. Kimi, zamanın uzunluğundan medet umuyor: rasgele bir soyun tabii ömrü on milyonlarca yıl. İmtiyazlı bir varlık olan insan, neden çok, çok daha uzun yaşayamasın! Kiminin teselli kaynağı: uzaya göç. Ama göklerden tek misafir gelmedi ki, böyle bir ümide kapılalım. Artan nüfus, boğulan insan, azgınlaşan tahrip insiyakı.
    İki yol var insanlık için: kendi kendini imha veya gerçekten insanlaşmak. İnsanlık tek merkeze yönelen bir tür: öteki türler gibi dağılıcı değil. Bu biricik düşünen türün sonu çözülüş olamaz. Mekan ve zamanı aşacak insan. Bu kanatlanış, birleşmenin, birlikte düşünmenin eseri olacak. Birlikte düşünmek, kişiliği ortadan kaldırmaz, geliştirir. Ama düşüncelerini başkalarınınkilerle birleştirmek için, onları sevmek, onlarla kaynaşmak gerek. Kurtuluş bu şuurlanışta. Düşünen insanlığı hayata bağlayacak olan maddi bir rahat değil, kendi kendini aşma, bütünleşmedir.
    Filozof papaz, Teilhard de Chardin'in ( 1881-1955) Avrupalıya tavsiyesi: Hristiyanlığa dönüş; daha geniş, daha şuurlu, daha ilmi bir Hristiyanlığa. Önce ruhun ölümsüzlüğüne inanmak gerek. İnsanlık bu inanç sayesinde zaferden zafere koşabildi; bu inancı kaybettiği gün, yeise düşecek, hiçbir gayret harcamayacaktır artık ve tekamül duracaktır.
    Böyle düşünen yalnız filozof mu! Tarihçi de karamsar: 'hayat geçici bir arıza ise, tekamülün ne manası var! Hayatın gelişmesi ölümsüz bir ruhun kanatlanmasına yol açmayacaksa, kabustan ne farkı kalır bu gelişmenin! ' (Grousset).
    Müsbet ilim, bütün insafsızlığı, bütün hissizliği ile haykırıyor: 'Dinozorlar, stegosefaller yok olmadılar mı! İnsan da onlar gibi silinip gidecek. Bize güneşlik eden küçük yıldız, aydınlatıcı ve ısıtıcı gücünü kaybedecek, yavaş yavaş. Yeryüzünde hayattan eser kalmayacak artık ve bu ölü gezegen sonsuz mesafelerde dönecek, dönecek. Keşifler, felsefeler, idealler, dinler...insanın ve insan-üstü'nün yarattığı medeniyetten en küçük bir nişane kalmayacak. Neandertal adamından hiç olmazsa birkaç kemik var; kendisinden sonra gelen insan, onları müzelerine taşımış. Bizden o kadar da kalmayacak.
    Çağdaş Avrupalı, ya ümitsizlik, ya iman, diyor. Başka yol yok. Zavallı büyücü çırağı, uyanışın biraz geç olmadı mı!
İdeolojiler Çağının Sonu mu!
    Batı'nın nice ünlü sosyologlarına göre, ideolojiler çağı sona ermek üzeredir. Yanlış. Sual şöyle vazedilmeli: içtimai tekamülün arzu edilen hedeflerini belli bir değerler sistemine dayanarak tayin eden düşünce sistemleri, günün birinde fertlerin ve toplumların hayatından silinecek mi! Hayır. Bu manada, ideolojinin nüfuz ve hakimiyeti günden güne artmaktadır.
    'Barış içinde birlikte yaşama' çağına girdik. Ama, büyük devletler arasındaki ihtilaflar ortadan kalkmadı. Bu çatışmalar ifadelerini ideolojilerde buluyor. Barış içinde birlikte yaşamak demek, ideolojilerin de barış içinde olması demek değildir. Yani sosyo-ekonomik yapıları ayrı devletler ve toplumlar arasında ideolojik ihtilaflar sürüp gidecek. Hiçbir devlet, kişiliğini kaybetmeden ideolojisini terk edemez. İdeoloji demek, bağlı bulunduğumuz sistemin ana vasıfları demektir. Barış içinde birlikte yaşama politikası, ideoloji savaşını hafifletmek şöyle dursun, alevlendirir. Klausewitz, savaş, devletin dış politikasını 'başka vasıtalar'la devam ettirir, diyordu. Bugün bu başka vasıta, silah değil ideolojidir.
    Mümkün olan tek savaş bu. Amacı insanların kafalarını ve gönüllerini fethetmek olan dünya çapında bir savaş. Kelimeler ve düşüncelerle savaşmak daha insani ama daha azgın, daha ciddi. Barış içinde bir arada yaşamanın ideolojiler planında manası, ideolojilerden herhangi birine boyun eğmek değil, diyalogu göze almaktır. Bu oyunun ilk kaidesi, tesamuh (tolerans). Kimseden, düşüncelerinin zaferi uğrunda savaşmaktan vazgeçmesi istenilemez. Ama daha gerçekçi, daha mütevazı bir talepde bulunulamaz mı! Tek hakikat benimkidir vehminden sıyrılmalı, düşmanın fikirlerini anlamaya çalışmalıyız. İdeolojiler savaşı böylece hakikat uğrunda bir savaş olabilir
Sosyalizmin Şer Çiçekleri Veya Mülkiyet Nedir!
    Geçen yüzyılın tanınmış bir iktisatçısı, Batı'nın en büyük dergilerinden birinde çağdaşlarını sosyalizme karşı savaşa çağırıyordu. Üstadı telaşlandıran masum bir kitapçıktı: Sainte-Beuve'ün Proudhon'u. Dehanın dehaya taviziydi bu, yazara göre. Şiirin Şer Çiçekleri'ne eğilen o büyük tecessüs, şimdi de sosyalizmin 'Şer Çiçekleri'ne uzanıyordu.1 Proudhon'u Baudelaire'e benzeterek küçültmeye çalışan zavallı iktisatçı, daha doğrusu zavallı 'burjuva' düşüncesi. Zira bir yazarın değil, bir sınıfın yargısıdır bu.
    Burjuvaziyi savunanları kendi silahlarıyla alteder' (K. Grün). '...Amacı, siyasi, devrimi iktisadi devrimle tamamlamaktır' (L.V. Stein). Mülkiyet Nedir, Fransız proletaryasının ilmî beyannamesidir' (K.Marx).
    Proudhon'la Marx'ı uzlaştırmak isteyen 'merkez dışıcı' sosyalizmler sık sık bu kitaba başvururlar. Mülkiyet Nedir, sosyalizm tarihinde yeni bir merhalenin, ilmi müşahede merhalesini başlangıcıdır.
    Felsefenin Sefaleti çoktan dilimize çevrildi. Türk okuyucusu Proudhon'u Marx'ı hicvinden tanımaktadır. Büyük talihsizlik. Proudhon'suz bir sosyalizm, hatta Proudhon'suz bir Batı düşüncesi tasavvur edilemez.
Asya Avrupa’ya Neler Borçlu
    Batı Avrupa’dan doğan sınai kapitalizm, bir asır içinde tüm dünyaya yayıldı. Dünyanın bütün ülkeleri ya Pazar oldu, ya hammadde kaynağı. Kapitalizm bütün dünyaya taştı. Dünyanın büyük kısmı onun nimetlerinden faydalanmak şöyle dursun parçalayıcı tesirlerine maruz kaldılar. Batının sınai hamlesi az gelişmiş ülkelerin zararına onları sefalete mahkum etmek suretiyle gelişebildi. Kapitalizm üç kıtayı sömürerek gelişir. Tanınmış bir Amerikan gazetecisi, Brooks ADAMS, endüstri devrimini doğrudan doğruya Hindistan’ın East İndian Company tarafından yağma edilişine bağlar.