türk edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
türk edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ocak 2014 Pazar

Benim Adım Kırmızı, Orhan Pamuk

 Benim Adım Kırmızı, Orhan Pamuk
Osmanlı döneminde, nakkaşlar arasında yaşanan bir cinayetin aydınlatılması sırasında gelişen olaylar ve olayların içinde bir aşk hikayesi anlatılmaktadır. Tüm bu yaşananların arka planında da 16’ncı yüzyıl resim ve sanat anlayışının aktarılmaktadır.

16’ncı yüzyılda Osmanlı Devleti’nde  geçen  olaylar nakkaşlar arasında işlenen bir cinayetle başlar ve bu cinayetin perde arkasında dönen olaylarla örgülenir.  Enişte Bey padişah tarafından gizli bir kitap hazırlamakla görevlendirilir. O da nakkaşhanenin baş ustaları ile anlaşır. Bu kitap resim ve nakışlarla süslenecek ve bu resimlerin hikayeleri ile bütünleşerek bir sanat eseri olarak ortaya konacaktır. 16’ncı yüzyılda resim sanatı dinen hoş görülmemektedir. Erzurumlu bir hoca da bu konularda devamlı vaazlar vermekte frenk sanatı olarak görülen bu sanatla uğraşanları hedef göstererek bu kişileri küfre girmekle suçlamaktadır. Nakkaşlar arasında da bu hocanın görüşlerini paylaşanlar vardır. Zarif Efendi de bu hocanın görüşlerini paylaşan bir tezhip ustasıdır ve  bir gece gizemli bir şekilde öldürülür. 

Şeküre, Enişte Beyin kızı, iki çocuklu güzel bir kadındır. Kocası savaşa gitmiş ve dört yıldır geri dönmemiştir. Hasan, Şeküre’nin kayınbiraderidir. Abisi savaşa giden Hasan Şeküre’ye aşıktır ve zaman zaman onu sıkıştırmaktadır. Şeküre de Kayınpederinin yanında sıkıntılı günler geçirmeye başlayınca çocuklarını alır ve babasının yanına taşınır. Kayınpederi ve kayınbiraderi Hasan geri dönmesini istemektedirler.
Romanın baş kahramanı Kara, Şeküre’ye aşkını erken açıklayınca Eniştesi tarafından evden kovulur. Aşkını açıkladığı zaman Şeküre 12, kendisi 24 yaşındadır. Evden kovulan ve aşkına kavuşamayan Kara, Anadolu’nun değişik yerlerinde devlet kurumlarında ve paşaların yanında katiplik yapmış kitaplar hazırlamış resimle uğraşmıştır. On iki yıl sonra Enişte Bey tarafında İstanbul’a çağrılır. Çağrılış maksadı Enişte Bey’in hazırlattığı resimlerin hikayelerini yazması ve Zarif Efendinin ölümü ile ilgili nakkaşlar arasında olup biteni ve konuşulanları Enişte Beye aktarmasıdır.

Kara, İstanbul’a gelince yıllardır hayalini kurduğu eski aşkına yeniden kavuşmak ister. Enişte Beyin evine girer ama sadece Enişte Beyle görüşebilmektedir. Bu zamanlarda da resim sanatı ve hazırlanacak kitapla ilgili konuşabilmektedir. Şeküre yan odadan onu gizli gizli izlemekte ama yanaşmamaktadır. Ester adında yahudi bir bohçacı kadın aralarında haberleşmelerini sağlar. Yavaş yavaş aralarındaki irtibat yeniden kurulur ama Şeküre tereddütler içindedir. Bir tarafta kocasının ölüm haberi gelmediği için onu beklemekte, diğer tarafta ise eski aşkına karşı yeniden yakınlaşmak istemektedir.  Bunların yanında kendisi için çok önemli olan babasının düşüncelerini de  bilmemektedir.
Üstat Başnakkaş Osman, Nakkaşhanenin başında yer almaktadır. Enişte Beyden çok hoşlanmamakta hatta nefret etmektedir. Başnakkaş eski usül resim ve sanat taraftarıdır. Resimlerde ünlü ressam Behzat gibi eski usüllerin kullanılmasını istemektedir. Enişte Bey ise frenk usülü resim ve sanatı getirmek istemektedir. Padişah için hazırladığı kitapta da frenk usül ve teknikleri kullanmayı planlamaktadır. Eski usülde sanatkar, eserini sanatın gereklerine uygun olar yapmaktadır. Başkaları beğensin diye veya para kazanmak için resim ya da nakış yapmamaktadır. Nakkaş sanatına aşıktır. Sanatı için nakış yaparken kör olması onu yüceltmektedir. Resimde, görünenin aynısını yapılması değil  sanatçının gördüğünün yapılması esastır. Resim görünenin içine mana katılarak resmedilir. Hele portre gibi resimler perspektif gibi teknikler hem bir frenk usülü hem dinen yasak metotlardır. Üstat Osman, padişahın bir frenk ressama yaptırdığı portresini Enişte Bey yüzünden taklide zorlanmış bunu  çok aşağılayıcı bir iş olarak algılamıştır. Bu nedenle Enişte Beye çok kızgındır.
Enişte Bey yeni usülleri getirmek ve bu usüllerle hazırlayacağı kitabı Venedik krallarına da göndermek ve  padişahın büyüklüğünü göstermek istemektedir. Bu sayede padişahın gözüne girecektir. Ayrıca bu sayede adının da ölümsüzleşmesini istemektedir. Nakkaşhanenin en usta nakkaşlarını evine çağırarak her birinden resimlerin ayrı ayrı yerlerini kendi anlattığı tarzda yapmalarını istemektedir. Hiçbir nakkaş resmin tamamını görememektedir.
Dört ayrı nakkaş bu resimler için çalışmaktadır. Her biri farklı konuda kendini çok iyi yetiştirmiştir. Kimi çizimde kimi renklerin kullanılmasında kimi de süsleme sanatında ustadır. Zarif Efendi de süsleme ve tezhip işinde ustadır. Resim sayfalarının kenarlarını işlemektedir. Bu nakkaşların hepsi Üstat Osman’ın çıraklıktan itibaren yetiştirdiği ustalardır. Üstat Osman her birine, yeteneklerine göre  farklı isimler vermiştir. İsimleri Zeytin, Kelebek, Leylek ve Zarif’tir. Hepsi kendi alanında en iyi olduğunu düşünen, bununla birlikte  değişik beklenti ve hırsları olan nakkaşlardır.
Zarif Efendi Enişte Beyin evine gidişlerinden birinde çizilen son resmi görmüştür. Son resimde frenk usüllerinin kullanıldığını ve resmin içinde  bir portrenin yer alacağını öğrenmiştir. Erzurumlu hocanın vaazlarını hiç kaçırmayan Zarif Efendi bu duruma karşıdır ve küfre girildiğini düşünmektedir. Evden çıkışta  nakkaşlardan biri ile karşılaşır ve durumu ona anlatır. Karşılaştığı nakkaş onunla aynı düşüncedeymiş gibi konuşarak durumu ve düşüncelerini iyice öğrenir.  Bu nakkaş, Zarif Efendinin nakkaşhane hakkında dedikodu yayacağını ve Erzurumlu hocanın adamlarına nakkaşları hedef göstereceğini anlar. Hem düzenlerinin bozulmasını hem de nakkaşların gözden düşmesini istemediğinden onu kandırarak karanlık bir köşede öldürür.
Bu arada bohçacı Ester, Şeküre ile Kara arasında haber götürüp getirmekte ve aşklarını canlanmasında vasıta olmaktadır. Kara, Enişte Beyin evine devamlı gelir gider olmuştur. Enişte Beyin de Kara hakkında düşünceleri değişmiş onu beğenmeye başlamıştır. Kitabı bitirebilmek için Kara’ya ihtiyaç duymaktadır. Bu sebeplerle aklından kızını bile ona vermeyi düşünmeye başlamıştır. Bu arada savaşa giden kocanın durumu hala netlik kazanmamıştır. Bu nedenle kadı önünde Şeküre hala evlidir ve kayınbiraderi Hasan onun eve dönmesini istemektedir.
Kara, nakkaşlar arasında gidip gelerek nakkaşları yakından tanıma fırsatı bulur. Resim ve sanat hakkındaki düşüncelerini, nakkaşların dünyaya bakış açılarını uzun uzadıya konuşur. Bu arada katilin kim olduğunu araştırmaya da devam etmektedir.
Şeküre ile Kara bir gün komşunun terkedilmiş evinde buluşur ve duygularını  birbirine açar. Bu sırada evde yalnız olan Enişte Beyin evine Zarif Efendinin katili gelmiştir. Kimse yokken onunla konuşmaya ve  çok merak ettiği son resmi görmeye gelmiştir. Katil, Enişte Beyin evine devamlı olarak gelen nakkaşlardan biri olduğu için önce şüphe uyandırmaz. Resimlerden konuşurken son resimde ne olduğunu sorar. Enişte Bey resimler bitmeden kimseye göstermek istemez. Çok istemesine rağmen resmi göremeyen katil sinirlenir. Kendi hakkında ve resimler hakkında konuşurken Zarif Efendiyi kendisinin öldürdüğünü itiraf eder. Zarif Efendiyi, bütün nakkaşları  ve Enişte Beyi düşünerek öldürdüğünü söyler. Enişte Beyin son resmi göstermemesi ve onu küçük gören konuşmaları nedeniyle hiddetlenen katil Enişte Beyi elindeki resim hokkasıyla  öldürür. Son resmi de yanına alır ve gider. Evde babasının ölüsüyle karşılaşan Şeküre kendi kendine  ağıtlar yakar ama sahipsiz kalıp kayınpederinin evine geri dönmek zorunda kalacağı için babasının öldürüldüğünü kimseye söylemez.
Şeküre, Ester ile Kara’ya haber gönderir. Kara’dan evlenmek istiyorsa hemen gelerek gerekli hazırlıkları yapmasını ister. Kara birkaç yalancı şahitle kadıyı ayarlar ve Şeküre’nin boşanmış kabul edilmesini sağlar. Aynı akşam evlenirler ve ertesi gün Enişte Beyin eceliyle öldüğünü söylerler. Durumu öğrenen kayınbirader kapıya gece yarısı dayanır ve gerçeği bildiğini Kara’nın, Enişte Beyi Şeküre ile ortak olup öldürdüğünü bunu da kadıya anlatacağını söyler.
Kara, çareyi durumu saraya anlatmakta bulur. Enişte Beyin öldüğünü duyan padişah, Üstat Osman’ı yanına çağırır ve durumun aydınlatılmasını yoksa bütün nakkaşların işkenceye tabi tutulacağını söyler. Katilin bulunması için üç gün mühlet verir. Zarif’in karısı, bohçacı Ester’e kocası öldüğünde cebinden içinde at resmi çizili bir kağıt çıktığını söyler ve bunu Kara’ya gönderir. Kara da Üstat Osman ile birlikte kağıttaki bu at resminden ve resimdeki atın çizim üslubundan yola çıkarak katili bulmaya çalışırlar. Üslubu ortaya çıkarmak ve katile ulaşmak için Üstat Osman’la birlikte sarayın hazine dairesinde resimlere bakmak zorunda  kalır ve bu süre zarfında evine gidemez. Kara ile ilgili dedikodulardan ve evinde yalnız kalmaktan korkan Şeküre eski kayınpederinin yanına gider. Kara Saraydan çıktıktan sonra Şeküre’nin yanına gider. Kadının kararını haklı bulmayan kayınpeder evine gelmiş olan Şeküre’yi göndermek istemez. Bunun üzerine Kara,  çevresine topladığı adamlarla birlikte zor kullanarak Şeküre’yi evine götürür.
Kara, aynı gece kaybolan son resmi bulmak için nakkaşların evlerine sıra ile gider ve zorla evlerini arar. Önce  Kelebek’in evini arar. Kelebek’te son resmi bulamayınca Zeytin’in evine birlikte giderler. Zeytin’i evde bulamazlar ama evini ararlar. Evde aradıkları  resmi bulamazlar. Leylek’in evinde de resimleri bulamayınca birlikte Zeytin’in devamlı gittiği kapatılmış olan tekkeye giderler. Zeytin, tekkede namaz kılmaktadır.  Tekkeyi üçü birden ararlar ama bir şey bulamazlar. Hiç kimsede resim bulunamamıştır. Sohbete başlar ve  geçmişten konuşurlarken Kara, Leylek ve Kelebek  birden Zeytin’in boğazına çökerler ve hançeri dayarlar. Üçü de Zeytin’den şüphelendikleri için itiraf etmesini isterler.  Biraz zorlamadan ve gözüne de nakkaşlara ait bir resim iğnesini soktuktan sonra Zeytin dayanamaz ve hem Zarif’i hem de Enişte Beyi öldürdüğünü itiraf eder. Zeytin İtiraf ettikten sonra üçünün boş bulunmasından istifade ederek Kara’yı elindeki hançeri alarak altına alır. Hançer ile Kara’yı ağır şekilde yaralar. Nakkaşlarda biri kaçar. Zeytin diğerine bir şey yapmadan  yıllardır biriktirdiği altınları ve resimleri alarak kaçmaya başlar. Her şeyi ayarlamış Hint ülkesine gidecektir. Yolda tesadüfen kayınbirader Hasan ile karşılaşır. Hasan Zeytin’in elinde Kara’dan aldığı kendisine ait hançerini görünce sinirlenir. Kara hançeri Şeküre’yi götürürken kayınpederinin evinden almıştır. Şeküre’nin evinden zorla götürülmesine sinirlenmiş olan Hasan elindeki kılıç ile bir darbede Zeytin’in boynunu keser.
Katil bulunmuş ve öldürülmüştür. Sabah, Şeküre Kara’yı ağır yaralı vaziyette bulur. Kara yaralarını temizlenince hayatta  kalır ama boynundan aldığı darbe tam olarak iyileşmediği için ömrü boyunca rahatsız kalır. Şeküre geri kalan hayatını Kara ile geçirir. Şeküre’ye kavuşamayan ve Zeytin’in katili olan Hasan şehri terk eder ve bir daha görünmez. Zeytin, hayallerine ulaşamadan yolda öldürülmüştür. Kelebek geri kalan hayatını halılara havlulara nakışlar çizerek geçirir. Üstat Başnakkaş Osman hep hayali olan resimlere bakarken kör olur ve iki yıl sonra ölür. Leylek  bir sonraki  başnakkaş olur. Eniştenin hayatıyla ödediği ve bitirilmesini vasiyet ettiği padişahın istediği kitap bitirilememiştir. Padişahın ölümünden sonra yeni padişah resim sanatına eski önemi vermemiştir. Bundan sonra resimler üzerindeki derin tartışmalar yapılmaz olmuştur çünkü artık resim de çizilmez olmuştur.

9 Ocak 2014 Perşembe

Ankara, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun "Ankara" adlı romanı, Cumhuriyetin ilk yıllarının farklı karakterlerin dünyasından anlatılıyor. İlk baskısı 1934’de yayınlanan roman üç bölümden oluşuyor; birinci bölümde Milli Mücadele ruhunu özlemle ve övgüyle anlatan yazar, ikinci bölümde Cumhuriyetin ilk yıllarının ardından bu Milli Mücadele ruhunun yitirilmesini eleştiriyor, kendi deyimiyle bir karikatür yapıyor. Son bölümde ise yazar, Cumhuriyetin yirminci yılında gerçekleşmesini hayal ettiği Türkiye düşünü anlatıyor.
Roman kahramanları Selma Hanım ve Neşet Sabit'tir. Nazif Bey ve Hakkı Bey'ler de romanın diğer kişileridir. Selma Hanım, İstanbul'dan Ankara'ya gelen idealist bir inkılâpçıdır. Önce Nazif Bey'le evlenir. Bankacı Nazif Bey'de istediğini bulamaz. Bu, Nazif Bey'in şahsında, aynı zamanda bürokrasinin de kokuşmuşluğunu simgeler. Hakkı Bey binbaşıdır. Sivil bir bürokratta aradığını bulamayan Selma Hanım, asker Hakkı Bey'le evlenir; fakat o daha büyük bir hayal kırıklığına uğratır Selma Hanım'ı. Daha sonra idealist bir gazeteci olan Neşet Sabit'le hayatını birleştirir.
Millî Mücadele yıllarında hiçbir çıkar gözetmeksizin yurtları için çalışan bazı subayların ve politikacıların, zaferden sonra “sermaye çevreleriyle ilişkileri” ya da “arsa spekülasyonu”, “taahhüt işi” gibi girişimlerle zenginleşmeleri, “inkılap”a boş vermelerini, romanın kadın kahramanı Selma’nın yaşamı izlenerek Millî Mücadele inancının ateşli dönemleri ve sonrası anlatılmaktadır.
Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri'nin "Ankara" adlı romanı, üç ayrı dönemi ve bu dönemlerin Ankara hayatını yansıtması yönüyle ilginç ve okunmaya değer bir eserdir. Romanın baş kahramanı Selma Hanımın hayatı, evlilikleri ve insanî ilişkileri ile birlikte Ankara'nın üç dönemi canlı tasvir ve olaylarla verilir.
Bu dönemler:
1. Millî Mücadele'den önceki Ankara (Savaş zenginlerinin, yolsuzlukların ve arayışların belirdiği Ankara).
2. Millî Mücadele'deki Ankara (Millî silkinişin ve yeniden toparlanan, zaferi kazanan Ankara).
3. Millî Mücadele'den sonraki Ankara (Savaş sıkıntılarının geride kaldığı, modernleşen ve bir o kadar da özünden kopup sosyeteleşen Ankara).
Selma Hanım, İstanbul'daki bir bankada muamelât şefi olarak görev yapan kocası Ahmet Nazif Bey ile birlikte Ankara'ya gitme hazırlıkları yapar. Önce deniz yolu ile İnebolu'ya; oradan da kara yolu ile (İnebolu - Kastamonu - Çankırı güzergâhı = İstiklâl Yolu) Ankara'ya gelirler. Onların Ankara'ya gelmek istemelerindeki en büyük amaç; bir kurtuluş ümidi aramalarıdır. Çünkü, İstanbul yabancı devlet askerleri tarafından işgal altındadır ve Türklere her türlü işkence ve zulüm yapılmaktadır. Onlara göre; Ankara'da başlatılan Millî Mücadele, dolayısıyla Ankara adı, bir kurtuluş umududur. 
Yıl 1921... İşgal altındaki İstanbul’da Ankara’nın adı bir kaçış ve kurtuluş parolası olarak fısıldanıyor, her fısıldanışta gözlerde bir umut ışığı parlatıyordu. Kadın ya da erkek Ankara’ya gidenlerin diğer insanların gözünde önemi bir anda artıyor adeta kutsallaşıyorlardı. Bütün şehirlerde Ankara’dan gelecek haberler heyecanla ve merakla bekleniyor, Ankara’da olup biten her şey gazetelerin baş sayfalarını süslüyordu.
Selma Hanım ve Nazif Bey, Ankara'ya gelişlerinde Tacettin Mahallesi'ndeki küçük bir eve yerleşirler. Yerleştikleri evin sahibi Ömer Efendi ve ailesi Ankara'nın seçkin kimselerindendir. Bu seçkinlik, soydan ziyade para ve mala dayanmaktadır. Ömer Efendi ve ailesi Birinci Dünya Savaşı'ndan yararlanmayı bilen savaş zenginlerindendir. Birinci Dünya Savaşı döneminde bu tür zenginlerin birdenbire ortaya çıkması olağan olduğu için halk, Ömer Efendiyi ve ailesinin bu türedi zenginliğini yadırgamaz.
"Zira Büyük Kavga'da cephe gerisini tutanlardan birçoklarının, yalnız Ankara'da değil, memleketin her bucağında böyle hiç yoktan servet ve samana konuverişleri en tabiî hadiselerden biri hâlini almıştır."
Nazif Bey, bir gün eski arkadaşlarından Murat Bey’le karşılaşır. Murat Bey, Büyük Millet Meclisi'nde mebustur ve Etlik'teki bağ evinde oturur. Murat Bey; Nazif Bey ve karısı Selma Hanımı Etlik'teki bu bağ evine davet eder. Ankara'nın monoton havasından sıkılan Selma Hanım, kocasını razı eder ve Murat Bey'in Etlik'teki bağ evine gidilir. Murat Beyin evinde bir başka misafir daha vardır. Binbaşı Hakkı Bey... Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin gururlu, milliyetçi ve vatanperver düşünceleri karşısında büyülenir. Sonraki günlerde ve haftalarda Bnb. Hakkı Bey ve Selma Hanım at gezintilerine çıkarlar. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın Bnb. Hakkı Bey’le yaptığı bu at gezintilerine sesini çıkarmaz, doğal karşılar. 1921 Ankara’sında bir kadının eşiyle birlikte bile olsa bu kadar çok gezmesi, Çankaya, Keçiören gibi semtlerde dolaşması, ata binmesi hiç alışılmamış şeylerdir.  Fakat, ev sahibi Ömer Efendi; Selma Hanım, kocası Nazif Bey ve Bnb. Hakkı Bey’in tutum ve davranışlarını hoş karşılamaz; onları "yabanlar" olarak nitelendirir. Nazif Bey, Ömer Efendi’nin kendileri için kullandığı "yabanlar" kelimesini, "yabancılar" olarak yorumlar. Ömer Efendi, bu kişilerin hareketlerini onaylamamasına rağmen sesini çıkarmaz. Çünkü, neticede Nazif Bey, bankada çalışmakta ve biri mebus, diğeri binbaşı olan iki önemli dostu bulunmaktadır. Ne de olsa bu makamlarda bulunan kimselere ihtiyacının olacağını düşünür ve beğenmese de onlarla iyi geçinmenin menfaati icabı olduğuna kanaat getirir.
Bir başka gün Selma Hanım; kocası Nazif Bey, kocasının arkadaşı Murat Bey ve ailesinin, Bnb. Hakkı Bey’in de birlikte bulunduğu bir sohbet toplantısında Neşet Sabit adında İstanbul'dan yeni gelmiş bir yazarla tanışır. Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden etkilendiği gibi, Neşet Sabit Beyden ve konuşmasından çok etkilenir. Neşet Sabit'in Selma Hanım üzerinde bıraktığı bu etki, sonraki zamanlarda da kendini gösterir.
Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin yaptırdığı atış denemelerinde başarılı olur. Bu başarısından cesaret alan Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden kendisinin cephe ya da cepheye yakın yerlerde görevlendirilmesini talep eder. Bu talep karşısında Bnb. Hakkı Bey, aracı olur ve onun Eskişehir'deki bir askerî hastanede görev almasını sağlar. Selma Hanımın hastanede göreve başlamasından bir hafta sonra Yunanlılar taarruza geçer. Bu durumda Ankara'ya geri döner. Ankara halkı, ümitsiz biçimde şehri boşaltma faaliyetlerine girişir. Selma Hanım ise, Yunanlıların Ankara'ya gelemeyeceği konusunda kesin inançlıdır. Çünkü, hastanede görev yaptığı kısa süre içinde yaralı askerlerin bir an önce cephedeki arkadaşlarının yanına dönme isteklerini unutamamıştır. Bu inancını, tanıdığı herkese söylemeye ve halka moral vermeye gayret eder. Kocası Nazif Beyin tüm ısrarlarına rağmen Ankara'yı terk etmez ve Cebeci hastanesindeki görevinin başından ayrılmaz. Ona göre, Ankara; vatanın kalbinin attığı kutsal bir şehirdir. Millî uyanış ve zafer; ancak Ankara'daki mücadeleye bağlıdır. Bu nedenle, Ankara terk edilmemelidir. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın kendisini dinlememesi karşısında ondan ayrılır.
Nihayet, Selma Hanımın beklentileri meyvesini verir. Yaklaşık bir ay sonra, Sakarya kıyılarından zafer haberi geldiğinde Ankara’da gösterişsiz bir sevinç yaşanır.  Bu zaferin arkasından ise, Büyük Meydan Muharebesi ile Türk milleti Yunanlılara ağır darbeler vurur ve nihayet Yunanlıların elindeki güzel İzmir, geri alınır. Türk milleti kesin zaferi elde eder. Bnb. Hakkı Bey de "Miralay" rütbesi ile Ankara'ya döner. Selma Hanım, önceden de çok takdir ettiği Miralay Hakkı Bey ile evlenir. Bu arada Nazif Bey, Selma Hanımdan boşandıktan sonra kötü bir hayata sahip olur; tanınmaz ve silik özellikler çizer.
"Selma Hanım, Nazif'in kendisini bıraktıktan sonra, ne kadar bedbaht olduğunu da biliyordu... Yumuşak, pembe, sessiz ve uslu Nazif; kuru, sinirli, sert ve haşin bir insan olmuştu. Kendini tamamıyla içkiye verdiğini söylüyorlardı."
 Romanın ikinci bölümünde Cumhuriyetin ilk yıllarının Ankara’sını görüyoruz. Aradan üç yıl geçtikten sonra Yenişehir’de yeni bir evde karşımıza çıkan Selma Hanım iki yıldan beri Emekli Miralay Hakkı Bey’in haremidir. Selma Hanım’ın bütün hoşnutsuzluğuna rağmen Miralay Hakkı Bey, emekli olur ve bir şirkette meclis idare reisliği görevini alır.
 Hiçbir çıkar gözetmeksizin vatan için mücadele eden, pek çok kişi için milli mücadele ruhunun simgesi olan bu emekli subay artık taahhüt işleriyle uğraşmaktadır.
  Sonraki zamanlarda ise, Nazif Bey gibi o da Selma Hanım’ın gözünden düşer. O artık, cepheden yeni döndüğü zamanlardaki Selma Hanım’ın gözündeki "ilah" değildir. Giyinişini, yaşayışını ve Selma Hanıma olan tavırlarını çok değiştirir. Ayrıca, lüks yaşamaya merak sarar. Miralay Hakkı Bey’deki bu tür değişiklikler, Ankara'da yaşayan diğer insanların da pek çoğunda görülür.
"Nazif, ne kadar eski Nazif değilse, Miralay Hakkı Bey de o kadar eski Hakkı Bey değildir. Selma Hanım’ın, bu Hakkı Bey’e, ikide bir 'Nerede o tunç rengin? Nerede o çelik gövden? Nerede o sert ağzın? O koyu kumral bıyıkların?' diye soracağı geliyor."
Batılılaşmayı yanlış algılayan insanlar, alafranga hayat tarzını kendine ölçü almaya başlar. Ankara'da yaşayanların önemli bir bölümü; Gazi Hazretleri'nin inkılâplarını yanlış yorumlar; çağdaş yaşamanın balolarda, gece eğlencelerinde ve çaylarda boy göstererek eğlenmek olduğunu düşünür. Özellikle, dönemin bürokrat ve aydınlarının bir bölümü birbirleriyle gösteriş yarışına girerler. Hakkı Bey de, Avrupa'yı gören ve Avrupalılarla sıkı ticarî ilişkilerde bulunan biri olarak bu gösteriş yarışının içinde yerini alır.

"Hakkı Bey:
- A hanım, diyordu. Bir defa , ben Avrupa'da bulunmuş bir adamım. (Harb-i Umumî'de bir kere Almanya'ya gitmişti.) Sonra da Avrupa adap ve muaşeretine dair ne kadar kitap görürsem alıp okuyorum. Artık, benim yaptığımın doğruluğundan şüphe edilir mi?"
Hatta, sade bir aile hayatı olan Murat Bey bile, bu olumsuz ortam içinde gülünç duruma düşmekten kendini kurtaramaz ve bilinçsiz faaliyetleri ve tavırlarıyla Selma Hanımı şaşırtır. Murat Bey, mebusluğu bırakır ve safahat âlemi içinde özünü kaybeder. Murat Beyin arabasından, çay ve yemek davetlerinden azamî derecede yararlanan insanlar, gerçekte onun samimî dostları değildir.
Ankara Palas’ın açıldığı yıl yılbaşı baloları ayrı bir heyecan yaratır. Ankara Palas’ın büyük salonlarında çeşitli eğlenceler planlanmaktadır. Hazırlıklar aylar öncesinden başlar, İstanbul terzilerine siparişler verilir, Beyoğlu’nun büyük mağazalarında kalmayan mallar Avrupa’ya sipariş edilir. Balo günü geldiğinde Ankara Palas’ın önünde heyecanlı bir hareketlilik yaşanıyordu. Şık otomobilleriyle baloya gelenler otelin kapısında birikmiş olan meraklı halk kümelerini zorlukla açarak içeri girebiliyorlardı. Bütün bu olanları bir film şeridi gibi izleyen yerli ve köylülerin oluşturduğu kalabalık için ise, balo denilen şey Ankara Palas’ın önünde başlıyor ve bitiyordu. Onlar içerideki dünyada olup bitenleri merak etmekle ve kendi aralarında tahminler yürütmekle yetiniyorlardı. İçerideki dünyada ise, davetliler dans  ediyorlar, birbirlerinin üst baş ve davranışlarını inceliyorlar ve memleket meseleleri üzerine derin sohbetlere dalıyorlardı.
Selma Hanım, yılbaşı eğlencelerinin düzenlendiği yeni açılan Ankara Palas Oteli'nde önceden tanıştığı ve etkisinden kurtulamadığı Neşet Sabit Bey’le tekrar karşılaşır. Neşet Sabit Bey; Ankara'da bir evde tek başına yaşamasına rağmen, İstanbul'daki bir gazetenin yazarlığını ve muhabirliğini yapar. Ayrıca, tercüme işleriyle uğraşır. Neşet Sabit Bey de, Selma Hanım gibi Ankara sosyetesinin bilinçsiz hayat tarzından rahatsızdır. İki eski dost, duygu ve düşüncelerini birbirlerine aktarırlar. O günden sonra birlikte gittikleri tüm balo ve davetlerde Selma Hanım ile Neşet Sabit Beyin sohbet konusu Ankara halkı üzerindeki değişme ve Batılılaşma kavramının yanlış anlaşılmasıdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara, yalnız insanlarıyla ve hayat tarzı ile değil, mimari ve evlerin iç dekorasyonu ile de Avrupaî tarza uygun olarak değişiklik gösterir. Gerek Selma Hanım, gerekse Neşet Sabit Bey; Batılılaşmanın bir eğlence tarzı olmadığı; bilimsel gelişme, değişme ve işletme gücü olduğunda hemfikirdirler. Bu düşünceler; Selma Hanımı Hakkı Beyden iyice uzaklaştırır. Ayrıca, Hakkı Beyin yabancı bir kadınla olan flörtü ve Selma Hanım’ın kendi hayatını kurmak istemesi, onları boşanmaya kadar götürür. Selma Hanım ikinci kocası Miralay Hakkı Beyden ayrılır.
Neşet Sabit Beyin yardımıyla Selma Hanım öğretmen olur. Cumhuriyet'in kuruluşunun onuncu yıl kutlama törenlerinde Gazi Hazretleri'nin konuşmasını Selma Hanım, yeni kocası Neşet Sabit Beyle birlikte büyük bir coşkunlukla dinler. Artık, Atatürk'ün oluşturduğu inkılâplar, halk tarafından özümsenir; Ankara'nın çehresi ve bütün Türkiye'nin hayat tarzı da olumlu bir değişme sürecine girer. Ankara'nın bu değişen çehresine ayak uyduramayan, kendi menfaatlerini, ülkenin menfaatlerinden önde gören, yanlış Batılılaşan sosyete grup, Ankara'yı terk eder ve Avrupa'ya yerleşirler. Murat Bey ve ailesi de bunlardan biridir. Selma Hanım, Murat Bey ve ailesine acır ve onların Avrupa'da barınamayacağını düşünür.
Selma Hanım ve üçüncü kocası Neşet Sabit Bey, Kaledibi'nin Cebeci'ye bakan yamacında bir apartman dairesinde yaşar. Selma Hanım, öğretmenliğine devam ederken Neşet Sabit Bey de roman yazarlığı ile meşgul olur. Ayrıca, Neşet Sabit Beyin yazdığı "Kaltabanlar" adlı komedi eseri, Devlet Tiyatrosu'nun açılış töreninde sahnelenecektir. Neşet Sabit Bey, bu büyük güne hazırlanmanın telaşı ile faaliyetlerine hız verir. Nihayet, oyunun sahneye konacağı gün gelir. Tiyatro oyununu izlemeye gelenler arasında Atatürk de bulunmaktadır. Oyun, çok başarılı bir şekilde sahnede sergilenir. Atatürk, Neşet Sabit Bey’i yanına çağırtır ve onu tebrik eder. Oyunun sahnede sergilenmesinden sonra oyunda görev alan ekip ile birlikte sabaha kadar eğlenen Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, yorgun bir şekilde evlerine dönerler.
Selma Hanım, Neşet Sabit Bey’i çok sevmesine rağmen, onun başka kadınlarla olan ilişkisinden şüphelenir. Özellikle, oyunda rol alan Yıldız Hanım adlı genç bir kızla olan yakınlığını kıskanır. Ancak, Yıldız Hanımın sporcu bir gençle evlenmesi ile bu şüphelerinden kurtulur.
Romanın üçüncü ve son bölümünde ise, 1937 yılından başlayarak yazarın hayalini kurduğu Ankara portresi sergilenmektedir.
 Son sistem limuzinlerle bir arada geçen kağnı kafileleri, yığın yığın kok kömürü taşıyan Berliez kamyonları yanında, sırtlarında birer tutam odunla dolaşan eşeklerin manzarası kadar, hep birlikte çıkardıkları sesler de tam kaos yaratıyordu.
 Ankara’da kalabalık sokakların sayısı çoğalmıştı. Gerçi Jansen planına göre açılan ana cadde, henüz, Avrupa metropollerindeki “boulevard” veya “avenue”ler gibi işlek ve canlı görünmekten uzaktı ama, ana caddeye doğru inen sokaklarda eski tenhalıktan eser kalmamıştı. Kale içindeki esnaf, tüccar ve zanaat sahipleri buradaki modern dükkan ve mağazalara yerleşirler.
 "Ankara, bütün manasıyla bir Orfe masalını yaşamaya başlamıştı ve bu masalın kahramanının, saçlarındaki güneş, gözlerindeki gök parıltısıyla daima taze, daima coşkun bir ezeli gençlik kaynağı gibi yeşil Çankaya tepesinde çağladığı ve onun varlığından bir seyyalenin daima aşağıya doğru aktığı hissolunuyordu."
Bilimsel çalışmalarla oluşturulan gelişim haritasına göre Orta Anadolu ziraatı tamamen bırakmış hayvancılık merkezi olmuştu. Büyük devlet çiftliklerinin geniş otlakları cinsi ıslah edilmiş ve üretilmiş eski Ankara keçileriyle, iklime uydurulmuş Merinos koyunlarıyla doluydu. İç Anadolu’nun kumaş ve şayak fabrikalarına yün buralardan temin ediliyordu. Ayrıca, yine İç Anadolu’nun yağ, peynir ve et sanayisi zanaatı için bu çiftlikler de inek ve sığır da yetiştiriliyordu.
 Selma Hanım, hayal kurmaktadır. 1943 yılında yapılacak Cumhuriyetin 20’nci yıl dönümü kutlamaları arasında kendini hissetmeye başlar. Hayalleri içinde, bir gün evine döndüğünde kendine gelen bir mektuptan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun yirminci yıldönümü için yapılacak kutlamaların düzenleme komitesine seçildiğini öğrenir. Bu mektupla, yaşlandığının farkına varır. Cumhuriyet kurulalı yirmi yıl olmuştur.
Cumhuriyetin yirminci yıl kutlamaları da, onuncu yıl kutlamalarında olduğu gibi büyük bir coşku yapılır. Binlerce insan, bir sel gibi Çankaya'ya akar, halk tek vücut olur. Kutlamalara katılan Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, ilerleyen yaşlarının verdiği zayıflıkla yorgun düşer ve evlerine dönerler. Uzaktan işitilen şenlik seslerinin eşliğinde ve içtikleri ıhlamur sayesinde yorgunluklarını atmaya çalışırlar. (Cumhuriyetin 20. yıl kutlamalarını anlatan bölüm içindeki ifadeler, Selma Hanımın hayalleriyle ilgilidir.)

25 Kasım 2013 Pazartesi

Şimşek, Peyami Safa

Yazar, başka romanlarında olduğu gibi, bu romanında da doğu – batı kültürleri arasındaki bariz farkları karakterlerde somutlaştırarak işlemiştir. Romanda; İstanbul’da yaşayan farklı yapıda bir ailenin başından geçen, değişik ve yasak ilişkiler yumağının bir sonucu olarak yaşanan, sonu felaketle biten bir olaylar zinciri, okuyucunun gözlerinin önüne başarılı bir şekilde resmedilmekte, yaşanan olaylar adeta okuyucuya da yaşatılmaktadır. Özelliklerini aşağıda arz edeceğimiz karakterlerden “Müfid” doğunun köhne, hayalci, duygusal, kaderci, hakkına razı ve o zamanki ahlak anlayışını saplantı haline getirmiş yönünü, “Sacid” ise batının en acımasız, gerçekçi, duygusuz, tuttuğunu koparan, hakkı ile yetinmeyen, hep daha fazlasını isteyen, o zamanki ahlak anlayışını benimsemediği gibi, hiçbir ahlaki kıstas tanımayan yönünü temsil etmektedir.

2.     ROMANINDA BAŞLICA KARAKTERLER:
        a.      Pervin: Romanın baş kahramanıdır. Alımlı, güzel bir kadındır. Erkek kahramanlardan Müfid ile evlidir. Eşini sevmektedir, ama eşinin dayısı olan Sacid ile ve başkalarıyla “istemeyerek” yasak aşklar yaşmaktadır. Annesi ve babası da benzer şekilde yaşadıkları için ayrıldıklarından, Pervin sağlıklı bir ortamda gelişimini tamamlayamamış, kişiliği bu şekilde şekillenmiştir. Bu nedenle, yaşanan bu dengesiz hayat kendisini rahatsız etmemektedir. Kendisini büyük bir aşkla seven o duygulu, o ince ruhlu kocası Müfid’e karşı içten şefkat ve vefa duygularıyla doludur, ama yaşam tarzlarının normal olduğunu zannetmektedir. İçinde yaşadığı arkadaş çevresinin çarpık ilişkiler yumağını tasvip etmemektedir, ancak kendisi istemeyerek de olsa bu zincirin halkalarından biridir. Yalnız, Pervin’in diğerlerinden bir farkı vardır ki, bu fark onu diğerlerine nazaran asil kılmaktadır: Diğerleri bu işleri sadece zevklerini tatmin için yaptıkları halde, Pervin ‘severek’ yapmaktadır. Yani bütün partnerlerini sevmektedir.
       b.      Müfid: Yazar, doğunun geri kalmasına neden olabilecek ne kadar köhne zihniyet ve özellik varsa Müfid’in kişiliğinde toplamıştır. Yazarın ifadesiyle “bu; kendisine hüzünden başka bir hissin tavrı yaraşmayan melül” bir adamdır. Bakımsız, hastalıklardan bir türlü başını kurtaramayan, Pervin’e körü körüne aşık, eşine aşırı güven nedeniyle uzunca süre aldatıldığının farkında bile olmayan, aldatılma emarelerini gördükten sonra olayı tam olarak aydınlatmak yerine hep şüphe içinde kalan; küçücük sözlerden, mimiklerden etkilenecek kadar hassas; kendinden çok başkalarını düşünen; dünyasının büyük kısmını kapsayacak, hatta vücuduna zarar verecek kadar iç derinliğine sahip ve duygulu; yazarın tabiriyle ve o zamanın anlayışıyla “mefkureci”, ancak mefkuresini gerçekleştirebilecek azmi, iradesi, gayreti ve enerjisi olmayan  bir delikanlıdır.
        c.      Sacid: Müfid’in tam tersi olarak, batının ne kadar kötü özelliği varsa onun benliğinde toplanmıştır. Talepkar, bakımlı ve enerjik, tuttuğunu koparan, ama bu özelliklerini hep kötüye kullanan; kendi egosunu tatmin yolunda her şeyi yapabilen ve karşı tarafı hiç düşünmeyen; yeğeninin eşi ile cinsel ilişkiye girebilecek, hatta başkalarıyla ilişkiye girmesine göz yumabilecek derecede ahlaki değerlerden yoksun; aşk, sevgi, vefa gibi hiçbir duyguları olmayan; Pervin’le ve başkalarıyla sırf zevk için beraber olan; acımasız, şüpheci; insanları kontrol altına alan; mefkuresi filan olmayan, sadece kendini düşünen bir insandır. Kendisiyle aynı karakterdeki babası Mahmud Paşa’dan kalma köşkte, Pervin ve Müfid ile birlikte yaşamaktadır. Pervin’i ve başkalarını istediği gibi etkileyebilmekte, ortamı kendi çıkarı doğrultusunda şekillendirebilmektedir. Bu durum romanda şu ifadeyle betimlenmiştir: ”Pervin Sacid’in yüzüne bakarken daima korku duyuyordu. Bu erkek ona hem korku veriyor, hem de cezbediyordu.”
        d.      Ali: Ortamın bilge kahramanıdır. Dürüst, mantıklı, olaylara global yaklaşabilen bir insandır. Herkesin sırlarını bilir ama kimsenin sırrını bir başkasına vermez. Başı sıkışan, depresyona giren, partneriyle bir sorun yaşayan ona gelir, rahatlar, tavsiyeler alır, gider. Peyami Safa bu karakterde kendini yansımıştır.
        e.      Diğer karakterler olan Arif, Behire, Melike, Suat ve birkaç kişi daha Sacid ile Pervin’in kendilerine benzer arkadaş çevresi olup, tali karakterlerdir.

2.     ROMANDA GEÇEN HİKAYENİN KISA ÖZETİ:
    Pervin, kocası Müfid ve Müfid’in dayısı Sacid, babadan kalma köşkte hep birlikte yaşamaktadırlar. Pervin ve Sacid, Müfid’in farkında olmadığı yasak bir aşk yaşamaktadırlar. Müfid konuyu başlangıçta bilmediği halde, Sacid ile karısının aynı mekanda bulunduklarını bilmekten son derece rahatsızdır ve başka bir eve taşınmak istemektedir. Bu nedenle evde çeşitli huzursuzluklar yaşanır. Zavallı Müfid karısının bir melek olduğunu zannetmektedir.
    Bir gün evde arkadaşlar arası, her zaman yapılageldiği şekilde bir toplantı olur. Müfid, Sacid ve Pervin’in bu arkadaşlarının durumlarını az da olsa bilmekte ve karısının onlarla aynı ortamı paylaşmasına hiç tahammül edememektedir. Onların sohbetinden de hoşlanmamakta, bulundukları toplantıları bir bahaneyle terk etmektedir. İlk kez bu toplantıda geçen bazı imalı konuşmalardan, Müfid’in içine korkunç bir şüphe düşer. Etrafa hissettirmeden durumu araştırmaya başlar. İlk olarak Pervin’in çantasında Arif’in  telefon numarasını bulur ve Pervin – Arif ilişkisine dair bulgular elde eder. Ancak hiçbir zaman konuyu sonuna kadar araştırmaz ve karısının kendisini aldattığına tam olarak inanmaz.
    Pervin – Sacid  ilişkisine dair emareler de baş gösterince bu durumu Ali ile paylaşır. Ali hiçbir sır vermez, ancak kendisi şüphelerinde haklı olduğunu anlar. Pervin’in, Sacid ile ilişkisine dair daha belirgin emareler vermesiyle birlikte, yine sonuna kadar araştırmaz, Pervin’le kavga eder, köşkten ayrılır ve halasının evine yerleşir. Burada aşk ve şüphenin bir araya gelmesinden doğan acıya ve ayrılığa dayanamayarak verem olur. Aylarca bu hastalıkla mücadele eder. Hastalığı ilerler ve iyice yatağa bağımlı hale gelir. Ali ve başkaları Pervin ile aralarını yeniden yapmaya çalışsalar da başarılı olunmaz. Bu arada Pervin derin bir vicdan azabı duymakla birlikte, aynı şekilde yaşamaya devam etmektedir.
    Müfid’in artık iyice zayıf düştüğü sıralarda; sırlarını paylaştığı arkadaşı Ali; sırf insani düşüncelerle, Pervin, Sacid, ve diğer arkadaşları Müfid’in kaldığı yerde toplar. Hastanın artık son zamanlarının geldiği iyice belli olmaktadır. Sohbetten ve yemekten sonra herkes bir odaya dağılır. Pervin ile Sacid Müfid’in yanında kalırlar. Şimşekli, yağmurlu bir gecedir. Pervin ile Sacid, Müfid ile bir süre ilgilendikten sonra bir kanepeye çekilirler. Şimşekler çakmaktadır. Pervin’in vicdani duygular nedeniyle istememesine rağmen, Sacid; Müfid’in kendilerini göremeyeceği düşüncesinin verdiği rahatlıkla, malum eylemlerini hastanın odasında da yapmaya başlar. Müfid şimşeklerin etkisiyle ve seslerle uyanır, doğrulur, ve bir daha şimşek çakmasıyla, gerçeği bütün çıplaklığıyla görür. Onlar da onu görürler ve hemen dışarı kaçarlar.
    Gerçeğin bu şekilde görülmesi ile birlikte, sanki bir mucize olur ve Müfid aylardır kalkamadığı yataktan kalkar, odasından aşağı inerek karanlıkta eline bir bıçak alır. Sacid ile Pervin evin dışındadırlar. Sacid merakından karanlıkta evin içine girer ve elinde bıçakla bekleyen Müfid canının ve enerjisinin son damlasıyla Sacid’i öldürür, kendisi de beraber ölür. Olayın vahametini görür görmez Pervin “akli hercümerce” girer, şuurunu, benliğini kaybeder, gecenin bir vakti çığlıklar içinde gecelikleriyle ortadan kaybolur. İsmini bile hatırlayamaz halde ertesi gün mahalle sakinleri tarafından ancak bulunabilir. Dost ve arkadaşları hemen tedavisi için gereğini yapmaya çalışırlar ama bütün gayretler nafiledir. Çünkü hiç kimse o gece orada neler olduğunu bilmemektedir ve bu hastalığa hiçbir teşhis konamaz.
    Romanın son paragrafında ve arka kapağında şu satırlar yazılıdır: “Hiç kimse, bir şimşek aydınlığı gördükçe Pervin’in niçin haykırdığını, niçin saçını başını yolduğunu, kendini yerlere attığını niçin kafasını döşemelere vurduğunu, niçin tepindiğini anlamıyor, çünkü bu anda hastanın gözleri önüne gelen manzarayı bilmiyor, bu onlar için edebi bir meçhuldür, bunu yalnız biz, bu haileyi en yakından, bu haileyi içinden seyredenler, bunu yalnız biz (yani bu romanı okuyanlar) biliyoruz.”

17 Mart 2013 Pazar

Ayaşlı İle Kiracıları, Mehmduh Şevket Esendal

Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan kentleşme ile sosyal yapıda meydana gelen ahlaki bozulma, pansiyon olarak kullanılan bir apartman dairesinde yaşayan insanları konu alarak bir roman şeklinde gözler önüne serilmiştir.
    Cumhuriyet’in ilk yıllarının Ankara’sında, bir köy beyinin oğlu olan ve eşkıyalıktan otelciliğe kadar her işi yapmış olan Ayaşlı İbrahim Efendi (Ayaşlı), dokuz odalı bir apartman dairesini devletten kiralar. Ayaşlı, Ankara’ya görevleri gereği gelen memurlara, işadamlarına, davalarını takip etmek isteyenlere ve rahat bir yaşam sürmek için bu şehri bir tür kazanç kapısı sayan insanlara bu apartman katını oda oda kiraya vermektedir. Dolayısıyla, bu apartman katında kadın, erkek, genç, yaşlı, evli, bekâr birçok toplumsal kesim ve yerden insanlar yaşamaktadır. Pansiyon olarak nitelendirilebilecek bu mekânda, Ayaşlı’nın yanı sıra eski bir çiftlik sahibi olan yaşlı Hasan Bey, eski konsoloslardan Şefik Bey, kendini fabrikatör olarak tanıtan İskender, bir devlet dairesinde memur olarak çalışan Hâki ile kumarbaz eşi Turan, tüccar Abdülkerim ile karısı İffet Hanım, Ayaşlı’nın üvey kızı Faika ile kocası şoför Fuat, davasını takip etmeye gelen Hüseyin Bey, Ayaşlı’nın oğlu ve harita fotoğrafçısı Kasım Arif gibi kişiler bir araya gelir.
    Görevi dolayısıyla Ankara’ya gelen bir banka memuru(Yazar), başka bir yere tayin edilen arkadaşının kaldığı odayı Ayaşlı’dan kiralar. Bu memur, burada yaşadıkları ile tanık olduklarını anlatırken okuyucuya adını vermemektedir. Yazar, apartmana taşındığında ilk olarak hizmetçi Halide’yle tanışır. Yazar’a eşyalarını düzenlemesinde yardımcı olan Halide, genel olarak kendi çalışma koşullarından ve tanıdığı insanlardan söz eder. Ertesi günün sabahında Yazar, ortak kullanılan mutfakta, pansiyonda yaşayan Faika, kocası Fuat ve kaynanasıyla karşılaşır. Sohbet havasında geçen konuşmaların arasında Yazar, hizmetçi Halide’den odaların birinde yaşayan Hasan Bey’in kendisini görmek istediğini öğrenir. Önce kim olduğunu çıkaramayan Yazar, Halide’nin betimlemeleri sonucunda bu kişinin hemşerisi Hasan Bey olduğunu anlar. Bir gün sonra bir araya gelen Yazar ile Hasan Bey bir tanıdıkla karşılaşmanın sevincini yaşar ve geçmiş günlerden konuşmaya başlarlar. Hasan Bey, mübadeleden sonra kendisine Samsun’da yer verildiğini, ancak bu yerin sonradan Ayvalık olarak değiştirildiğini, bunun da henüz kesinleşmediğini söyler. Bu arada, kızı Selime’yi evlendirdikleri adamın ummadıkları kadar “sarhoş çıktığını” ve bu yüzden üç hafta sonra kızlarını boşadıklarını ve şimdi kızının Ayvalık’ta yaşlı bir kadınla oturduğunu anlatır. Selime’nin nişanlılık dönemini yakından bilen Yazar, o günlerde Hasan Bey’i uyarmış, ancak Hasan Bey kendisini dikkate almamıştır.
    Bir sabah baygın olarak yerde bulunan hizmetçi Halide’nin bir kış boyunca kendisine bakan, Maliye’de çalışan Rasim’den hamile kaldığı anlaşılır. Yazar’ın arkadaşı olan Doktor Fahri’nin muayenesinde ortaya çıkan bu durum, Halide’nin kürtaj olmak istemesine yol açar. Fakat Yazar ile arkadaşı, Halide’nin bebeği doğurması için ısrar eder.
    Bir gün işten dönen Yazar, Halide’nin Şefik Bey’i dövmeye kalktığını öğrenir.
    Daha önce Halide’ye çamaşırlarını yıkatan Şefik Bey, iki gömleğinin parçalandığını ve bir çorabının kaybolduğunu söylemektedir. Bu anlaşmazlığın üstüne, Şefik Bey, gelen misafirlerini daha iyi ağırlamak için Halide’den bir masa örtüsü istemiştir. Halide de, üst katta oturan Yahudi bir kadının hizmetçisinden bir örtü almış, ancak örtü yanmış ve üzerine şarap dökülmüş bir hâlde sahibine geri verilmiştir. Aynı gün içinde Halide, Yahudi kadının hizmetçisini işten atmaya kalkıştığını öğrenir ve Şefik Bey’e koşar. Şefik Bey, bu duruma aldırmaz ve yanan örtünün parasını vermek istemez. Bunun üzerine Halide, Şefik Bey’i dövmeye kalkar. Pansiyondakiler, Şefik Bey’i Halide’nin elinden zor kurtarır. Akşam işten dönen Yazar, bu durumu öğrenince yanan örtünün parasını verir.
    Apartmanın sekiz numaralı odasında tüccar Abdülkerim ile karısı İffet oturmaktadır. Bu çiftin bir de küçük çocukları vardır. İffet, Faika ile kaynanasının yol göstermesiyle kılık-kıyafetine, yaşayışına gün geçtikçe daha çok özen göstermeye başlar. Ancak, Turhan Mukimüddin adındaki çocukları, gittikçe baş edilmez, huzursuz ve yaramaz olur. Pansiyonda yaşayan diğer kişiler de, bu çocuğun gece yarılarına kadar devam eden ağlamalarına alışmaya çalışmaktadırlar.
    Kısa bir süre sonra, altı numaralı odaya İskender adında bir fabrikatör taşınır.
    İskender, buraya yerleşince, herkesin gönlünü alacak bir şeyler yapmaya başlar. Kimine hediyeler alır, kimine iş bulacağına dair sözler verir, kimine de siyasetle ilgili Rusça gazeteler okur. Diğer odalarda yaşayanlar, İskender sayesinde apartmanın sekiz numaralı odasında kalan, adları Hâki ve Turan olan karıkoca ile tanışır. Memur olan Hâki ile kumarı meslek hâline getirmiş genç ve güzel karısı Turan yüzünden, diğer odalarda yaşayanların hayatlarında önemli değişimler meydana gelir. Her gece kumar ve tavla partileri düzenlenmeye, içki içilmeye, kadın-erkek ilişkilerinin niteliği değişmeye, insanların birbirlerine olan güvenleri kırılmaya, haksızlık, fırsatçılık, rekabet gibi ilişkiler ortaya çıkmaya başlar. Yaşamları değişen insanlar arasında en son Yazar, o da Ayaşlı’nın üvey kızı Faika’nın ısrarı üzerine, Turan’la tanışır. Tanıştıkları ilk anda Turan’dan ürken Yazar, bir süre sonra kadının cazibesine kapılır ve cinsel ilişki yaşamaya başlarlar.
    Halide, sonunda Yazar’ın ve doktor arkadaşı Fahri’nin dayatmalarıyla çocuğunu doğurmaya karar verir ve pansiyondan ayrılır. Yerine Raife adında dedikoducu bir hizmetçi kadın gelir. Bu kadın, önce kızını, sonra akraba ve komşularını iş istemek için Yazar’a göndermeye başlar. Yazar, bu insanlara bu tür ayrıcalıklar göstermeyeceğini anlatır ve Raife’ye çıkışır.
    Bu arada, pansiyonda yüksek kumar partileri düzenlenmeye başlar ve bir gece yaşadığı olaydan sonra Yazar, pansiyonda kalmaktan ne kadar bıktığını dile getirir. Söz konusu gecede, pansiyondaki herkes Turan’ın odasında toplanmıştır. Gecenin bir saatinde hatırlı iki kişi kapıyı vurmadan odaya girer. Bu kişilerin gelmesiyle, erkeklerin çoğu odayı terk eder. Odayı terk eden bu erkeklerin arasında Yazar da vardır. Ancak, Yazar, bu insanların pansiyona yalnızca kumar oynamak için gelmediklerini anlar ve hem kendi hem de diğer erkeklerin tutumuna canı sıkılır. Ayrıca, Yazar, elini kolunu sallayan herkesin apartmana rahatça girip çıkmasına kızgınlık duyar ve dış kapının kapalı olup olmadığını sonraki günlerde kontrol etmeye başlar.
    Yazar, işi gereği iki aylığına şehir dışına çıkmak zorunda kalır. Döndüğünde hizmetçi Raife’nin gittiğini ve yerine Ziynet adında genç bir kadının geldiğini görür. Bu kadından, Ayaşlı’nın ayrı yaşadığı karısının bir randevu evi işletmekte olduğunu öğrenir ve bu duruma büyük bir tepki gösterir. Ayrıca, sekiz numaralı odada yaşayan tüccar Abdülkerim’in karısı İffet’in de, Cevat’tan kaptığı hastalık yüzünden hastaneye kaldırıldığını öğrenir.
    Bir gün Turan’ın arkadaşı olan Süsen ile onun kadınlar gibi süse düşkün ressam yeğeni Berin, tanıdıkları olan Cavide’ye bankada boşalacak yer için iş istemeye gelirler. Böylelikle, Yazar’ın yaşamına Cavide adında genç bir kadın girer. Ancak, Cavide iş istememektedir; çünkü, işe girerse istediği gibi bir kocanın kendisini almayacağını düşünmektedir. Böylece, Yazar’a iki günde bir gelen Cavide, onunla sohbetlere başlar. Yazar, Cavide’nin kendisini iyi bir koca olarak düşündüğünü hisseder; yine de, odada Cavide’nin yanına bir kez bile oturmaz. Bu mesafeli ilişki, insanların onlar hakkında dedikodu yapmasını engellemez ve bunu farklı yerlerden gelen haberlerle öğrenen Yazar, bir arkadaşının aracılığıyla Cavide’ye İstanbul’daki bir elişi atölyesinde iş bulur. Böylece, Yazar, hakkında çıkan dedikodulardan kurtulur. Fakat, bir yandan da Cavide’nin bu işe çok sevinmesine ve kendisini bu kadar kolay bırakmasına içerler.
    Bir süre sonra, Hasan Bey’e inme iner ve hastaneye kaldırılır. Hasan Bey’in Ayvalık’ta yaşayan kızı Selime’ye haber verilir. Bu şekilde Selime ile tanışan Yazar, genç kadından etkilenir, ancak ona âşık olduğunu, Hasan Bey’in ölümünden sonra Selime, Ayvalık’a döndüğünde anlar. Selime’nin gitmesi, Yazar’ı hem anlamsız bir biçimde kızdırır, hem de Hasan Bey’in vasiyeti gereği Selime’ye karşı sorumluluğunu yerine getiremediğine üzülür. Yazar, Selime’ye kalması için ısrar etmiş, fakat Selime, Yazar’ın bir başka kadınla evlenmek üzere olduğunu düşündüğünden Ayvalık’a geri dönmek istemiştir. Selime’nin, Yazar’ın evleneceği konusundaki düşüncesi, Yazar ile Fahri arasında geçen bir konuşmadan kaynaklanır. Bu olaylar gelişirken Turan pansiyondan ayrılır ve kendisine bir ev tutarak kumar partilerine orada devam eder.
    Ayaşlı, Turan’ın başka bir yerde çokça para kazanmasını kıskanmakta, bu yüzden İffet’in odasında kumar partileri düzenlemektedir. Ancak, İffet’in, Turan’ın odasına gelen Cevat’tan cinsel yolla bulaşan bir hastalık kapması, bu kumar partilerinin Ayaşlı’nın istediği gibi yürümemesine neden olur. Ayrıca Faika, metresiyle yaşamayı seçen ve arada para almaya pansiyona gelen kocası Fuat’la sık sık kavga etmektedir.
    Bir gece odasına dönmeyen Şefik Bey, Ayaşlı’nın meraklanmasına neden olur.
    Daha sonra, kafası gövdesinden ayrılmış bir biçimde bulunan bir cesedi gören Yazar, cesedin parmaklarındaki tütün lekelerinden bu kişinin Şefik Bey olduğunu teşhis eder.
    Yazar’ın yakın arkadaşı olan Doktor Fahri, Yazar’ın da büyük desteğiyle banka müdürünün yeğeni olan Melek’le evlenmeye karar verir ve Yazar, kızı istemeye Müdür’ün yanına gider; o akşam Fahri ile Melek için bir kutlama yapılır. Bu arada, Yazar, Selime’nin yaşadığı yerde çalışan bir meslektaşına bir mektup yazar ve durumunun nasıl olduğunu öğrenmeye çalışır. Bunun üzerine Selime, Yazar’a bir telgraf çeker ve yanına gelip gelemeyeceğini sorar. Yazar, meslektaşına yazdığı mektubun Selime tarafından okunduğunu anlar ve hemen gelmesini söyler. Selime, Ankara’ya geldikten bir süre sonra Yazar’la evlenir. Pansiyonda yaşayanlar ise, dört bir yana dağılır: Uyuşturucu kaçakçılığına adı karışan İskender hapse girer, Abdülkerim, karısı ve çocuğunu bırakarak yeni yapılmış bir apartmanda kendine ev tutar, karısı İffet hastaneye kaldırılır, Ayaşlı, Faika’yı da yanına alarak bir eve taşınır ve bu apartman katını devletten yeniden kiralamaktan vazgeçer. Yazar, balayına gitmeden önce eşyalarını almak için son kez apartmana uğrar; hüzünle karışık bir duyguyla odaları tek tek gezer.

18 Şubat 2013 Pazartesi

Mahur Beste, Ahmet Hamdi Tanpınar

Osmanlı toplumunun Tanzimat ile birlikte yaşadığı değişimler.
           Behcet Bey yetmiş yaşında, geçmişte takılıp kalmış, çekingen kendi dünyasında bir ihtiyardır. Sevmediği, asık suratlı hizmetçisi ile birlikte yaşamaktadır. Onu hayatının zarureti olarak görür.Hizmetçisi Şerife Hanım hatıralarından süzülen tek canlıydı ve çok şey ifade ederdi. Behçet Bey ürkek, hassas, iç dünyasıyla meşgul, yalnız bir insandır. Bu da onu darülmihan diye adlandırılan bir yalnızlığa sürüklemiştir. Evi estetiksel kaygının şahane tablosu gibidir. Behçet Bey eski, güzel, renkli şeyleri sever. Antikacı dükkanında saatler geçirir, buna rağmen o sanat meraklısı değil şairdir.
            Dost meclislerinde şarkılar, besteler okunurken o dışarı çıkmaz, saat tamir etmek kitap ciltlemekle   vaktini geçirirdi. Bu işler en büyük zevkiydi. Onlara marazi denilecek bir sevdayla bağlıydı. Hatta sevdiği kitapları koynuna alır çocukların oyuncağıyla yatması gibi onlarla uyurdu.
             Behçet Bey otuzbeş yıl  evvel karısı  Atiye’yi kaybetmiştir. Belki  de kocasına ve bu monoton hayata tahammül edemediğinden genç yaşta ölmüştür. Saatlere ve kitaplara harcadığı zamanı karısı için harcamamıştır. İstemedende olsa karısını incitmiştir. Karısı ölmeden evvel bu konuda sitemini dile getirmiştir.”Bey işte ölüyorum.Darülmihanda bir kadına lüzum yok.bundan böyle kitapların ,saatlerin ve ciltlerin ile meşgul ol; kimse seni rahatsız etmez” demişti. Bu içten gelen sitem zavallı kadının nasipsiz ömründen alabildiği biricik intikamdı. İşin trajik yanı bunca yıl geçmesine rağmen Behçet Bey’in hala masumluğuna inanması ve bu ölümü kadın inadına bağlamasıydı.
             Cavide Hanım Behçet Beyin ablasının torunu, genç yaşta dul kalmış bir kadındır. Behçet Bey onu konağa  davet etmiştir. Ama alıştığı düzenin  bozulmasından korkmaktadır. Yenilik ve değişiklik onun hazmedemediği iki kavramdır. Ancak merhamet ettiği bu kızı ve     gençliği güzelliği ile evde estireceği yeni havayı kabullenmiştir.
               Odasında duran antika bir aynayı eline alarak Necip paşa konağını düşünmeye başladı. Şimdi Behçet Bey 15-16 yaşlarında toy bir delikanlıydı.Kulağına Necip Paşa konağından saz sesleri geliyordu.  O Konaktan antikacıya geçen bu aynayı Behçet Bey satın almıştır.Bu komşu konağın hanımefendisi babasının eski sevdalısı Tarıdil Hanım, konağın yaşantısı  onların musıkiye olan düşkünlükleri, orada yetiştirilen cariyeler, bu cariyelerin aynayı kullanma ihtimalleri, o cariyelerden biri tarafından  kendisine atılan gül gözünün önünde canlanmıştı.
                                                           BABA İLE  OĞUL
              Behçet Bey’in babası İsmail Molla çok ölçülü fakat biraz pervasız, açık yürekli, sert, mağrur, otoriter bir insandır. Dinamik renkli ve uçarıdır. Çapkınlığı erkekliğin bir gereği sayardı.
              İhtiyarlık zamanında dönemin padişahı Abdülhamit’in emriyle görev yeri Hicaz olarak belirlenmiştir. Behçet Bey o sıralar ondokuz yaşındadır. Yatılı okula  verilmiştir. Annesi ve bakıcısının yoğun ilgisinden sonra ona bu hayat zor gelmiştir. Bir kadın kadar içli duygusal, pısırık, fazla nezaketliydi. Aşırı utangaç, ahlaklı bir gençtir. Çok çalışkandır. Kitapları ve onlarla ilgilenmeyi çok sever.
              Onun bu pısırık, içine kapanık, utangaç halinden babası hiç hoşnut değildir. Hatta baba yüreğini sızlatmaktadır. Onun yazdığı mektupları sayfalarca anlattığı gereksiz ayrıntıları tahammül gösterip onu incitmekten kaçınmıştır. Ona tahammül etmeyi öğrenmiştir.
              İsmail Molla orada karısını kaybetmiş görev süresi dolunca geri dönmüştür. Döndüğünde büyük bir sürprizle  karşılaşır. Oğlu okulunu bitirmiş, Şura-yı Devlet üyesi olmuştur. Padişahın emriyle İsmail Molla’nın eski arkadaşı olan Ata Molla’nın kızı Atiye hanımla evlendirilmektedir. Sebebi ise şehzadelerden biri Atiye Hanıma aşık olmuş onunla evlenmek istemektedir. Padişah ise böyle bir çözüm yolu bulmuştur. Ata Molla’nın en değerli kızıdır bu durumdan memnun değildir fakat emre karşı gelememektedir.
             Ata Molla İsmail Molla’nın eski ders arkadaşıdır. Şu anda dargındırlar. Ata Molla geçimsiz kalleş, hırslıdır. Üst makamda bulunanları yerden yere vurur. Abdülhamit devrinden şikayetçidir.
                                                     İKİ   DÜNÜR
              İki dünür zamanında ders arkadaşıydılar, araları gayet iyi idi. Padişahın İsmail Molla hakkında ne düşündüğünü sorması üzerine Ata Molla’nın çocukluktan beri içini kemiren kıskançlık birden şahlanmış ve ona ömrü için felaketli olan bir yanlış yaptırmıştı. Hünkarı beğendiğini bildiği arkadaşını övdükten sonra onu Kara Çelebizade Abdülaziz Efendiye benzetmiştir. Bu sözle   onu büyük  bir alime benzeterek övüyor bir yandan da tehlikeli bir şahsiyet olduğunu  belirtiyordu. Padişah  bu cevabı küstahlık saydı bir daha huzura almadı. Bu olay iki dünür  arasında kanayan bir yara gibi hep kalmıştır. Ata Molla Behçet Beyi beğenmemekte kızına layık bulmamaktadır.   
                                      BEHÇET BEY’İN EVLİLİK YILLARI
              Behçet Bey öyle mahçuptu ki evlendikleri gün kendisinden birbuçuk karış uzun olan bu güzel kadına  ne diyeceğini bilemedi.O Behçet Bey’e  ait bir nergis çiçeği gibiydi. Ama Behçet bey’de ona sahiplenecek cesaret yoktu. Evliliklerinin ilk gecesi beklenenin aksine uyuyarak geçti. Ama Atiye Hanım kararını  vermişti; Genç kadın alnına  yazılan bu adamı sevmeye uğraşacak ona sadık bir eş olacaktı.
              Behçet Bey bu hassas kadının ulvi duygularını anlayabilecek yaratılışta değildir. O herşeyi kendi değer yargılarıyla ölçmektedir. Karısını daima  kendinden üstün bulur. Bu sebeble de hep kendini ondan uzak tutar. O kadar güzel ve iyi olmasa onu daha çok sevecektir.
              Atiye ile İsmail Molla birbirlerine  çok iyi uyum sağladılar. Atiye musikiye olan düşkünlüğü kadar siyasetten tarihten de anlar o konuları saatlerce tartışabilirdi. Birlikte çok güzel vakit geçiriyorlardı, çok iyi dost olmuşlardı. Atiye Hanım istese boşanabilirdi ama o kocasına kıyamaz kayınpederini de üzmek istemezdi.
              Behçet Bey karısının kendisini bırakıp gitmesinden çok korktuğu için babasının “Mahur Beste” den bahsetmesine engel olmak istemiştir. Bu eser Talat Bey’in dir Kocasını terk eden kadının acıklı öyküsünü anlatıyordu. Atiye bu engellemenin nedenini biliyordu. Atiye’ye göre bu hayata renk katmanın bir yolu var o da kocasının politikaya girmesiydi.
                                                  GARİP BİR İHTİLALCİ
              Bu bölümden itibaren söz konusu evlilikten bir malumat alınamaz.Bu yazar tarafından bilinçli yapılan bir kopukluktur.
              Sabri Hoca İsmail Molla’nın arkadaşı, politikanın yuttuğu bir insandır. Medrese tahsilini parasızlık yüzünden yarıda bırakmış ve politika  aşkı ile devrin olayları içinde bulunmuş, insan sarrafı garip biridir.
             Abdülaziz’in hal’i sırasında Mithat Paşa’nın yanında bulunmuş, Suavi olayında ön sırada yer almıştır. Jön Türklerle münasebeti de başlamıştır. Abdülhamit aleyhindeki propagandalara katılmıştır. İmparatorluğun içinde bulunduğu durumu görerek ümitsizliğe kapılıp köşesine çekildi. Ona göre şark ölmüştü hünkarı indirmek birşey değiştirmezdi. İsmail Molla ise kötümser değildi. Bir kültürü asimile  etmek bir inanışı fosilleştirmek oldukça güçtü.
             Atiye küçükken kendisiyle oynamaktan garip bir heyecan duyduğu aynı zamanda akrabasıda olan Refik Bey’in eğitim için gittiği yurt dışından döndüğünü duyunca tadı kaçmıştır. Refik Atiye’yi, Atiye’de onu hiç unutmamıştır.
                                          HISIM AKRABA ARASINDA             
         Halit Bey   şişman sevimli bir adamdı. Hiddetli görünüşlü ama daima neşeli biridir. Baba parasıyla geçinir, gece alemlerine düşkündür. Paralar suyunu çekmeye başlayınca miras takibine başlamış açtığı davaları  takip sırasında avukatlarla girdiği münasebetler yıllarca sürmüştür. Bu dava takipleri sonucu tedavisi mümkün olamayan “adalet hastalığına” tutulmuştur.
             Karısıyla evlenebilmek için satranç öğrenmiştir. Bu pek sevmediği oyundan kurtulabilmek için kayınpederi Ata Molla ile karşılaşmalarında uyuya kalmaya başlayınca Ata  Molla tahammül edememiş iç güveysi olarak girdigi konaktan karısınıda alarak ayrılmıştır.
                                                ESKİ BİR KONAK
         Halit Bey’in konağında iki süt nine vardır. Adile Hanım, Esma Sultandan saray terbiyesi almış, çatık kaşları, dehşet verici mimikleriyle otorite sağlayan sert, titiz, mağrur bir hanımdır. Halit Bey’in anneannesi Buyidil Hanım ile eski kapı yoldaşıdır gelip onun konağına yerleşmiştir. Annesi Sıdıka hanıma süt ninelik etmiş ayrıldığı konağa yıllar sonra gelerek Sıdıka hanımın çocukları ile bizzat ilgilenmiştir .
            Sıdıka hanımın kocası  Sırmakeş Nuri Bey tayinini beğenmediği için resmi görevinden ayrılmış, sarraf Agop Efendinin tavsiyesi ile sırmalı eşya satmaya başlamıştır Saniye Hanım Nuri Beyin süt ninesidir Nuri Bey onunla yaşardı. O eğlenmeyi çok severdi ama moda olan alafranga eğlencelerle Beyoğluna düşkünlüğü yoktu mahalle kahvesinde rakı yudumlamayı tercih etmiştir.
        Birgün arkadaş tavsiyesi ile umuma açık olmayan, parola ile girilebilen bir sefahat evine gitti ordan  bir kız seçti ama gecenin ilerleyen saatlerine doğru o günlerde İstanbul da sıkça görülmeye başlanan  bir yangın çıktı. Bu yangında evin sahibi Nerkis Hanım yıllardır biriktirdiği altınların, elmasların derdine düşüp çiğnenerek can verdi. Nuri Beyi ise tulumbacı takımından Ali kurtarmıştı. Ali sonra konağın kahyası olmuştur. Bu yangın  Nuri Bey’de bazı tesirler bırakmıştır. Olayı kendisine gönderilen bir ilahi mesaj olarak almış, dünyadan el etek çekmek istemiştir. Hayatını mistik bir arayış devresi hüküm sürdü. Tarikata girdi. Nefesler besteledi. Semazenlere konuk oldu. Sonunda Sıdıka Hanımla evlendi.
                MAHUR BESTE HAKKINDA BEHÇET BEY’E MEKTUP
        Bu bölümde Ahmet Hamdi Tanpınar Behçet Bey’in kendisine yazdığı serzeniş yüklü mektuba cevap verir. Yazar yanıt verirken okuyucunun şüphe ve meraklarını gidermeye çalışır. Behçet Bey’i bambaşka bir şahsiyet gibi karşısına alır. Onunla yüzleşir. Yazar onu hayatla ve benliğiyle tanıştirmak için unutmuş hikayesini yarı bırakmış hatta kötü göstermiştir. Çünkü “olduğumuz gibi” ile “olmak istediğimiz gibi” kavramları farklıdır. Bu yüzden Tanpınar Behçet Bey’in kendi hikayesini “hatırat” gibi kaleme almasına engel olmuş; objektifi yakalamaya çalışmıştır.
        Üstad, Behçet Bey’i dinlerken yıllarca kapısı açılmamış bir eve girdiğini sanır. Birdenbire bu kapının gündelik hayata nasıl, hangi sebeblerle kapandığını merak eder.”Mahur Beste” bu meraktan doğar.
Behçet Bey  esasında yazara göre çok “velut” tur. Kitapta ismi geçen şahısları hep ondan öğrenmiştir.Nihayet yazar Behçet beyin tek bir zaman parçasından ibaret olmadığını onunda bir zamanı olduğunu kavrar. Onun için hal hatırlama anıyla sınırlıdır. Behçet Bey onu sokağa çıkarır.


Tanpınar mektubunda  Atiye’yi sabrından dolayı takdir etmektedir. Refik Bey’den ve Atiye’den bahsetmemesinin sebebini yine Behçet Bey de bulur. Onların sonunu yazardan, Behçet Bey gizlemiştir. Halbuki Refikin zatürreden öldüğünü saklamanın ne lüzümu vardır.
          Behçet Bey mani olduğu için “Mahur Beste” ve Talat bey’den üstünkörü bahseder.  O kainatın kendi etrafında dönmesini ister. Ama hayat herkesle beraber yürür. Hayatta başka insanlar başka  kahramanlar da vardır. Tek kahramanlı hikayeler Tanpınar’ın canını sıkar. Buna rağmen o Behçet  Bey’i yarım bırakmayacaktır. Biraz sabra ihtiyaç vardır.
    Not : ”Mahur Beste” yarım kalmış bir eserdir ama yazar Behçet Bey’e verdiği sözü tutar. Yazarın “Huzur” ve “Sahnenin Dışındakiler” adlı eserlerinde önemli bir motif olan “Mahur Beste” teması önemli yer alır.

    Ahmet Hamdi Tanpınar, Osmanlı toplumunun Tanzimat ile birlikte yaşadığı değişimleri,  Behçet Bey’in etrafında gelişen olaylar zinciri halinde Mahur Beste’de yansıtır. Eski ile yeni, doğu ile batı çatışmasının girdabında şekillenen bu çöküş dönemi kimlikleri, ilmiye sınıfından sokaktaki insana kadar geniş bir yelpaze içinde, kaçınılmaz bir uygarlık tartışmasının sözcüleri olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Eserde  İstanbul’un Konak hayatı, kadın dünyası ve gündelik ilişkiler arasında yazar gezinir durur. Düş kırıklığı, isyan ve umutsuzluk arasında bir çıkış yolu arayan bireylerin durumu anlatılırken bu seyahat yazarın kaleminden hüzünlü bir şiire dönüşmüştür.
    Roman sekiz bölüm halinde yazılmıştır. Karakterler mazinin koridorlarında dolaşır, konuşur, düşünür ve duyar. Çok uzun cümleler kullanılmış tasvirler oldukça teferruatlı yapılmıştır. Olayların akışında belirli bir sıra gözetilmemiş, bazen olaylara başlanmış devamı getirilmemiştir. Sanki bu durum bir unutulmuşluğu, bir uyuşukluğu anlatır gibidir. Fakat yazarın gerçekçi gözlemleri ayrıntıyı kaçırmaması, dikkati ve sosyal, tarihsel felsefesi  bu neticeyi çürütür.
 Yazar  zamanın ve saatlerin baş döndürücü musıkisi eşliğinde, çok eski şeylerden,  eski insanlardan, geçmişteki olaylardan bugünden bahseder gibi çok canlı eleştirilerle, düşüncelerle söz eder. Ana karakterin hayatını günışığına taşımaya çalışırken başka konular, başka renkler içinde onu unutmuş gibidir. Mahur Beste yazarın irdeleyiş tavrı, şiirsel tasvir anlayışı ve cümlelerin uzunluğu sebebiyle yazılış maksadı güç sezilebilen bir roman olarak karşımıza çıkar.