indir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
indir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ocak 2014 Perşembe

Allah’ın Süngüleri-Reis Paşa, Attila İlhan

Attila İLHAN’ın  1920 ve 1921 yıllarının İstanbul’unu, Anadolu’sunu anlattığı Allah’ın Süngüleri adlı romanı belirli bir tarih altyapısına sahip olunarak okunduğu takdir de anlam kazanmaktadır. Ülkenin karşı karşıya kaldığı yurt içi ve yurt dışından kaynaklanan sıkıntılar, buhranlar romanın alt yapısını oluşturmuştur. Tarih kitaplarından aşina olunan İsmet İNÖNÜ, Mareşal Fevzi ÇAKMAK, Halide Edip ADIVAR, Yunus NADİ, Çerkes ETHEM gibi şahsiyetler ve onlarla alakalı o yıllara ait hadiseler özenle seçilmiştir.
Romanın geneline bakıldığında yazarın anlaşılmama kaygısı yaşamadan eski Türkçe kelimeleri seçmiş olması dikkate değer bulunmaktadır. Aslında o dönemi anlatmak için yapılması gerekende budur. Olayların eski kelimeler kullanılarak anlatılması, mistik bir hava kazandırmıştır.
Öncelikle kitabın adının niçin Allah’ın Süngüleri olduğunu ifade etmekte yarar vardır. Mustafa Kemal, ülkenin işgalini en son haçlı seferi olarak nitelendirmektedir. Anadolu’yu da İslam’ın son kalesi olarak değerlendirmektedir. Yazar bir anlamda Haçlılara karşı Allah’ın Süngülerinin mücadelesi olarak düşünmüştür.
Roman, İstanbul’un işgali ile başlayan dönemi anlatılıyor. İstanbul’un işgali oldukça dramatize edilmiştir. Toplar şehre çevrili kruvazörler, hedef gözetmeksizin acımasızca ateş eden taretler, dehşete düşmüş halkın, kadın çocuk, genç ihtiyar kaçışmaları akıcı bir şekilde anlatılmıştır. Konuya ilişkin kitaptan  bir bölüm:
“Kalın ve karanlık bir pus, dersaadeti kaplamıştı.Şehrin soğuk ışıkları, yer yer, bu dağınık su tozu dalgınlığında belirip kayboluyor:16 Mart 1336 (1920) sabaha karşı, Boğaziçi’nde Dolmabahçe’den Beykoz’a Müttefik Donanmasının o bunaltıcı dretnot kruvazör, muhrip ve destroyer kalabalığı. İngiliz Amiral Gemisi bunların arasında arduvaz grisi bir heyulâ güvertesindeki yerinden gemilere ışıkla işaret veren Bahriyeli muhabere neferi. Öteki İngiliz gemilerinden yanıp sönen cevap işaretleri zor fark ediliyor. Havada duman kokusu , siren sesi motor uğultuları.
Muhtelif zırhlılardan ayrılmış donanma çatanaları Bahriye silahendazları ve Hindu Gurkha’larla yüklü olarak Dolmabahçe, Sirkeci, Galata, Rıhtımlarına yol alıyorlar. Savaş gemileri de askerleri taşıyan çatanalarda yoğun sis ve serin sabah alacasında korkulu bir rüyanın müphem hayalleri âdeta görünmüyor; varla yok arası, sadece hissediliyor.
Desaadet. Beykoz. ”Ahval-i hâzıra dolayısıyla“, Şirket-i Hayriye vapurlarının işlemeyişi; iskele çevresinde müteheyyiç ve mütecessis bir kalabalığın birikmesine neden olmuş; kalıplı kalıpsız, fesler; birisi âbani iki sarık: eflatun ipek çarşafı içinde gözlüğü altın çerçeveli, “saraylı” Hanım; kulaktan kulağa, aynı fısıltı: “- ... İngiliz, şehri işgale tevessül etmiş: bir hayli şehit ve mecruh .....”
Namluları kıyıya çevrilmiş İngiliz kruvazörü birden ateşe başladı bütün taretleri ile salvo ateşi! Önce ne olduğu, niçin olduğu anlaşılmacaktır; ahali dehşete düşmüş, sağa sola kaçışır; kadın ve çocuk çığlıkları, dualar! Hedef yüksekçe bir tepedeki, büyükçe bir bina: Beykoz Eytam (yetimler) Yurdu. Sabah sislerinden, henüz tam arınamamış; camlarında buğu, pancurlarında çiğ pırıltıları, evlerin az uzağında, yalnız ve münzevi mermiler sağına soluna düştükçe; ufukta yankılanan infilâkları çıtırtılı ateşin ve duman sarmalının, dehşetini çoğaltmaktadır.”
İşgal kuvvetleri ile teşriki mesai içinde çalışan Damat Ferit hükümeti ve padişah yanlısı basının içinde bulunduğu ihanet çemberi yalın bir dille romanda yer almıştır. Bu çemberi tamamlayan bir diğer önemli halka ise, azınlıkların diz boyu hainlikleridir. Kitapta İstanbul  öyle tasvir edilmiş ki; Türk olarak o dönemde orada yaşasaydınız azınlık psikolojisine girmekten kendinizi alamazdınız. Dükkanlarda İngiliz ve Yunan bayrakları, sosyetenin akıl almaz vurdum duymazlığı ve bu insanlarla Anadolu’daki halk arasındaki kopukluğa dikkat çekilmiştir.
Dönemin yürekli vatanperver aydınları ise, her nevi tehlikeyi göze tabiri yerindeyse kelle koltukta olarak  Mustafa Kemal’in etrafında toplanmışlar. Halide Edip’in Adnan Beyin (ADIVAR) ve Yunus Nadi’nin Ankara’ya doğru meşakkatli yolculuğu dudak ısırtacak şekilde ifade edilmiştir. Kitaptan bir Bölüm:
“ Öndekilerin durduğunu görünce Miralay Kâzım Bey , atını sürüp gruptan ayrılarak Halide Edip’e ve Arslan Kaptan’a yaklaştı; ayazın yaladığı yüzü âdeta, donmuş zor konuşuyor;
“-- .... Kaymakam Hüsrev Bey’le, Dr. Adnan Bey, “yorulduk” diyorlar; ” bir adım daha atamazlarmış!...” ötekilerde bunlara uyarsa ?... “ Sustu endişeyle ekledi: “--... Halbuki bu gece muhakkak Adapazarı’na varmalıyız!...”
Arslan Kaptan da böyle düşünmüştü; Hâlide Hanım’ın yüzüne sorguyla bakarak :” ... doğrusu budur!...” dedi.
Miralay Kâzım Bey biraz merak biraz endişe Hâlide Edip Hanım’a dönüyor: ”--... Hanımefendi siz nedersiniz?....”
Halide Edip Hanım atına yol vermişti bile, tipinin anaforları içinde kaybolurken, azimli ve kararlı, kesip attı: :”--... yola devam etmeliyiz!....”
Kitapta Atatürk’ün bazı tespitleri dikkat çekicidir. Mesela, İttihatçılık ile ilgili şöyle diyor “.... nankör olmayalım! İttihatçılık bir ocaktır; yetişmemizde dahli var, bu... bu gayr-i kâbil-i inkar bir hakikat!... Ne var ki, onlar Garplılaşmak temâyülündeydi, biz medeniyetçi olacağız....Onlar komitacıydı biz inkılâpçıyız.... Onlar Osmanlılaşma taraftarıydı biz milliyetçiyiz” İşte Atatürk’ün batılılaşma anlayışı…
 Kerameti meclisten mi bekleyeceğiz diyenlere Mustafa Kemal “ ... evet  ben kerameti Meclisden bekleyenlerdenim, bir devre yetiştik ki, meşruiyet esastır, bu da ancak milli kararlara istinat etmekle mümkün olabilir” diyerek demokratik kişiliğini ortaya koymaktadır.
Kendisi ve Kuvay-ı Milliye aleyhine fetvalar çıkararak “din” kartını oynayan Ferit Paşa’ya karşı Mustafa Kemal, aynı kozu “İslamın son kalesi de elden çıkmak üzeredir” diyerek daha etkili bir şekilde kullanmıştır. Yunanlılar tarafından içinde “Halife-i ruy-i zemin Padişah Efendi’nin devlete isyan edenlerin idama mahkum edildiğinin yazıldığı beyannamelerin uçaklar dolusu olarak göklerden boşaltılması da, başka bir “Bilgi Destek Harekatı” uygulaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, uçaklardan boşaltılanlar; birde yerdeki hainlerin azınlıklar ile kolkola dağıttıkları beyannameler unutmamak gerekir. Fevzi Paşa’nın ifadesi ile “asıl amaç Kuvay-i milliye karşısına fetva kuvveti olan kuvay-i inzibatiyeyi çıkararak, bir tek İngiliz askerinin burnu bile kanamadan kendi insanımızı birbirine kırdırmak”. 11 Nisan 1336 (1920) da yazılmış olan “Fetva-yı Şerife :
“.... İslam şehirlerinde, bazı kötü adamlar birleşip anlaşarak ve kendilerine bir baş seçerek halkı kandırıp buyruksuzca asker toplamaya başvurup; zâhiren askerin ihtiyacı için, hakikatte ise ceplerini doldurma hevesiyle, haraç ve vergiler koyup türlü tazyik ve eziyetle, halkın mal ve eşyalarını ellerinden aldıkları; böylece Tanrı kullarına kötülük ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bâzı şehir ve kasabalara saldırıp, onları yerle bir ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bazı şehir ve kasabalara saldırıp, onları onları yerle bir ettikleri ve devletine bağlı nice yurttaşları öldürdükleri, usûlünce tayin olunmuş, bâzı asker ve sivil memurları vazifelerinden affedip, yerlerine kendi adamlarını getirdikleri, hükümet buyrklarının yerine getirilmesine engel oldukları, pâyitahtı ülkeden ayırıp halifenin gücünü azaltmak istedikleri, böylece hainlikte bulundukları;devletin nizamını ve şehirlerin asayişini bozmak için yalanlarla halkı kandırdıkları, açığa çıkıp gerçekleşen elebaşılarla, bunların adamları, devlete başkaldırmış kimseler olup haklarında çıkarılan pâdişah buyruğundan sonra da kötülüklerinde ısrar eder ve onları devam ettirirlerse, onların kötülüklerinden memleketi temizlemek ve tebaayı kurtarmak için öldürülmeleri gerekirmi?
Şehülislam: Gerekir.
Bu sebeple memlekette savaşa ve dövüşe gücü yeten müslümanların Halife Mehmet Vahdettin’in çevresinde toplanıp yapılacak davetlere verilecek emre uyarak sözü edilenlerle savaşmaları gerekir mi ?
Şeyhüliislam: Gerekir.
Halife tarafından asilerle savaştırılmak istenen askerler savaştan kaçarlarsa; dünyada şiddetli cezayı ve öldüklerinden sonra eziyete müstehak olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.
Halifenin askeri olupta ayaklananları öldürenler gâzi ve asilerce öldürülenler şehit olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.
Asilerle savaşılması için verilen padişah buyruğuna uymayan müslümanlar suç işlemiş bulunur ve cezaya müstehak olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.”
Yazarın o dönemin İstanbul tespitleride  ilginç: “ Costantinople” neresinden bakılırsa bakılsın Kâhire ile “ kâbil-i kıyas “ bir yer sayılamaz. Burası bir “metropol” minarelerine rağmen sanki batılı bir şehir; hele Müttefiklerin yönetimine intikalinden” sonra büsbütün böyle! “ Parisiana’nın”  Paris’deki bir gece kulubünden farkı nedir? Ya da Gülistan Satvet’in “Mondaine” bir Fransız “mademoiselle” inden farkı ?
Atatürk, Moskova’nın desteğini alabilmek maksadıyla temas kurma ihtiyacı hissetmekte fakat bu temas için resmi bir sıfatı bulunmamaktadır. TBMM’nin kendisini reis seçmesiyle bu da hallolmuş olur. İngiliz emperyalizmine karşı mazlum İslam devletlerinin desteğini ve Bolşeviklerin desteğini kullanmak ister. Fakat Bolşeviklerin yeni başlayan mücadelenin başarısından emin olmayan moskova aranın desteği verme de biraz çekingen ve tutuk davranır. Kitapta, Bolşeviklerin parasal yardım ve askeri malzeme desteğine karşılık Azerbaycan hükümetinin Bolşevik devletler grubuna sokulmasının taahhüt edilmesi  konusu araştırılması gereken bir konu olarak öne çıkmaktadır. Yazarın, Atatürk’ün Selanik yıllarında iken hatıra defterine  “ mutlaka socialiste olmalı...... maddeyi anlamalı “ şeklinde yazdığını iddia etmesi de ayrı bir inceleme konusudur.

 Yazar Çerkez Ethem’in özellikle Düzce-Hendek-Adapazarı, Yenihan-Yozgat-Boğazlıyan, Konya’da Delibaş Mehmet isyanını bastırmadaki başarılarını anlatıyor. Bu dönemde Çerkes Ethem alenen Ankara’yı faaliyetsizlikle ve kifayetsizlikle  suçluyor. Kitaptan bir bölüm:
“Söylediklerinin üzerine basarak İsmet Bey (İNÖNÜ) diyorduki:
“-- ... ne kadar acı, ne kadar jahredici olsa da aramızda hakikatleri itiraf etmemiz, bence en doğrusu olacaktır: Maatteessüf, Yozgat ve havalisindeki asileri tedîbe kâfi bir kuvvetimiz kalmamıştır; hadise vahim ve endişeyi mucip görünüyor; şu var ki Kuvay-i Seyyare gibi, maneviyatı son derece yüksek bir kuvvet için....”
Ethem Bey dik ve kendinden Emin sözünü kesti; yüksek sesle fakat, kimsenin yüzüne bakmadan konuşuyordu:
“ --... bu bir itiraf, kabul! Fakat geç kalmış bir itiraf! Heyeti temsiliye bir senedir, ne iş yaptı ? Niçin merkezinizi takviye etmediniz. Tebliğ-i resmi neşretmekle konferanslar tertiibiiyle, bu işleri halletmek mümkünmüdür?..”
“ Sustu, şikayetçi bir sesle ilave etti: “--... nihayet biz düşmanı bırakıp geride sizin işlerinizle uğraşmaktayız...”
Tevfik Bey, dudaklarında yanlış bir gülümseme, “ başını tasvip makamında” sallayarak Fevzi Paşanın gözlerinde cevap arıyor, paşanın cevabı alçak sesle aynı kelimelerin tekrarından ibaret: “--.... evet efendim! “ Yaptığı  sert çıkıştan Ethem Bey, galiba rahatsız olmuştu: Sigara yakmaya davranırken, daha düşük bir sesle dedi ki:
“--... affınıza mağruren, söyledim, serzenişten maksadım gafletlerinizin devamına mani olmaktır, daha Düzce’de bulunduğum sırada sarahatle ifade etmiştim ki....”
 Ethem Yozgat isyanından sonra “Mustafa Kemal’i meclisin önünde asmalı” diyor. Ethem’in ağabeyi Reşit Bey, kardeşine göre biraz daha hırslı olarak göze çarpıyor.Reşit Beyin niyeti başarıları karşılığında kendisine Erkân-ı Harbiye Umum Reisliğinin verilmesi, bunu hakettiğini beyan ediyor. Ethem Garp Cephesinde İsmet Paşa’nın emri altında çalışmak istemiyor aralarında ciddi görüş ayrılıkları var, Ethemin başına buyruk hareket etmek istemesi önceki alışkanlıklarının doğal bir sonucu.  Ethem ile Mustafa Kemal arasındaki husumet sonraları git gide derinleşiyor ve bir ara Ethem suikaste dahi yelteniyor.  Kitaptan bir bölüm.
“ Reis Paşa’nın odasındaki “musâfaha” gittikçe daha sert bir “münâkaşa” ya    
dönüşmüştü Tevfik Rüştü Beyin ir gözleri, gözlük camlarının ardında sonuna kadar açık ikisininde ellerinin, silahlarına, ne kadar yakın durduğunu gördükçe içi titriyor, uzaklardan o mahcup gük gürültüleri; camlarda, iri çekirdekli yağmur ve tıpırtısı!...
    Ethem Bey iri ve kaba kol hareketleri ile düpedüz bağırarak diyordu ki:
    “-- ... İsmet Bey ile mizacımız uyuşmuyor; geçinemeyeceğimiz kat’iyyen anlaşılmıştır; onu, başımızdan alınız yerine daha münasip, daha mülayim bir kumandan tayin edilsin... her halükârda bize suhûlet gösterecek bir zat olmalı; bu takdirde eminin ki her şey düzelecektir...”
Bu romanda Halide Edip Hanım ile Yunus Nadi Bey önemli bir rol oynuyorlar. Halide Edip’in bir dönem Amerikan mandası taraftarlığı, daha sonra ise Mustafa Kemal ve milli mücadele taraftarlığı ortaya konmuş. Halide Edip Mücadelenin medya tarafı ile daha çok ilgili görünüyor. Yunus Nadi ise mecliste Tevfik Rüştü ile birlikte Mustafa Kemalin isteği ile Komünist Fırkasını kurarlar. Bolşevizm ile ilgili olarak Mustafa Kemal şunları söyler "Bolşevik olmak başkadır. Bolşevikler ile  teşrik - i mesai etmek başkadır. Biz ikinci yolu seçtik". Kitaptaki çarpıcı konulardan biri de düzenli ordunun kurulmasında Troçki’nin Kızılordusundan esinlenildiği savıdır.
O dönemde mecliste Bursa’nın işgali vekiller arasında ciddi galeyana sebep olmuş ve Mustafa Kemal aleyhtarları seslerinin iyiden iyiye yükseltme zemini yakalamışlardır. O bu noktada gerçekçi kişiliğini ortaya koyarak şunları söyler “....efendiler! Vaziyeti muhakeme ederken ve tedbir düşünürken ...acı da olsa ... hakikati görmekten bir an fariğ olmamak lazımdır... Kendimizi ve birbirimizi aldatmak için lüzum ve mecburiyet yoktur...Hey’eti Vekile bu tarihteki şeraite göre, seferberlik  yapabilmeyi acaba düşünebilirmiydi?..... Memleketin baştanbaşa halifenin fetvası hükmünde olduğu bir sırada..... milleti askere davet etmek, caiz ve mümkün görülebilirmiydi”.
 Kitapta Bursa’nın Yunan tarafından işgalinin faturası can ve mallarını selamette görmek isteyen “Burjuva” ya kesilmiş. Yunanlıyı Bursa eşrafının adeta davet ettiği yazılmıştır.
Dikkat çekici bir diğer konuda Çerkeslerin Anadolu’da muhtar bir devlet kurmasına yönelik iddiadır. Kitapta, İzmir’de bu amaca dair bir cemiyet kurduklarından bahsetmektedir.
Romanda Atatürk’ün yer yer Rumeli ağzı ile konuşmaları göze çarpmaktadır. Ayrıca, Atatürk’ün yurt dışı görevlerde tanıdığı yabancı bayanlarla ilişkileride yer almaktadır. Aşklarının arasında Fikriye Hanıma olan tutkusu hususiyet kazanmıştır.
Kitabın son bölümünde birinci İnönü muharabesi ve Çerkes Ethem’in ihaneti yer almaktadır. Mustafa Kemal İnönü zaferi için “kendisi küçük ganimeti büyük “ diye ifade etmektedir.

8 Ocak 2014 Çarşamba

Ömer Hayyam, Dörtlükler

Ömer Hayyam, Dörtlükler, Rubailer, Sabahattin Eyüpoğlu

Asıl adı Gıyaseddin Ebu'l Feth Bin İbrahim El Hayyam olan Ömer Hayyam 18 Mayıs 1048'de İran’ın Nişabur kentinde doğmuştur. Çadırcı anlamına gelen soyadını babasının mesleğinden almıştır. Fakat o soyadının çok ötesinde işlere imza atmıştır. Yaşadığı dönemde dahi İbn-i Sina'dan sonra Doğu'nun yetiştirdiği en büyük bilgin olarak kabul edilmiştir. Tıp,  fizik, astronomi, cebir, geometri ve yüksek matematik alanlarında önemli çalışmaları olan Ömer  Hayyam için zamanın bütün bilgilerini bildiği söylenirdi. Elde bulunan ender kayıtlara dayanılarak Ömer Hayyam'ın çalışmaları şöyle sıralanabilir:

    Yazdığı bilimsel içerikli kitaplar arasında Cebir ve Geometri Üzerine, Fiziksel Bilimler Alanında Bir Özet, Varlıkla İlgili Bilgi Özeti, Oluş ve Görüşler, Bilgelikler Ölçüsü, Akıllar Bahçesi yer alır. En büyük eseri Cebir Risalesi'dir. On bölümden oluşan bu kitabın dört bölümünde kübik denklemleri  incelemiş ve bu denklemleri sınıflandırmıştır. Matematik tarihinde ilk kez bu sınıflandırmayı yapan kişidir. O cebiri, sayısal ve geometrik bilinmeyenlerin belirlenmesini amaçlayan bilim olarak tanımlamıştır. Matematik bilgisi ve yeteneği zamanın çok ötesinde olan Ömer Hayyam  denklemlerle  ilgili başarılı çalışmalar yapmıştır. Nitekim, Hayyam 13 farklı 3. dereceden denklem tanımlamıştır. Denklemleri çoğunlukla geometrik metot kullanarak çözmüştür ve bu çözümler zekice seçilmiş konikler üzerine dayandırılmıştır. Bu kitabında iki koniğin ara kesitini kullanarak 3. dereceden her denklem tipi için köklerin bir geometrik çizimi bulunduğunu belirtir ve bu köklerin varlık koşullarını tartışır. Bunun yanı sıra Hayyam, binom açılımını da bulmuştur. Binom teoremini ve bu  açılımdaki katsayıları bulan ilk kişi olduğu düşünülmektedir. (Pascal üçgeni diye bildiğimiz şey aslında  bir Hayyam üçgenidir). Öğrenimi tamamlayan Ömer Hayyam kendisine bugünlere kadar uzanacak bir ün kazandıran Cebir Risaliyesi'ni ve Rubaiyat'ı Semerkant'ta kaleme almıştır. Dönemin üç ünlü ismi Nizamülmülk, Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam bu şehirde bir araya gelmiştir .
    Gerek Hayyam'ın zamanında, gerek sonraki zamanlarda yazılan kaynaklarda çağının bütün bilgilerini edindiği, o alanlarda derin tartışmalara girdiği, fıkıh, ilahiyat, kıraat, edebiyat, tarih, fizik ve astronomi okuttuğu yazılıdır. Ebu'l Hasan Ali El-Beyhaki onun çok bilgili bir kimse olduğunu, fakat müderrislik hayatının pek başarılı olmadığını bildirir. Ayrıca Zemahseri ile uzun boylu tartışmalara giriştiğini, onun derslerine bile devam ettiğini, Zemahşeri'yi, bilgi bakımından beğendiğini yazar.
Hayyam'ın fizik, metafizik, matematik, astronomi ve şiir konularında değişik eserleri vardır. Bunlar arasında İbni Sina'nın Temcit (Yücelme) adli eserinin yorum ve tercümesi de yer alır. Zamanında, bir bilgin olarak ün kazanan Ömer Hayyam'ın edebiyat tarihindeki yerini sağlayan, sonraki yüzyıllarda da doğu dünyasının en büyük şairlerinden biri olarak anılmasına yol açan Rubaiyat'ıdır (Dörtlükler). Ömer Hayyam, İran ve doğu edebiyatında rubai türünün kurucusu sayılır. Sonraları aralarına başkalarının eserleri de karışan bu rubailer iki yüz kadardır. Hayyam, oldukça kolay anlaşılan, yumuşak, akıcı, açık ve seçik bir dil kullanır. şiirlerinde gerçekçidir. Yaşadıkları, gördüklerini, çevresinden, zamanın gidişinden aldığı izlenimleri yapmacığa kapılmaksızın, olduğu gibi dile getirir. Ona göre, gerçek olan yaşanandır, dünyanın ötesinde ikinci bir dünya yoktur. İnsan, yaşadıkça gerçektir, gerçek ise yaşanandır. En şaşmaz ölçü akıl ve sağduyudur. İnsan bir akıl varlığıdır. Gerçeğe ancak akıl yolu ile ulaşılabilir.
Ömer Hayyam  pervasız olarak söyleyebilen bir kişiliğe sahiptir. Şiirlerinde halkın anlamadığı kelimeler kullanmamıştır. Düşüncede yaptığını dilde de yapmış bütün büyük adamlar gibi o da halkın anlayabileceği kelimeler kullanmıştır. Hayyam doğulu bir düşünce ve şiir adamı olmasına rağmen gerçek değerini daha ziyade batıda bulmuştur.
Ömer Hayyam’ın hangi şiirlerinin kendisine ait hangilerinin ait olmadığı hakkında kesin bir hüküm bulunmamaktadır.  Zamanındaki bir çok şairin kendilerinin söyleyemediği şeyleri yahut kendi adları ile inandırıcı olmaz sandıkları şeyleri Hayyam’a söylettikleri ve kendi içlerini döktükleri değerlendirilmektedir.
Hayyam’ın şiirleri incelendiğinde genellikle varlık, yokluk, tanrı, aşk ve şarap konularına eğildiğini görmekteyiz. Şiirlerinin yapısı genellikle dörtlükler biçimindedir. Şiirlerinden örnekler verilecek olursa;
Ey özünün sırlarına akıl ermeyen;
Suçumuza, duamıza önem vermeyen;
Günahtan sarhoştum, ama dilekten ayık;
Umudumu rahmetine bağlamışım ben.
    Yukarıdaki şiirinde görüldüğü gibi tanrının bilinmezliğine değinmekte ve ona dilekte bulunmaktadır. Fakat isteklerine ve dualarına cevap bulamadığı anlaşılmaktadır. Kendisini şaraba verdiğini fakat istek ve dualarının bitmediğini yinede umutlarını tanrıya bağladığını belirtmektedir.
Tanrım  bir  geçim  kapısı  açıver   bana;
Kimseye minnetsiz yaşamak yeter bana;
Şarap içir, öyle kendimden geçir ki  beni
Haberim olmasın gelen  dertten  başıma.
    Bu şiirinde de Hayyam kimseye muhtaç olmadan yaşamak istemekte ve bunun için tanrıya dua etmektedir. Hayatın dert ve sıkıntıları ile yaşamak kendisine zor gelmekte ve bu dert ve tasalardan uzak kalmak maksadıyla kendisini şaraba vermektedir. Böylece kendinden geçerek hayatın meşgalelerinden uzak kalacağını düşünmektedir.
İçin temiz olmadıktan sonra
Hacı hoca olmuşsun, kaç para!
Hırka, tespih, post, seccade güzel;
Ama Tanrı kanar mı bunlara?
    Hayyam burada insanların iç güzelliğe sahip olmaları gerektiğine inanmaktadır. Görünüş ve üzerine giyilen kıyafetlerin iç kirliliklerini örtemeyeceğini düşünmektedir. Yaşadığı dönemlerde insanların dini kisve ile hareket ettiklerini ve görünüşte dindar gözüküp aslında olmadıklarını değerlendirmektedir. Fakat bu insanların kendilerini ve diğer insanları kandırdıklarını tanrıyı kandıramayacaklarını belirtmektedir.
Beni özene bezene yaratan kim? Sen!
Ne yapacağımı da yazmışın önceden.
Demek günah işleten de sensin bana:
Öyleyse nedir o cennet cehennem?

    Şiirde Hayyam Allah’ın insanları özene bezene yarattığından ve kader inancından bahsetmektedir. Fakat Allah’ın her şeyi, öncesini ve sonrasını bildiğinden kendi işlediği günahlardan dolayı da Allah’ı sorumlu tutmakta ve kader inancını sorgulamaktadır. Dolayısıyla insanın hayatta işlediği hatalardan yargılanmaması gerektiğine inanmaktadır. Aslında Hayyam günah işlediğini bilmekte ve korku duymaktadır.

Cennette huriler varmış, kara gözlü;
İçkinin de ordaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz:
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili.

Şiirde Hayyam’ın aslında iyi bir dini bilgiye sahip olduğu görülmektedir. Fakat uygulama bakımından pek dini kurallara uymadığı gününü gün ettiği ve şarap ve kadınlardan uzak durmadığı anlaşılmaktadır. Cennetle dünyada yaşadıklarını kıyaslayan Hayyam  kendisinin zaten cennette yaşadığını düşünmektedir.

Kim görmüş o cenneti, cehennemi?
Kim gitmiş de getirmiş haberini?
Kimselerin bilmediği bir dünya
Özlenmeye, korkulmaya değer mi?

    Hayyam bu şiirinde cennet ve cehennemi sorgulamaktadır. Her ikisi de bilinmezliğe ait olan unsurlardır. Dolayısıyla insanların cennet sevdası ve cehennem korkusu ile yaşamalarına bir anlam verememektedir. Çünkü bu yerlerin olup olmadığına dair insanların kesin bir bilgiye sahip olmadıklarını düşünmektedir. İnsanların bu kavramlara karşı neden bu kadar duyarlı olduklarına anlam verememektedir.

18 Şubat 2013 Pazartesi

Mahur Beste, Ahmet Hamdi Tanpınar

Osmanlı toplumunun Tanzimat ile birlikte yaşadığı değişimler.
           Behcet Bey yetmiş yaşında, geçmişte takılıp kalmış, çekingen kendi dünyasında bir ihtiyardır. Sevmediği, asık suratlı hizmetçisi ile birlikte yaşamaktadır. Onu hayatının zarureti olarak görür.Hizmetçisi Şerife Hanım hatıralarından süzülen tek canlıydı ve çok şey ifade ederdi. Behçet Bey ürkek, hassas, iç dünyasıyla meşgul, yalnız bir insandır. Bu da onu darülmihan diye adlandırılan bir yalnızlığa sürüklemiştir. Evi estetiksel kaygının şahane tablosu gibidir. Behçet Bey eski, güzel, renkli şeyleri sever. Antikacı dükkanında saatler geçirir, buna rağmen o sanat meraklısı değil şairdir.
            Dost meclislerinde şarkılar, besteler okunurken o dışarı çıkmaz, saat tamir etmek kitap ciltlemekle   vaktini geçirirdi. Bu işler en büyük zevkiydi. Onlara marazi denilecek bir sevdayla bağlıydı. Hatta sevdiği kitapları koynuna alır çocukların oyuncağıyla yatması gibi onlarla uyurdu.
             Behçet Bey otuzbeş yıl  evvel karısı  Atiye’yi kaybetmiştir. Belki  de kocasına ve bu monoton hayata tahammül edemediğinden genç yaşta ölmüştür. Saatlere ve kitaplara harcadığı zamanı karısı için harcamamıştır. İstemedende olsa karısını incitmiştir. Karısı ölmeden evvel bu konuda sitemini dile getirmiştir.”Bey işte ölüyorum.Darülmihanda bir kadına lüzum yok.bundan böyle kitapların ,saatlerin ve ciltlerin ile meşgul ol; kimse seni rahatsız etmez” demişti. Bu içten gelen sitem zavallı kadının nasipsiz ömründen alabildiği biricik intikamdı. İşin trajik yanı bunca yıl geçmesine rağmen Behçet Bey’in hala masumluğuna inanması ve bu ölümü kadın inadına bağlamasıydı.
             Cavide Hanım Behçet Beyin ablasının torunu, genç yaşta dul kalmış bir kadındır. Behçet Bey onu konağa  davet etmiştir. Ama alıştığı düzenin  bozulmasından korkmaktadır. Yenilik ve değişiklik onun hazmedemediği iki kavramdır. Ancak merhamet ettiği bu kızı ve     gençliği güzelliği ile evde estireceği yeni havayı kabullenmiştir.
               Odasında duran antika bir aynayı eline alarak Necip paşa konağını düşünmeye başladı. Şimdi Behçet Bey 15-16 yaşlarında toy bir delikanlıydı.Kulağına Necip Paşa konağından saz sesleri geliyordu.  O Konaktan antikacıya geçen bu aynayı Behçet Bey satın almıştır.Bu komşu konağın hanımefendisi babasının eski sevdalısı Tarıdil Hanım, konağın yaşantısı  onların musıkiye olan düşkünlükleri, orada yetiştirilen cariyeler, bu cariyelerin aynayı kullanma ihtimalleri, o cariyelerden biri tarafından  kendisine atılan gül gözünün önünde canlanmıştı.
                                                           BABA İLE  OĞUL
              Behçet Bey’in babası İsmail Molla çok ölçülü fakat biraz pervasız, açık yürekli, sert, mağrur, otoriter bir insandır. Dinamik renkli ve uçarıdır. Çapkınlığı erkekliğin bir gereği sayardı.
              İhtiyarlık zamanında dönemin padişahı Abdülhamit’in emriyle görev yeri Hicaz olarak belirlenmiştir. Behçet Bey o sıralar ondokuz yaşındadır. Yatılı okula  verilmiştir. Annesi ve bakıcısının yoğun ilgisinden sonra ona bu hayat zor gelmiştir. Bir kadın kadar içli duygusal, pısırık, fazla nezaketliydi. Aşırı utangaç, ahlaklı bir gençtir. Çok çalışkandır. Kitapları ve onlarla ilgilenmeyi çok sever.
              Onun bu pısırık, içine kapanık, utangaç halinden babası hiç hoşnut değildir. Hatta baba yüreğini sızlatmaktadır. Onun yazdığı mektupları sayfalarca anlattığı gereksiz ayrıntıları tahammül gösterip onu incitmekten kaçınmıştır. Ona tahammül etmeyi öğrenmiştir.
              İsmail Molla orada karısını kaybetmiş görev süresi dolunca geri dönmüştür. Döndüğünde büyük bir sürprizle  karşılaşır. Oğlu okulunu bitirmiş, Şura-yı Devlet üyesi olmuştur. Padişahın emriyle İsmail Molla’nın eski arkadaşı olan Ata Molla’nın kızı Atiye hanımla evlendirilmektedir. Sebebi ise şehzadelerden biri Atiye Hanıma aşık olmuş onunla evlenmek istemektedir. Padişah ise böyle bir çözüm yolu bulmuştur. Ata Molla’nın en değerli kızıdır bu durumdan memnun değildir fakat emre karşı gelememektedir.
             Ata Molla İsmail Molla’nın eski ders arkadaşıdır. Şu anda dargındırlar. Ata Molla geçimsiz kalleş, hırslıdır. Üst makamda bulunanları yerden yere vurur. Abdülhamit devrinden şikayetçidir.
                                                     İKİ   DÜNÜR
              İki dünür zamanında ders arkadaşıydılar, araları gayet iyi idi. Padişahın İsmail Molla hakkında ne düşündüğünü sorması üzerine Ata Molla’nın çocukluktan beri içini kemiren kıskançlık birden şahlanmış ve ona ömrü için felaketli olan bir yanlış yaptırmıştı. Hünkarı beğendiğini bildiği arkadaşını övdükten sonra onu Kara Çelebizade Abdülaziz Efendiye benzetmiştir. Bu sözle   onu büyük  bir alime benzeterek övüyor bir yandan da tehlikeli bir şahsiyet olduğunu  belirtiyordu. Padişah  bu cevabı küstahlık saydı bir daha huzura almadı. Bu olay iki dünür  arasında kanayan bir yara gibi hep kalmıştır. Ata Molla Behçet Beyi beğenmemekte kızına layık bulmamaktadır.   
                                      BEHÇET BEY’İN EVLİLİK YILLARI
              Behçet Bey öyle mahçuptu ki evlendikleri gün kendisinden birbuçuk karış uzun olan bu güzel kadına  ne diyeceğini bilemedi.O Behçet Bey’e  ait bir nergis çiçeği gibiydi. Ama Behçet bey’de ona sahiplenecek cesaret yoktu. Evliliklerinin ilk gecesi beklenenin aksine uyuyarak geçti. Ama Atiye Hanım kararını  vermişti; Genç kadın alnına  yazılan bu adamı sevmeye uğraşacak ona sadık bir eş olacaktı.
              Behçet Bey bu hassas kadının ulvi duygularını anlayabilecek yaratılışta değildir. O herşeyi kendi değer yargılarıyla ölçmektedir. Karısını daima  kendinden üstün bulur. Bu sebeble de hep kendini ondan uzak tutar. O kadar güzel ve iyi olmasa onu daha çok sevecektir.
              Atiye ile İsmail Molla birbirlerine  çok iyi uyum sağladılar. Atiye musikiye olan düşkünlüğü kadar siyasetten tarihten de anlar o konuları saatlerce tartışabilirdi. Birlikte çok güzel vakit geçiriyorlardı, çok iyi dost olmuşlardı. Atiye Hanım istese boşanabilirdi ama o kocasına kıyamaz kayınpederini de üzmek istemezdi.
              Behçet Bey karısının kendisini bırakıp gitmesinden çok korktuğu için babasının “Mahur Beste” den bahsetmesine engel olmak istemiştir. Bu eser Talat Bey’in dir Kocasını terk eden kadının acıklı öyküsünü anlatıyordu. Atiye bu engellemenin nedenini biliyordu. Atiye’ye göre bu hayata renk katmanın bir yolu var o da kocasının politikaya girmesiydi.
                                                  GARİP BİR İHTİLALCİ
              Bu bölümden itibaren söz konusu evlilikten bir malumat alınamaz.Bu yazar tarafından bilinçli yapılan bir kopukluktur.
              Sabri Hoca İsmail Molla’nın arkadaşı, politikanın yuttuğu bir insandır. Medrese tahsilini parasızlık yüzünden yarıda bırakmış ve politika  aşkı ile devrin olayları içinde bulunmuş, insan sarrafı garip biridir.
             Abdülaziz’in hal’i sırasında Mithat Paşa’nın yanında bulunmuş, Suavi olayında ön sırada yer almıştır. Jön Türklerle münasebeti de başlamıştır. Abdülhamit aleyhindeki propagandalara katılmıştır. İmparatorluğun içinde bulunduğu durumu görerek ümitsizliğe kapılıp köşesine çekildi. Ona göre şark ölmüştü hünkarı indirmek birşey değiştirmezdi. İsmail Molla ise kötümser değildi. Bir kültürü asimile  etmek bir inanışı fosilleştirmek oldukça güçtü.
             Atiye küçükken kendisiyle oynamaktan garip bir heyecan duyduğu aynı zamanda akrabasıda olan Refik Bey’in eğitim için gittiği yurt dışından döndüğünü duyunca tadı kaçmıştır. Refik Atiye’yi, Atiye’de onu hiç unutmamıştır.
                                          HISIM AKRABA ARASINDA             
         Halit Bey   şişman sevimli bir adamdı. Hiddetli görünüşlü ama daima neşeli biridir. Baba parasıyla geçinir, gece alemlerine düşkündür. Paralar suyunu çekmeye başlayınca miras takibine başlamış açtığı davaları  takip sırasında avukatlarla girdiği münasebetler yıllarca sürmüştür. Bu dava takipleri sonucu tedavisi mümkün olamayan “adalet hastalığına” tutulmuştur.
             Karısıyla evlenebilmek için satranç öğrenmiştir. Bu pek sevmediği oyundan kurtulabilmek için kayınpederi Ata Molla ile karşılaşmalarında uyuya kalmaya başlayınca Ata  Molla tahammül edememiş iç güveysi olarak girdigi konaktan karısınıda alarak ayrılmıştır.
                                                ESKİ BİR KONAK
         Halit Bey’in konağında iki süt nine vardır. Adile Hanım, Esma Sultandan saray terbiyesi almış, çatık kaşları, dehşet verici mimikleriyle otorite sağlayan sert, titiz, mağrur bir hanımdır. Halit Bey’in anneannesi Buyidil Hanım ile eski kapı yoldaşıdır gelip onun konağına yerleşmiştir. Annesi Sıdıka hanıma süt ninelik etmiş ayrıldığı konağa yıllar sonra gelerek Sıdıka hanımın çocukları ile bizzat ilgilenmiştir .
            Sıdıka hanımın kocası  Sırmakeş Nuri Bey tayinini beğenmediği için resmi görevinden ayrılmış, sarraf Agop Efendinin tavsiyesi ile sırmalı eşya satmaya başlamıştır Saniye Hanım Nuri Beyin süt ninesidir Nuri Bey onunla yaşardı. O eğlenmeyi çok severdi ama moda olan alafranga eğlencelerle Beyoğluna düşkünlüğü yoktu mahalle kahvesinde rakı yudumlamayı tercih etmiştir.
        Birgün arkadaş tavsiyesi ile umuma açık olmayan, parola ile girilebilen bir sefahat evine gitti ordan  bir kız seçti ama gecenin ilerleyen saatlerine doğru o günlerde İstanbul da sıkça görülmeye başlanan  bir yangın çıktı. Bu yangında evin sahibi Nerkis Hanım yıllardır biriktirdiği altınların, elmasların derdine düşüp çiğnenerek can verdi. Nuri Beyi ise tulumbacı takımından Ali kurtarmıştı. Ali sonra konağın kahyası olmuştur. Bu yangın  Nuri Bey’de bazı tesirler bırakmıştır. Olayı kendisine gönderilen bir ilahi mesaj olarak almış, dünyadan el etek çekmek istemiştir. Hayatını mistik bir arayış devresi hüküm sürdü. Tarikata girdi. Nefesler besteledi. Semazenlere konuk oldu. Sonunda Sıdıka Hanımla evlendi.
                MAHUR BESTE HAKKINDA BEHÇET BEY’E MEKTUP
        Bu bölümde Ahmet Hamdi Tanpınar Behçet Bey’in kendisine yazdığı serzeniş yüklü mektuba cevap verir. Yazar yanıt verirken okuyucunun şüphe ve meraklarını gidermeye çalışır. Behçet Bey’i bambaşka bir şahsiyet gibi karşısına alır. Onunla yüzleşir. Yazar onu hayatla ve benliğiyle tanıştirmak için unutmuş hikayesini yarı bırakmış hatta kötü göstermiştir. Çünkü “olduğumuz gibi” ile “olmak istediğimiz gibi” kavramları farklıdır. Bu yüzden Tanpınar Behçet Bey’in kendi hikayesini “hatırat” gibi kaleme almasına engel olmuş; objektifi yakalamaya çalışmıştır.
        Üstad, Behçet Bey’i dinlerken yıllarca kapısı açılmamış bir eve girdiğini sanır. Birdenbire bu kapının gündelik hayata nasıl, hangi sebeblerle kapandığını merak eder.”Mahur Beste” bu meraktan doğar.
Behçet Bey  esasında yazara göre çok “velut” tur. Kitapta ismi geçen şahısları hep ondan öğrenmiştir.Nihayet yazar Behçet beyin tek bir zaman parçasından ibaret olmadığını onunda bir zamanı olduğunu kavrar. Onun için hal hatırlama anıyla sınırlıdır. Behçet Bey onu sokağa çıkarır.


Tanpınar mektubunda  Atiye’yi sabrından dolayı takdir etmektedir. Refik Bey’den ve Atiye’den bahsetmemesinin sebebini yine Behçet Bey de bulur. Onların sonunu yazardan, Behçet Bey gizlemiştir. Halbuki Refikin zatürreden öldüğünü saklamanın ne lüzümu vardır.
          Behçet Bey mani olduğu için “Mahur Beste” ve Talat bey’den üstünkörü bahseder.  O kainatın kendi etrafında dönmesini ister. Ama hayat herkesle beraber yürür. Hayatta başka insanlar başka  kahramanlar da vardır. Tek kahramanlı hikayeler Tanpınar’ın canını sıkar. Buna rağmen o Behçet  Bey’i yarım bırakmayacaktır. Biraz sabra ihtiyaç vardır.
    Not : ”Mahur Beste” yarım kalmış bir eserdir ama yazar Behçet Bey’e verdiği sözü tutar. Yazarın “Huzur” ve “Sahnenin Dışındakiler” adlı eserlerinde önemli bir motif olan “Mahur Beste” teması önemli yer alır.

    Ahmet Hamdi Tanpınar, Osmanlı toplumunun Tanzimat ile birlikte yaşadığı değişimleri,  Behçet Bey’in etrafında gelişen olaylar zinciri halinde Mahur Beste’de yansıtır. Eski ile yeni, doğu ile batı çatışmasının girdabında şekillenen bu çöküş dönemi kimlikleri, ilmiye sınıfından sokaktaki insana kadar geniş bir yelpaze içinde, kaçınılmaz bir uygarlık tartışmasının sözcüleri olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Eserde  İstanbul’un Konak hayatı, kadın dünyası ve gündelik ilişkiler arasında yazar gezinir durur. Düş kırıklığı, isyan ve umutsuzluk arasında bir çıkış yolu arayan bireylerin durumu anlatılırken bu seyahat yazarın kaleminden hüzünlü bir şiire dönüşmüştür.
    Roman sekiz bölüm halinde yazılmıştır. Karakterler mazinin koridorlarında dolaşır, konuşur, düşünür ve duyar. Çok uzun cümleler kullanılmış tasvirler oldukça teferruatlı yapılmıştır. Olayların akışında belirli bir sıra gözetilmemiş, bazen olaylara başlanmış devamı getirilmemiştir. Sanki bu durum bir unutulmuşluğu, bir uyuşukluğu anlatır gibidir. Fakat yazarın gerçekçi gözlemleri ayrıntıyı kaçırmaması, dikkati ve sosyal, tarihsel felsefesi  bu neticeyi çürütür.
 Yazar  zamanın ve saatlerin baş döndürücü musıkisi eşliğinde, çok eski şeylerden,  eski insanlardan, geçmişteki olaylardan bugünden bahseder gibi çok canlı eleştirilerle, düşüncelerle söz eder. Ana karakterin hayatını günışığına taşımaya çalışırken başka konular, başka renkler içinde onu unutmuş gibidir. Mahur Beste yazarın irdeleyiş tavrı, şiirsel tasvir anlayışı ve cümlelerin uzunluğu sebebiyle yazılış maksadı güç sezilebilen bir roman olarak karşımıza çıkar.

14 Şubat 2013 Perşembe

100 Büyük Roman Özet, Abraham H. Lass

Abraham H. Lass'ın 100 Büyük Roman Özeti, 4 Cilt olup Ötüken  Yayınevi tarafından 2007'de basılmıştır.
Batı edebiyatını iyi öğrenmenin başlıca yolunun bu edebiyatı oluşturan eserlerin tanıtılması, eleştirilmesi  ve yazarları hakkında bilgi verilmesi olduğu düşüncesiyle Türkçe’ye kazandırılan Abraham H. Lass’ ın bu eseri dört ciltten oluşmaktadır.Amerikalı yazar bu kitap ile iki tür okuyucuya hitap etmek amacında olduğunu belirtmekte , birinci grubu yani  bu kitapta bahsedilen romanların sadece birkaç tanesini okuma fırsatı bulanları   diğerlerini de okumaya sevk etmek ,ikicinci gruba yani bu eserlerden çoğunu okuyanlara da  okumuş oldukları bu eserlerin gerçekten de nefis eserler olduğunu bir kere daha hatırlatmak olduğunu vurgulamaktadır.Yazar romanları incelerken dört ana bölümden oluşan belli bir sistem dahilinde her romanı şu şekilde ele almaktadır.

1.    Başlıca karakterler kimlerdir,nasıl insanlardır ?
2.    Romandaki başlıca olay ve tezlerinin özünün berrak ve anlaşılır ifadelerle anlatılması.
3.    Romanların, günümüzdeki eleştirisiyle ilgili kısa bir yazı.Böylece ele alınan eserin, roman türünün geliştitilmesinde hangi mevki işgal ettiği gösteriliyor; çağdaş okuyucu ve eleştrilerin onları nasıl ele aldıkları anlatılıyor.
4.    Her yazarın hayatı hakkında kısa bilgiler veriliyor.

    Yazar giriş bölümünde bir romanın nasıl okunması gerektiği, okurken romandaki kahramanlara bakarak  yazarın hayatı hakkında bazı fikirler elde edilebileceği , karakterlerin analizi esnasında nelere dikkat edilmesi gerektiği hakkında kısa bilgiler verdikten sonra geri kalan 220 sayfada  batı edebiyatının önemli yapıtlarından olan 25 tane roman hakkında yukarıda belirtilen esaslar dahilinde değerlendirmeler yapmaktadır.
    Eserde  ele alınan romanlar şöyledir.

      
          ESERİN ADI                               YAZARI                                 
    Don Kişot                                        Miguel de Cervantes
    Robinson Crusoe                    Daniel Defoe
    Güliver’in Seyahatleri                Jonathan Swift
    Candide                            Voltaire
    Tom Jones                        Henry Fielding
    Wakefield Papazı                    Oliver Goldsmith
    Gurur ve Aşk                        Jane Austin
    Kara Şövalye                        Sir Walter Scott
    Kırmızı ve Siyah                    Stendhal
    Parma Manastırı                    Stendhal
    Sefiller                                                Viktor Hugo
    Notre Dame’ın Kamburu                Viktor Hugo
    Eugine Grandet                Honore de Balzac
    Goriot Baba                    Honore de Balzac
    Son Mohikan                    James Fenimore Cooper
    Moby Dick                        Herman Melville
    Tom Amca’nın Kulubesi                Harriet  Beecher Stowe
    Ölü Canlar                    Nikolai Gogol
    Monte Kristo Kontu                Alexander Dumas Pere
    Madam Bovary                Gustave Flaubert
    Oblomov                        Ivan Alexandrovich Goncharov
    Babalar ve Oğullar                Ivan Sergeyevich Turgenev
    Pickwick’in Evrakları            Charles Dickens
    David Copperfield                Charles Dickens
    İki Şehrin hikayesi                Charles Dickens

Cilt 2


Abraham H. Lass’in yazdığı 100 Büyük Roman adlı eserin ikinci cildinde toplam yirmi altı roman özetlenmiştir. Eser özetleri, başlıca karakterlerin tanıtılması ile başlar, hikâye ile devam eder, eleştiri ile zenginleşir ve son olarak yazar ve diğer eserleri ile ilgili bilgi verilmesi ile son bulur.  Kitapta incelenen eserler ve yazarları şunlardır:
(1)    Büyük Ümitler (Great Expectations), Charles Dickens (1812–1870)
(2)    Ölmeyen Aşk (Rüzgârlı Bayır) ya da (Wuthering Heights), Emily Bronte (1818–1848)    
(3)    Suç ve Ceza, Fyodor Mikhailovich Dostoyevski (1821–1881)
(4)    Karamazov Kardeşler, Fyodor Mikhailovich Dostoyevski (1821–1881)
(5)    Tom Sawyer, Samuel Langhorne Clemens (Mark Twain), (1835–1910)
(6)    Huckleberry Finn’in Maceraları (The Adventures of Huckleberry Finn), Samuel Langhorne Clemens (Mark Twain), (1835–1910)
(7)    1887’den 2000 Yılının Görünüşü (Looking Backward), Edward Bellamy  (1850–1898)
(8)    Bir Hanımın Portresi (The Portarit of a Lady), Henry James (1843–1916)
(9)    Cesaret Madalyası (The Red Badge of Courage), Stephen Crane (1871–1900)
(10)    Hodgamlar Panayırı (Vanity Fair), William Makepeace Thackeray (1811–1863)
(11)    Alice Harikalar Diyarında (Alice’s Adventures in Wonderland), Lewis Carroll (1832–1898)
(12)    Anna Karenina, Lev (Leo) Nikolaviç Tolstoy (1828–1910)
(13)    Harp ve Sulh, Lev (Leo) Nikolaviç Tolstoy (1828–1910)
(14)    Denizler Altında 20 Bin Fersah, Jules Verne (1828–1905)
(15)    Nana, Emile Zola (1840–1902)
(16)    Germinal, Emile Zola (1840–1902)
(17)    Erewhon, Samuel Butler (1835–1902)
(18)    Yuvaya Dönüş (The Return of the Native), Thomas Hardy (1840–1928)
(19)    Asi Kalpler (Jude the Obscure), Thomas Hardy (1840–1928)
(20)    Define Adası (Treasure Island), Robert Louis Stevenson (1840–1894)
(21)    Dorian Gray’in Portresi (The Picture of Dorian Gray), Oscar Wilde (1856–1900)
(22)    Ahtapot (The Octopus), Frank Norris (1870–1902)
(23)    Vahşetin Çağrısı (The Call of the Wild), Jack London (1876–1916)
(24)    Kız Kardeşim Carrie (Sister Carrie), Theodore Dreiser (1871–1945)
(25)    Bir Amerikan Faciası (An American Tragedy), Theodore Dreiser (1871–1945)
(26)    Babbitt, Sinclair Lewis (1885–1951)


Kitabın kendisi bir özetler bütünü olduğu ve içeriğin tekrar özetlenmesi kitabın tanıtımı için ayrı bir güdükleme operasyonu olacağı için her roman özetinin sadece konusu verilecek ve en çok ilgi çeken üç romanın üzerinde durulacaktır. Şu açık bir gerçektir ki bu kitaptaki her roman üzerinde tek tek durulsa, neredeyse kitabın kendisi kadar bir yeni eser ortaya çıkar. Ancak yine kabul edilmesi gereken diğer kaçınılmaz gerçek de şudur ki seçilen üç roman tamamen özetçinin kendi sübjektif kriterleri çerçevesinde seçilmiştir ve bir başkası tarafından bunları da seçmeye ne gerek vardı tepkisi ile karşılanabilir. Yine de bazı makul kıstaslar ele alınarak Dreiser’ın ve Lewis’in kitapları özet sonunda ele alınacaktır.
Kitapta özetlenen ilk eser olan ve Dickens’in en iyi eseri olarak kabul edilen Büyük Ümitler, küstah insanların hayat tarzlarının soysuzlaştırıcı etkisini ciddi ve derin bir şekilde incelemeye almıştır. Dickens, bu romanında yapmış olduğu psikolojik tahlilleri ile kendisinin alelade bir roman yazarı olmaktan ziyade bir sosyolog veya psikolog gibi toplumun ve bireylerin sıkıntılarını incelemeye aldığını ortaya koymuştur.
Emily Bronte’nin Ölmeyen Aşk’ı, İngiliz romantizminin büyük şaheserlerindendir ve ihtiraslı aşk ve intikam ile rasyonel, medeni dünyayı inceler. İhtiras ve akıl iki farklı dünyayı temsil eder ve roman bu iki dünyanın üç nesil boyunca birbiri ile olan etkileşimini ele alır.
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sının başkahramanı olan Rodion Raskolnikov’un Rus Faust’u olduğu da söylenir ve roman fakir, gururlu, ihtiraslı, üstün zekâlı, mutsuz ve bunların sonucu suç işleyen bir adamın sadık bir kadının aşkı ile doğru yolu bulmasını anlatır.
Dostoyevski’nin bir diğer meşhur eseri Karamazov Kardeşler ise, yazarın son yıllarının dini heyecanlarını içerir ve Rus hayatının farklı yönlerini temsil eden bir ailenin portresini çizer.
Gerçek adı Samuel Langhorne Clemens olan ve Mark Twain adı ile meşhur olmuş yazarın ünlü eseri Tom Sawyer’da Amerikan pastoral hayatı kısmen duygusal kısmen de gerçekçi bir şekilde resmedilmiştir. Kitap bir tasvirler zinciridir.
Samuel Langhorne Clemens’ın kendi tabiri ile en iyi eseri olan Huckleberry Finn’in Maceraları ise, şüphesiz Amerikan edebiyatının şaheserlerinden birisidir ve Tom Sawyer’ın devamı olmasına rağmen ondan daha hareketli ve ilgi çekicidir.
Bellamy’nin, 2000 Yılının Görünüşü eseri Amerika’nın en nüfuzlu kitapları arasında gelir ve Amerikan edebiyatının en önemli ütopik romanıdır. Kitap genelde sınıf harbine karşı çözüm olarak kârdan çok ürün uğrunda organize olmuş toplumun canlı manzarasını önerir.
James, Bir Hanımın Portresi’nde, insanın kendisini katlanmak zorunda kaldığı acı ve ıstıraplara nasıl hazırlayacağını konu edinmiştir.
Crane, Cesaret Madalyası’nda, çevrenin insan hayatındaki öneminden bahseder. Roman, realist bir yaklaşımla, insanın kendi iradesi ve kaderi arasındaki objektif çatışmayı konu edinir.
Thackeray’in Hodgamlar Panayırı, sosyete hayatındaki riyakârlık ve tamahkârlığı konu edinir ve en büyük mizahi İngiliz romanı kabul edilir.
Carroll’ın Alice’i, hem çocuk hem de erişkin romanıdır. Bu roman bir dizi sosyal hiciv içerir.
Tolstoy’un, Anna Karenina ve Harp ve Sulh adlı eserleri birlikte incelendiğinde birincinin bir ahlak dersinden ibaret olduğu, ikincinin ise Rus cemiyetinin ve özellikle asiller sınıfının bir incelemesi olduğunu görürüz.
Verne’in 20 Bin Fersah’ı, yazdığı 65 romandan birisidir ve belki de en iyisidir. Ancak bir çocuk bilimkurgusundan öteye gidemez.
Zola, Nana’sında kadının şehvetinden elde ettiği gücünün yıkıcılığı üzerinde dururken, Germinal’de işçi hareketini ele almış ve işçilerin ıstıraplarını konu edinmiştir.
Butler’ın Erewhon’u, mizahi bir ütopyadır ve Victoria devrinin inanışlarını ele alır.
Hardy’nin Yuvaya Dönüşü, insanın kaderin yumruğu altında ezilişini ve sendeleyip düşüşünü ele almıştır ama yazar karamsarlığının ve sanatının zirvesine Asi Kalpler ile erişmiştir.
Stevenson’ın Define Adası, çocuklar için yazılmıştır ve ciddiyetle okumaya çalışmak anlamsızdır ancak birçok çocuk romanından farkı zamanla değerini yitirmemiş ve uzun ömürlü olmasıdır.  Bunun temel sebebi ise, Stevenson’ın tasvirdeki gücüdür.
Wilde’ın tek tam romanı olarak meşhur olan Dorian, Faust efsanesinin değişik bir tarzda yeniden ele alınışından başka bir şey değildir.
Norris’in Ahtapot’u, gerçek bir olayın romanlaştırılmasıdır ancak tam olarak natüralisttir denemez. Eser, sadece bir sosyolojik belge değildir çünkü yazar ele aldığı halk ve olaylar hakkında tarafsız değildir.
London’ın Vahşetin Çağrısı adlı eserinde, yazarın şefkat hisleri ve zekâsı açıkça görülür. Eser realizmden yoksun olsa da ve mantık silsilesi takip etmese de, London’ın anlatıştaki zirvesi eseri elden bırakılamaz hale getirmekte.
Dreiser’ın Kız Kardeşim Carrie ve Bir Amerikan Faciası adlı eserlerinde ele aldığı ortak konu, insanın iradesinin bazı içsel güçlerine köle olabildiği ve bunun etkilerinin insan hayatındaki yıkıcılığıdır. Her iki eserde de yazar, sonuçta elde edilmiş gibi görünen ama bir türlü elde edilemeyen alçakça duygular ile istenen çirkin arzuların tatminsizliğini resmediyor.
Lewis, Babbitt’te, Orta-Amerikan hayatının bayağılığını ve saçmalığını gözlerimiz önüne seriyor ve ruhsuz iyimserlikleri, büyültülmüş bir fotoğraf gibi ortaya koyuyor.
Hem Dresier’ın Carrie’si ve Faciası ve hem de Lewis’in Babbitt’i, 19’uncu asrın son çeyreği ve 20’nci asrın ilk yarısı itibariyle ele alındığında, Amerikan toplumunun içinde bulunduğu acınacak sosyal yapıyı ortaya koymaktadır. Aslında son derece mutlu gibi görünen ve rakamları milyonları bulan bir topluluk, bir ümitsizlik ve karamsarlık batağına saplanmıştır. İnsanlar, hayatı sahte iyilikler, alçak ihtiraslar ve anlamsızca uyulan ya da dayatılan kurallar etrafında yaşayarak sonuçta son derece mutsuz bir hayat manzumesine erişirler. Bunu fark edince de çok geç olur ve birçoğu ya intiharı ya da hayattan kaçmayı tercih eder. Bir kısmı da akli dengesini yitirir. Oysaki Amerikan Rüyası diye afişe edilen ideal hiçbir yerde yoktur. İşin daha da korkunç tarafı, o dönemde bazı yazarların tespit ettiği bu sosyal kokuşma, artarak devam etmiş ve günümüzde, Amerikan toplumu ve bilhassa gençliği tamamen sapıtmıştır. Toplumun hemen tamamına uyuşturucu bağımlılığı, alkolizm, sapık cinsel temayüller, yaygın eşcinsellik, aşırı kumar düşkünlüğü ve parçalanmış aile yapısı sirayet etmiş ve bu durum artık normal karşılanır hale gelmiştir. Kısacası, Dreiser ve Lewis’in o dönemde sinyallerini verdiği ahlaki anlayış paradigmasındaki değişim veya kayma bugün gerçekleşmiştir.
Yukarıdaki iki romanın seçiminden maksatsa, bu iki yazarın da halen benimle beraber öğrencilik yapan arkadaşlarımca en az bilinen yazarlar olmasına rağmen, Amerikan toplumunda çok ünlü ve klasik yazarlar olmasıdır

Cilt 3

ARROWSMITH
Yazan
SİNCLAİR LEWİS (1885–1951)

    Bir tıp öğrencisi olan Martin Arrowsith’in alanında azimli ve gayretli çalışmalarını anlatır.
MUHTEŞEM GATSBY
Yazan
F. SCOTT FİTZGERALD(1896–1940)

    Muhteşem Gatsby “Amerikan Rüyası” nın çöküşünü anlatır. Amerikanın I. Dünya Savaşı sonrası yaşadığı düş kırıklığını, para ve mevki tutkunu bir toplumdaki ahlak çöküntüsünü çarpıcı bir biçimde yansıtmakla kalmamış; belli bir zaman ve yerde geçen olayları anlatmakla yetinmemiş; Gatsby'nin muhteşem rüyasının peşinde koşmasını adım adım takip ederken hayal ve gerçek arasındaki büyük farklılığa da güzel bir örnek vermiştir.
    Fakir ama hırslı olan Jay Gatsby savaş sırasında tanıdığı zengin ve güzel Daisy’i unutamaz. Savaş sonrası inanılmaz bir servet elde eden Gatsby’nin tek düşü Daisy’le birlikte olmaktır. Gatsby Daisy’nin New York, East Egg’deki villasının tam karşısına bir villa yaptırır. Komşusu Nick Carraway’in yardımı sayesinde Daisy ile yeniden görüşmeye başlar, ama Daisy zengin Tom Buchanan ile evlidir. Daisy bir trafik kazası sonucu Tom’un metresini öldürdüğünde Gatsby’nin arabasını kullanır ve onun suçunu Gatsby üstlenir. Gastby ölen kadının kocası tarafından öldürülür. Gastby’nin evinde verdiği partilere katılan insanların ne yazık ki hiç biri cenaze törenine katılmaz.
ZAMAN MAKİNESİ
Yazan
H.G.WELLS(1866–1946)

    Bilimkurgu serüvenini başlatan ilk ve en görkemli adımlardan biri olan bu klasik romanda H.G. Wells, insanoğlunun hiç eskimeyecek zaman yolculuğu düşünden yola çıkarak yaşam biçimlerimizin evrildiği yönü sorguluyor.
    Ondokuzuncu yüzyılın sonlarında İngiltere’de bir bilim adamı aksam yemeğine çağırdığı konuklarına zaman makinesi olduğunu iddia ettiği bir aygıtı gösterir. Saygıdeğer konukları ona inanmayı reddeder, ancak bir hafta sonra tekrar evinde toplandıklarında onu bitkin, sefil ve perişan bir halde bulurlar. Onlara M.S. 802701 yılında, bir zamanlar Londra’nın bulunduğu noktada tanık olduğu yaşamı anlatır. Geleceğe yolculuk etmiş, gelecekteki insanlarla tanışmıştır; birer peri kadar hoş, meyveyle beslenen, yaşamlarını neşeli bir tembellik içinde geçiren sevimle torunlarımızla...
TONO-BUNGAY
Yazan
H.G.WELLS(1866–1946)

    Geroge Ponderevo ve amcası Edward Ponderevo’nun zengin olma yolunda başlarından geçen olayları ve George’nun yaşadığı aşklardan bahsetmektedir.
BİR HAYAT HİKÂYESİ
Yazan
ANOLD BENNETT

    İki kız kardeş olan Constance ve Sophia’dan Constance’nin durağan sıkıcı hayatına rağmen Sophia’nın azimli, başarılı hayallerine kavuştuğu hayatını anlatır.
ORMAN ÇOCUĞU
Yazan
RUDYARD KİPLİNG (1865–1936) 

    Orman Çocuğu, 1907 yılında Nobel Edebiyatını kazanan Rudyard Kipling'in en ünlü çocuk romanıdır. Bir uçak kazası sonucu balta girmemiş bir ormanda yaşamak zorunda kalan küçük bir çocuğun serüvenleri anlatılmaktadır. Eserde ayrıca çocuklara hayvan ve çevre sevgisi de aşılanmaktadır.
SYLVESTRE BONNARD’IN CÜRMÜ
Yazan
ANATOLE FRANCE (1844–1924)

    Kitap iki bölümden oluşur. İlk bölümde Bonnard eski kitaplara duyduğu hayranlıkla onları elde etme çabasını, ikinci bölümde gençlik aşkının torununa rastlayıp ona bir büyükbaba olmak için yaptığı fedakârlıkları anlatır.
PENGUENLER ADASI
Yazan
ANATOLE FRANCE (1844–1924)

    Anatole France ktapsever bir babanın oğludur. Penguenler Adası’nı 1908 yılında yazan Anatole France 1921 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır. Bir siyasi düş niteliğinde olan Penguenler Adası France'in en önemli yapıtlarından biridir. Mael adındaki efsanevi bir aziz Kuzey kutbunda penguenlerin yaşadığı bir ada bulur ve bu adayı Avrupa’ya taşır. Kitabın ilerleyen bölümlerinde penguenlerin insanlarla ilişkileri, penguenlerin ve Fransa’nın birbirine paralel devam eden tarihi anlatılır.
GÖSTA BERLİNG EFSANESİ
Yazan
SELMA OTTİLİANA LOVİSA LAGERLÖF (1858–1940)

    Efsane ve masallara dayanan yapıtlarıyla tanınan Lagerlöf çağdaş öykü yazarlarının en yeteneklilerinden biri sayılır. Öğretmenlik yaptığı dönemde yayınladığı İki ciltlik romanı Gösta Berling'le (Gösta Berling Destanı) uluslararası ün kazandı. Lagerlöf, Gösta Berling adlı romanıyla İsveç’te romantizmin canlanışında önemli rol oynadı. Bu yapıtında doğup büyüdüğü Vaermland bölgesinin en parlak dönemini, bölgenin demir döküm atölyeleri ve küçük malikânelerle dolup taştığı yıllardaki yaşamı anlatıyor. Gösta Berling, ayyaşlığından dolayı ünvanı geri alınan bir kır papazıdır. Öğrencisi olan bir genç kıza âşık olur, fakat sonunda kızın kuzeni ile evlenmek zorunda kalır.
BUDDENBROOK AİLESİ
Yazan
THOMAS MANN (1875–1955)

    Thomas Mann'ın bütün bir 20. yüzyıl boyunca çokça tartışılan romanı Buddenbrooklar, 'Bir Ailenin Çöküşü'nü anlatır. Hikâye 1835 yılında, Buddenbrook ailesinin yeni evlerindeki bir davetle başlar. On bölüme yayılan ve ağır ağır akan bu sahnede, Buddenbrook ailesi, aralarındaki ilişkiler, dostları, ilgi alanları ve dönemin burjuva kültürü sergilenir. İhtiyar Johann'ın yönettiği Buddenbrooklar, yüz yıllık bir geçmişe sahip şirketleriyle Baltık Denizi sahilindeki Lübeck eyaletinde buğday ticaretiyle uğraşan saygın bir ailedir. Üvey abisi Gotthald, babasının muhalefetine rağmen bir esnaf ailesinin kızı ile evlendiği için şirketin reisliği Jean'a geçer. Jean, karısı Elizabeth, çocukları Thomas, Chirstian, Antonie ve Cara'dan müteşekkil aile, kimileri uzaktan akrabaları olan evin hizmetkâr kadrosuyla birlikte başlangıçta mutlu ve güvenli bir hayat sürdürürler. Ancak çocuklar büyüdükçe bu tablo yavaş yavaş bozulacaktır. Mesela küçük oğul Christian ailenin hasletlerine hiç sahip değildir. Sanata, eğlenceye, bohem hayata düşkünlüğü onu her türden ticari faaliyetten uzaklaştırır. Kızlardan Tony, ailenin ısrarıyla yıldızı yeni yeni parlayan bir tüccarla evlendirilir. Ancak bu evliliği Buddenbrooklar'ın servetinden yaralanmak için yapmış olan kocası kısa sürede iflas edecek, Tony küçük kızı Erica ile birlikte eve dönecektir. Tony’e yıllar sonra bir kez daha deneyeceği evlilik de mutluluk getirmeyecektir. En küçük kız Clara'nın kişiliği hiç gelişmez. Riga'lı bir din adamı ile evlenerek aileden uzaklaşır.
SİHİRLİ DAĞ
Yazan
THOMAS MANN (1875–1955)

    Sihirli Dağ hem felsefi hem empresyonist hem de sembolist olarak tanımlanabilir. Kitapta, tüberküloz sanatoryumundaki hastaları 1900`lerin başlarındaki Avrupa toplumunun çatışan tavır ve politik inançlarını sembolize eder. Bir sanatoryumda geçen bu eser insanlık, 20. yy, savaşlar, hastalık, ruh, ölüm gibi işlediği temaları, tekniği ile tam anlamıyla modern bir Avrupa destanıdır.
İMMORALİST
Yazan
ANDRE GİDE (1869–1951)

    Gide bu eseriyle hem kendi hayatından hem de hayatın ona dayattıklarından hesap sorar neredeyse. Riya, Gide’in hayatında önemli bir yer tutar. Evliliği mesela… Hasta babasını memnun etmek için evlendiği eşini sevmeden evlenmiş. Eşinin de kendisi gibi yetim büyümesi Gide için yaşamlarının ve yaşadıklarının eşitlediği bir evlilik diye düşünmüş. Gide eşine değil, eşiyle yaşadıkları ortak geçmişe, ortak sevgisizliğe, ortak yalnızlığa âşıktır. Gide’in yaşamı boyunca en acı serüveni, anılarıyla arasında geçen ilişkidir. Anıları Gide’ in tek gerçek ailesidir. Gide bu gerçeği kabullenmek istemez ama anılarına da yaşamı boyunca sığınır. Gide, çaresizliğini bir tek anıları karşısında gizleme gereksinimi duymuyor. Yazarın bu eseri bir başka anlamıyla kendisiyle ve yaşadıklarıyla yüzleşmesidir. Gide, İmmoralist adlı eserinde ahlakı ve kendi ahlakını sorguluyor.
KALPAZANLAR
Yazan
ANDRE GİDE (1869–1951)

    Kalpazanlar Gide'nin kendi deyişiyle "ilk romanı" dır. Kalpazanlar ilk kez 1925 yılında yayımlanmıştır. Bu kitabındaki konu; kişi tam anlamıyla mutluluğa kavuşmak, yaşamın tadını çıkarmak istiyorsa geleneklere değil kendi yüreğinin sesine uyması gerektiğidir. Andre Gide der ki "Dünya şayet kurtulabilirse, ancak yerleşik kurallara, kökleşmiş basmakalıp düşüncelere boyun eğmeyenler sayesinde kurtulacaktır".
GÜNEŞ YİNE DOĞAR
Yazan
ERNEST HEMİNGWAY (1899–1961)

    Güneş Yine Doğar, Fransa’dan İspanya'ya Paris'in zevk ve sefa âlemlerinden, boğa güreşi arenalarının nefes kesici heyecanına durmaksızın devam eden bu arayışın hikâyesidir. Savaşta aldığı bir yara nedeniyle âşık olduğu insanla birlikte olmasına imkân olmayan Jake Barnes'ın dilinden anlatılan bu roman, savaş sonrası neslinin hayat tarzını, heyecanlarını, bunalımlarını, hayallerini, mutluluklarını ve acılarını gözlerimizin önüne sermektedir.
SİLAHLARA VEDA
Yazan
ERNEST HEMİNGWAY (1899–1961)

    Silahlara Veda, Birinci Dünya Savaşında Fredeick Henry adındaki Amerikan Subayının Catherine isimli bir kıza âşık olması ile birlikte Almanların elinden kaçarak gebe kalan sevgilisine kavuşma çabalarını anlatır. Kitabın sonunda Ölüm denilen gerçek anlaşılırsa, hayatın yaşanmaya değer güzellikte olduğu ve önemli anları bulunduğunu görmekteyiz.
İHTİYAR BALIKÇI
Yazan
ERNEST HEMİNGWAY (1899–1961)

    İhtiyar Balıkçı adlı roman, İhtiyar bir balıkçının tüm olumsuzluklara rağmen umudunu hiç yitirmeyişini ve her türlü zorluğa karşı nasıl mücadele ettiğini konu alıyor. Kitabın sonunda bir amacımız olduğu zaman, bu amacı gerçekleştirmek için karşımıza çıkan zorluklarla, elimizden gelenin en iyisini yaparak mücadele etmeliyiz dersini çıkarabiliriz.

BERİ GEL MELEĞİM
Yazan
THOMAS WOLFE (1900–1938)

    Sekiz çocuklu Oliver ve Eliza Gant çiftinin yedinci çocuğu olan Eugene’nin eğitim hayatındaki başarıları ile ailenin parçalanmış, sefil hayatını anlatır.
SES VE ÖFKE
Yazan
WİLLİAM FAULKNER (1897–1962)

    Eser, farklı bakış açılarıyla anlatılır ve dört ana bölümden meydana gelmiştir. Ses ve Öfke, bilinç akışı yöntemi ile yazılmıştır. Bilinç akışı Yöntemi: Yazar, kahramanların bilincinden geçen olayları müdahale etmeden anlatır. Birinci bölüm, 7 Nisan 1928′de Benjy’nin bilincinden geçen olayların anlatılmasından ibarettir. İkinci bölüm, 2 Haziran 1910′da Quanten’in intihar etmeden önceki yaşadıklarının onun zihninden anlatılmasıdır. Üçüncü bölüm, 6 Nisan 1928′de Jason’ın bakış açısıyla anlatılan olaylar oluşturur. Dördüncü bölüm, 8 Nisan 1928′de Paskalya günün*deki olaylar oluşturur.
AĞUSTOS IŞIĞI
Yazan
WİLLİAM FAULKNER (1897–1962)

    Ağustos Işığı adlı eserde Faulkner, Amerikan toplumunda yaşanan zenci sorunu, bireyin modern toplumdaki yalnızlığı ve kimliğini oluşturamayan köksüz insanın dramı gibi temaları dünya edebiyatının en ileri teknikleriyle ele alır. Babasında zenci kanı bulunduğu ileri sürülen beyaz tenli Joe Christmas'ın çevresinde gelişen roman, çağımızın şimdiden klasikleşmiş yazarı Faulkner'ın beş eserinden biridir.
VATAN SEVGİSİ
Yazan
PEARL BUCK (1892–1973)

    Wang Lung adındaki fakir bir Çinli çiftinin çalışkan bir köleyle evlenip zengin olmasını çocuklarından duyduğu hayal kırıklıklarını anlatır.
GEMİDEKİ İSYAN
 Yazan
JAMES NORMAN HALL (1887–1951)
CHARLES NORDHOFF (1887–1947)

    Byam, Teğmen Bligh’ın kaptanlığında Tahiti’ye açılır. Bligh’ın mürettebata kaba davranışları ve hakaretleri mürettebatın ayaklamasına yol açar. Byam da isyancılardan sanılıp cezalandırılır. Yıllar sonra geri döndüğünde karısının ve arkadaşlarının öldüğünü, kızının evlendiğini öğrenir.
ALLAH’A ADANAN TOPRAK
Yazan
ERKSİNE CALDWELL (1903–1987)

    Ty Ty Walden, günlerini altın bulmak için saatlerce toprak kazmakla geçirir. Bulacağı altının bir kısmıyla da kilise yapacağı toprağa ayırmıştır. Bu sırada kızları, damatları ve oğulları arasında karışık ilişkiler söz konusudur.
GAZAP ÜZÜMLERİ
Yazan
JOHN STEİNBECK (1902–1968)

    Pulitzer ödülü kazanan Gazap Üzümleri 20. Yüzyılın en büyük edebiyat eserleri arasında yer alır. Konusu kısaca  topraklarından koparılan ve iş bulma umuduyla yollara dökülen yoksul tarım işçilerinin hayatta kalma mücadelesidir. Eser  Joad ailesinin öyküsü etrafında yüzyılın başında açlığa  zulme ve sömürüye direnen milyonların öyküsüdür.
İNSANLIK KOMEDİSİ
Yazan
WİLLİAM SAROYAN (1908–1983)

    İnsanlık Komedisi, 20. yüzyıl Amerikan edebiyatının kısa öykü, roman ve oyun türlerinde en iyi yazarlarından biri olarak kabul edilen William Saroyan'ın en sevilen romanlarından biridir. Olaylar, İkinci Dünya Savaşı yıllarında ABD'de, Kaliforniya Eyaleti'ne bağlı Ithaca kasabasında yaşayan Macauley ailesinin etrafında geçiyor.
    Neredeyse her aileden bir ferdin bilfiil savaşın içinde olduğu bu küçük Amerikan kasabasının savaştan ne şekilde etkilendiği, bu sıra dışı koşulların yarattığı insanlık halleri, eserin başkahramanı olan yeniyetme Homer Macauley'in büyüme sancılarıyla harmanlanarak anlatılıyor. Saroyan, kendine özgü bakışıyla, savaşın içindeki sıradan insanın nabzını tutmayı başarırken, bir yandan da "savaşın kaçınılmaz olarak içerdiği barbarlık", "savaş suçunun sorumluluğunu 'düşman' belletilen varlıkla sınırlamamak" gibi kavramlar üzerine sorular sordurmayı amaçlıyor.
KRALLAR ÖNDE GİDER
Yazan
ROBERT PENN WARREN (1905–1989)

    Jack Burden ve Willie Star önceleri avukatlık yapar, sona politikaya atılır. Jack Burden ise önceleri gazetecilik yapar sonra gazeteden ayrılıp Willie ile çalışmaya başlar. Kitabın ilerleyen bölümlerinde birlikte yaptıkları işler anlatılır.
KARANLIĞIN KALBİ
Yazan
JOSEPH CONRAD (1857–1924)

    Conrad, kendi tecrübelerinden yola çıkarak yazdığı eserinde Kongo'ya (o zamanlar -1890'lar- adı Kongo Özgür Devleti olan Kral 2. Leopold'ün özel mülkü ve kolonisi) Marlow adlı bir adamın yaptığı bir yolculuktan, oradaki tecrübelerinden ve Kurtz denilen başka bir adamın yaşadıklarından bahsediyor.
    Kısaca kitabın konusu: Marlow, Kongo'ya Belçikalı bir şirket tarafından gönderilir. Kongo'dan fillerin dişi alınıp Avrupa'ya getirilmektedir. Tabi alışverişte fildişi aslında çok düşük bir maliyettir. Çünkü karşılığında medeniyet götürülmektedir. Medeniyetin fiyatı yanında fil dişinin fiyatı nedir ki!..

Cilt 4

Kitap, yirmi üç farklı hikayeden oluşmaktadır. Bu hikayelerin adları şöyledir: Bayan Dalloway, Güney Rüzgarı, Çin Ufukları, Hayat Bağları, Jean-Christophe, Swann’ın Aşkı, Dünya Nimeti, Dünya Hayali, Şato, Dava, Ve Durgun Akardı Don, Gelin Tacı, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, İnsanlık Durumu, Ses Sese Karşı, Cesur Yeni Dünya, Ekmek ve Şarap, Bulantı, Yabancı, 1984, Gün Ortasında Karanlık, Doktor Jivago, Lord Jim.
        Bölümler, önce bölümde geçen başlıca karakterlerin tanıtılmasıyla başlamakta, hikaye anlatılmakta, hikaye üzerine yazarın eleştirisi ifade edilmekte, yazar hakkında bilgi verilmekte ve son olarak yazarın diğer eserleri tanıtılarak bölü sonlandırılmaktadır.
        Bayan Dalloway
        Clarissa Dalloway, hissi, tahayyül gücü kuvvetli, orta yaşlı, Londra’lı bir sosyete kadınıdır.  Parlamentonun pek başarılı sayılmayan bir üyesi olan Richard onun kocasıdır. Peter Walsh, Bayan Halloway’ın önceki sevgilisidir. Hindistan’da beş yıl hizmet gördükten sonra Londra’ya dönmüştür. Septimus Warren Smith ise insanlara iyi hisler besleyebilme özelliğini kaybetmiş eski bir askerdir.
        Bayan Dalloway akşam yemek düzenlemeye karar verir ve alışveriş için dışarıya çıkar. Bu süre zarfında gökte reklam amaçlı uçan bir uçağın taşıdığı afiş ve Kraliçenin de içinde bulunduğunu değerlendirdiği lüks bir araç dikkatini çeker. Londra ve şehrin hareketliliği ona, kendi mazisini hatırlatır.
            Clarissa Dalloway elindeki çiçeklerle eve döndüğü zaman, kocasının Milicent Bruton adlı kurnaz ve vicdansız kadın tarafından öğle yemepine davet edildiğini öğrenir. Bu yemeğe kendisinin davet edilmeğine çok üzülür.
        Smith ise çeşitli sebeplerden dolayı sinir buhranı geçirir ve pencereden atlayarak intihar eder. Zengin ve kendisine güven besleyen Sir William, intihar eden Septimus Smith’e sempati beslemez. Fakat kendisiyle  bu genç arasında hayret uyandırıcı benzerlikler bulunduğunu fark eder. Peter, yaşlanmakta olmasına rağmen güzelliğini muhafaza eden Bayan Dalloway’a halen aşıktır.
        Yazarın hikaye üzerine yapmış olduğu eleştiride, değişik karakterlerin monolog ve kaderlerinin birbirlerine mükemmel bir teknik ve ustalıkla bağlandığından bahsedilir.
       
        Güney Rüzgarı
        Güney Rüzgarı, hem geriye dönerek Birinci Dünya Harbinden önceki Avrupa’ya bir bakış, hem de dini ve geleneksel ahlak telakkilerinin 1920’lerde nasıl parçalandığını anlatan kehanetli bir romandır.
        Putperest yerlileri Hıristiyan yapmak için Afrika’ya giden ve bu gayretlerinde başarılı olamayan Bombopo Piskoposu Thomas Heard, İngiltere’ye dönerken Akdeniz’deki güzel ve sakin Nepenthe adasına uğrar. Orada yeğeni Bayan Meadows ile buluşacak, kadını ve çocuğunu İngiltere’ye getirecektir. Yeğeninin kocası Hindistan’dadır. Gemide Don Francesco adında neşeli ve sevimli bir Katolik papazı ile tanışır. Don Francesco, Mr. Heard’ı mahalli cemiyete sokar. Nitekim Nepenthe’nin bu neşeli günleri uzun sürmez ve bir dizi uğursuzluklar baş gösterir. Yaşanan çeşitli olaylar neticesinde Piskopos, halkın zevk içinde bir hayat sürdüklerinden, kendilerini suçlu hissetmeleri gerektiğinin hatırlatılmasından değil, Katolik de olsa, kendi arzularıyla seçtikleri hayatı sürmelerine müsaade edildiği zaman mutlu olacaklarını öğrenir.
        Çin Ufukları
        Çin Ufukları aslında uzun ütopik romanlar dizisinden bir tanesidir. Harpten bıkan ve yeni bir harbin yaklaşmakta olduğunu hisseden, 1920’lerin Katolik dünyasında yeni değerler arayan fakat depresyonla karşılaşan insanlar Çin Ufuklarının rahat felsefesinde en derin ümit ve hayallerin gerçekleştiğini görürler.
    Romancı Rutherford’un zamanında Hugh Conway, Oxford’da başarılı bir öğrencidir. Conway’ın Uzakdoğu’da bir konsolosluktan diğerine dolaştığı on sene zarfında Rutherford onun izini kaybeder. Bir gün Rutherford, bir Katolik hastanesinde bu eski arkadaşına rastlar. Yorgun, zayıf ve oldukça şaşkın olan Conway kendisine inanılmaz bir hikaye anlatır.
Conway Baskul şehrinde konsolostur. Buradan uçakla ayrılır. Ancak uçak içindekilerle birlikte onu Himalaya Dağları içerisinde bir vadideki tapınağa götürür.  Conway, kendisinin ve arkadaşlarının bu tapınağı doldurmak için getirildiklerini öğrenir. Yüce Lama, yeni bir harbin, medeniyeti ortadan kaldırabileceğini hissettiğinden, kültürü muhafaza etmek ve medeniyeti yeniden başlatmak için buraya yeterli sayıda insan getirmek .istemiştir.
        Hayat Bağları
Annesi 1885’te öldüğü zaman dokuz yaşında olan Philip Carey, amcası William ve yengesi Lousia ile kalmak üzere onların Londra civarında Blackstable kasabasındaki evlerine gider. Philip son derece hissi, sakat doğmuş bir çocuktur. Paralı bir insan olan amcası zalim bir adamdır; kendi ahlaki düşüncelerini diğer insanlara empoze etmeye çalışır. Philip’in müşfik bir anlayışlı yengesi çocuğu bağrına basar; bu çocuksuz kadın ona kimsesizliğini unutturmaya çalışır.
Philip’in okul arkadaşları onun sakatlığıyla mütemadiyen alay ederler. Spor faaliyetlerine katılamayan ve sınıf arkadaşlarının alaylarından kurtulamayan Philip, kendi içine kapanmayı, fakat bağımsız bir insan olmayı öğrenir. Daha sonra roman Philip’in doktor olana kadarki eğitim hayatı ile devam eder.
        Jean-Christophe
Bu romanın kahramanı Jean-Christophe Kraft, ondokuzuncu asrın sonlarına doğru Almanya’da doğdu. Yetenekli bir müzisyen olmasına rağmen kendisini içkiye veren babasının mahalli dükalık orkestrasındaki yeri sallantılıdır. Basit br kadın olan annesi kasabada aşçı olarak çalışır. Çocuk babasında bulamadığı sevgiyi annesinde bulur. İki küçük kardeşi romanda ikinci derecede rol oynarlar. Jean-Christophe’ın fikirlerinin oluşmasında bilhassa iki kişinin büyük rolü olmuştur. Bir müzisyen, ikince derecede kompozitör olan büyükbabası Jean Kraft ile basit bir sokak satıcısı olmakla beraber son derece nazik, sevimli ve iyi huylu dayısı Gottfriend.
Gençliğinde müzik sevgisiyle yetişen Jean-Christophe ölümüne kadar yaşadığı, olaylar aşklar ve zihninde tasarladığı düşüncelerin anlatıldığı roman çeşitli irili ufaklı olayla devam eder.
        Swann’ın Aşkı

 Birinci kısımda Marcel çocukluğunu, ebeveynleriyle, büyükannesi ile amcaları, dayıları, halaları ve teyzeleriyle Paris civarında küçük ve hoş bir kasaba olan Combray’da geçirdiği zamanları hatırlar. Bu istikrarlı, kültürlü ve Marcel’in de paylaştığı kitap zevkine sahip bir orta sınıf ailesidir. Aile dostları arasında, kendilerini sık sık ziyaret eden M. Swann da vardır. Aile Swann’ı tamamiyle benimser.
İkinci kısımda Marcel artık yetişkin olmuştur. Çocukluk yıllarına ait hatıralar üzerinde bu bölümde daha fazla durulur.  Üçüncü kısım olan “Swann aşık oluyor” bumaceranın hikayesidir. Hikaye bay ve bayan Verdurin’in yönettikleri ve oldukça şüpheler doğuran bir Paris salonunda başlar. Burada geçen çeşitli olaylar sonrası Swann Odetta adlı bir kadına aşık olur. Odetta aslında iyi bir kadın değildir. Sonuçta Swann bu durumu anlar ve kadından soğur.
Son kısımda  Marcel tekrar hatırladıklarına döner. Çocukluğunda, Swann’ın kızı Gilberte ile Champs Elyssees’de oynadığını hatırlar. Gilberte’nin annesi ise Odette’dir. Swann artık Odette’yi sevmemesine rağmen, kızının hatırı için onunla evlenmiştir.
Marcel daha sonraki ciltlerde hatıralarını anlatmaya devam eder. Bu hatıralar şimdi, sadece Swann ve Odette’yi değil, “Swann aşık oluyor”da belirtilmeyen pek çoklarını da kapsar. Bu ciltler şunlardır: Gelişen Bir Fidanlıkta, Guerinante Yolu, Ovadaki Şehirler, Gomerre, Tutsak, Tatlı Sahtekar Gitti, Maziden Hatırlananlar.

        Dünya Nimeti
Dünya Nimeti, Kuzey Norveç’in ıssız bölgelerinde geçer; hükümet çalışkan ve azimli her çiftçiye burada toprak verir. Sağlam yapılı, az konuşan ve basit düşünceli İsak adındaki bir çiftçi, kendi çiftliğini kurmak için bölgeye gelir. Zamanla kendi hayatını paylaşacak bir kadın bulur ve evlenir. İnger adındaki bu kadın, kendisi gibi basit bir köylüdür ve bir hastalık sonunda dudağının yarık kalması yüzünden daha önce kendisiyle evlenecek erkek bulamamıştır.
Beraberce küçük bir çiftlik kurarlar; ilkin bir inekleri, ardından bir atları olur; daha sonra  bir at arabasına, çiftlik eşyasına ve hatta lüks eşyaya sahip olurlar. Sellenraa dedikleri bu yer, kendilerine yeterli, zengin bir çiftlik haline gelir. İnger’in sıhhatli çocuklar olarak yetişen Eleseus ve Siverd adında iki erkek çocukları vardır. Üçüncü çocukları bir kızdır. Onun da dudağı annesi gibi yarıktır.  İnger bunun kendisine neye mal olduğunu bildiğinden henüz on dakika yaşamadan kızını boğarak öldürür ve İsak’a söylemeksizin gömer. Oline adındaki dedikoducu bir kadın hadiseyi meydana çıkarır ve İnger, Trondhjem’de bir hapishaneye gönderilir.
Roman kesin bir şekilde sona ermez. Eleseus gider. Axel ve Barbro evlenirler. Isak ve İnger yaşlandıklarından şimdi çiftliği Silver yönetir.

        Dünya Hayali
Dünya hayali, beynelminel ve sosyal huzursuzluğun baş gösterdiği bir zamanda, 1905’lerde geçer. Bu seneler, üst sınıflar için, yirminci asır teknolojisinin yarattığı bolluk ortasında, maziden tevarüs ettikleri feodal imtiyazların zevkini çıkardıkları bir çağdı. Romanın kahramanı Christian Wahnschaffe, bir Alman çelik milyonerinin oğludur.  Annesi tarafından şımartılmış, yüksek zevklere sahip bir gençtir.
Genç, yakışıklı ve cazibeli biri olmasına rağmen, soğukçasına bencildir, kendisini çevresindekilerden uzak tutar. Her çeşit sefalet ve mutsuzluk onu tiksindirir. Romanın daha sonraki bölümlerinde Christian tedricen bencil ve kapalı bir hayat sürdüğünü idrak eder. Daha sonra kendini bir cinayetin çözümüne adar. Uzun çalışmalar sonucu katili bulur.
Christan’ın ailesine gelince, oğullarının yaşadığı sosyal çevreler kendilerini öylesine dehşete düşürür ki, onu bir akıl hastanesine yatırmayı düşünürler. Christan onları bu zahmetten kurtarır ve ortadan kaybolur. Christan’ın daha sonraki hayatı hakkında romanda bilgi verilmez, sadece onun kişiliği ve ruh hali üzerinde çeşitli yorumlar yapılır.
        Şato
Hikaye, Kont Westwest diye bilinen bir adamın malikanesinin veya küçük prensliğinin sınırlarını tayin etmek için çalıştırılan K. Adındaki bir toprak ölçücüsünün tecrübe ve görüşleri etrafında döner. Hikayenin başlıca noktaları esnaf ve zanaatkarların yaşadıkları önemsiz bir köy ile civarındaki tepede, hükümet bürolarının bulunduğu bir şatodur. Kont’un orada yaşadığı sanılmakta ise de, kendisi sahnede görünmez.
K.nın karşılaştığı mesele, şatoya giderek, kendisinin ne yapması gerektiğini öğrenmektir. Bunun normal olarak hiç de zor bir mesele olmaması icap eder. Fakat önüne deli edici engeller ve kontroller çıkar. Nihayet hedefine ulaşır ve kendisinin toprak ölçücüsü olarak angaje edildiğini ispat eder.
K. şatoya gitmek ister, ancak bir türlü bunu başaramaz. Çeşitli ilginç olaylar yaşar, ilginç kişilerle tanışır. Kitabın ilk baskısı yazar Franz Kafka öldüğü için belli bir noktada kalır. Daha sonra ikinci baskısında Brod, Kafka’nın notlarından ramanı biraz daha geliştirir.
Genel olarak bakıldığında Şato sembolik bir kitap gibi görülse de sembollerin neyi ifade ettiği pek açık bir şekilde anlaşılamamaktadır.
        Dava
Dava, kendisine mahsus özellikleri olmayan, belirlenmemiş bir şehirde geçer. Bu şehrin yüzyılın başındaki Prag olabileceği değerlendirilmektedir. Psikolojik yanı öne çıkan bir kitaptır.
Romanın kahramanı Joseph K. Otuz yaşındadır. Bir bankada iyi bir işi vardır. İyi bir insan olarak tanınır. Değişik işlerde çalışan insanların yaşadıkları kiralık bir evde oturur. Yemeklerini sakin bir kahvehanede yer ve geceleri dokuza kadar çalışır. İçine kapanık, ruhi bir boşluk içinde, yakın arkadaşları bulunmayan bir bekardır.
Bir sabah onun bu rutin hayatı parçalanır. İki kişi evine gelerek tevkif edildiğini söyler. K. Herhangi bir suç işlediğini hatırlamaz. Durum karmakarışıktır, şaşkınlık vericidir. Ne gibi bir suç işlediği veya kanunun hangi maddesini ihlal ettiği kendisine söylenmez. Karşılaştığı herkes onun suçlu olduğunu kabul eder. Yargılama muğlaktır. Hiç kimse hatta mahkeme görevlileri dahi davanın mahiyetini anlamazlar. En kötüsü de mahkemenin yıllarca sürmesine karşın kimsenin beraat etmemesidir.
Roman K. nın kendisini temize çıkarmak veya hiç olmazsa kendisine yüklenilen suçun ne olduğunu anlamak için giriştiği faaliyetler ile ilgilidir.

        Ve Durgun Akardı Don
Kazaklar, on altıncı ve on yedinci asrın Rusya’sındaki serflik düzeninden kaçarak, Rus İmparatorluğu’nun muhtelif bölgelerinde yerleşen ve atamanları, yani kendilerini seçtikleri liderleri altında yarı bağımsız devletler kuran insanlardır. Hükümet, onların bu muhtariyetine hürmet etmiş ve onları imtiyazlı ve profesyonel askeri bir kast olarak kullanmıştır.
Kendi geleneklerini muhafaza ederek, kendi subaylarının kumandası altında Rus ordusunda hizmet etmelerine müsaade edilmiştir. Ordudaki hizmetleri sona erdiği zaman, köylerine, kasabalarına dönmüşlerdir. Rus köylülerinden uzak, kendi hayatlarını yaşamaya devam etmişlerdir.
Eski zamanlarda devlete defalarca başkaldırmışlardı. Sonraları muhafazakar olmuş ve reaksiyoner hükümetleri desteklemişlerdir. Dahili harp sırasında, pek çokları karşıt- ihtilal tarafına geçmişlerdir. Ondan sonra da imtiyazlı durumlarını kaybetmişlerdir. Yazar Mikhail Alexandrovich Sholokhov’un bu romanı Don Bölgesindeki Gregor Melekhov adında genç bir Kazakın hayatını ele almaktadır. Hadiseler beş ila altı yıllık bir devreyi kapsar ve 1918’de sona erer. Birinci kısım Barış, ikinci kısım Harp, üçüncü kısım ihtilal ve dördüncü kısım ise dahili harp başlıklarında anlatılmaktadır.
        Gelin Tacı
Gelin Tacı, on dördüncü asırda Norveç’de kırk kadar başlıca karakterin dört nesil boyunca hayatını inceleyen başarılı bir eserdir. Hikaye merkezi Norveç’te Jörundgaard’daki malikanesinde yaşayan Lavrans adlı bir centilmenle başlar. Bu kişi üç erkek çocuğu bebek yaşlarında öldüğünden dolayı kızı Kristin’e çok bağlıdır. Kitap bu kızın hayatını konu alır. Romanın ilk bölümü Kristin’in çocukluk yıllarını anlatmaktadır.
Malikanedeki hayatı, kendisinden büyük Arne adındaki bir erkek çocukla arkadaşlığı, ormanda yaptığı bir gezi sırasında bir cadı olduğuna inanılan garip bir kadının kendisini dehşete düşürmesi Osla’ya yaptığı gezi ve orada Evdin adındaki nazik ve dindar bir papazla tanışması, kardeşi Ulvhild’in doğması, bir doğanın kardeşini ciddi olarak sakatlaması gibi olaylar anlatılmaktadır.
Tüm bu ilginç olayların vuku bulduğu hayatını Kristin vebaya yakalanarak kaybeder.

        Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok


Garp Cephesinde yeni bir şey yok, bir grup Alman erinin, Birinci Dünya Harbinde başlarından geçenleri anlatır. Dört tanesi okulu bitirir bitirmez askere alınmışlardır. Bunlar, Baumer, Kropp, Müler ve Leer’dir. Dört kişi de, onlardan daha yaşlım köylülerdir, Tjaden, Westhus, Detering ve Katozinsky. Hikayeyi Baumer anlatır. Hikaye harpteki bir erin başından geçen maceraları anlatır. Bunlar, eğitim, çarpışma, izin, kadınlar, mağlubiyet ve ölüm olarak özetlenebilir.
        İnsanlık Durumu
Çin 1927’de, fena halde bölünmüş bir ülkedir. On beş sene önce kurulan cumhuriyetin yerini bir generaller rejimi almıştır. Bu generallerden hiçbiri ülkede tam bir hakimiyet kuramasa da, her birinin üstünlük kurmasını engelleyebilmektedir. Ülkenin güneyinde Koumintang veya Milliyetçi Parti lideri Şan Kay-Şek hakimdir ve rejimini kuzeye doğru yaymaktadır. Şan Kay-Şek, Çin komünistlerinin ve onların Rus müşavirlerinin yardımlarını kabul etmiştir. Fakat Şan Kay-Şek Şanghay’ı ele geçirdikten sonra, bu müttefiklerine karşı cephe almıştır. İnsanlık Durumu, bu hadiseler ortasında geçen gelişmeleri anlatmaktadır.

        Ses Sese Karşı
Londra Tohumculuk ve Fiziki Yeterlilik Merkezi’nin küstahçasına mağrur müdürü, bir grup heyecanlı gence ve öğrenciye merkezi gezdirmektedir. Sene Ford’dan sonra 632’dir. Yeni Dünya’da zaman, Ford’un T modeli otomobilin kütlevi bir tarzda yapılmasına başlanmasıyla ölçülür. Bu merkezde insanlar, suni ilkah yolu ile kütlevi bir tarzda üretilir ve cemiyetin katı hiyerarşik düzenine uymaları için kimyevi metodlarla, fiziki bünyeleri geliştirilir.
Müdür cemiyet hedeflerine –Topluluk, Şahsiyet, İstikrar- ulaşacaksa, ferdi farklara yer yok der: insanlar cenin hallerinden itibaren, cemiyette alacakları yerlere göre şekillendirilir: Alfa Artı, oldukça zeki liderler, Epsilon eksi ahmaklar, pis işleri yapan kötü şekilli maymun gibi yaratıklar.
Kitap çeşitli ütopik olaylarla devam eder.
        Ekmek ve Şarap
İtalya 1935’te, Etiopya’ya harp ilan etmek üzeredir. Faşist hükümet, yönetimi tam manasıyla eline geçirmiş; bütün muhalefet susturulmuş veya yeraltına sürülmüştür. Rejimin bazı düşmanları yurt dışına kaçmışlar, bazıları kendi inanışlarını rejimin düşüncesiyle bağdaştırmışlar veya buna mecbur bırakılmışlardır.  Bu sonunculardan biri, Don Benedetto adında yaşlı bir papazdır. Önceleri bir öğretmendir, ancak rejimi açıktan açığa eleştirdiği için mesleğinden atılmıştır. Şimdi kız kardeşinin yanında bir emeklilik hayatı sürer; fakat rejimi hala tenkit ettiğinden dolayı kendisine şüpheli nazarla bakılır.
Müteakip hadiseler daha yumuşak bir tarzda cereyan etmişlerdir. Bazıları acındırıcı, bazıları da halk mizahı ile doludur.
        Bulantı
Roman Antonia Roquentin adında, arkadaşları, ailesi ve hatta bir işi bulunmayan yapayalnız bir entelektüelin günlük hatıraları şeklinde yazılmıştır. Onun hakkında sadece bir iki gerçek meydana çıkmaktadır.  Avrupa’da, Asya’da uzun uzun dolaşmış, Hindistan ve Çin-Hindinde arkeolojik araştırmalara katılmış, fakat sonunda bu tür faaliyetlerle ilgilenmemeye başlamıştır.
Roquentin’ in bu yalnız, kendisine yeterli hayatı, bulantı adını verdiği acıtıcı hücumlara maruz kalır. Sadece kendisinin hayatından değil, hayat denilen şeyden tamamiyle bıkmıştır. Kitabın sonunda ona ne olduğunu ise sadece tahmin edebiliyoruz.
        Yabancı
Yabancının merkezi karakteri , Mersault adında, Cezayir’de yaşayan bir gençtir. Babası ölmüştür ve annesi de bir huzurevinde yaşamaktadır. Sakin bir yaşamı olmasına rağmen bir gün tartıştığı bir Arap’ı öldürür. Ceza olarak giyotinle idamına karar verilir. İdamdan önce papaz yanına gelir. Ancak Mersault hiçbir dine inanmadığı için hayatın anlamsızlığını rahibe anlatır. Ona göre herkes bir gün öleceğinden huzura kavuşturulmayı istemediğini hiç pişmanlık duymadığı söyler. Ona göre bütün insanların hayatı manasızdır.
        1984
Winston Smith, 4 Nisan 1984 günü, Hakikat Bakanlığındaki içinin başından bir müddet için ayrılarak hatıralarını gizlice kaydetmek üzere evine gider. Birkaç gün öncesi, Mr.Charrington’ un eskici dükkanından, önceki yıllardan kalma güzel bir not defteri satın almıştır.
Winston Smith Londra’da oturur. Burası şimdi, İngiltere ile Kuzey ve Güney Amerika’yı ihtiva eden Okyanusya’nın bir parçası olan Hava Alanı Birin baş şehridir. Dünyanın öteki iki muazzam devleti Eurasia ve Eastasia gibi Okyanusya’da Ingsoc, yani İngiliz sosyalizminin prensiplerine sıkı sıkıya bağlı, değişmez totaliter bir polis devletidir. Kitap çeşitli ütopik olaylarla devam eder.
        Gün Ortasında Karanlık
Sene 1938. Moskova yargılanmaları senesi. 1905 ile 1917 ihtilallerine katılan; önceleri Parti Merkez Komitesi üyeliği, bir ihtilal ordusu kumandanlığı yapan ve devlet alüminyum inhisarını yürüten, uzak görüşlü ve bilgili bir adam olan ve kendisini kırk yıldır partiye adayan Rubaşov, kısa bir müddet önce tevkif edilmiştir.
Kitap yargılanma süreci ve sonunda idam edilişine kadar olan çeşitli olayları anlatır.
        Doktor Jivago
Moskovalı zengin bir işadamının oğlu olan Yuri Jivago, 1889’da doğmuştur. On yaşında iken annesi ölür. Birkaç sene sonra da, parasını kaybeden babası intihar eder. Başka bir aile onu öz çocukları gibi büyütür. Yirmi yaşında iken ailenin kızıyla evlenir ve bir kız çocuğu dünyaya gelir. Fakat 1924 yılında orduya alınmasıyla birlikte istikbal vaat edici hekimlik çalışmalarını bırakmaya mecbur kalır.
Harp bütün Rusya’yı sarar. Daha sonra harp ihtilale dönüşür. Moskova muhasara altındadır. Halk yokluk içinde yaşamaktadır. Daha sonra savaş sona erer , Jivago’nun ölümüne dek süren bazı olaylarla roman devam eder.
Roman genel olarak bakıldığında siyasal yönleri öne çıkan bir kitap olarak göze çarpmaktadır.
        Lord Jim
Tertemiz giyinen Jim, ilk bakışta Doğudaki limanların herhangi birinde çalışan bir katipten çok daha göz alıcıdır. Fakat küçük bir tekne ile limana giren gemilere yaklaşarak onlara günlük ihtiyaçlarını satmaktan ibaret olan bu liman katipliği işi, Jim’in mizacı ile bağdaşmaz. Bir müddet bu işi yaptıktan sonra, aniden ve esrarengiz bir şekilde deniz aşırı limanlardan birine gider.
Charles Marlow adındaki yaşlı denizci, bu esrarengiz görünüşlü, uzun boylu, sarışın İngiliz delikanlısının başından geçenlerle ilgilenir. Derken Jim’in de içinde bulunduğu bir gemi batma tehlikesi atlatır. Jim ve beraberindekiler tekneye atlayarak kurtulur. Ancak bu olaydan sonra yargılanırlar. Bu esnada birçok tartışma yaşanır. Daha sonra geminin batmak üzere iken Fransızlar tarafından kurtarıldığı anlaşılır. Mahkeme sona erer.
Jim Doğuya doğru bölgeden uzaklaşır. Kendisi için utanç verici bu durumun duyulmamasını istemektedir. Ancak olaylar beklediği şekilde cereyan etmez. Yerlilerle yaşanan bir sorun yüzünden tartışma çıkar. Marlow Jim’in ancak yerliler tarafından bu şekilde göğsünden vurularak öldürülmesiyle ruhunun temizleneceğine inanmaktadır.



3 Mayıs 2012 Perşembe

Ankara, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Ankara, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1981, İstanbul
Başkent Ankara, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki farklı karakterlerin dünyasından anlatılıyor.
Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun "Ankara" adlı romanı, Cumhuriyetin ilk yıllarının farklı karakterlerin dünyasından anlatılıyor. İlk baskısı 1934’de yayınlanan roman üç bölümden oluşuyor; birinci bölümde Milli Mücadele ruhunu özlemle ve övgüyle anlatan yazar, ikinci bölümde Cumhuriyetin ilk yıllarının ardından bu Milli Mücadele ruhunun yitirilmesini eleştiriyor, kendi deyimiyle bir karikatür yapıyor. Son bölümde ise yazar, Cumhuriyetin yirminci yılında gerçekleşmesini hayal ettiği Türkiye düşünü anlatıyor.
Roman kahramanları Selma Hanım ve Neşet Sabit'tir. Nazif Bey ve Hakkı Bey'ler de romanın diğer kişileridir. Selma Hanım, İstanbul'dan Ankara'ya gelen idealist bir inkılâpçıdır. Önce Nazif Bey'le evlenir. Bankacı Nazif Bey'de istediğini bulamaz. Bu, Nazif Bey'in şahsında, aynı zamanda bürokrasinin de kokuşmuşluğunu simgeler. Hakkı Bey binbaşıdır. Sivil bir bürokratta aradığını bulamayan Selma Hanım, asker Hakkı Bey'le evlenir; fakat o daha büyük bir hayal kırıklığına uğratır Selma Hanım'ı. Daha sonra idealist bir gazeteci olan Neşet Sabit'le hayatını birleştirir.
Millî Mücadele yıllarında hiçbir çıkar gözetmeksizin yurtları için çalışan bazı subayların ve politikacıların, zaferden sonra “sermaye çevreleriyle ilişkileri” ya da “arsa spekülasyonu”, “taahhüt işi” gibi girişimlerle zenginleşmeleri, “inkılap”a boş vermelerini, romanın kadın kahramanı Selma’nın yaşamı izlenerek Millî Mücadele inancının ateşli dönemleri ve sonrası anlatılmaktadır.
Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri'nin "Ankara" adlı romanı, üç ayrı dönemi ve bu dönemlerin Ankara hayatını yansıtması yönüyle ilginç ve okunmaya değer bir eserdir. Romanın baş kahramanı Selma Hanımın hayatı, evlilikleri ve insanî ilişkileri ile birlikte Ankara'nın üç dönemi canlı tasvir ve olaylarla verilir.
Bu dönemler:
1. Millî Mücadele'den önceki Ankara (Savaş zenginlerinin, yolsuzlukların ve arayışların belirdiği Ankara).
2. Millî Mücadele'deki Ankara (Millî silkinişin ve yeniden toparlanan, zaferi kazanan Ankara).
3. Millî Mücadele'den sonraki Ankara (Savaş sıkıntılarının geride kaldığı, modernleşen ve bir o kadar da özünden kopup sosyeteleşen Ankara).
Selma Hanım, İstanbul'daki bir bankada muamelât şefi olarak görev yapan kocası Ahmet Nazif Bey ile birlikte Ankara'ya gitme hazırlıkları yapar. Önce deniz yolu ile İnebolu'ya; oradan da kara yolu ile (İnebolu - Kastamonu - Çankırı güzergâhı = İstiklâl Yolu) Ankara'ya gelirler. Onların Ankara'ya gelmek istemelerindeki en büyük amaç; bir kurtuluş ümidi aramalarıdır. Çünkü, İstanbul yabancı devlet askerleri tarafından işgal altındadır ve Türklere her türlü işkence ve zulüm yapılmaktadır. Onlara göre; Ankara'da başlatılan Millî Mücadele, dolayısıyla Ankara adı, bir kurtuluş umududur. 
Yıl 1921... İşgal altındaki İstanbul’da Ankara’nın adı bir kaçış ve kurtuluş parolası olarak fısıldanıyor, her fısıldanışta gözlerde bir umut ışığı parlatıyordu. Kadın ya da erkek Ankara’ya gidenlerin diğer insanların gözünde önemi bir anda artıyor adeta kutsallaşıyorlardı. Bütün şehirlerde Ankara’dan gelecek haberler heyecanla ve merakla bekleniyor, Ankara’da olup biten her şey gazetelerin baş sayfalarını süslüyordu.
Selma Hanım ve Nazif Bey, Ankara'ya gelişlerinde Tacettin Mahallesi'ndeki küçük bir eve yerleşirler. Yerleştikleri evin sahibi Ömer Efendi ve ailesi Ankara'nın seçkin kimselerindendir. Bu seçkinlik, soydan ziyade para ve mala dayanmaktadır. Ömer Efendi ve ailesi Birinci Dünya Savaşı'ndan yararlanmayı bilen savaş zenginlerindendir. Birinci Dünya Savaşı döneminde bu tür zenginlerin birdenbire ortaya çıkması olağan olduğu için halk, Ömer Efendiyi ve ailesinin bu türedi zenginliğini yadırgamaz.
"Zira Büyük Kavga'da cephe gerisini tutanlardan birçoklarının, yalnız Ankara'da değil, memleketin her bucağında böyle hiç yoktan servet ve samana konuverişleri en tabiî hadiselerden biri hâlini almıştır."
Nazif Bey, bir gün eski arkadaşlarından Murat Bey’le karşılaşır. Murat Bey, Büyük Millet Meclisi'nde mebustur ve Etlik'teki bağ evinde oturur. Murat Bey; Nazif Bey ve karısı Selma Hanımı Etlik'teki bu bağ evine davet eder. Ankara'nın monoton havasından sıkılan Selma Hanım, kocasını razı eder ve Murat Bey'in Etlik'teki bağ evine gidilir. Murat Beyin evinde bir başka misafir daha vardır. Binbaşı Hakkı Bey... Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin gururlu, milliyetçi ve vatanperver düşünceleri karşısında büyülenir. Sonraki günlerde ve haftalarda Bnb. Hakkı Bey ve Selma Hanım at gezintilerine çıkarlar. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın Bnb. Hakkı Bey’le yaptığı bu at gezintilerine sesini çıkarmaz, doğal karşılar. 1921 Ankara’sında bir kadının eşiyle birlikte bile olsa bu kadar çok gezmesi, Çankaya, Keçiören gibi semtlerde dolaşması, ata binmesi hiç alışılmamış şeylerdir.  Fakat, ev sahibi Ömer Efendi; Selma Hanım, kocası Nazif Bey ve Bnb. Hakkı Bey’in tutum ve davranışlarını hoş karşılamaz; onları "yabanlar" olarak nitelendirir. Nazif Bey, Ömer Efendi’nin kendileri için kullandığı "yabanlar" kelimesini, "yabancılar" olarak yorumlar. Ömer Efendi, bu kişilerin hareketlerini onaylamamasına rağmen sesini çıkarmaz. Çünkü, neticede Nazif Bey, bankada çalışmakta ve biri mebus, diğeri binbaşı olan iki önemli dostu bulunmaktadır. Ne de olsa bu makamlarda bulunan kimselere ihtiyacının olacağını düşünür ve beğenmese de onlarla iyi geçinmenin menfaati icabı olduğuna kanaat getirir.
Bir başka gün Selma Hanım; kocası Nazif Bey, kocasının arkadaşı Murat Bey ve ailesinin, Bnb. Hakkı Bey’in de birlikte bulunduğu bir sohbet toplantısında Neşet Sabit adında İstanbul'dan yeni gelmiş bir yazarla tanışır. Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden etkilendiği gibi, Neşet Sabit Beyden ve konuşmasından çok etkilenir. Neşet Sabit'in Selma Hanım üzerinde bıraktığı bu etki, sonraki zamanlarda da kendini gösterir.
Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin yaptırdığı atış denemelerinde başarılı olur. Bu başarısından cesaret alan Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden kendisinin cephe ya da cepheye yakın yerlerde görevlendirilmesini talep eder. Bu talep karşısında Bnb. Hakkı Bey, aracı olur ve onun Eskişehir'deki bir askerî hastanede görev almasını sağlar. Selma Hanımın hastanede göreve başlamasından bir hafta sonra Yunanlılar taarruza geçer. Bu durumda Ankara'ya geri döner. Ankara halkı, ümitsiz biçimde şehri boşaltma faaliyetlerine girişir. Selma Hanım ise, Yunanlıların Ankara'ya gelemeyeceği konusunda kesin inançlıdır. Çünkü, hastanede görev yaptığı kısa süre içinde yaralı askerlerin bir an önce cephedeki arkadaşlarının yanına dönme isteklerini unutamamıştır. Bu inancını, tanıdığı herkese söylemeye ve halka moral vermeye gayret eder. Kocası Nazif Beyin tüm ısrarlarına rağmen Ankara'yı terk etmez ve Cebeci hastanesindeki görevinin başından ayrılmaz. Ona göre, Ankara; vatanın kalbinin attığı kutsal bir şehirdir. Millî uyanış ve zafer; ancak Ankara'daki mücadeleye bağlıdır. Bu nedenle, Ankara terk edilmemelidir. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın kendisini dinlememesi karşısında ondan ayrılır.
Nihayet, Selma Hanımın beklentileri meyvesini verir. Yaklaşık bir ay sonra, Sakarya kıyılarından zafer haberi geldiğinde Ankara’da gösterişsiz bir sevinç yaşanır.  Bu zaferin arkasından ise, Büyük Meydan Muharebesi ile Türk milleti Yunanlılara ağır darbeler vurur ve nihayet Yunanlıların elindeki güzel İzmir, geri alınır. Türk milleti kesin zaferi elde eder. Bnb. Hakkı Bey de "Miralay" rütbesi ile Ankara'ya döner. Selma Hanım, önceden de çok takdir ettiği Miralay Hakkı Bey ile evlenir. Bu arada Nazif Bey, Selma Hanımdan boşandıktan sonra kötü bir hayata sahip olur; tanınmaz ve silik özellikler çizer.
"Selma Hanım, Nazif'in kendisini bıraktıktan sonra, ne kadar bedbaht olduğunu da biliyordu... Yumuşak, pembe, sessiz ve uslu Nazif; kuru, sinirli, sert ve haşin bir insan olmuştu. Kendini tamamıyla içkiye verdiğini söylüyorlardı."
 Romanın ikinci bölümünde Cumhuriyetin ilk yıllarının Ankara’sını görüyoruz. Aradan üç yıl geçtikten sonra Yenişehir’de yeni bir evde karşımıza çıkan Selma Hanım iki yıldan beri Emekli Miralay Hakkı Bey’in haremidir. Selma Hanım’ın bütün hoşnutsuzluğuna rağmen Miralay Hakkı Bey, emekli olur ve bir şirkette meclis idare reisliği görevini alır.
 Hiçbir çıkar gözetmeksizin vatan için mücadele eden, pek çok kişi için milli mücadele ruhunun simgesi olan bu emekli subay artık taahhüt işleriyle uğraşmaktadır.
  Sonraki zamanlarda ise, Nazif Bey gibi o da Selma Hanım’ın gözünden düşer. O artık, cepheden yeni döndüğü zamanlardaki Selma Hanım’ın gözündeki "ilah" değildir. Giyinişini, yaşayışını ve Selma Hanıma olan tavırlarını çok değiştirir. Ayrıca, lüks yaşamaya merak sarar. Miralay Hakkı Bey’deki bu tür değişiklikler, Ankara'da yaşayan diğer insanların da pek çoğunda görülür.
"Nazif, ne kadar eski Nazif değilse, Miralay Hakkı Bey de o kadar eski Hakkı Bey değildir. Selma Hanım’ın, bu Hakkı Bey’e, ikide bir 'Nerede o tunç rengin? Nerede o çelik gövden? Nerede o sert ağzın? O koyu kumral bıyıkların?' diye soracağı geliyor."
Batılılaşmayı yanlış algılayan insanlar, alafranga hayat tarzını kendine ölçü almaya başlar. Ankara'da yaşayanların önemli bir bölümü; Gazi Hazretleri'nin inkılâplarını yanlış yorumlar; çağdaş yaşamanın balolarda, gece eğlencelerinde ve çaylarda boy göstererek eğlenmek olduğunu düşünür. Özellikle, dönemin bürokrat ve aydınlarının bir bölümü birbirleriyle gösteriş yarışına girerler. Hakkı Bey de, Avrupa'yı gören ve Avrupalılarla sıkı ticarî ilişkilerde bulunan biri olarak bu gösteriş yarışının içinde yerini alır.

"Hakkı Bey:
- A hanım, diyordu. Bir defa , ben Avrupa'da bulunmuş bir adamım. (Harb-i Umumî'de bir kere Almanya'ya gitmişti.) Sonra da Avrupa adap ve muaşeretine dair ne kadar kitap görürsem alıp okuyorum. Artık, benim yaptığımın doğruluğundan şüphe edilir mi?"
Hatta, sade bir aile hayatı olan Murat Bey bile, bu olumsuz ortam içinde gülünç duruma düşmekten kendini kurtaramaz ve bilinçsiz faaliyetleri ve tavırlarıyla Selma Hanımı şaşırtır. Murat Bey, mebusluğu bırakır ve safahat âlemi içinde özünü kaybeder. Murat Beyin arabasından, çay ve yemek davetlerinden azamî derecede yararlanan insanlar, gerçekte onun samimî dostları değildir.
Ankara Palas’ın açıldığı yıl yılbaşı baloları ayrı bir heyecan yaratır. Ankara Palas’ın büyük salonlarında çeşitli eğlenceler planlanmaktadır. Hazırlıklar aylar öncesinden başlar, İstanbul terzilerine siparişler verilir, Beyoğlu’nun büyük mağazalarında kalmayan mallar Avrupa’ya sipariş edilir. Balo günü geldiğinde Ankara Palas’ın önünde heyecanlı bir hareketlilik yaşanıyordu. Şık otomobilleriyle baloya gelenler otelin kapısında birikmiş olan meraklı halk kümelerini zorlukla açarak içeri girebiliyorlardı. Bütün bu olanları bir film şeridi gibi izleyen yerli ve köylülerin oluşturduğu kalabalık için ise, balo denilen şey Ankara Palas’ın önünde başlıyor ve bitiyordu. Onlar içerideki dünyada olup bitenleri merak etmekle ve kendi aralarında tahminler yürütmekle yetiniyorlardı. İçerideki dünyada ise, davetliler dans  ediyorlar, birbirlerinin üst baş ve davranışlarını inceliyorlar ve memleket meseleleri üzerine derin sohbetlere dalıyorlardı.
Selma Hanım, yılbaşı eğlencelerinin düzenlendiği yeni açılan Ankara Palas Oteli'nde önceden tanıştığı ve etkisinden kurtulamadığı Neşet Sabit Bey’le tekrar karşılaşır. Neşet Sabit Bey; Ankara'da bir evde tek başına yaşamasına rağmen, İstanbul'daki bir gazetenin yazarlığını ve muhabirliğini yapar. Ayrıca, tercüme işleriyle uğraşır. Neşet Sabit Bey de, Selma Hanım gibi Ankara sosyetesinin bilinçsiz hayat tarzından rahatsızdır. İki eski dost, duygu ve düşüncelerini birbirlerine aktarırlar. O günden sonra birlikte gittikleri tüm balo ve davetlerde Selma Hanım ile Neşet Sabit Beyin sohbet konusu Ankara halkı üzerindeki değişme ve Batılılaşma kavramının yanlış anlaşılmasıdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara, yalnız insanlarıyla ve hayat tarzı ile değil, mimari ve evlerin iç dekorasyonu ile de Avrupaî tarza uygun olarak değişiklik gösterir. Gerek Selma Hanım, gerekse Neşet Sabit Bey; Batılılaşmanın bir eğlence tarzı olmadığı; bilimsel gelişme, değişme ve işletme gücü olduğunda hemfikirdirler. Bu düşünceler; Selma Hanımı Hakkı Beyden iyice uzaklaştırır. Ayrıca, Hakkı Beyin yabancı bir kadınla olan flörtü ve Selma Hanım’ın kendi hayatını kurmak istemesi, onları boşanmaya kadar götürür. Selma Hanım ikinci kocası Miralay Hakkı Beyden ayrılır.
Neşet Sabit Beyin yardımıyla Selma Hanım öğretmen olur. Cumhuriyet'in kuruluşunun onuncu yıl kutlama törenlerinde Gazi Hazretleri'nin konuşmasını Selma Hanım, yeni kocası Neşet Sabit Beyle birlikte büyük bir coşkunlukla dinler. Artık, Atatürk'ün oluşturduğu inkılâplar, halk tarafından özümsenir; Ankara'nın çehresi ve bütün Türkiye'nin hayat tarzı da olumlu bir değişme sürecine girer. Ankara'nın bu değişen çehresine ayak uyduramayan, kendi menfaatlerini, ülkenin menfaatlerinden önde gören, yanlış Batılılaşan sosyete grup, Ankara'yı terk eder ve Avrupa'ya yerleşirler. Murat Bey ve ailesi de bunlardan biridir. Selma Hanım, Murat Bey ve ailesine acır ve onların Avrupa'da barınamayacağını düşünür.
Selma Hanım ve üçüncü kocası Neşet Sabit Bey, Kaledibi'nin Cebeci'ye bakan yamacında bir apartman dairesinde yaşar. Selma Hanım, öğretmenliğine devam ederken Neşet Sabit Bey de roman yazarlığı ile meşgul olur. Ayrıca, Neşet Sabit Beyin yazdığı "Kaltabanlar" adlı komedi eseri, Devlet Tiyatrosu'nun açılış töreninde sahnelenecektir. Neşet Sabit Bey, bu büyük güne hazırlanmanın telaşı ile faaliyetlerine hız verir. Nihayet, oyunun sahneye konacağı gün gelir. Tiyatro oyununu izlemeye gelenler arasında Atatürk de bulunmaktadır. Oyun, çok başarılı bir şekilde sahnede sergilenir. Atatürk, Neşet Sabit Bey’i yanına çağırtır ve onu tebrik eder. Oyunun sahnede sergilenmesinden sonra oyunda görev alan ekip ile birlikte sabaha kadar eğlenen Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, yorgun bir şekilde evlerine dönerler.
Selma Hanım, Neşet Sabit Bey’i çok sevmesine rağmen, onun başka kadınlarla olan ilişkisinden şüphelenir. Özellikle, oyunda rol alan Yıldız Hanım adlı genç bir kızla olan yakınlığını kıskanır. Ancak, Yıldız Hanımın sporcu bir gençle evlenmesi ile bu şüphelerinden kurtulur.
Romanın üçüncü ve son bölümünde ise, 1937 yılından başlayarak yazarın hayalini kurduğu Ankara portresi sergilenmektedir.
 Son sistem limuzinlerle bir arada geçen kağnı kafileleri, yığın yığın kok kömürü taşıyan Berliez kamyonları yanında, sırtlarında birer tutam odunla dolaşan eşeklerin manzarası kadar, hep birlikte çıkardıkları sesler de tam kaos yaratıyordu.
 Ankara’da kalabalık sokakların sayısı çoğalmıştı. Gerçi Jansen planına göre açılan ana cadde, henüz, Avrupa metropollerindeki “boulevard” veya “avenue”ler gibi işlek ve canlı görünmekten uzaktı ama, ana caddeye doğru inen sokaklarda eski tenhalıktan eser kalmamıştı. Kale içindeki esnaf, tüccar ve zanaat sahipleri buradaki modern dükkan ve mağazalara yerleşirler.
 "Ankara, bütün manasıyla bir Orfe masalını yaşamaya başlamıştı ve bu masalın kahramanının, saçlarındaki güneş, gözlerindeki gök parıltısıyla daima taze, daima coşkun bir ezeli gençlik kaynağı gibi yeşil Çankaya tepesinde çağladığı ve onun varlığından bir seyyalenin daima aşağıya doğru aktığı hissolunuyordu."
Bilimsel çalışmalarla oluşturulan gelişim haritasına göre Orta Anadolu ziraatı tamamen bırakmış hayvancılık merkezi olmuştu. Büyük devlet çiftliklerinin geniş otlakları cinsi ıslah edilmiş ve üretilmiş eski Ankara keçileriyle, iklime uydurulmuş Merinos koyunlarıyla doluydu. İç Anadolu’nun kumaş ve şayak fabrikalarına yün buralardan temin ediliyordu. Ayrıca, yine İç Anadolu’nun yağ, peynir ve et sanayisi zanaatı için bu çiftlikler de inek ve sığır da yetiştiriliyordu.
 Selma Hanım, hayal kurmaktadır. 1943 yılında yapılacak Cumhuriyetin 20’nci yıl dönümü kutlamaları arasında kendini hissetmeye başlar. Hayalleri içinde, bir gün evine döndüğünde kendine gelen bir mektuptan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun yirminci yıldönümü için yapılacak kutlamaların düzenleme komitesine seçildiğini öğrenir. Bu mektupla, yaşlandığının farkına varır. Cumhuriyet kurulalı yirmi yıl olmuştur.
Cumhuriyetin yirminci yıl kutlamaları da, onuncu yıl kutlamalarında olduğu gibi büyük bir coşku yapılır. Binlerce insan, bir sel gibi Çankaya'ya akar, halk tek vücut olur. Kutlamalara katılan Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, ilerleyen yaşlarının verdiği zayıflıkla yorgun düşer ve evlerine dönerler. Uzaktan işitilen şenlik seslerinin eşliğinde ve içtikleri ıhlamur sayesinde yorgunluklarını atmaya çalışırlar. (Cumhuriyetin 20. yıl kutlamalarını anlatan bölüm içindeki ifadeler, Selma Hanımın hayalleriyle ilgilidir.)