mustafa kemal atatürk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mustafa kemal atatürk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ocak 2014 Perşembe

Allah’ın Süngüleri-Reis Paşa, Attila İlhan

Attila İLHAN’ın  1920 ve 1921 yıllarının İstanbul’unu, Anadolu’sunu anlattığı Allah’ın Süngüleri adlı romanı belirli bir tarih altyapısına sahip olunarak okunduğu takdir de anlam kazanmaktadır. Ülkenin karşı karşıya kaldığı yurt içi ve yurt dışından kaynaklanan sıkıntılar, buhranlar romanın alt yapısını oluşturmuştur. Tarih kitaplarından aşina olunan İsmet İNÖNÜ, Mareşal Fevzi ÇAKMAK, Halide Edip ADIVAR, Yunus NADİ, Çerkes ETHEM gibi şahsiyetler ve onlarla alakalı o yıllara ait hadiseler özenle seçilmiştir.
Romanın geneline bakıldığında yazarın anlaşılmama kaygısı yaşamadan eski Türkçe kelimeleri seçmiş olması dikkate değer bulunmaktadır. Aslında o dönemi anlatmak için yapılması gerekende budur. Olayların eski kelimeler kullanılarak anlatılması, mistik bir hava kazandırmıştır.
Öncelikle kitabın adının niçin Allah’ın Süngüleri olduğunu ifade etmekte yarar vardır. Mustafa Kemal, ülkenin işgalini en son haçlı seferi olarak nitelendirmektedir. Anadolu’yu da İslam’ın son kalesi olarak değerlendirmektedir. Yazar bir anlamda Haçlılara karşı Allah’ın Süngülerinin mücadelesi olarak düşünmüştür.
Roman, İstanbul’un işgali ile başlayan dönemi anlatılıyor. İstanbul’un işgali oldukça dramatize edilmiştir. Toplar şehre çevrili kruvazörler, hedef gözetmeksizin acımasızca ateş eden taretler, dehşete düşmüş halkın, kadın çocuk, genç ihtiyar kaçışmaları akıcı bir şekilde anlatılmıştır. Konuya ilişkin kitaptan  bir bölüm:
“Kalın ve karanlık bir pus, dersaadeti kaplamıştı.Şehrin soğuk ışıkları, yer yer, bu dağınık su tozu dalgınlığında belirip kayboluyor:16 Mart 1336 (1920) sabaha karşı, Boğaziçi’nde Dolmabahçe’den Beykoz’a Müttefik Donanmasının o bunaltıcı dretnot kruvazör, muhrip ve destroyer kalabalığı. İngiliz Amiral Gemisi bunların arasında arduvaz grisi bir heyulâ güvertesindeki yerinden gemilere ışıkla işaret veren Bahriyeli muhabere neferi. Öteki İngiliz gemilerinden yanıp sönen cevap işaretleri zor fark ediliyor. Havada duman kokusu , siren sesi motor uğultuları.
Muhtelif zırhlılardan ayrılmış donanma çatanaları Bahriye silahendazları ve Hindu Gurkha’larla yüklü olarak Dolmabahçe, Sirkeci, Galata, Rıhtımlarına yol alıyorlar. Savaş gemileri de askerleri taşıyan çatanalarda yoğun sis ve serin sabah alacasında korkulu bir rüyanın müphem hayalleri âdeta görünmüyor; varla yok arası, sadece hissediliyor.
Desaadet. Beykoz. ”Ahval-i hâzıra dolayısıyla“, Şirket-i Hayriye vapurlarının işlemeyişi; iskele çevresinde müteheyyiç ve mütecessis bir kalabalığın birikmesine neden olmuş; kalıplı kalıpsız, fesler; birisi âbani iki sarık: eflatun ipek çarşafı içinde gözlüğü altın çerçeveli, “saraylı” Hanım; kulaktan kulağa, aynı fısıltı: “- ... İngiliz, şehri işgale tevessül etmiş: bir hayli şehit ve mecruh .....”
Namluları kıyıya çevrilmiş İngiliz kruvazörü birden ateşe başladı bütün taretleri ile salvo ateşi! Önce ne olduğu, niçin olduğu anlaşılmacaktır; ahali dehşete düşmüş, sağa sola kaçışır; kadın ve çocuk çığlıkları, dualar! Hedef yüksekçe bir tepedeki, büyükçe bir bina: Beykoz Eytam (yetimler) Yurdu. Sabah sislerinden, henüz tam arınamamış; camlarında buğu, pancurlarında çiğ pırıltıları, evlerin az uzağında, yalnız ve münzevi mermiler sağına soluna düştükçe; ufukta yankılanan infilâkları çıtırtılı ateşin ve duman sarmalının, dehşetini çoğaltmaktadır.”
İşgal kuvvetleri ile teşriki mesai içinde çalışan Damat Ferit hükümeti ve padişah yanlısı basının içinde bulunduğu ihanet çemberi yalın bir dille romanda yer almıştır. Bu çemberi tamamlayan bir diğer önemli halka ise, azınlıkların diz boyu hainlikleridir. Kitapta İstanbul  öyle tasvir edilmiş ki; Türk olarak o dönemde orada yaşasaydınız azınlık psikolojisine girmekten kendinizi alamazdınız. Dükkanlarda İngiliz ve Yunan bayrakları, sosyetenin akıl almaz vurdum duymazlığı ve bu insanlarla Anadolu’daki halk arasındaki kopukluğa dikkat çekilmiştir.
Dönemin yürekli vatanperver aydınları ise, her nevi tehlikeyi göze tabiri yerindeyse kelle koltukta olarak  Mustafa Kemal’in etrafında toplanmışlar. Halide Edip’in Adnan Beyin (ADIVAR) ve Yunus Nadi’nin Ankara’ya doğru meşakkatli yolculuğu dudak ısırtacak şekilde ifade edilmiştir. Kitaptan bir Bölüm:
“ Öndekilerin durduğunu görünce Miralay Kâzım Bey , atını sürüp gruptan ayrılarak Halide Edip’e ve Arslan Kaptan’a yaklaştı; ayazın yaladığı yüzü âdeta, donmuş zor konuşuyor;
“-- .... Kaymakam Hüsrev Bey’le, Dr. Adnan Bey, “yorulduk” diyorlar; ” bir adım daha atamazlarmış!...” ötekilerde bunlara uyarsa ?... “ Sustu endişeyle ekledi: “--... Halbuki bu gece muhakkak Adapazarı’na varmalıyız!...”
Arslan Kaptan da böyle düşünmüştü; Hâlide Hanım’ın yüzüne sorguyla bakarak :” ... doğrusu budur!...” dedi.
Miralay Kâzım Bey biraz merak biraz endişe Hâlide Edip Hanım’a dönüyor: ”--... Hanımefendi siz nedersiniz?....”
Halide Edip Hanım atına yol vermişti bile, tipinin anaforları içinde kaybolurken, azimli ve kararlı, kesip attı: :”--... yola devam etmeliyiz!....”
Kitapta Atatürk’ün bazı tespitleri dikkat çekicidir. Mesela, İttihatçılık ile ilgili şöyle diyor “.... nankör olmayalım! İttihatçılık bir ocaktır; yetişmemizde dahli var, bu... bu gayr-i kâbil-i inkar bir hakikat!... Ne var ki, onlar Garplılaşmak temâyülündeydi, biz medeniyetçi olacağız....Onlar komitacıydı biz inkılâpçıyız.... Onlar Osmanlılaşma taraftarıydı biz milliyetçiyiz” İşte Atatürk’ün batılılaşma anlayışı…
 Kerameti meclisten mi bekleyeceğiz diyenlere Mustafa Kemal “ ... evet  ben kerameti Meclisden bekleyenlerdenim, bir devre yetiştik ki, meşruiyet esastır, bu da ancak milli kararlara istinat etmekle mümkün olabilir” diyerek demokratik kişiliğini ortaya koymaktadır.
Kendisi ve Kuvay-ı Milliye aleyhine fetvalar çıkararak “din” kartını oynayan Ferit Paşa’ya karşı Mustafa Kemal, aynı kozu “İslamın son kalesi de elden çıkmak üzeredir” diyerek daha etkili bir şekilde kullanmıştır. Yunanlılar tarafından içinde “Halife-i ruy-i zemin Padişah Efendi’nin devlete isyan edenlerin idama mahkum edildiğinin yazıldığı beyannamelerin uçaklar dolusu olarak göklerden boşaltılması da, başka bir “Bilgi Destek Harekatı” uygulaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, uçaklardan boşaltılanlar; birde yerdeki hainlerin azınlıklar ile kolkola dağıttıkları beyannameler unutmamak gerekir. Fevzi Paşa’nın ifadesi ile “asıl amaç Kuvay-i milliye karşısına fetva kuvveti olan kuvay-i inzibatiyeyi çıkararak, bir tek İngiliz askerinin burnu bile kanamadan kendi insanımızı birbirine kırdırmak”. 11 Nisan 1336 (1920) da yazılmış olan “Fetva-yı Şerife :
“.... İslam şehirlerinde, bazı kötü adamlar birleşip anlaşarak ve kendilerine bir baş seçerek halkı kandırıp buyruksuzca asker toplamaya başvurup; zâhiren askerin ihtiyacı için, hakikatte ise ceplerini doldurma hevesiyle, haraç ve vergiler koyup türlü tazyik ve eziyetle, halkın mal ve eşyalarını ellerinden aldıkları; böylece Tanrı kullarına kötülük ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bâzı şehir ve kasabalara saldırıp, onları yerle bir ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bazı şehir ve kasabalara saldırıp, onları onları yerle bir ettikleri ve devletine bağlı nice yurttaşları öldürdükleri, usûlünce tayin olunmuş, bâzı asker ve sivil memurları vazifelerinden affedip, yerlerine kendi adamlarını getirdikleri, hükümet buyrklarının yerine getirilmesine engel oldukları, pâyitahtı ülkeden ayırıp halifenin gücünü azaltmak istedikleri, böylece hainlikte bulundukları;devletin nizamını ve şehirlerin asayişini bozmak için yalanlarla halkı kandırdıkları, açığa çıkıp gerçekleşen elebaşılarla, bunların adamları, devlete başkaldırmış kimseler olup haklarında çıkarılan pâdişah buyruğundan sonra da kötülüklerinde ısrar eder ve onları devam ettirirlerse, onların kötülüklerinden memleketi temizlemek ve tebaayı kurtarmak için öldürülmeleri gerekirmi?
Şehülislam: Gerekir.
Bu sebeple memlekette savaşa ve dövüşe gücü yeten müslümanların Halife Mehmet Vahdettin’in çevresinde toplanıp yapılacak davetlere verilecek emre uyarak sözü edilenlerle savaşmaları gerekir mi ?
Şeyhüliislam: Gerekir.
Halife tarafından asilerle savaştırılmak istenen askerler savaştan kaçarlarsa; dünyada şiddetli cezayı ve öldüklerinden sonra eziyete müstehak olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.
Halifenin askeri olupta ayaklananları öldürenler gâzi ve asilerce öldürülenler şehit olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.
Asilerle savaşılması için verilen padişah buyruğuna uymayan müslümanlar suç işlemiş bulunur ve cezaya müstehak olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.”
Yazarın o dönemin İstanbul tespitleride  ilginç: “ Costantinople” neresinden bakılırsa bakılsın Kâhire ile “ kâbil-i kıyas “ bir yer sayılamaz. Burası bir “metropol” minarelerine rağmen sanki batılı bir şehir; hele Müttefiklerin yönetimine intikalinden” sonra büsbütün böyle! “ Parisiana’nın”  Paris’deki bir gece kulubünden farkı nedir? Ya da Gülistan Satvet’in “Mondaine” bir Fransız “mademoiselle” inden farkı ?
Atatürk, Moskova’nın desteğini alabilmek maksadıyla temas kurma ihtiyacı hissetmekte fakat bu temas için resmi bir sıfatı bulunmamaktadır. TBMM’nin kendisini reis seçmesiyle bu da hallolmuş olur. İngiliz emperyalizmine karşı mazlum İslam devletlerinin desteğini ve Bolşeviklerin desteğini kullanmak ister. Fakat Bolşeviklerin yeni başlayan mücadelenin başarısından emin olmayan moskova aranın desteği verme de biraz çekingen ve tutuk davranır. Kitapta, Bolşeviklerin parasal yardım ve askeri malzeme desteğine karşılık Azerbaycan hükümetinin Bolşevik devletler grubuna sokulmasının taahhüt edilmesi  konusu araştırılması gereken bir konu olarak öne çıkmaktadır. Yazarın, Atatürk’ün Selanik yıllarında iken hatıra defterine  “ mutlaka socialiste olmalı...... maddeyi anlamalı “ şeklinde yazdığını iddia etmesi de ayrı bir inceleme konusudur.

 Yazar Çerkez Ethem’in özellikle Düzce-Hendek-Adapazarı, Yenihan-Yozgat-Boğazlıyan, Konya’da Delibaş Mehmet isyanını bastırmadaki başarılarını anlatıyor. Bu dönemde Çerkes Ethem alenen Ankara’yı faaliyetsizlikle ve kifayetsizlikle  suçluyor. Kitaptan bir bölüm:
“Söylediklerinin üzerine basarak İsmet Bey (İNÖNÜ) diyorduki:
“-- ... ne kadar acı, ne kadar jahredici olsa da aramızda hakikatleri itiraf etmemiz, bence en doğrusu olacaktır: Maatteessüf, Yozgat ve havalisindeki asileri tedîbe kâfi bir kuvvetimiz kalmamıştır; hadise vahim ve endişeyi mucip görünüyor; şu var ki Kuvay-i Seyyare gibi, maneviyatı son derece yüksek bir kuvvet için....”
Ethem Bey dik ve kendinden Emin sözünü kesti; yüksek sesle fakat, kimsenin yüzüne bakmadan konuşuyordu:
“ --... bu bir itiraf, kabul! Fakat geç kalmış bir itiraf! Heyeti temsiliye bir senedir, ne iş yaptı ? Niçin merkezinizi takviye etmediniz. Tebliğ-i resmi neşretmekle konferanslar tertiibiiyle, bu işleri halletmek mümkünmüdür?..”
“ Sustu, şikayetçi bir sesle ilave etti: “--... nihayet biz düşmanı bırakıp geride sizin işlerinizle uğraşmaktayız...”
Tevfik Bey, dudaklarında yanlış bir gülümseme, “ başını tasvip makamında” sallayarak Fevzi Paşanın gözlerinde cevap arıyor, paşanın cevabı alçak sesle aynı kelimelerin tekrarından ibaret: “--.... evet efendim! “ Yaptığı  sert çıkıştan Ethem Bey, galiba rahatsız olmuştu: Sigara yakmaya davranırken, daha düşük bir sesle dedi ki:
“--... affınıza mağruren, söyledim, serzenişten maksadım gafletlerinizin devamına mani olmaktır, daha Düzce’de bulunduğum sırada sarahatle ifade etmiştim ki....”
 Ethem Yozgat isyanından sonra “Mustafa Kemal’i meclisin önünde asmalı” diyor. Ethem’in ağabeyi Reşit Bey, kardeşine göre biraz daha hırslı olarak göze çarpıyor.Reşit Beyin niyeti başarıları karşılığında kendisine Erkân-ı Harbiye Umum Reisliğinin verilmesi, bunu hakettiğini beyan ediyor. Ethem Garp Cephesinde İsmet Paşa’nın emri altında çalışmak istemiyor aralarında ciddi görüş ayrılıkları var, Ethemin başına buyruk hareket etmek istemesi önceki alışkanlıklarının doğal bir sonucu.  Ethem ile Mustafa Kemal arasındaki husumet sonraları git gide derinleşiyor ve bir ara Ethem suikaste dahi yelteniyor.  Kitaptan bir bölüm.
“ Reis Paşa’nın odasındaki “musâfaha” gittikçe daha sert bir “münâkaşa” ya    
dönüşmüştü Tevfik Rüştü Beyin ir gözleri, gözlük camlarının ardında sonuna kadar açık ikisininde ellerinin, silahlarına, ne kadar yakın durduğunu gördükçe içi titriyor, uzaklardan o mahcup gük gürültüleri; camlarda, iri çekirdekli yağmur ve tıpırtısı!...
    Ethem Bey iri ve kaba kol hareketleri ile düpedüz bağırarak diyordu ki:
    “-- ... İsmet Bey ile mizacımız uyuşmuyor; geçinemeyeceğimiz kat’iyyen anlaşılmıştır; onu, başımızdan alınız yerine daha münasip, daha mülayim bir kumandan tayin edilsin... her halükârda bize suhûlet gösterecek bir zat olmalı; bu takdirde eminin ki her şey düzelecektir...”
Bu romanda Halide Edip Hanım ile Yunus Nadi Bey önemli bir rol oynuyorlar. Halide Edip’in bir dönem Amerikan mandası taraftarlığı, daha sonra ise Mustafa Kemal ve milli mücadele taraftarlığı ortaya konmuş. Halide Edip Mücadelenin medya tarafı ile daha çok ilgili görünüyor. Yunus Nadi ise mecliste Tevfik Rüştü ile birlikte Mustafa Kemalin isteği ile Komünist Fırkasını kurarlar. Bolşevizm ile ilgili olarak Mustafa Kemal şunları söyler "Bolşevik olmak başkadır. Bolşevikler ile  teşrik - i mesai etmek başkadır. Biz ikinci yolu seçtik". Kitaptaki çarpıcı konulardan biri de düzenli ordunun kurulmasında Troçki’nin Kızılordusundan esinlenildiği savıdır.
O dönemde mecliste Bursa’nın işgali vekiller arasında ciddi galeyana sebep olmuş ve Mustafa Kemal aleyhtarları seslerinin iyiden iyiye yükseltme zemini yakalamışlardır. O bu noktada gerçekçi kişiliğini ortaya koyarak şunları söyler “....efendiler! Vaziyeti muhakeme ederken ve tedbir düşünürken ...acı da olsa ... hakikati görmekten bir an fariğ olmamak lazımdır... Kendimizi ve birbirimizi aldatmak için lüzum ve mecburiyet yoktur...Hey’eti Vekile bu tarihteki şeraite göre, seferberlik  yapabilmeyi acaba düşünebilirmiydi?..... Memleketin baştanbaşa halifenin fetvası hükmünde olduğu bir sırada..... milleti askere davet etmek, caiz ve mümkün görülebilirmiydi”.
 Kitapta Bursa’nın Yunan tarafından işgalinin faturası can ve mallarını selamette görmek isteyen “Burjuva” ya kesilmiş. Yunanlıyı Bursa eşrafının adeta davet ettiği yazılmıştır.
Dikkat çekici bir diğer konuda Çerkeslerin Anadolu’da muhtar bir devlet kurmasına yönelik iddiadır. Kitapta, İzmir’de bu amaca dair bir cemiyet kurduklarından bahsetmektedir.
Romanda Atatürk’ün yer yer Rumeli ağzı ile konuşmaları göze çarpmaktadır. Ayrıca, Atatürk’ün yurt dışı görevlerde tanıdığı yabancı bayanlarla ilişkileride yer almaktadır. Aşklarının arasında Fikriye Hanıma olan tutkusu hususiyet kazanmıştır.
Kitabın son bölümünde birinci İnönü muharabesi ve Çerkes Ethem’in ihaneti yer almaktadır. Mustafa Kemal İnönü zaferi için “kendisi küçük ganimeti büyük “ diye ifade etmektedir.

27 Haziran 2012 Çarşamba

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, Nuri Conker - M. Kemal Atatürk

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, Nuri Conker - M. Kemal Atatürk, Piyade Okul Komutanlığı, 1981, Ankara
Askerlik mesleği ve subaylığa dair.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün yazıp yayınladığı kitapların kalınlık yönünden en ufaklarından biri olan “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” bir göndermeye karşılık olarak hasbihal biçiminde kaleme alınmıştır.
Kitap, Erkanı Harbiye Binbaşısı Mehmet Nuri Bey (Nuri CONKER)’in Balkan Savaşları sonunda 1’inci Tümen arkadaşlarına verdiği konferansların bir araya gelmesinden oluşan “Zabit ve Kumandan” isimli eserine, Bulgaristan’daki Türk Ataşemiliteri Kur.Yb. Mustafa Kemal’in 1914 yılında verdiği cevabıdır.
Balkan savaşı ile 1’inci Dünya Savaşı öncesindeki durumu içeren her iki eser de, tek bir kitap halinde birleştirilmiş olarak bulunmaktadır. ATATÜRK’ün yazdığı kitabı özetleyebilmek için öncelikle Nuri CONKER’in ne yazdığını bilmek gerekir.

1’İNCİ KİTAP: ZABİT VE KUMANDAN (NURİ CONKER)
(1)    BİRİNCİ BÖLÜM: GİRİŞ
Kitabın giriş bölümünde;
(a)    Harp tarihinin askerlere tecrübe kazandırdığı,
(b)    Harp oyunları ve tatbikatların savaşın birer taklidi olduğu, asıl tecrübenin savaşla kazanıldığı,
(c)    Birçok komutanın savaşı bizzat yaşayarak tecrübe kazandığı,
(ç)  Alman ordusunun bu tecrübeyi kazanmak için savaşı bile göze aldığı,
(d)    Savaşın savaşta öğrenildiği,
(e)    Ülke ve orduların savaşa her an hazır olması gerektiği üzerinde durulmaktadır.
Silah sistemlerinin çoğalması ve gelişmesi, öğrenilecek bilgilerin çokluğunu gerektirdiğinden bahsedilmektedir.
Ordunun Balkan yenilgisi üzerinde durulmakta ve nedenleri araştırılmaktadır.
İnsan faktörü vurgulanarak; maddi güç sayılan ilim ve teknikle ilgili bilgilerin, seçkin insan nitelikleri ve fedakârlık gibi nitelikler olmadığı sürece başarıya ulaşmada yeterli olmayacağı üzerinde durulmaktadır.
Kitapta bir subayın zafere ulaşabilmesi için, kesinlikle edinilmesi gereken nitelik ve ilmi görüş, askeri karakter ve öneriler ile askeri üstünlükler ve yiğitliklerden söz edilmektedir.
Ayrıca bir subayın en çok görmeye, işitmeye ve düşünmeye zorunlu olduğu yerde, moral gücünü beslemeye yardımcı olacak nokta ve nitelikleri araştırması ve değerlendirmesi anlatılmaktadır.
Özellikle subay ruh ve yüreği ile subay karakterinin, askerlik sanatı açısından en önemli ve üstün vasıfların aynası olduğu vurgulanmıştır.
Nuri CONKER kitabında, kendilerinin yetiştirilmesindeki yanlışlıkları da eleştirmekten geri kalmamıştır. Kendi ağzıyla şöyle demektedir:
“Ne yalan söyleyeyim, biz piyade talimnamesinin ikinci bölümü olan muharebe kısmını üç yıllık harp okulu öğreniminin son aylarında birkaç derste her öğrenci ikişer üçer madde olmak üzere, bir okuma kitabı gibi okumuştuk. Hemen bütün öğretim ve eğitim süresince yalnız birinci bölümü öğrenmeye, uygulamaya bağlı kalmıştık. Oysa bu ilk bölüm daha çok erin ve belki en küçük tam askeri birliklerin savaşa hazırlanmasına ilişkindi. Subayın, subay olarak yetişmesini, subayın asıl görevlerini, savaşın subaydan istediği ruh ve ilmi güç ve niteliği temelde ikinci bölümü kapsıyordu. Hele subaya ruhi ve ilmi talimat veren Savaş Hizmetleri Tüzüğü’nün başındaki giriş bölümünü hiç okumamıştık. Bu kitaptan okuduğumuz ilk ders savaş düzenleri ve askerlerin bölümleri idi. Oysa bu girişin her bölümü başlı başına bir ders olabilecek genişlikte ve önemdeydi.”
CONKER, canını hiçe sayma ve fedakarlık duygusu ile ilgili olarak, Piyade Talimnamesi ve Süvari Talimnamesi’nin çeşitli bölümleri ile Topçu Talimnamesi’nde yazan ifadelere yer verdikten sonra, bu maddelerin gelişigüzel okunup geçilmemesini istiyor ve şöyle devam ediyor:  “Kılıç kuşanan, forma taşıyan, subayım diye ortaya çıkan, hükümetin birçok harcamalarla donattığı, anaların 20–30 yaşlarındaki en işe yarar evlatlarını arkasına alarak namus, din ve devleti korumak üzere savaşa giden bizler, subaylar, maddeleri, her şeyden önce, bu maddeleri, çok, pek çok kere sürekli okumalıyız. Okumalıyız ki, savaşın bizden istediği görevin biçimi ve yapısını gerçek anlamıyla tanıyalım.”
CONKER subaylığı, canını ve öz varlığını vermeyi kesinlikle göze almış olmak şeklinde ifade ediyor ve şöyle devam ediyor: “Askerlik bizim geçimimizi sağlayan bir sanattır. Biz bu sanattaki görevlerimizi öteki sanat sahipleri gibi yalnız aklımızla değil, aklımızdan başka can ve başımızla da yapıyoruz. Gerekirse kanımızı da akıtırız. Subaylık, başarı kazanmak için korkusuz ve canını hiçe sayarak çekinmeksizin savaşabilmektir. Bizim vazifelerimiz arasında ölüm de vardır. Fakat görev yaparken, ölüm asla düşünülmeyecektir.”
Subaylığın diğer sanat ve görev sahipleri ile karşılaştırılamayacağını söyleyen yazar, subayların görevlerinin barışta ağır hava ve arazi şartlarında, savaşta ise ağır şartlarda ve düşman ateşi karşısında geçtiğini ifade etmektedir. Genç bir teğmenin görevi uğruna akıtacağı kanın, maaşının karşılığı olduğunu hiçbir akıl sahibinin kabul olamayacağını vurgulayan yazar dökülen kanla ilgili olarak şöyle devam etmektedir: “Bu kan para ile ölçülmek durumundan çok yüksek bir duygunun vatan ve milletin kullanılması gibi, kutsal bir duyguların yönlendirilmesi ve yardımıyla akıtılabilir. İşte bu fedakârlıktır.”

(2) İKİNCİ BÖLÜM: SUBAYLARIN, ERLERİN KALPLERİNİ VE GÜVENLERİNİ KAZANMALARI VE MORAL GÜÇLERİNİ DESTEKLEMELERİ
İkinci bölümde Nuri CONKER; subayların;
(a)    Erleri kendi çocukları gibi görerek onları tanımaları lazım geldiğinden,
(b)    Disiplinin ordunun temeli olduğundan,
(c)    Her askerin amir ve üstlerinin isteklerine uygun iş yapmasının uygun olacağından,
(ç)    Subayların erleri eğitirken anlayışlı olmaları gerektiğinden,
(d)    Silahın yurdumuza gözünü diken düşmanın bertaraf edilmesinde en etkili araç olduğu için iyi öğretilmesi gerektiğinden,
(e)    Birliklerde yapılacak törenlerin askerleri olumlu yönde motive edeceğinden,
(f)    Birlik sancaklarının kutsallığından ve manevi değerinden bahsederek askerlerle kendilerini yöneten subayların birbirlerine çok yakın olmaları ve birbirlerini tanımalarının lüzumundan söz etmektedir.
Nuri CONKER ilk önce disiplinle ilgili olarak; “Askeri disiplin ordunun temeli ve başarının birinci şartı olduğundan, her halde tam bir sertlikle kurulmalı ve sürdürülmelidir. Barışta, çoğu zaman gayret göstererek kıtalarda sağlanamayıp yalnız görünüşte elde edinilmiş olan disiplin, savaşın tehlikeli anlarında ve beklenmeyen olaylar karşısında verimsiz ve faydasız kalır.” diyerek askerlik mesleğinde disiplinin önemini belirtmektedir. Ancak, “Üstler, astlarının, her durum ve anda koruyucusu ve gözeticisi, şefkatli ve elinden tutucusu, dayanacağı kişiler olmalıdır.” diyerek subayla er arasında sıkı ve yakın bir ilişkinin kurulması gerektiğini de vurgulamaktadır.
Bu kapsamda, erleri tanımanın özellikle bölük komutanları ile teğmenlerin görevi olduğunu, erlerin yemeğinden yatağına, ailesinden temizliğine, yani her tutumuna ve davranışına bakmak ve gerektiğinde öğüt vererek onu aydınlatmanın ve düzeltmenin subaylar tarafından yapılmasını istemektedir.

(3) ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: TAARRUZ FİKRİ
Nuri CONKER bu bölüme; “Savaş demek taarruz demektir. Savaşın bir teknik ve askerlik sanatı olarak tanınması yalnız taarruz uygulaması ile olmuştur. Savaştan yarar ve sonuç almak da ancak taarruza yönelik hareket etmekle olur. Taarruz eden veya hiç olmazsa bu düşünceyi aklında tutarak fırsat çıkınca taarruza girişen daima kazanır. Savunma olumsuzdur. Bunun en büyük yararı olsa da kaybetmemek olur. Fakat bu da geçicidir. Savaşta gaye ise, düşmanı yok etmek ve çökertmektir ki bu da yalnız taarruz etmekle olur.” şeklinde bir giriş yaparak öncelikle taarruzun önemini vurgulanmıştır.
Savunmanın ise orduyu, düşmanın irade ve isteğine boyun eğmeye zorlayacağını ifade ederek, ordunun taarruz ordusu olması ve savunmanın savaş şekillerinden çıkartılarak ordunun bir savaş yöntemi olarak yalnız taarruzu tanıması gerektiğini yazmıştır.
“Ordunun her türlü çalışma ve hazırlığı, taarruz etmek hedef ve amacına yönelik olmalıdır.” diyen yazar, daha sonra tarihten bu konuda örnekler vermiş ve taarruz ruhuna ve eğitimine yönelik talimnamelerde geçen ifadeleri aktarmıştır. 
Her muharebeye başlangıçtan itibaren kesinlikle taarruzla başlanması gerektiğini ifade eden yazar, mevziin güç ve dayanıklılığından yararlanmak veya yeterli kuvvetin henüz toplanamamış olmasından dolayı muharebeye savunma ile başlanılmak zorunda kalınsa bile sonucun taarruzla alınacağı düşüncesinin akıldan çıkarılmamasını istemiştir.
Bölümün sonunda ise, “taarruz fikri, hiçbir zaman subay ve komutanın düşünceleri, (harita çalışmaları dahil) dışında kalmamalıdır” diyerek konuyu sonlandırmıştır.

(4) DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: KENDİLİĞİNDEN İŞGÖRME VE SORUMLULUĞU YÜKLENME
Bir subayın kendi kendine iş görmeye istekli ve tutkun olmasını en büyük vasıf olarak niteleyen yazar, bu özelliğin subayı yücelten, üstün kılan, belirleyen güven ve iftihar kaynağı olduğunu ifade etmektedir.
“Ordunun esenliği ve mutluluğu, komuta heyetinin bu yüksek vasfa fazlasıyla sahip olmasına bağlıdır. Ordu, görevini yerine getirirken mutlak yukardan emir beklemeyen amirler, subay ve subaylar heyetinin varlığına muhtaçtır. Her rütbedeki komutanlarda amaca ulaşmak konusunda ne kadar kendiliklerinden iş görme, bağımsız karar verme, düşünme ve iş yapmak, işe girişmek kudret ve alışkanlığı ve yatkınlığı olursa, ordunun çevikliği ve uygulaması o kadar yüksek olur.” diyerek subayların inisiyatif sahibi olmasının ordu için ne kadar şart olduğunu vurgulamaktadır.
Çeşitli talimnamelerden, sorumluluğu üzerine almaktan çekinme, rütbe sahiplerinin kendiliklerinden tedbir almaya alışmış olmaları, kendiliğinden iş görme, sorumluluk sevgisi ile ilgili maddeleri de aktaran yazar, her komutanın işte bu kendiliğinden iş görme vasfını elde etmek zorunda olduğunu ifade etmektedir.
Bu bölümde ilgi çeken bir husus da, emir tekrarının sadece erlerden istenecek bir uygulama olmadığını, bir korgeneralin bile bir orgenerale karşı yerine getirmesi gerektiğini, bunun bir alışkanlık halini almasını ve amirin de herhalde verdiği emrin tekrarını istemesi gerektiğini ifade eden sözleridir.

İKİNCİ KİTAP: ZABİT VE KUMANDAN İLE HASBİHAL (M. KEMAL ATATÜRK)
İkinci kitapta, Mustafa Kemal ATATÜRK, Nuri CONKER’in “Zabit ve Kumandan” isimli kitabıyla sohbet etmekte ve cevabi düşüncelerini yazmaktadır. Altı bölümden oluşan “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal”, Ruşen Eşref ÜNAYDIN tarafından yazılan bir girişle başlamaktadır.
GİRİŞ:
ATATÜRK bu eseri ile o zamanki ordunun bütün eksikliklerini beş altı maddede toplayıp beş on satırda ortaya koymuş; bu eksiklikler giderilmezse böyle bir ordudan harp zamanı yurdu koruma vazifesi beklenemeyeceğini felaketten önce sezerek yüksek makamların kulağına haykıra haykıra ulaştırmıştır.
Kitapta, ordu kurmanın iyi subay yetiştirmeye bağlı olduğu inancı belirtilmiş; en iyi ve geniş Harbiye Mektebi öğretiminin bile asıl ordu mektebinde, iyi komutanların gözcülüğü ve yetiştiriciliği sayesinde sırf iş üzerindeki ciddi eğitim çalışmaları ile geliştirilebileceği bildirilmiştir.
Ruşen Eşref ÜNAYDIN’a göre bunları yapabilmek bir genç kolağası şöyle dursun, değme yüksek rütbeli ve makamlı yiğidin bile kârı değildir.
BİRİNCİ BÖLÜM:
ATATÜRK bu bölümde, Nuri CONKER’in kitabını geç okuduğunu, ancak çok hoşuna gittiğini, ordunun basiretsiz ve bilgisiz komutanların yönetiminde başarısız olabileceğini, subayların daima okuyarak kendilerini yenilemeleri gerektiğini yazmaktadır.
Nuri CONKER’in yazdıklarını düşündüğünü ve genelde kendisine hak vererek katıldığını belirten ATATÜRK, Harbiye Mektebi’nde verilen eğitimle ilgili olarak, hakiki feyiz verebilecek asıl mektebin kıt’alar olduğunu ifade etmekte ve “Harbiye Mektebi’nden alınan şehadetnameler, genç teğmenin Bölük Komutanı efendisinin terbiyesi dairesine kabule şayan olduğuna delâlet eder. Genç teğmen, san’atının asıl ruhunu intisap ettiği bölüğün efradı önünde, bölüğün babası olan yüzbaşısından ve daha büyük amirleri tarafından, iş üzerinde bulunaraktan öğrenecektir.” diyerek teğmenlerin yetiştirilmesinde Bölük Komutanlığının önemini vurgulamaktadır.
İKİNCİ BÖLÜM:
Bu bölümde bir subayın taşıması gereken özveri, ölümü göze alma, emri altındakileri sevk ve idare edebilme, taarruz ruhu, inisiyatif (kendiliğinden hareket ve iş görme) özellikleri hakkında, Nuri CONKER’in görüşlerine katılan ATATÜRK, kendi düşüncelerini de çeşitli örneklerle destekleyerek açıklamıştır.
Nuri CONKER’in kitabında sorduğu, “Zabir nedir?” sorusuna yönelik Piyade Talimnamesindeki “Zabit, maiyetindeki efrad için numune-i imtisaldir.” cevabının ve CONKER’in bu konuda yazdıklarının bütün subaylar tarafından büyük bir dikkat ve ciddiyetle okunması gerektiğini belirten ATATÜRK, bir milletin evlatlarının önüne geçip onları ateşe sevk etmek hak ve salahiyetine ancak, CONKER’in bahsettiği metanet (dayanıklılık, sağlamlık) ve besalet (yiğitlik, yararlılık) bileşkesini bulmuş olan subayların sahip olabileceğini ifade etmiştir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:
Bu bölümde ATATÜRK, Türk milletinin her ferdinin aileden itibaren ve askerliği müddetince kişinin ruhsal derinliklerine inilerek ulvi duygularla yetiştirilmesi lazım geldiği üzerinde durmaktadır.
Bir subayın, kendisine bağlı erlerin kalplerini ve güvenlerini kazanmaları gerektiğine, insanların ancak böyle yönetilebileceğine değinen Atatürk, konu ile ilgili olarak Musa, İsa ve Napolyon’dan da örnekler vermiştir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM:
Ordunun vazifesinin, vatanı çiğnemek isteyen düşmana karşı ayağa kalkmak olduğunu ve bu kalkışın yerinde durmak için değil, düşmana atılmak için olursa kalkılmış olduğuna değeceğini ifade eden ATATÜRK bu bölümde, başarının en güvenilir aracının taarruz olduğunu, ancak taarruz ordusunu vücuda getirecek milletin taarruz ruhuna sahip olması gerektiğini vurgulamaktadır.
Konu ile ilgili olarak Japon komutanların taarruz ruhu ile ilgili ifadelerinden de örnekler verilmiştir.
BEŞİNCİ BÖLÜM:
Mustafa Kemal ATATÜRK bu bölümde de bir harekatın nadiren planlandığı şekliyle yürüyebileceğini, muhtemelen bir çok faktörün değişebileceğini, işte değişebilen bu durumlarda askerlerin kendi inisiyatiflerini kullanarak ve kimseden emir beklemeden karar vererek uygulamalarını salık vermektedir.
Subay, astsubay ve erlerin, bazen üstlerinden hiçbir emir alamadığı durumların olacağını, bu sebeple gerek komutanların ve gerek erlerin bizzat düşüncelerini işleterek kendiliğinden iş görebilecek yetenekte yetişmiş olduklarına kanaat edilmeden bir birliğin güvenilir bir kuvvet olarak tanımlanmasını gaflet ve felaket olarak nitelemektedir.
Bir kuvveti oluşturan insanların umumi hayatları, fikirleri, hareket serbestileri ezilmemiş, gürbüz, neşeli er ve subaylardan oluşuyorsa, böyle bir askeri birlikte biraz düşünce işleterek kendiliğinden iş görme kabiliyetinin fazlaca görüleceğini belirten ATATÜRK, konu ile ilgili olarak İtalyan muharebesinde Derne kuvvetlerine kumanda ettiği sürece bu gerçeği ispatlayan bir çok örnek gördüğünü ifade etmiş ve bunlardan bazılarına kitabında da yer vermiştir.
Tabii ki, inisiyatifin de sınırsız olmadığına ilişkin “Harpte büyük başarıların esaslarının en başı olan müstakil faaliyet, gereken haddi aşmamış olanıdır.” şeklindeki talimname ifadesine yer veren ATATÜRK, inisiyatifin haddini bilmeme mertebesine vardığı bir orduda herkesin kendi başına buyruk olacağını, amir ve maiyetin yok olacağını, onun için itaat ve inzibatın kurulamayacağını söylemiştir.
İnisiyatifin gerekliliği ve faydalarına ilişkin talimnamelerdeki maddelerin okunmasına ve bunların iyiliklerine ilişkin pek çok övgülerde bulunulmasına rağmen, kendiliğinden iş görmenin yayılmasına ve faydalı bir şekle sokarak özel bir vazife olarak tanınmasına ilişkin Osmanlı Ordusunda herhangi bir düşünce sarfedilmediğinin ve karara varılmadığının itiraf edilmesi gerektiğini ifade etmektedir.
ALTINCI BÖLÜM:
Kitabın son bölümünde ise ATATÜRK hayatı hiçe sayma, taarruz düşüncesi ve kendiliğinden iş görme gibi askerliğin en önemli nitelikleri ile ilgili Derne kuvvetlerine emir komuta ederken tuttuğu notlardan ve gelen raporlardan alıntılar yaparak  örnekler vermektedir.
Örneklerde kendilerinin ve arkadaşlarının yaralanmasına, hatlarının bozulmasına, toplarının nişangahlarının bozulmasına aldırış etmeden taarruza devam eden birlik komutanlarının raporları bulunmaktadır.